Kader konusu İslam âlemine sonradan, Emeviler döneminde bir akide olarak sokulmuş, bu konunun sokulması için birkaç kişi (birkaç âlim) idam edilmiş, bunun kalıcı olması için de kader konusunda konuşanlar idamla cezalandırılmıştır.
Mesela, bilhassa Allah’ın ilmi konusunda konuşanları idamla cezalandırmışlar. Çünkü bu konudaki ayetler son derece açık ve nettir. Biraz sonra okuyacağız. İnsanlar Allahu Teâlâ’ya kendi akıllarına göre tanım getiriyorlar.
Cenab-ı Hak, Şura suresinin (42. sure) 11. Ayetinde “leyse ke mislihî şey’un” diyor, yani
“Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur”.
Yani bizim Allahu Teâlâ’yı benzetebileceğimiz hiçbir şey yok. Öyle olduğu halde insanlar kendi kafalarından bir Allah tanımlaması yapmışlar, ilgili ayetleri ona göre yorumlamışlardır ki bu konuda Yunan felsefecilerinin çok büyük katkısı vardır. Öyle olunca, ‘kader’ biliyorsunuz ‘ölçü’ demek. Bir ‘ölçüsüzlük’ haline gelmiştir.
Kur’an’ı Kerimdeki bazı kelimelerin anlamları değiştirilmiştir. Mesela bugün hep beraber göreceğiz, Allahu Teâlâ’nın ilmi ile ilgili kelimelerin nasıl farklı anlamlara da getirildiğini göreceksiniz.
Şimdi bize yapılan itirazlar konusunda şu, şu, şu ayetlere bakın diyemiyoruz, çünkü meallerin çoğu o ayetlere yanlış mana veriyor. Gerçi Allah’a şükür, son zamanlarda doğru mana veren mealler var. Mesela, şimdi aklıma gelen Süleyman Ateş hocanın meali, o doğru anlam vermiş. Ama birkaç tane daha var, aklıma gelmedi.
Bu konuda o kadar çok saptırma var ki, o kadar çok delil karartması var ki, çünkü İslam âleminin etkinliğini ancak kader inancı ile kırmak mümkün olmuştur.
Şimdi mesela, elimde Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali var. Daha önce de size söylemiştim, Ömer Nasuhi Bilmen’i tercih etmemin sebebi, bu zat eskileri çok güzel nakleder. Çok iyi araştırma yapan, kafası gayet iyi çalışan, kalemde kuvvetli olan nadir kişilerden bir tanesidir. Dolayısı ile eskilerle ilgili söylediklerine güvenilir. Hata etmemiş midir? Tabi insan olduğu için herkes hata eder. İnsanın hatasız olması diye bir şey olmaz ama elinden gelen tüm gayreti göstermiş ve en güzelini yazmaya çalışmıştır.
Şimdi mesela, burada diyor ki kaza ve kadere iman konusunda, “ Herhangi bir şeyin muayyen bir vech ile yani şu şekilde vücuda gelmesini Cenab-ı Hakkın ezelde dilemiş olmasına kader, Hak- Teâlâ’nın böylece dilemiş olduğu herhangi bir şeyin zamanı gelince meydana gelmesine kaza denir”
Yani kâinat yaratılmadan önce Allahu Teâlâ herhangi bir şeyi dilemiş ve bunu da yazdırmış.
“Herhangi mümkün bir şeydir ki Allah Teâlâ takdir ettiği halde vücuda gelmesin ve herhangi bir şeydir ki Hak Teâlâ dilemediği halde vücuda gelsin” diyor. “Herhangi bir insanın falan günde vücuda gelmesin Hak Teâlâ’nın ezelde dilemiş olması bir kaderdir. O insanın bu takdir edilmiş günde vücuda getirilmesi de bir kazadır, bir halktır.”
Yani şimdi biraz daha detaya indiğimiz zaman, şimdi yaptığımız her şey Cenab-ı Hak tarafından ezelden takdir edilmiş, yazılmış, belirlenmiş. Şimdi yaşıyoruz ve meydana geliyor. Biz bu dünyaya gelmeden bunlar yazılmış. Cennete giden cennetlik yazılmış, cehenneme giden cehennemlik yazılmış.
O zaman bu dünyanın hiçbir anlamı kalmıyor. Allahu Teâlâ’nın resul göndermesinin de bir manası kalmıyor.
Buna karşılık deniyor ki; “Bu Allahu Teâlâ’nın ilmidir. Allah’ın ilminin böyle olması, bizim öyle davranmamızı gerektirmez.”
Peki, o zaman “Allah’ın ilmine aykırı bir davranış gösterebilir miyiz?” dediğimiz zaman, “Hayır” diyorlar. Gösteremezsek, ne oldu!
Efendim, biz cebriye gibi düşünmüyoruz. Cebriye insanı rüzgârın önündeki gazel gibi düşünüyor. Hiçbir katkısı yok falan.
Ya ne fark ediyor ki? Yani Allah’ın ezelden yazdığı meydana gelir diyorsanız, ister cebriyeyim de ister deme. Netice aynıdır, değişen bir şey yok. Neticesi belli olan bir imtihanı Cenab-ı Hak niye yapar? Ne gerek var ki? O zaman bir kısmımızı cehennemlik yaratsaydı, doğrudan doğruya cehennemin içinde yaratsaydı. Bir kısmımızı da doğrudan cennette yaratsaydı. Bu dünyanın ne anlamı var ki?
Şimdi böyle olduğu zaman da insanlar ne diyor? “Ne yapalım kaderim böyle imiş” diyor. Başarısızlık Cenab-ı Hakka fatura ediliyor. Başarı olursa kendisi başarmış oluyor.
Geçenlerde birisi telefonla sordu, “Hocam, bir kimsenin kiminle evleneceğini Allahu Teâlâ bilir mi?” ben de “Bilmez” dedim. Şimdi ortalıkta büyük bir velvele kopacağını da biliyordum. Yalan mı söyleyeyim adama karşı, soruyor cevabını vereceğiz.
Efendim, adam kayda almış yayınlamış. İyi yapmış. İyi ki yayınlamış. Yayınlamasaydı ben bu dersi yapmazdım bu akşam. Hatta ben bu akşam da yapmayacaktım da, bu hafta sonu da Almanya, Hollanda ve Avusturya’ya gideceğim. Oradakiler de duymuş, onlar da artık baktım, her yerde bunu soruyorlar.
Sabahleyin bir açtım interneti ki, e-mail doldurmuşlar. “Hocam sen bunu söyledin mi? Biz senden unu beklemezdik.” İyi, beklemeyin kardeşim. Yani siz beni methedesiniz diye mi konuşuyorum! Biz doğruları yalnız Allah rızası için söylemeye çalışırız, hata ettiğimiz zaman da hatadan döneriz. Hata, tabi ki hata ederiz.
Şimdi, bu konu çok fazla su götürür. Size önce bir ayet okuyayım.
Allahu Teâlâ diyor ki Tevbe suresinin (9. sure) 16. ayetinde; “Allah sizin cihat ettiğinizi bilinceye kadar, terk edileceğinizi mi zannediyorsunuz? Allah ve resulü dışında ve müminler dışında samimi dost edinip edinmediğinizi öğreninceye kadar (Allah öğreninceye kadar) serbest bırakılacağınızı mı düşünüyorsunuz? Allah ne yaptığınızdan haberdardır.”
Burada “lemmâ ya’lemillâh” diyor. ‘Lemmâ’, Arapçada, cehd-i müstağrak derler, yani geçmişte olmadı ama bundan sonra olabilir manasındadır. Kur’an’ı Kerimde Arapça inmiş bir kitaptır. Yani Allah şimdiye kadar bilmedi, bundan sonra bilebilir.
İşte, “Em hasibtum en tutrekû; terkedileceğinizi mi hesap ediyorsunuz”.
“ve lemmâ ya’lemillâhullezîne câhedû minkum; sizden cihad edeni Allah bilinceye kadar ya da bilmedikçe serbest mi bırakılacaksınız?”
“ve lem yettehızû min dûnillâhi ve lâ resûlihî ve lâl mu’minîne velîceh; Allah’tan, Resulünden ve müminlerden başka dost edinmediğinizi görünceye kadar terk edilecek misiniz?”
“vallâhu habîrun bi mâ ta’melûn; Allah ne yaptığınızdan haberdardır (Yapacağınızdan değil, yaptığınızdan. Yani yapmakta olduğunuz şeylerden Allah haberdardır).”
Şimdi bakalım bu ayete nasıl meal vermişler? Tevbe suresi 16. Ayet.
Bayındır; Sende meal var mı? Bir bakar mısın Tevbe 16’ya nasıl meal vermişler. Bir oku istersen oradan.
(Fatih Bey okuyor) Ahmet Davutoğlu’nun meali; “Yoksa siz zannettiniz mi ki kendi halinize bırakılacaksınız da, Allah içinizden cihat edenleri, Allah’tan, resulünden ve müminlerden başkasını dost edinmeyenleri bilmeyecek. Hâlbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
Şimdi ayetin manası verildi mi burada? ‘Bilme’ kelimesini kulandı, ama öyle bir karıştırdı ki, anla anlayabilirsen.
Şimdi, mesela Diyanet İşleri Başkanlığının eski mealinde şöyle diyor; “Allah, içinizden cihat edenleri; Allah’tan, peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır.”
‘Bilmeden’ kelimesinin yerine ne diyor? ‘Ortaya çıkarmadan’ diyor. Niye? Çünkü ‘bilme’ kelimesine eskiden doğru mana verirseniz kelleniz giderdi de o yüzden böyle diyor.
Dün tacirle ilgili doktora öğrencilerine bir ders yaptık ta, aman Ya Rabbim, Allah’ın dinini nasıl keyiflerine kulanmışlar.
Bak, ‘bilme’ kelimesine ‘ortaya çıkarma’ diye mana veriyor Diyanet İşleri Başkanlığının eski meali.
Diyanet Vakfının mealinde de yine ‘ortaya çıkarma’ diyor.
Elmalılı Hamdi Yazır bu tür şeylerde doğru meal verir, bakalım ne diyor. “Yoksa siz zannettiniz mi ki halinize bırakılıvereceksiniz de Allah içinizden mücahede edenleri ve Allahdan, Resulünden ve müminlerden mâada sokulacak bir locaya tutunamayanları hiç de bilip görmeyecek? Hâlbuki Allâh bütün amellerinize habîrdir.”
Bu da bir acayip mana vermiş. Yani Arapçasına, maalesef hiçbir şekilde uymuyor.
Ömer Nasuhi Bilmen’e bakalım; “Yoksa sandınız mı ki bırakılacaksınız ve Allah Teâlâ sizden mücâhedede bulunanları ve Allah Teâlâ’dan ve Resûlünden ve mü’minlerden başkasını öz dost ittihaz etmeyenleri bilmeyecek? Hâlbuki Allah Teâlâ bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
Bu da bir acayip. Şimdi, ‘bilmeyecek’ diyerek sanki birazcık doru mana vermiş gibi yapıyor da, değil maalesef.
Suat Yıldırım’da şöyle mana vermiş; “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah’tan, Resulünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz? Hâlbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
Bu da öyle.
Allahu Teâla Kur’an’ı Kerimde ‘ortaya çıkarma’ kelimesin de kullanıyor. Burada kullandığı ‘ilim’, ‘bilmeden’ kelimesidir, ‘bilinceye kadar’ kelimesidir. Böyle şey olur mu?
Diyanet işleri meali de ‘ayırt etmeden’ diyor.
Şimdi ben şuradan birkaç ayet okuyacağım ve size örnek vereceğim. Bu konuda yanlışlar o kadar çok ki, şöyle birkaç hafta eğer peş peşe ders yapılırsa bir kısmını anlatma imkânı olur. Ama biz bu derste bu konuyu özetlemek istiyoruz. Daha önce de size anlattığım Bedir savaşı vardı, onunla da örneklendirerek anlatmak istiyorum.
Hadid suresi (57. sure) 25. ayet; “ Açık belgelerle elçiler gönderdik, insanlar adaletle ayakta dursunlar diye onlarla kitap ve ölçüyü indirdik (teraziyi indirdik, dengeyi indirdik). Birde demiri de indirdik, onda çok güçlük vardır, kuvvet vardır ve insanlar için faydaları vardır. Allah’ın dinine ve resullerine, içten ve samimiyetle, kimin yardım edeceğini Allah bilsin diye. Allah güçlüdür ve kuvvetlidir.”
Bakın burada “ve li ya’lemallâhu men yensuruhu, allah bilsin diye” diyor. Buna da (‘li ya’leme’) ortaya çıkarsın diye mana verirler.
Âli İmran suresi (3. sure) 140. ayet (Uhud savaşı ile ilgili); Burada Allahu Teâla diyor ki “Size bir yara dokunduysa, bunun benzeri bir yara da Mekke’lilere dokunmuştu (siz de Bedir’de onlara darbe vurdunuz, Uhud’da onlar size darbe vurduysa). Biz bu günleri insanlar arasında döndürüp dolaştırırız. Bunu, Allah müminleri bilsin diye yaparız. Ve sizden şahitler alsın diye (Yani bu Allah’ın yardımını, durumu gözünüzle görüp, gidip anlatasınız diye. Bunu şehitler alsın diye de tercüme ederler ama bu daha uygun oluyor). Allah zalimleri sevmez.”
Ondan sonra (Âli İmran suresi 141. ayet); “Allahu Teâla iman edenleri temizlesin (yani, yaptıkları amellerden dolayı günahlarını temizlesin, çünkü iyilikler kötülükleri giderir) ve kâfirleri de helak etsin diye yapmıştır.”
Ondan sonra diyor ki Cenab-ı Hak (Âli İmran suresi 142. ayet); “Allah sizden cihat edenleri öğrenmeden, sabredenleri öğrenmeden, siz cennete gireceğinizi mi hesap ediyorsunuz?”
Şimdi burada önce insanı iyi tanımamız lazım. Allahu Teâla insanı ahsen-i takvimde yaratmıştır.
Tin suresi (95. sure) 1. ayet; “İnsanı en güzel kıvamda yarattık” diyor.
Şimdi en güzel kıvamda yaratılmış olan insanı ne yapmış? Şimdi İnsan suresinde (76. sure) 2. ve 3. ayetlerde diyor ki; “Biz onu ağır bir imtihandan geçireceğiz. Onun için onu dinleyen ve gören kişi haline getirdik. Ve onu bir yola yönlendirdik, ister teşekkür eder ister nankörlük eder (tamamen ona kalmış bir şeydir).”
Şimdi, Allahu Teâla insanları imtihan ettiği için, insanları öyle bir vasıfta yaratmış ki bu insanlar kendi başlarına müstakilen bir konuda karar verir, onu uygulamaya koyarlar.
Yani Allahu Teâla bizim içimize bir program koymamış ki o programa göre hareket edelim. Öyle değil. Allahu Teâla bizi yaratmış, bizim iyiliği de kötülüğü de tercih edip yapabileceğimiz güçte olmamızı da takdir etmiş, yani o ölçüyü de koymuş ve o şekilde bu dünyaya göndermiştir.
Yani bakın, insanoğlu yeryüzünde ilim üreten tek varlıktır. İnsanoğlu yeryüzünde medeniyet kuran tek varlıktır. İşte ben şu anda insanoğlunun ürettiği bir bilgisayardan, insanoğlunun ürettiği bir kameradan, insanoğlunun ürettiği bu haberleşme ağından hitap ederek size konuşuyorum. İnsanoğlunun üretmiş olduğu bir salonda yine insanoğlunun ürettiği sandalyelere oturuyorsunuz, insanın ürettiği elbiseleri giyiniyorsunuz. Yeryüzünde böyle bir varlık yok!
Şimdi, bu varlığa Allahu Teâlâ gereken gücü yüklemiş. İşte Allahu Teâlâ’nın o yüklediği gücün adı takdir. Yani vücudun içine bütün ölçüleri koymuş. İyiyi de alabilirsiniz, kötüyü de alabilirsiniz. İyiyi aldığınız zaman vücudunuz ona olumlu tepki verir. Çünkü fabrika ayarlarına uygun iş yapmış olursunuz. Kötüyü yaptığınız zaman vücut ona ters tepki verir, çünkü yanlış yapıyorsunuz. Ve siz bilmeseniz bile “içime yatmadı” dersiniz. Fıtratınız onu kabul etmez. Dolayısı ile günahı Allah o şekilde yaratmıştır, vücut onu reddeder. Yani bir ekşi yemek yemek gibidir, istifra edersiniz. İçinize bir türlü yatmaz.
Peki, insanoğlunun yetkisinin sınırı nedir? Yetkisinin sınırını da, bakın yine katledilmiş ayetlerden birisinden okuyalım.
Ben şimdi şuradan okuyorum, bakın 586. sayfa Tekfir suresinin (81. sure) sonları (Diyanet Vakfı Meali) 19-26. ayetleri; Burada diyor ki “Kur’an şüphesiz, değerli, güçlü ve arşın sahibi Allah katından itibarı bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği bir sözdür. O, orada sayılan, çok güvenilen bir elçidir. Arkadaşınız Muhammed’de mecnun değildir. Ant olsun ki, onu (Cebrail’i) apaçık ufukta görmüştür. O, gaybın bilgilerini (sizden esirgemez). O, lanetlenmiş şeytanın sözü de değildir. Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?”
Yani şimdi Allahu Teâla ezelden insanların ne yapacağını bilecek, yazacak. Ondan sonra da “nereye gidiyorsunuz?” diye soracak! Olur mu böyle bir soru!
Tekfir suresinin 27. ayeti; “O (Kur’an) herkes için, sizden doğru yola gitmek isteyenler için bir öğüttür.”
Demek ki “Doğru yola gitmek isteyen”, bize bırakılmış, öyle anlaşılıyor.
Peki, sonuna bakın (Tekfir suresi 29. ayet); “Âlemlerin rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.”
Ne oldu!
Allah diyecek ki “Nereye gidiyorsunuz”, “O, sizden doğru yola gitmek isteyenler için bir öğüttür.” Doğru yola gitmek isteği bile benim kendimden doğmayacak. “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”. Ne oldu şimdi!
Kur’an’ı Kerimin kelimelerinin anlamını öylesine bozmuşlar ki, bütün Müslümanlar kaderci oluyor. Dolayısı ile siz doğruyu söylediğiniz zaman yer yerinden oynuyor.
Peki, bu ayetlerin meali nedir?
Tekfir suresi 26. ayet; “Nereye gidiyorsunuz?”
Tekfir suresi 27. ayet; “Bu (Kur’an) tüm varlıklar için doğru bilgidir (evrensel nitelikte doğru bilgidir) (herkes için, sadece müminler için değil).”
Tekfir suresi 28. ayet; “Ama doğru olma gayretinde olanlar için (doğru olmayı isteyenler için değil).”
Yeryüzünde doğru olmayı istemeyen tek kişi olmaz. Ama doğru olmak için gerekeni yapmayan olur. Hesabına gelmediği için doğru olmaz.
Onun için, burada ‘şae’ fiili var. “ Bir şeyi yapmak, bir iş, bir eylem ortaya koymak” demektir ‘şae’ fiili. Ama o fiile ‘isteme’ manası vermişler, tüm sistemi çökertmişler. Anlamını değiştirmişler maalesef.
Tekfir suresi 29. ayet; “Siz bir şeyi oluşturamazsınız, Allah onu yaratmadıktan sonra.”
Yani siz bir şeyi oluşturmak için gereken her şeyi yaparsınız da Allah’ın yaratmasına bağlıdır o. Allahu Teâlâ diyor ki; “Siz bir noktaya kadar getirirsiniz işinizi, ben orada yaratmazsam siz hiçbir şey yapamazsınız. Dolayısı ile size ben çok büyük güç ve kuvvet verdim ama her konuda bana muhtaçsınız.”
Şimdi ben zihnimde çok güzel fikirler düşünürüm, taşınırım. Çok iyi cümleler kurarım. Ama Allah bu konuşma yeteneğini vermediği takdirde, hiçbir şey yapamam. Siz de buraya dinlemek için gelirsiniz, kulaklarınızda bir uğultu başladımı dinlemeyi bırakın kaçarsınız buradan. Allahu Teâlâ sizin için de bunu yaratacak benim için de yaratacak.
Yani diyor ki “Tamam ben size her türlü gücü verdim, ama bana bağlısınız. Sakın ha başkaldırmayın. Kendinizi tanrı yerine koymayın.”
Şimdi, bu gelenekte insanlar diyor ki; “Allah gelecek her şeyi biliyor.” Peki, o zaman daha niye imtihan yapıyor?
Allah benim kiminle evleneceğimi biliyor! Peki, niye bana diyor ki “şu, şu, şu, şu kadınlarla evlenmen haramdır. Evleneceğin de şu, şu, şu özellikler olsun” niye diyor?
O mantıkla Kur’an’ın hiçbir anlamı kalmaz. O mantıkla hayatın hiçbir anlamı kalmaz. Resulün gelmesinin hiçbir anlamı kalmaz.
Maalesef şunu söylerler; “Kader konusu anlaşılmaz bir konudur”. Tabi şimdi, “Yıktın haneyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman”. Yahu kardeşim bunu bu hale sen getirdin!
Hem anlayamayacaksın, hem inanacaksın! Öyle şey olur mu?
Mesela, bir şey daha söyleyeyim size; “Allah isteyemedikçe, siz isteyemezsiniz” diyor ya. Bakın önce şuradan okuyayım, Ömer Nasuhi Bilmen’den. Allah’ın irade sıfatını okuyacağım size. Müslümanların akidesini oluşturan, bu şey. Yani Kur’an ayetlerinin de manasını değiştirdikleri için anlayamıyorsunuz.
Bakın burada Allah’ın irade sıfatını anlatıyor. Diyor ki; “Allah Teâlâ yaratacakları şeyleri, bu irade sıfatı ile kendi hikmetine göre birer vech ile tahsis buyurur ve O’nun irade buyurduğu şey (Allah’ın irade ettiği şey) mutlaka olur. İrade buyurmadıkça hiçbir şey vücuda gelmez.”
“Allah’ın irade ettiği her şey mutlaka olur” diyor. Yani Allah bir şeyi isteyecek de olmayacak!
Peki, Allah bizim Müslüman olmamızı istiyor mu istemiyor mu?
İstemiyorsa niye emrediyor? İstiyorsa her kes Müslüman olacak. Öyle değil mi?
Müslüman olmamızı istemiyorsa niye emrediyor! İstiyorsa herkes Müslüman olacak. Bu mantığa göre öyle değil mi yani!
Allah istemiyorsa benim Müslüman olma şansım var mı bu kafaya göre? İstiyorsa olmama şansım yok. O zaman imtihanın anlamı ne!
Bunları sorgulayacaklarına, doğruları söyleyene…Ortalık çalkalanıyormuş.
Şimdi Allah istiyor mu istemiyor mu? Bakın Nisa suresinin (4. Sure) 26. ayetini açın lütfen.
Hani biz her namazımızda “İhdinas sırâtel mustakîm, Ya rabbi bize doğru yolu göster” diye Allah’tan istiyoruz. “Sırâtallezîne en’amte aleyhim, kendilerine nimet verdiğin kişilerin yoluna” diyoruz ya [Fatiha suresi (1. Sure) 6. ve 7. ayetler]. Bu okuyacağımız ayet onunla alakalı.
Diyor ki burada Allahu Teala (Nisa suresi 26. ayet); ”Yurîdullâhu …..” Bak, o irade sıfatı, bu “yuridu” Arapça bilenleriniz için. İrade, aynı kökten. Erade, yuridu, iradeten.
Ayetin meali şöyle; “Allah sizin için her şeyi açık açık anlatmak ister. Sizden öncekilerin doğru yoluna sizi yönelmek ister (hidayet etmek ister) (biz ne diyerek dua ediyoruz; “İhdinas sırâtel mustakîm” diyoruz, bu ayette ise “yehdîyekum” diyor, aynı kökten) (yani Allah sizin doğru yola yönelmenizi ister). Allah bilir ve doğru karar verir.”
Peki, buraya göre (Ömer Nasuhi Bilmen’in açıklaması) ne diyor? “Allah’ın irade buyurduğu şey mutlaka olur.”
Şimdi, Allah irade ediyor. O zaman bütün insanların doğru yolda olması gerekmiyor mu?
Sonra devam ediyor, Nisa suresi 27. ayet; “Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister (‘yuridu’ fiili).”
İsterse eder, ne mani var? Çünkü ” irade ettiği her şey olur, Allah’ın iradesine aykırı irade de olmaz” diyor ya burada (Ömer Nasuhi Bilmen’in açıklaması). Allah bir şey irade edecek, sen başkasını irade edeceksin!
Ama burada oluyor işte! Ayette var. Ben sana mı inanacağım, Allah’a mı inanacağım? Bu ne biçim din kitabı! Hangi dinin kitabısın sen?
Nisa suresi 27. ayet (devam) ; “Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister (irade eder yani), şehvete uyanlar da büyük bir sapıklıkla sapmanızı irade ederler (isterler).”
Demek onların da iradesi oluyormuş. Allah’ın iradesine ters irade oluyormuş demek ki!
Peki, şimdi burada diyor ki; “Allah herkesin yola gelmesini ister.” Getirsin ne manisi var ki!
Bir de, Enam suresinin (6. sure) 149. ayetini açın (Diyanet Vakfı Meali). “De ki kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.”
Yahu Allah diliyor mu, dilemiyor mu? Burada herkesi yola getirmeyi dilediğini yazıyorsun mealde, burada da diyorsun ki “Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.”
Allah’ın kelamında birbirine zıt cümleler olur mu?
Tabi birisinde ‘irade’ var, birisinde ‘şae’ fiili var.
‘İrade’ fiili; irade tek başına bir şeyi ifade etmez. Allah’ın iradesi de olsa bir şeyi ifade etmez, kulun iradesi de olsa bir şeyi ifade etmez.
Şimdi siz namaz kılmayı irade etseniz yani isteseniz, namaz kılmış oluyor musunuz?
İşte Allahu Teâlâ’nın da iradesi bir şeyi ifade etmez. Namaz kılacaksan kalkarsın, abdest alırsın, gereğini yaparsın. Kıbleye dönersin, namaz kılmasını da öğrenirsin. O zaman namaz kılmış olursun. İstemekle olmaz. İstememekle de olmaz. İstemesen zaten kılmazsın. Önce istek doğacak.
Allahu Teâlâ da irade ettiği şeyi var etmek isterse, yani ‘şae’ ye dönüştürmek isterse, şey haline getirmek isterse, “iza arade şey en”, Arapça bilenler için söyleyeyim bu “iza arade şeye şeyin” demektir. Yani bir şeyi yaratmak isterse, “enyekûle lehu kun, ona ol der”. ‘İrade’ ile olmuyor ‘ol’ demesiyle oluyor. “fe yekûn, O da oluşmaya başlar.” (Bakara suresi 117. ayet ve Âli İmran suresi 47. ayet).
Olur değil, oluşmaya başlar. Ol dedi oldu, değil, Allah kanun koymuş. O kanuna göre oluşur.
Şimdi, demek ki Allah’ın tek başına iradesi değil, ‘şaeye’ dönüşmesidir. Allah herkesin mümin olmasını ister. Ama insanlar da o tarafa doğru yönelirler, gereğini yaparlarsa o zaman ol emri çıkar, o kişi de mümin olur. Ol emrinin çıkması bizim davranışımıza bağlıdır. İşte ‘şae’ odur.
Enam 149’un manası şudur; “De ki kesin delil Allah’ındır, Allah ol diye emretseydi hepiniz mümin olurdunuz (O zaman da imtihan olmazdı).”
Şimdi bir de şuraya bakın. Enam 148 ve 149. ayetleri ne hale getirmişler. Kur’an’ı katleden insanlar tepelerde, doğruyu söyleyenlere ortalığı yıkıyorlar.
Ben burada söylüyorum ”Ey İslam âlemi denen âlem, ey o kadar üniversite, medrese falan filan, hepinize sesleniyorum birinize ikinize değil. Şu iki ayete bir doğru mana verin de gelin bir göreyim sizi. Hadi çıkın ortaya. Bu iki ayete doğru mana veren bir tane tefsir bulunda bende göreyim bakayım siz âlim misiniz değil misiniz? Hadi buyurun meydan okuyorum! Türkiye’ye değil dünyaya meydan okuyorum.”
Bu basit bir olay değil Allah’ın kitabını katledin, ondan sonra çıkın Müslümanım diye şey yapın.
O iki ayetin mealini okur musun Fatih. Hangi meal hangi tefsir olursa olsun Enam 148 ve 149. Kimin meal olursa olsun. Doğrusunu yapamazlar, çünkü ‘şae’ fiili üçüncü asırdan beri katledilmiş. Müslümanlar bunun farkında bile değiller. O fiile doğru mana veremeyenin bu ayeti anlaması imkânsızdır, ihtimal dışıdır.
(Fatih Bey okuyor) Enam 148 (Ahmet Davutoğlu’nun meali); “Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk, ne de babalarımız. Ne de kendiliğimizden bir şeyi haram yapabilirdik. Bunlardan öncekiler de peygamberlerini böyle yalanlamışlardı. Sonunda azabımızı tattılar. Onlara de ki sizde ilim namına bir şey varsa onu bize çıkarsanıza. Siz sırf bir zan ardından gidiyorsunuz ve siz ancak yalan atıyorsunuz.”
Bakın “yalan atıyorsunuz” diyor Allah, kime? “Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk, ne de atalarımız” diyen insanlara. “Siz yalan söylüyorsunuz” diyor. Peki devamını oku.
(Fatih Bey okuyor) Enam 149 (Ahmet Davutoğlu’nun meali);” De ki tam hüccet Allah’ındır. O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete getirirdi.”
Peki, müşrikler ne diyor? “Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk, ne de atalarımız.” Allah buna “Yalan söylüyorsunuz, atıyorsunuz, elinizde bir delil var mı, getirin” diyor.
“Tamam, Ya Rabbi senin sözün” demezler mi ahirette! “Sen kendin itiraf ediyorsun.”
Hadi buyurun! Biz adeta insanlara ne diyoruz biliyor musunuz? “Sakın ha Müslüman olmayın.”
Bu kadar çelişkili bir kitaba inanılır mı? Kitapta çelişki yok.
Ayetin (Enam 148) manası ne? “Müşrikler diyor ki Allah ol deseydi (Allah bizi öyle yaratsaydı, Müslüman yaratsaydı yani) ne biz müşrik olurduk ne de atalarımız (ne yapalım Allah bizi böyle yaratmış).”
Ömer Nasuhi Bilmen’in dediğinin aynısı değil mi?
Ondan sonra Allahu Teâlâ diyor ki (Enam 149); “Ben Müslüman yaratsaydım hepinizi yaratırdım (Niye biriniz Müslüman, biriniz kâfir olasınız ki. O zaman da imtihan olmazdı. Var mı benim böyle yaptığıma dair bir delil.).”
Vallahi Allah bunları kabul etse, hemen götürür gösterirler Cenab-ı Hak’a. Şu mealleri de gösterirler.
Görüyor musunuz problem ne kadar derin. Allahu Teâlâ bir robot yapımcısı mı?
Marsa robot gönderiyorlar. Orada tüm yapacaklarını buradan programlayıp yüklüyorlar. Oradan robot başarı ile dönerse başarı robotun mu yoksa programlayanın mı? O robota mükâfat verilir mi? Başarısız olsa robot mu cezalandırılır, yoksa programı yapanlar mı cezalandırılır?
Ezelden her şey Allah tarafından biliniyor, yazılmıştı. Peki, benim değiştirme şansım var mı? Yok!
Bir katılımcı; “Biz figüran mıyız?”
Bayındır; “Figüran değilsin, robot oluyorsun. Başka hiçbir şey olmuyor.”
Şimdi, hâlbuki ayetler öyle değil. Kısa söyleyeyim diyorum, olmuyor. Günlerce konuşulması gereken bir konu ama ben hemen size kısa bir örnek vereyim.
Şimdi bakın Allahu Teâlâ burada ne diyor; “İçinizde cihat edeni Allah öğreninceye kadar cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?” (Âli İmran suresi 142. Ayet)
Hepiniz tek tek imtihandan geçirecek. Allah yolunda bütün olumsuzluklara göğüs geriyor musunuz, yoksa kaçıyor musunuz? Allah onu görecek. Görmeden olmaz.
Mesela Âdem (as) ile ilgili Allah ne diyor Taha suresi (20. Sure) 115. ayette? “Daha önce Âdem’e bir görev yükledik, ama O unuttu (Unuttu ne demek? Yani, önemsemedi demektir.). Onda bir kararlılık bulamadık.”
Bu Allah’ın sözü. “Onda bir kararlılık bulamadık” diyor. Mana ‘öğreninceye kadar’ ile aynı değil mi?
Allahu Teâlâ, Resulullah (sav) de imtihandan geçirmiştir, ayrıca Müslümanları da. Bakalım Resulullah imtihanı kazandı mı, kazanmadı mı?
Diyor ki Allahu Teâlâ (1-3. ayetler); “Elif lâm mîm. Rumlar yenildiler. Topraklarının size en yakın olan bölgesinde..”
Rumlar Sasanilere (Perslere) yeniliyor. ‘Size en yakın bölgede’ diyor (Lut Gölü çevresinde bir savaşta yeniliyorlar.
(Rum suresi, 1-3. ayetler devamı); “Bu mağlubiyetlerinden sonra galip geleceklerdir.”
Şimdi, Allahu Teâlâ burada biliyor geleceği. Ama imtihan gereği olan kısımlarını Cenab-ı Hak bize bırakıyor. Onun dışındakiler öyle.
Şöyle düşünün; buradan Ankara’ya kadar gidiyorsunuz. Ankara’ya kadar olan yolları bilen biliyor değil mi? Ve size tavsiye ediyor “Bak, falan yerde şöyle bir şey vardır. Dikkat et. Falan yerde şu var, bu var, bu var. Ama yollarda sizin dikkatli olup olmayacağınızı önceden bilmiyor. İmtihana tabi olan kısımları Cenab-ı Hak bilmiyor. Çünkü bilirse imtihanın bir anlamı kalmaz.
Bilmediğini kendi söylüyor. Yani Allahu Teâlâ’yı be ondan öğrenmeyecek miyim? Bana demiyor mu ki; “Allah’ın bir benzeri yoktur.” (Şura suresi 11. ayet)
Benzeri yoksa benim zihnimde onu benzeteceğim bir şey olmadığına göre, Allah kendini nasıl tanımlıyorsa ben öyle tanımlayacağım.
Kalkıp diyorlar ki “Öyle Allah olur mu?” Allah kendini böyle tanımlıyor. Sen başka bir şeye Allah diyorsan, ben karışmam.
Bir katılımcı; “Hocam, bilme özelliği?”
Bayındır; “Cenab-ı Hak öyle diyor. Bu Allah’ın sözü. ‘Bilme’ kelimesi sende ne mana ifade ediyorsa, burada da öyle. Çünkü sen robot değilsin. Allah seni öylesine yaratmış ki, sen kendin karar verip uygulayabiliyorsun. Allah seni programlamamış. Seni, kendi kendine karar verip uygulayabileceğin bir düzeyde yaratmış, ama o senin uygulanmadan önceki bütün şeyler de O’nun oluruna bağlı.”
Bak diyor ki (Rum suresi, 3-5. ayetler); “Rumlar galip geleceklerdir, birkaç yıl içerisinde (Bu birkaç yıl üç ile dokuz yıl arası ediyor. Şimdi siz Mekke’desiniz, büyük sıkıntı altındasınız, demek ki en fazla dokuz yıla kadar Rumlar Persleri yenecek. Peki, yenecekse ne olacak?). Bunun öncesinde de sonrasında da emir ve irade Allah’a aittir (Allah emrettimi olur. Bitti! Emretmedimi olmaz.). O gün müminler Allah’ın vereceği zafer ve yardımla sevineceklerdir (İşte bizi ilgilendiren tarafı o. Yani Rumlar Perslere galip geldiği gün, müminler sevineceklerdir). Allah gereken çalışmayı yapana yardım eder (O zaman, yardım edecek, ama gereken çalışmayı da yapacaksınız demiş oluyor Müslümanlara)….”
Şimdi, siz Mekke’de olun. Bu sure iniyor. Resulullah inen her ayeti tebliğ ediyor. Mekkelilerin haberi var bundan. üç ile dokuz yıl arasında, üç yıldan önce olmaz, dokuz yıldan sonraya da kalmaz, çünkü kelimenin anlamı o, Rumlar Persleri yenecek, o gün Allah Müslümanlara da zafer verecek.
Sonra Müslümanlar Medine’ye hicret ediyorlar. Medine’ye hicret ettikleri sırada siz olsanız kulağınız nerede olur? Rumlar ile Persler arasında çıkacak bir savaşı beklersiniz değil mi?
Peki, Mekkelilerin kulağı nerede olur? Onlar da aynı, çünkü onlar Resulullahın Allah’ın resulü olduğunu anlamadıklarından değil hesaplarına gelmedikleri için inanmadılar.
Şimdi, Ebu Süfyan Şam tarafına gitmiş. Kervan götürmüş. Her zaman kervan götürüyor, ama o kervan orada iken duyuyor ki Rumlara Persler savaşa tutuşmuşlar. Sonucu belli, O sırada Allah yardım edecek bunlara. O da yola çıkmış, “Eyvah” diyor “Bizim kervan gitti!” Hemen Mekke’ye haber gönderiyor. Neye göre? Bu ayetlerden dolayı. Diyor ki “Kervan gitti, aman gelin kervana sahip çıkın. Çünkü Rumlarla Persler savaşa tutuştular.” Mekke ordu çıkarıyor. Olayı o kadar önemsiyorlar ki. Hâlbuki her zaman oradan kervanlar gidip geliyor. Niye o gün ordu çıkarıyorlar da başka zaman çıkarmıyorlar?
Müslümanlar da duyuyorlar tabi Perslerle Rumların savaşa tutuştuklarını. “Eh, tamam” diyorlar “Ebu Süfyan’ın kervanı bizim” diyorlar onlar da, büyük bir sevinçle. Ama Allah gerekeni yapana yardım eder dediği için, hadi bakalım, gerekeni yapalım, kervana. Yola çıkıyorlar. Mekke ordusunun geleceğini hiç düşünmüyorlar.
Şimdi, Enfal suresini (8. sure) açalım, 7. ayet, 176. sayfa. Burada diyor ki Allahu Teala;…
Şimdi, yola çıktıktan sonra Mekke ordusunun da geldiğini duyuyor Müslümanlar. O zaman, “ya Mekke ordusu bizim, ya da kervan”. Öyle düşünüyorlar tabi. Şimdi Allah’ın sözü var ya.
Enfal suresi 7. ayet; “Allah size söz vermişti bu iki gruptan birisi sizin (çünkü Rum suresinde söz vermiş). İstiyordunuz ki güçsüz olan sizin olsun (Çünkü kervan için çıkmışlardı, ordu için değil. Kervanı alıp gidelim.). (Ama Allah’ın bir takım sözleri var, o sözleri sebebi ile hakkı ortaya çıkarmak istiyor Allah.) Allah sözleri sebebi ile hakkı ortaya çıkarmak istiyordu…..”
O sözler ne? O sözler de yine Mekke’de inen bir ayette Cenab-ı Hak’kın Resulullaha bildirdiği bir kanundur. O da İsra suresinin (17. sure) 76. ayetinde açıklanıyor.
Resulullah (sav)’ı çok rahatsız ediyorlardı ya Mekkeliler. Diyor ki Allahu Teâlâ, mealden okuyalım (Diyanet Vakfı Meali) ; “Onlar, seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar edeceklerdir. O takdirde, senin ardından kendileri de fazla kalamayacaktır.”
Yani seni Mekke’den çıkarmak istiyorlar ya, çıkarırlarsa kendileri de burada fazla kalamayacak diyor. Niye?
(İsra suresi 77. Ayet); “Senden önce gönderdiğimiz elçiler için koyduğumuz kanun budur (Bir yerden çıkarırlarsa, çıkaranlar orada kalmazlar). Sen, benim kanunumda sağa sola kayma bulamazsın (neyse o).”
Şimdi, Allah’ın kelimeleri de bunlar. Mekke’den çıkardılar ya Mekkeliler. Kervanı alacak olsa, ordu geriye dönecek, Mekkeliler Mekke’de kalacak.
Onun için, Allahu Teâlâ ne diyor (Enfal suresi 7. ayet)? “Sözleri sebebi ile O gerçeği ortaya çıkarmak istiyor.” Onun için Allah size orduyu veriyor. Kervan sahilden çekip gidiyor. Orduyla yüz yüze geliyor Müslümanlar. Ya orduyu yenerlerse doğrudan Mekke’ye gider.
Peki, Allah diyor ki (Enfal suresi 7. ayetin devamı); “O kâfirlerin kökünü kurutsun diye”.
Mekke’ye bir daha dönemesin, Mekke sizin olacak. Onun için o orduyu karşınıza çıkarıyor.
Peki, kaderci anlayış bakın ki uyar mı, uymaz mı?
(Enfal suresi 8. Ayet); “O gerçeği ortaya çıkarsın ve o batılı da yok etsin (iptal etsin), bu günahkârlar istemeseler bile.”
Şimdi, dolayısıyla Müslümanlar hiç savaş için çıkmadıkları halde, Mekkelilerle yüz yüze geldiler, yani Mekke ordusuyla. Kervan da alttan savuştu gitti. Onu da ayrıntılı anlatan ayetler var. Ama bizim tabi faza vaktimiz yok.
Fakat bu olaydan önce Allah, savaş için bir kanun koymuştu. Bundan önce inen bir ayet var.
Muhammed suresinin (47 sure) 4. ayeti. 506. sayfa bende. Burada diyor ki Allahu Teâlâ; “O kâfirlerle savaşta karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun (Çünkü sizi ülkenizden çıkardılar ya. Sizi öldürmeye geliyorlar, siz onların boyunlarını vurun.). Onları iyice etkisiz hale getirince (o zamana kadar boyunlarını vurmaya devam edin) bağı sıkı tutun (yani esir alın. Ama sıkı tutun kaçmasınlar. Kaçarsa, arkadaki güçlerle birleşirse, size tekrar hücum ederler.). Daha sonra bunları (esirleri) fidye karşılığı ya da karşılıksız serbest bırakırsınız (yani köleleştiremezsiniz, öldüremezsiniz)……”
Şimdi, bu kanunu koymuş; “Savaşta düşmanı iyice etkisiz hale getirinceye kadar esir almayacaksın” demiş Allah. Peki, Resulullah ne yapmış?
Bakın, Rum suresinde (5. ayette) “Gereğini yapana zafer veririm” dedi. Öyle bedava yok.
Ondan sonra burada diyor ki, bak, ama Müslümanlar Bedirde bu ayete uymadılar. Mekke ordusuyla karşı karşıya geldiler, Mekke ordusunu geriye püskürttüler ilk hücumda. Orada kalanları esir olarak aldılar. Kalan ganimetleri de aldılar. Orduyu etkisiz hale getirmeden esir aldılar. Allah bunu kabul etmiyor.
Hemen Enfal suresinin 67. ayetini açıyorsunuz, 184. sayfa. Burada diyor ki Allahu Teâlâ; “Savaş meydanında düşmanı tamamen ezmeden, hiçbir nebinin esir almaya hakkı yoktur (ama esir aldılar). Siz dünyalık istiyorsunuz, Allah ahireti istiyor (siz hemen bir şeyler almak istiyorsunuz, Allah sonrasını istiyor. Mekke’ye girmenizi istiyor)…..”
Peki, Allah’ın iradesiyle Müslümanların iradesi ters düştü mü? Hani Allah’ın iradesine ters irade olmazdı? Hani bu kitapta (Ömer Nasuhi Bilmen’in kitabında) öyle yazmışlardı, ne oldu?
Ondan sonra (Enfal suresi 67. ayetin devamı); ”…. Allah aziz ve hâkimdir (Allah güçlüdür ve doğru karar verir).”
Ne diyor Cenab-ı Hak burada (Enfal suresi 68. ayet); “Allahtan daha önce bir kitap, bir yazı geçmeseydi ….”
Bayındır; “Hangi yazı o?”
Bir katılımcı; “Levh-i mahfuz.”
Bayındır; “Hayır. İşte levh-i mahfuz diyerek topu taca atıyorlar. Rum suresindeki ayet (4. ayet).”
(Enfal suresi 68. ayetin devamı); “….Allah, size o gün zafer verecektir diye ayet indirmiş olmasaydı, o aldığınız esirlerden dolayı kesinlikle size büyük bir ceza dokunacaktı (Resulullah ve bütün müminler için).”
Şimdi, Resulullah ve bütün müminler hatada birleştiler mi? Ne oldu icma? Hani icma vardı! Hani Müslümanlar hatada birleşmezdi. Hristiyanların konsilleri bize icma olarak geçti. Aryık yeter bu pisliklerden temizlenelim.
Peki, ayete ne meal vermişler, bir okuyayım da dinleyin Allah rızası için. Yahu, buradan siz ne anlayacaksınız. Şu ilişkileri, şimdi benim bu anlattıklarımı anlatan bir yer ben şu ana kadar görmedim. Allah’a çok şükür ki Cenab-ı Hak bize Kur’an’ı anlama metodunu bize nasip etti de, buluyoruz bunları.
Bakın ne diyor (Enfal suresi 67. ayet, Diyanet Vakfı Meali); “Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah sizin için ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.”
Yeryüzünde ağır basan bir nebi oldu mu şimdiye kadar? Ne demek yeryüzünde ağır basmak? Bu ne demek, yeryüzü? Savaş meydanı bu. Bağlantılarından koparırsan ‘yeryüzü’ manasını verirsin
(Enfal suresi 68. ayet, Diyanet Vakfı Meali); “Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”
‘Fidye’ nerede? Metne koymuşlar, parantez değil. Burada ‘fidye’ nerede var? Allah ‘esir’ diyor, bunlar ‘fidye’ diyorlar. Allah aşkına!
Bir katılımcı; “Oysa Allah ‘fidye alabilirsiniz’ diyor.”
Bayındır; “Oysa Allah ‘fidye alabilirsiniz’ diyor.”
Bunlar ne Alah aşkına! Siz buradan ne anlayacaksınız! Bu Kur’an’ı katletmek değildir de nedir? Söyler misiniz bana!
Peki, burada, Allah (Enfal suresi) 8. ayette ne dedi? “O, kâfirlerin kökünü kurutmak istiyor” dedi. Kurudu mu? “Mekke’ye girmenizi istiyor” dedi. Girdiler mi?
Peki, bizim kader anlayışımız buna uyuyor mu?
Peki, Allah Müslümanların gerekeni yapıp yapmadıklarını gördü mü burada? “görünceye kadar” dedi. Bak gördünüz mü? İşte örnek!
Cenab-ı Hak Kur’an’ı Kerimde her şeyin örneğini verdiğini bildiriyor bize. Ama bizde böyle bir şey yok ki! Böyle bir anlayış yok. Her konunun örneği var Kur’an’ı Kerimde. Allah’a çok şükür, Cenab-ı Hak bunu bulmayı nasip etti. Biz bunu bildiğimiz için aradık, bunun örneği nerededir diye.
Çünkü Allah öyle diyor; “Bu Kur’an’da her örneği koyduk” diyor [Kehf suresi (18. sure) 54. ayet].
O zaman, ara bul kardeşim!
Peki, bu Resulullahın işlediği günah; Mekke’yi fethedemedi. Bak ondan sonra Uhud savaşı oldu, Hendek savaşı oldu. Mekke’ye gitseydi bu ikisi de olmayacaktı.
Resulullah burada günah işledi. Allah’ın emrini tutmadı çünkü. Açık!
Fetih suresi, 48. sureyi açalım, 510. sayfa. Bu sure, Hudeybiye anlaşmasından sonra indi. Hudeybiye’de Mekke’nin kapıları açıldı artık Müslümanlara.
(Fetih suresi 1. ayet); “Artık senin önünü büsbütün açtık” diyor Allahu Teâlâ. Niye? “Senin o önceki işlediğin günah var ya, bir de ondan sonra işlemiştin, onları Allah affetsin diye (Mekke fethinin önünü açtık).”
Yani sen Mekke’ye girmedin, “Ya Rabbi beni affet” de. Yok affetmez. Mekke’ye gir, sonra “Ya Rabbi beni affet” de! Orda gerekeni yapsaydın tamam, yapmadın günah işledin. Önce kırdığını döktüğünü tamamla, ondan sonra.
Bak burada ne yazmış? Allah’ın hatasını düzeltiyor. Diyor ki (Diyanet Vakfı Meali, Fetih suresi 1-3.ayet sonundaki dipnot); “Geçmişte ve gelecekte günahtan uzak bulunan peygambere…” diyor.
Çünkü bizim beyler nebileri ismet sıfatı ile vasıflandırırlar. Allah hata yapmışsa düzeltmeleri lazım tabi, haşa!
Neye yaradı bu ayetler?
Resulullah Mekke’yi fethettikten sonra Nasr suresi (110. sure) indi biliyorsunuz.
(Nasr suresi); ”Allah’ın yardımı gelipte fetih müessir olduğunda (Mekke’yi fethettin mi! O zaman hatanı düzeltmiş oluyorsun. Bedirde girmen gerekiyordu, şimdi giriyorsun.), insanların Allah’ın dinine bölük bölük girdiğini görürsen, Rabbini hamdi sebebi ile tesbih et (Allah her şeyi güzel yaptığı için Allah’a boyun eğ, o zaman ‘Ya Rabbi beni affet’ de. Çünkü artık Mekke’yi fethettin, istiğfar edebilirsin. Yanlışı düzelttin. Şimdi istiğfar et, ‘Ya Rabbi beni affet’ de!).”
Böyle bir peygamber insana örnek olur mu? Olur değil mi? O zaman ne dersin “hata etmemem, hiç hata etmemem lazım, hata ettiysem onu düzelteyim ondan sonra “Ya Rabbi beni affet” diyeyim dersiniz.
Böyle diyen adam başarısız olur mu hayatta?
Ama “her şey ezelden yazılmış, biz sadece rolümüzü oynuyoruz”. Senin de hayatta başarı elde etmen mümkün değildir! Sen bitmişsin kardeşim. İslam âleminin ne hale geldiğini görüyor musunuz?
Resulullah örnek olmaktan çıkarılmış. Bak burada anlattı, Resulullah tam bir örnektir bize, öyle değil mi?
Ama ondan sonra öyle bir Resulullah anlatılıyor ki fildişi kulede! Allah onu her türlü hatadan koruyor. Yaptığı her şey kendisine vahiy. Allah orada esir almasını vah yedecek, sonra da onu “niye esir aldın” diye azarlayacak öyle mi? Her tarafı batmış vaziyette!
Ama en kötüsü de, ayetlere verilen manaları görüyor musunuz? Her biri böyle noktasal olarak, tek tek ciddi bir program ya! Müslümanların geleceğini, kalkınmalarını ve ileriye gitmelerini öngören, onlara sebep olacak ayetlerin tamamını ne hale getirmişler görüyor musunuz?
Şimdi millet onlara laf söylemiyor da bize söylüyor. Söyleyin canım. İyi ki söylediniz, yoksa bu dersi yapmayacaktık.
Şimdi bakın, Allahu Teâlâ, şöyle olacak diyor, sonra olmadığını ortaya koyuyor. Bu bir ölçü. Allah savaşın ölçüsünü koymuş. Allah’ın resulü de olsa o ölçüye uymazsa kazanamaz işte. Bitti! Kader, o. Ama bizdeki keder, ölçüsüzlük!
Daha Kur’an’ı Kerimde bununla ilgili o kadar çok ayet var ki, ancak bu kadarını anlatabildim.
Teşekkür ederiz.