Elhamdu lillâhi rabbi-l’âlemîn, vel akibeti lil müttakin, vesselatu vesselamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bugün; Al-i İmran suresinin 81. ayetini okuyacağız. Burada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor “ve iż eḣażâllhu mîśâkannebiyyîn lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmeh śümme câekum rasûlun musaddikun limâ meakum letu’minunne bihi veletensurunneh”, Allah, Nebilerlerden, “misak-kesin söz” aldığı zaman, şöyle dedi; “size, kitap ve hikmet veririm de, sonra size bir resul gelir, sizinle beraber olanı tasdik ederse, sizinle olanı tasdik eden bir resul gelirse, ona mutlaka inanacak ve mutlaka yardımcı olacaksınız”, “kâle eakrartum”, dedi ki, “bunu içinize sindirebildiniz mi? İçinize yerleştirdiniz mi?”, “ve aḣażtum alâ żâlikum isrî”, “buna karşılık benim ısrımı aldınız mı?”, yani sizi tutsak alacak bir söz verdiniz mi, bağlayıcı bir söz verdiniz mi? “kâlû akrarnâ”, dediler ki “tamam, içimize sindirdik, “kâle feşhedû veenâ me’akum mineş şâhidîn” Allahu Teala dedi ki; şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım, bu sözleşmeye ben de şahidim, siz de şahitsiniz”, “femen tevellâ ba’de żâlike feulâike humul fâsikun”, “bundan sonra kim yüzünü çevirirse, onlar fasık kimselerdir, yani yoldan çıkmış olan kimselerdir.
Şimdi burada; bu ayeti kerime de öğrenmemiz gereken çok şeyler var. Önce Allah, Nebilerden Misak alıyor, bu ayette bir “nebi” var, bir de “resul” kelimesi var. Diyor ki, Allah nebilerden misak aldığı zaman, biliyorsunuz, Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâla bütün nebilere kitap verdiğini bildiriyor, ayetlerden birisi de burdur. Ne diyor; “lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmeh”, “size kitap ve hikmet verirsem”, kime veriyor bu kitap ve hikmeti? Nebilere veriyor, değil mi?
Daha önceki derslerde de okumuştuk, tekrar etmekte fayda var. Çünkü bunlar video parçaları halinde internete konduğu için, öncesini bilmeyen insanlarda dinliyor. Kur’an-ı Kerim’de kendisine kitap ve hikmet verilmemiş, bir tek nebi yok. Fakat bizim gelenekte, nebilere kitap verildiği kabul edilmez, nebilere değil kitap, resullere verilir. Nebiler, o resullere verilen kitabı, tasdik eden kişiler olarak adlandırılır. Eee, peki, nebi-resul nasıl oluyor dediğiniz zaman, cevabı pek yoktur onun. Onun için bu ayette de görüyorsunuz, bütün nebilere Allah kitap ve hikmet veriyor.
Şimdi kitabı anladık, Allah’ın kitabı, bize de Cenab-ı Hak biliyorsunuz, son kitabı indirmiştir ve dinini bu kitapla tamamlamıştır. Maide suresinin 3. ayetinde onu bildiriyor. “bu gün sizi dininizi tamamladım, sizin dininizi olgunlaştırdım, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak bu İslam’ı kabul ettim, ondan razı oldum”, diyor.
Şimdi, Şura suresinin 13. ayetinde (42/13 de) bize verilen kitapla, Nuh’a (as) verilen kitabın, Musa’ya (as), İsa’ya (as), İbrahim ‘e (as) verilen kitabın aynı olduğu ifade ediliyor, isterseniz Şura suresinin 12. ayetini bir açalım (483. sayfayı) , “şera’a lekum mined dîni mâ vassâ bihi nûhan”, “Allah, Nuh’a emrettiğini, Nuh’a görev olarak yüklediğini, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Bu dinin, şeriat, gidilen yol demektir, yani bu dinde yapılması gereken şeyler olarak ortaya koymuştur. Demek ki, bize emrettikleri şey, Nuh’a (as) emrettikleriyle aynı, yani ufak tefek değişiklikler var ama büyük ölçüde aynı. Peki, Nuh (as), Âdem’in (as) arkasından gelen nebilerden. Sonra da diyor ki, “velleżî evhaynâ ileyk”, “ya Muhammed, sana yaptığımız vahy ki o bu kitaptır, “vemâ vassaynâ bihi ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ”, İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya yüklediğimiz görevler, tüm bunlar nedir? “en ekîmû-ddîne velâ teteferrakû fîh”, bu dini ayakta tutun, hepsi de aynı din.
Şimdi, Nuh (as), İbrahim (as), Musa as), İsa (as), Muhammed (sav), şimdi bütün bu enbiya, yani önde gelen beş tane nebinin adını sayıyor, Allah-u Teâlâ. Elbette ki Âdem’den (as) sonra da devam ediyor. Şimdi, öyleyse, bir de şunu tekrar hatırlamış olalım, Allah-u Teâlâ’nın bir yarattığı ayetler var, bir de indirdiği ayetler var, değil mi? Yarattığı ayetler ve indirdiği ayetler var, orada yarattığı ayetler dediğimiz zaman, tabiattaki her şey. İnsanoğlu yeryüzüne gelmeden önce tabiat zaten yaratılmıştı. Tabiatta bir değişiklik biliyor muyuz, eski dönemlerden beri; deniz var, hava, işte ağaçlar var, işte hepsi var. Tabiattaki ayetleri değişmediğini çok iyi bildiğimize göre, Allahın indirdiği ayetler de değişmez, belki ufak tefek değişiklikler olur, mesela tarım usulunde değişiklik vardır, belki bazı, burada konunun uzmanları olsa, bizim bilmediğimiz bir takım değişikliklerden bahsederler, ayetlerde de ufak tefek değişiklikler, iyileştirmeler var, Fussilet suresi 53. ayette, “senurîhim âyâtinâ”, “onlara ayetlerimizi göstereceğiz”, “fîl âfâki vefî enfusihim”, “çevrelerinde ve kendi içlerinde”, “hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk”, “bu Kur’an’ın Hak kitap olduğu, kendileri açısından açık net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Yani, Kur’an’ın hak kitap olduğunu, indirilmiş olan ayetlerin doğruluğunu ne ile öğreniyoruz? Yaratılmış ayetlerle, hepiniz de çok iyi biliyorsunuz; Allah dini nasıl tanımlıyordu; fıtrat, yani tabiatta geçerli kanunların bütünü, aynı zamanda dinde geçerli kanunlardır. Böyle olduğu için, insanlar hani şehirde sıkılan insanlar, şöyle bir açılalım tabiata da bir rahatlayalım derler, değil mi? Onun için, Kur’an-ı Kerim okuduğunuzu anlamaya başladığınız zaman, ciddi manada rahatlarsınız, çünkü o, görsel ayettir, onların inceliklerini herkes bilmez ama yazıya döküldüğü zaman, çok daha anlaşılır ve insana çok daha kısa yoldan bilgi verir.
İşte şimdi, Âdem’den (as) beri gelen bütünlük, indirilen ayetler ve yaratılan ayetler, en son nebinin de anlatıyor olmasını gerektirir. Ondan dolayı, diyor ki, Cenab-ı Hak, Allah bütün nebilerden söz aldı, mesela Âdem’den (as) söz alıyor, ne diyor? “Sana bir kitap ve hikmet veririm de”, kitap ve yanında hikmet. “sonra bunu tasdik eden bir resul gelirse, ona mutlaka inanacaksınız.” Âdem’e (as) inananların, sonrakilere de inanması demektir, bu ona yardımcı olacaktır, diyor. O zaman her sonra gelen nebi, mecburen önceki nebilere gelen kitapları tasdik edecektir. Muhammed’in (sav) görevi de, öncekilere geleni tasdik etmektir. Kitabı veririm, hikmeti veririm.
Şimdi burada dedik ki, bir, bütün nebilere Cenab-ı Hak kitap vermiştir, zaten, ayetten anlaşılıyor, başka bir ayeti delil getirmeye gerek yok, onsan sonra da size bir resul gelirse diyor, bir nebi gelirse demiyor, nebilerin sayısı bellidir. Har nebi mutlaka resuldür. Çünkü kendisine gelen Allah’ın ayetlerini tebliğ etmek zorundadır. Ama her resul nebi değildir. Çünkü siz de bildiğiniz Kuran ayetlerini insanlara anlatmak zorundasınız, hiç bir ilave ve çıkarma yapmadan, kendi kafanızdan herhangi bir şey katmadan, karşı tarafın anlayabileceği bir dille, o çok önemli. Muhatabınızın diliyle anlatacaksınız. Arapça bilmeyen bir kişiye Kuranı kerimi Arapça okumak, ona tebliğ etmek değildir. O zaman şey gibi olursunuz. Japonya’da olan bir Hoca, Sultanahmet’in eski müezzini, Araplar tarafından gönderilmiş, bir yerde anlatıyordu; her gün 8-10 tane Japon’u Müslüman yapıyorum. Şimdi görüntüsü, filmlerdeki o ruhani görüntüsüne, beyaz elbise giymiş, sarığı var, uzunca da bir sakalı var, tabi çok dikkat çeken bir görüntüsü var. Diyor ki işte her yerde kendisiyle tanışmaya gelen Japonlara söylüyormuş, “söyle bakayım”, Japon da diyormuş “söyle bakayım”, “eşhedu en la ilahe illallah”, o da “eşhedu en la ilahe illallah”, diyormuş “ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve rasuluh” o da diyormuş, o da diyormuş ki, “şimdi sen müslüman oldun”.
Şimdi bununla övünüyor, diyor ki, akşama kadar 8-10 tane Japon’u Müslüman yapıyorum. Bu ancak işte güleceğiniz bir durum olur, başka hiçbir şey olmaz ama karşı tarafın anlayacağı dille, Allahlın ayetlerini onlara anlattığınız zaman bir “resul görevi” yapmış olursunuz, yani “elçi”, yani Allahlın ayetlerini insanlara anlatan kişi olursunuz.
Şimdi, bunu faydası şu; “eğer size bir nebi gelirse” olsaydı burada, Muhammed (sav) vefat etti, nebilik kapısı kapandı, çünkü Allah-u Teâlâ onun “hatemul enbiya” olduğunu, “hatemen nebiyyin” olduğunu bildiriyor, nebilerin sonuncusu. “Size bir nebi gelirse, ona inanacaksınız denseydi” artık onlara bir nebinin gitmesi mümkün değil, o zaman Muhammed’den (sav) sonra ehli kitabın inanma görevi olmazdı. Kendi zamanında işte, kendi inandığı ulaştığı kişiler inandıysa inandı, bitti ama öyle demiyor. “Bir resul gelirse” diyor, yani sizin herhangi biriniz, dünyanın herhangi bir yerinde din mensubuna giderseniz, gittiniz Yahudi’ye, gittiniz Hristiyan’a, gittiniz Zerdüşt’e, gittiniz Sabi’ye. Zerdüştler ve Sabi’ler de Kur’an-ı Kerim’e göre ehli kitaptır.
Hac suresinin 17. ayetiydi, değil mi? Onları ehli kitap olarak gösteren ayet. Onlara gittiğiniz zaman, nasıl gideceksiniz? Sizin kitaplarınız tahrif olmuştur, son kitap geldi buna inanın, öyle mi? ”musaddikan lima meakum”, “sizinle beraber olanı, tasdik eden”, yani olumsuz bir şekilde gitmeyeceğiz, olumlu bir şekilde gideceğiz. Şimdi, Kur’an-ı Kerim, oradakilerin tamamını mı tasdik ediyor, hayır. Yani, ayeti kerime birçok şeyi gizlediklerini de bize bildiriyor. Onları tasdik edici olarak gidersek, onların inanma görevi var, çünkü bekledikleri bir nebi gelmiş oluyor. Hac suresinin 17. ayetinde, Allah-u Teâlâ insanları kategorilere ayırıyor (333. sayfa) diyor ki, Allah-u Teâla “innelleżîne âmenû”,
1-mü’minler, yani Cenab-ı Hakk’ın inancını kabul ettiği bu kişiler, doğru yolda olan insanlar, “velleżîne hâdû”, şimdi üç tane “ellezine” var, Arapça bilenler dikkat etsin, üç kategoriye ayırıyor, 1-mü’minler, 2- “velleżîne hâdû vessâbiîne vennasârâ velmecûs”, “Yahudiler, Nasranîler, Sabiler ve Mecusiler, bunlarda 2. grup, “velleżîne eşrakû”, onlar da 3. grup, “innallâhe yefsilu beynehum yevmel kiyameh”, kıyamet günü Allah, onların aralarını ayıracaktır. “innallâhe alâ kulli şeyin şehîd”, onların, Allah her şeyine şahittir. İşte şimdi bunlara giderken, mesela, Gata’ları iyi bilmemiz lazım ki, Mecusilere gidelim. Kinza’yı iyi bilmemiz lazım ki, Sabilere gidelim. Tevrat’ı iyi bilmek lazım ki, Yahudilere gidelim, Tevrat’ı ve İncil’i iyi bilmek lazım ki, Hıristiyanlara gidelim. O zaman Müslümanlar, “musaddik” olarak gidebilmeleri için onların kitaplarını da tanımları lazım.
Daha önce burada konuşmuştuk, “Mübarek Furi” diye bir zat var, Pakistanlı bir âlim, O’nun “Veda’larda Muhammed” diye 6-7 sayfalık bir yazısı var, O Bırahmanistlerin “Vedalar’ında” Muhammed’in (sav) geleceğine dair, O’na destek verilmesi, inanılmasına dair ifadeleri var. O zaman, Müslümanların dinler tarihini öğrenmeleri bir görev miymiş? Yani Kur’an-la karşılaştırmalı olarak. Peki, biz nasıl gidiyoruz? Tasdikle mi gidiyoruz, tahrifle mi gidiyoruz? Sizin kitabınızda iş yok, gelin bize. O zaman, onların bize gelmeleri gerekmez ki, çünkü Allah-u Teâlâ ne diyor? Sizi tasdik eden birisi gelirse, inanın diyor. Bir kere inanmalarının şartı o. Bir de sadece kitabınızı demiyor, kitap ve hikmet diyor, “lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmeh”, “size bir kitap ve hikmet veririm de, “śümme câekum rasûlun musaddikun limâ meakum”, beraberinizde onu tasdik eden bir resul size gelirse, şimdi hikmet nedir? Bunun da çok iyi bilmemiz gerekir ki, aramızdaki köprü kurulsun. “Hikmet”, “Allahın kitabından çıkarılmış olan doğru hükümlerdir.” Dolayısıyla, o doğru hükümleri de kabul etmek gerekecektir. Yani, gittiğiniz zaman, Yahudi’sinin de Hristiyan’ın da, Bırahmanistin de, Zerdüştî’n de, Sabi’sinin de ortak noktaları tespit etmemiz gerekiyor bizim, yani sadece, Allah’ın kitabıyla değil, aynı zamanda hikmetle de gitmek lazım.
“Hikmet”, “Kur’an’dan Rasulullah’ın çıkardığı ve bizim de çıkarabileceğimiz doğru hükümlerdir.” Çünkü bu konuda Rasulullah bize örnek olmuştur. “Hikmet”, “aynı zamanda tabiattan da elde edilen bilgidir.” Bütün müşrikler, adam Yahudi değil, Hıristiyan değil, Sabi değil, Mecusi değil, yani elinde dini bir kitap yok, ama gündüz akşama kadar Allah’ın yarattığı ayetleri okumuyor mu bu insanlar? İşte onlara da, yine Kur’an-ı Kerim’e gittiğiniz zaman, bak şunu da iyice zihinlerimizde lütfen oluşturalım. Bak, Allah Kur’an’ın doğruluğunu, tabiat ayetleriyle anlayacağımızı söyledi ya Fussilet suresinin 53. ayetinde. O zaman, o insanlarla bütün dünyadaki insanlar da tabiattaki ayetleri okuyorlar zaten, o zaman Kur’an’la gittiğinizde, yaa bu çok farklı bir şey, çok farklı bir şey gerçekten diyecekler. Size ben burada daha önce anlatmıştım ama dinlememiş olanlar için tekrar olsun:
Büyük bir heyetle özel bir uçakla, Sovyetler Birliğinden ayrılan Cumhuriyetleri ziyarete gitmiştik. Kazakistan’dayız, Kazakistan otelindeyiz Almatı’da. Akşam biraz geç vakit ben otele geldim. İşte bir kaç tane tüccar, otelin kapısında koşa koşa beni karşıladılar, Hocam bir gel, burada bir delikanlı var, bir türlü ikna edemiyoruz, akşamdan beri onunla uğraşıyoruz. Gittim dedim ki; “Hayırdır ne var? Dedi ki, “Ben Alman asıllı Türküm” dedi. O ne demek? İşte bir Türk anne babanın Almanya’da doğmuş bir çocuğuyum, haa o manada, tamam. Ben dedi, çocukken, kreşe gittim, orada sen Müslümansın dediler. Eee, tamam, Müslümansak Müslümanız. Sonra İlkokula gitmeye başladım, baktım ki, arkadaşlar da namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, falan, bir takım bilgilerden haberleri var, biz de öyle bir şey yok, ben bizim evde hiç öyle bir şey duymadım, ne annemden ne babamdan. Adanalıymış Aile. Demek ki, Adananın bazı yerlerinde böyle kişiler var. Dedi ki, “ben Müslüman değilim”, öyle deyince, Türkler bir şey yaptılar, ne demek sen Türk’sün, Müslümansın falan, ya değilim kardeşim, olmaz. Büyük bir hamasetle, ondan sonra, öyle deyince, bu defa Hıristiyanlar gel Hıristiyan ol, Yahudi arkadaşlar, gel Yahudi ol demeye başlamışlar. Sonra, kendi kendine karar vermiş, bu din merkezlerin hepsini dolaşacağım, hangisi doğruysa, ona inanacağım demiş. Sonra para kazanmış ve dolaşmaya başlamış.
O, Kazakistan’da İken, Tibet’ten gelmiş oraya, sonra Mekke’ye gidecekmiş. İşte Vatikan’a gittim dedi, Kudüs’e gittim, Hindistan’daki değişik din mensuplarının adamlarıyla görüştüm, Tibet’te Dalayı Lama ile görüştüm dedi. İşte, bundan sonraki hedefim de Mekke dedi, eee, bir karara vardın mı? Henüz bir kararım yok dedi. Dedim ki, “Peki, Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyor musun?”. Tabii ki, inanıyorum, ben ona inanmayan görmedim şu ana kadar” dedi. Mesela, Hindistan da var, dünya kadar din var, ama hepsi Allahlın varlığına ve birliğine inanıyor, o konuda ittifak var. İşte Dalayı Lama da öyle, hepsi de aynı. Peki, dedim “Muhammed Allah’ın elçisidir biliyor musun” dedim? Yaa, geç onları dedi, çok duydum bu hikâyeyi dedi, ben nereden bileceğim, onun Allah’ın elçisi olduğunu? Onu siz iddia ediyorsunuz, dedi. Peki ben de dedim onun elçilik belgesi var, onu biliyor musun? Yok ya dedi, hiç duymamıştım bunu dedi. Ondan sonra, Kuranı Kerimin mealini verdim. “Fatiha suresini oku” dedim, kendisi okudu. Ayetleri okuduğu zaman; şaşırdı kaldı. “Ben böyle bir şeyi hiç duymadım şimdiye kadar, Allah Allah, çok ilginç bir şey” dedi. Her okuduğu ayette, böyle bir etkileniyor.
Şimdi, siz mesela, güzel bir sudan, iyi bir havadan, güzel bir şeyden nasıl etkilenirseniz, bu, o güzellerinden konsantre olmuş hali, diğerlerinden çok farklı Kur’an-ı Kerim, onu okuyunca, müthiş bir şekilde etkilendi. Tabi sonra bizim, vakit çok geç diye, bizimde havaalanına gitmemiz gerekiyordu. Ben odaya çıktım, bir çay içerken, baktım kapı tak tak vuruldu. Çok özür dilerim dedi, sizin de vaktiniz yok ama biraz daha oturabilir miyim’ Buyur otur dedim. Prof. Mehmet Yazıcı ile aynı odada kalıyorduk, muhasebeci, Dedi ki, ben böyle bir şeyi hiç duymadım hayatımda. O kitabı rica etsem bana verir misiniz, dedi, Kuranı kerimi verdik tabii ondan sonra ne oldu bilmiyorum, birazcık daha konuştuk. Şimdi bu delikanlı, dikkat ediyor musunuz? Ne Yahudi, ne Hıristiyan, ne Mecusi, ne de Sabi, peki, bunun okuduğu ayetler ne? Allah’ın yarattığı ayetler, istesen de istemesen de her gün okuyorsun onu. Tabiatı gözlemliyorsun. Farkına varsan da varmasan da. İşte o zaman, biz ona Allah’ın kitabını verdiğimiz zaman, ondaki bilgileri kitabı tasdikle gitmiş olmadık mı? İşte burada bize Müslümanlar olarak çok büyük görev düşüyor:
1-Elinde kitabı olanlara, Allah’ın kitabıyla gitmemiz lazım ama aradaki ortak noktaları göstererek, tasdik ettiğini göstermemiz lazım,
2-Diğer insanlara da Allah’ın kitabıyla gitmemiz lazım, dikkat ederseniz, diğerlerini dine çağırmak çok daha kolaydır, çünkü berikilerde virüslü bir vücut, mikrop kapmış bir vücut gibidir onlar, o yanlışları temizlemek çok zor. Öbürlerini kaybedecek bir şeyi yok. O daha kolay, daha kolay.
İşte bize çok büyük sorumluluk düşüyor, efendim bu insanlar inandı mı inanmadı mı? Ya, o bizim vazifemiz değil ki, değil mi? Allah-u Teâlâ resulüne diyor ki, “fezekkir innema ente müzekkir”, “sen tezkir de bulun”, yani sendeki zikri, karşı tarafa anlat, yani “zikir” dediğimiz, “manasını kavradığımız, aklınızda kalacak, kullanıma hazır, doğru bilgi” demektir, o da Kur’an’dır, Kur’an’ın adı zikirdir zaten. Dolayısıyla, karşınızdaki anlamını kavramazsa, ona zikir denmez, bunu çok iyi aklımızda tutalım. Siz kuran okudunuz, günde bir hatim yapın, zikir yapmış olmazsınız, zikir yapabilmek için, okuduğunuzu anlamanız lazım. Anlayacaksınız anladığınız zaman, o bir ayeti kaç günde okursanız okuyun, zikir yapmış olursunuz. Yani bildiğiniz anlamda okumazsanız, Kuranı okumuş sayılmazsınız, kendi dilinizde okuyacaksınız. “fezekkir innema ente müzekkir”, Arapçasını biliyorsanız, tabii ki çok daha güzel olur, Arapçayı biliyorsanız, anlayabiliyorsanız, o zaman çünkü bu meallerde, tefsirlerde yapılan yanlışları, hiç olmazsa fark etme fırsatınız olur. Sen tezkirde bulun, senin görevin sadece tezkirdir, “leste aleyhim bimusaytir”, “onların tepelerine dikilecek değilsin”, yani zorla insanları dine getirecek değilsin, niye? Hiç kimse zorla Müslüman yapılamaz, Çünkü iman, kalpteki iştir. Adam, içinden tasdik etmezse adamı münafık yapmış olursun, eee, tasdikin içerisinde olup olmadığını da sen bilemezsin ki, ondan dolayı Allah-u Teâlâ, Kasas suresi 56. ayetinde, resulüne ne diyor? “inneke lâ tehdî men ahbebte”, sen istediğin kişiyi yola getiremezsin diyor, “inneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ”, Allah-u Teâlâ, hidayete gelmeyi tercih edeni yoluna getirir. Tercihi adam kendisi yaptı mı, Allah onu yoluna getirir “ve huve a’lemu bilmuhtedîn”, Allah yola gelenleri, en iyi o bilir. Çünkü kalpleri bilen Allah’tır, adam yola gelmiş mi, gelmemiş mi, Allah bilir, sen bilemezsin ki, ya Muhammed (sav), sana görüntüde çok dindar gözükür ama düşmanın en yamanı olabilir, değil mi?
Ondan dolayı, Muhammed (sav) bile bilemiyorsa, biz dış görünüşüne bakarız, “haza müslüman”, ama içinden bizim en büyük düşmanımız da olabilir. Ondan dolayı, hiç kimseyi Müslüman yapma görevimiz yok, Yani Allah-u Teâlâ senin eline bir su vermiş, barajı da sen de musluklarını kapatmayacaksın. O suyu, bütün suyla mümkün olduğu kadar, daha çok tarlayı sulayacaksın. Efendim birisinde ot bitiyor, birisinde bitmiyor, yav bırak, senin görevin suyla sula, biten biter, bitmeyen bitmez. Yani netice hâsıl olur, olmaz, efendim taşın üzerine de yağıyor, yağsın, taştan kayar gider, kaç km. aşağıda bir tarlayı yeşertebilir. Sen kendi görevine bak, başkasını boş ver.
Şimdi burada, bu gün için bir kaç tane örnek verelim size, daha sonra bu konuda çok şey söylemek lazım. Mesela öncelikle, kitap ve hikmet, bakın bu günkü Müslümanlar, dikkat ediyor musunuz? İslam’ın yayılmasını bir kenara bırakın, efendim Avrupa da Amerika da Müslümanlar olanlar falan, var da kuran Müslümanı mı oluyor, yoksa yanlışlardan bir yanlışı mı tercih etmiş oluyor, yani kuranın dediği Müslüman olursa, bunları hiç kimse tutamaz ki, hâkim durumda, problem çözen insanlar olurlar, işte problem çözen insanlar, hikmeti bilen insanlar, hikmet, problem çözmektir, çözümler sunmaktır insanlığa, Muhammed (sav) ashabına bunu öğrettiği için, onun ashabı problem çözüyordu, ama sonra hikmet kayboldu. Hikmet tabii, çok organize bir şeyle kaybedilmiştir. Başlangıçta Müslümanlığın çok hızlı yayılması, diğer grupların ciddi manada çalışmalarını, insanların karşısına hoca kılığıyla çıkmalarını, Sovyetler Birliğine gittiğimiz zaman şöyle demişlerdi; “daha önceki ateizmi okullarda öğreten hocaların hepsi birer din dersi hocası oldu, şimdi bunlar imana mı geldi. Daha önceki dinlerin hocaları bu defa Müslümanların hocası haline dönüştü, imana mı geldi? Çoğu hayır. Parayı önce din ile kazanıyordu, yine din ile kazanıyor ve onlar maalesef bu dini hikmetsiz bıraktılar, işte hikmetsiz bir din. Bakın, bizim elde dolaşan kitapların hiç birinde hikmetle ilgili bir şey bulamazsınız, hâlbuki bu ayette ne diyor, bütün nebilerde kitap ve hikmet, iki temel kavram değil mi? Muhammed’de (sav) “yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh”, “onlara kitabı ve hikmeti öğretir “diye bir kaç ayette, Cenab-ı Hak onu bize bildiriyor. Hikmet kayboldu, onun için problem çözen Müslümanlar, problem olmaya başladı. Hikmet kaybolunca ne oldu? Sizin çok güzel tarlalarınız var ama tarlayı sürmesini, tarım yapmasını unuttunuz, ağaçlardan, topladığınız meyvelerden, bir takım yeni ürünler üretmeyi unuttunuz, ağaçlardan ürünler üretmeyi unuttunuz, o zaman bütün şeyler siz de, tarım da sizde, havası, suyu, çok güzel yerler de sizde ama hiç bir şey yapamadığınız için dışarıdan gelen şeylere muhtaçsınız ayakta kalabilmek için. Bu gün İslam âlemi öyledir. Kur’an’dan çözüm üretemeyen, hâlbuki bütün çözümlerin kaynağı Kur’an olmasına rağmen, üretemeyen bir konuma gelmişler, şu anda Türkiye’nin en büyük sıkıntısı, dini bakımdan hocalardır. İlahiyat fakültesinin hocaları, Diyanetin hocaları, İmam hatip okullarının hocaları, Camilerdeki hocalar, Bunların içerisinde tabii ki, çok iyi istisnalar var, hocalar var, ama ekseriyet öyle değil. Kitapsız ve hikmetsiz bir din peşinde, yani batıdan öğrenmişler, din sosyal bir olgu. Toplum ne yapıyor, toplumda nasıl oluyorsa öyle, toplum dinsiz olmuyor, Ehh bunlar hangi dini kabul ediyorsa, din odur. Kitapsız ve hikmetsiz bir din. Dolayısıyla bize çok büyük iş düşüyor, bunu yapmak zorundayız.
Örnek olarak, bakın bu perde de görüyorsunuz, Kitabı Mukaddeste; tevhit ifade edilen bölümler, sadece bir örnek olarak arkadaşlar seçmişler. Yeşa’dan, Tesniye’den diyor ki; “Allah’ımız Rab, tek Rab’dır.” Kur’an-ı Kerim de olan değil mi? “Her şeye egemen Rab”, yani mülkü elinde bulunduran, Kur’an-ı Kerim de geçiyor ya, “bütün dünya krallarının tek ilahı sensin”, “kul e’ûżu birabbinnâs melikinnâs iâhinnâs’ın” bir değişik şekilde ifadesidir. “Yeri göğü sen yarattın, bütün dünya krallıkları senin tek Rab olduğunu anlasın”, Markos İncil’inde; İsa ona dedi “ Allah’ımız bir olan Rab’dır.” Yazıcı ona dedi,” çok iyi öğretmen, hakikat üzerine dedin ki, O birdir, ondan başkası yoktur”, yani “la ilahe illallah” var ya, en önemlisi şudur, “dinle ey İsrail! Allah’ımız olan Rab, tek Rab’dır, Allah’ın olan Rabbi, bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle sev”. İsa ona şu karşılığı verdi; “Allah’ın olan Rabbe tap, yalnız ona kulluk et, diye yazılmıştı”, yani “iyyake na’budu ve iyyake nestain” var ya.
Mesela, Katolik kilisesi şurada, bu kitap, Katolik Kilisesi Din ve Ahlak ilkeleri Kitabıdır, bunu kendilerinden almışımdır, yani piyasadan değil, konsolosluklarından aldım, konsolosluklarından istedim aldım. Yani piyasadan almadım ki, bir şey demesinler, yani işte efendim siz yazmışsınız falan filan demesinler diye. Burada, bundan iki önceki Papa Episkopos II. Jan Paul, bakın başlığına ne yazmışlar? “Tanrı kullarının kulu”, Allah’ın kullarının kulu Papaymış. Bak İncil’de ne yazıyor, burada ne yazıyor? İşte onlara bunu göstermemiz gerekir. Diyeceğiz ki bak, İncil’de böyle yazıyor, siz “Tanrı kullarının kulu”, Ne demek? Kulun kulu ne demek? Hani, “yalnız O’na kul ol” demiyor mu burada? Kitabın en başında öyle yazılmış; “Tanrı kullarının kulu”, Yalnız O’na kul ol”, Şimdi, şirk en büyük günah onlarda, işte görüyorsunuz hep söylüyor buralarda. Vatikan’da bana Vatikan başbakanı Jan Piyer Turan dedi ki, 16. Benedik idi, değil mi? Ondan sonra gelen adam; 2. kardinal; “Sen bize müşrik diyorsun, dedi. Biz müşrik değiliz. Onlara dedim ki, “Siz Allah’a, baba diyorsunuz,” kilise babaları derler değil mi, kilisedeki görevlilere de baba derler, biz papa diyoruz, Papa, İtalyancada “baba” demektir. İtalyanlar, Allaha da Papa diyorlar, Papa’ya da papa diyorlar. “O gökteki papanız, bu yerdeki papanız. “Eee, peki bu şirk değildir de nedir?” dediğimde ağızlarını açamıyorlar. İşte onlara, bunu söylememiz gerekiyor, bu nedir? Ondan dolayı Allah-u Teâlâ bize emrediyor. Ama önce Yahya’dan dinleyelim, yani bu kitapta Allah’ı nasıl tanımlıyorlar, kendi kitaplarında, dinleyelim, okuyalım.
Y.Ş.: Katoliklere göre Allah birdir, ondan başka Tanrı yoktur, o gerçeğin kendisidir. Yeri ve göğü tek başına yaratmıştır. Yaratılış düzenini ayarlayan ve dünyayı yöneten odur. O, insanlara yakındır ve her şeyi bilir.
A.B.: ”Ondan başka Tanrı yokturun” dipnotuna bakar mısın? Ben buradan bulayım.
Y.Ş.: 200 ve 211
Y.Ş.: O, insanlara yakındır ve her şeyi bilir. O, her zaman vardır varlığının başı ve sonu yoktur. Her şey varlığını O’na borçludur. Sahip olduğumuz her şey, Ondan gelmektedir. O, kendiliğinden var olandır. Allah’ın baba olarak adlandırılması, her şeyin başlangıcı ve aşkın otorite sahibi olmasından ve tüm çocuklarının üstüne titreyen sevgi dolu iyiliğinden dolayıdır. Allah ne erkektir ne kadın. Allah, Allah’tır.
A.B.: Allah tektir ve tek bir Tanrı vardır. Tanrı, tek var olandır, diyor. Tanrı tektir, O’ndan başka Tanrı yoktur, burada öyle diyor. Ehh, “Ondan başka Tanrı yoksa” ey Papa, sen kitabın en başına “Tanrının kullarının kulu” nasıl yazıyorsun? İşte, onlara bunları söylememiz gerekiyor, tamam mı? Dememiz gerekiyor ki, Tanrılığı bırakın, Allah’ın makamına göz dikmeyin, aynı şeyi, kendine Müslüman diyenlerde de olduğunu her zaman söylüyoruz. “Kâinat İmamlığı” olayı var, biliyorsunuz, son “Kitap ve Hikmet” dergimizde onu ayrıntılı olarak yazdık. Kendilerini Allah’ın yerine koyuyorlar, yok efendim, Allah ile konuşuyorlarmış, bilmem ne yapıyorlarmış. Yahudiler ve Hıristiyanlar, nasıl Kur’an’dan kaçıyorsa, bu gün onlar gibi olup ta, kendisine Müslüman diyenler de aynen o kadar, Kur’an’dan kaçıyor. Şimdi, o insanlara, inandıkları kitaba uymalarını söylüyoruz. En korktukları, en kaçtıkları şey o. Dün, Samsun da Âdem isminde bir arkadaş var, ikide bir telefon açıyor, ben ilkokul mezunuyum, eee, biraz çeşitli tarikatlarda falan bulunmuş, sonra ayrılmış, şimdi tamamen Kur’an’ı Kerim’e yönelmiş, bir büyük tarikatın Samsundaki hocasına gitmiş, ikide bir bana anlatıyordu. Hoca da senin anlattıkların doğru falan filan demiş, en son hocaya demiş ki, bir araya gelelim de Kuran okuyalım, yapamayız, yasak mı? Yoo yasak değil, yapamayız demiş ayrılmış, sonra bir kaç gün sonra çağırmış, gel demiş yapalım demiş ama ben bizimkilerden izin alayım, sonra tekrar görüşmüş, yok demiş, bizim tarikatta Kur’an okumaya müsaade yok. Çünkü okunursa tarikat diye bir şey kalmaz. Eee, peki, insanlara deniyor ki, biz Kur’an-ı Kerim’e inanıyoruz, o sadece lafta, fiilen inanmak yok.
Şimdi ona mutlaka inanacaksınız diyor ya, bak şimdi burada bir şey daha var, Yahudi Ansiklopedisi var, onu sen almıştın, değil mi Yahya Yahudilerden, istersen nasıl aldığının hikâyesini kısaca bir anlat. (internet üzerinden alındığına dair konuşmalar). Şimdi orada Yahudi inancını anlatan bir bölüm var. O da Yahudilerin yazdığı bir ansiklopedidir. Evet, Yahudilik ansiklopedisi.
Y.Ş.: Bu Yahudilik ansiklopedisi, Yusuf Besalel’in çıkardığı, 3 ciltlik bir ansiklopedinin 1. cildinin 232. sayfasında iman prensipleri anlatılıyor ve şöyle bir cümleyle başlamışlar bizdeki amentünün karşılığını düşünün, demişler ki; “Tam bir imanla inanıyorum ki”, diye başlayıp, sıralıyorlar; “Tanrı var olan her şeyi yarattı, onlara hükmeder, Tanrı birdir, ondan başka Tanrı yoktur, onun bedeni yoktur, hiç bir şekilde tasvir edilemez, başlangıcı yoktur, nihayeti olmayacaktır, yalnızca O’na dua etmeliyiz, peygamberlerin sözü doğrudur” diye, İman Esasları 12. sıradaki İman Esasları da şöyle: Tanrı kurtarıcıyı (maşiya-mesih) gönderecektir, geç kalsa dahi beklerim“.
A.B.: Çok beklerler, gelene inanmasınlar, çok beklerler. Şimdi o Mesih demesinin sebebi şu. Parantezin içerisine almış, çünkü Araf suresinin 157. ayetinde, kime inanmaları gerektiğini, yani bir nebi bekliyorlar, “kurtarıcı” diye tanımlamışlar, kurtarıcı değil aslında, doğru yolu gösterici, “hadi” anlamına. Allah-u Teâlâ Tövbe suresinin 33. ayetinde diyor ya Fetih suresi, “huvelleżî ersele rasûlehu bil hudâ”, “elçisini o hidayetle gönderen”, yani doğru yolu gösteren kitapla gönderen O’dur, Al-i İmran suresinin 157. ayetinde, “elleżîne yettebi’ûnerrasûle nnebiyyel ummiyyelleżî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîl”, “yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları, bu ümmi resule inananlar”, bu ümmi nebi olan resule inananlar, yanlardaki Tevrat’ta yazılı buldukları, işte gelince inanacaksınız, diyor ya. “ye’muruhum bilma’rûfi ve yenhâhum anil munker”, “onlara iyiliği emreder ve kötülüğü onlardan yasaklar, onlara”, “ve yuhillu llehumuttayyibâti ve yuharrimu aleyhimul ḣabâiś”, “temiz şeyleri onları helal, pis şeyleri haram kılar”, resul kendisi yapmaz aslında, resulün tebliğden başka bir görevi olmadığı için, onu gönderen helal-haram kılar. “ve yeda’u anhum israhum”, “onları ısr’larını kaldırır”, yani gelecek nebinin inanma görevlerini ortadan kaldırır, çünkü inanmışlar, görev bitmiştir, “vel aġlâlelletî kânet aleyhim”, “üzerlerindeki o bağları da açar, çünkü o da ciddi bir bağ onlar için, geleceği beklerim diyor, işte, geldi gelecek, bir sürü insan ortaya çıkıyor, insanları kandırıyor. Bu günde halen Mesih-Mehdi biliyorsunuz, onları aldatanların sayısı çok, kendine Müslüman diyenler arasında, şahsı manevi bilmem ne saçmalıkları falan, hep bunlar insanları kandıran oluşumlar var din adına.
Diyor ki, “felleżîne âmenû bihi”, “bu resule inanan”, inanması lazım, kalkıp birisi diyor ki, efendim şeye inanmasa da olur, yani “muhammedurrasulullah“ demeyebilir diyor Eee “muhammedurrasulullah“ değilse, “Muhammed, Allah’ın elçisi değilse Kur’an da yoktur. O zaman İslam Dini de yoktur değil mi? Bitti, bir başkası da diyor ki; “eee, canım yani tamam Muhammed Allah’ın resulüdür desin yeter, geri kendi dinini tatbik etsin diyor. Bunlar hem de tefsir yazıyorlar, yav bunlar gerçekten aklım almıyor. Bunlar bunu inanarak mı söylüyorlar? Hesabını Cenab-ı Hakk’a verecekler gerçi de, bak diyor Allah-u Teâlâ; “ve’azzerûhu”, işte ona saygı gösteren, ona saygı uğruna ona yardımcı olan, “vettebe’ûnnûralleżî unzile me’ahu”, “onunla beraber inen nura uyan”, Kur’an’a inanmaları lazım, uymadan hiç bir şey olmaz. “ulâike humul muflihûn”, “işte “muflih” olanlar, umduklarına kavuşacak olanlar onlardır.
Şimdi bu diyaloğun birinci şartı neydi, biliyor musunuz?, “Dinler arası diyalog” vardı ya, Kur’an’ı dışlamak, birinci şartı o, Kuranı dışlamak. Diyalogcuların, onun için, Kur ‘ansız bir din insanlara takdim ediyorlar, kendi sözlerini, Hocalarının sözlerini, Kur’an’ın yerine koymalarının sebebi o. Vatikan’da Jean Pierre Touran’ın bana söylediği söz şu: “siz Kur’an’a uyduğunuz sürece, sizinle diyalog olmaz, ilk cümle bu. Fetullah Hocanın Roma da ki diyalog merkezinin yöneticileriyle beraber gittiğimiz bir toplantıda söylediği budur. Siz Kur’an’a uyduğunuz sürece sizinle diyalog olmaz. Biliyorsunuz, ben de hiç sertlik yoktur. Son derece yumuşak bir adamım. Bazen kendimi çok yumuşak hissediyorum. Allah’ın dinine karşı bu kadar tavır alanlara karşı yok beyefendi, nereden vurusunuz, isterseniz bu tarafa döneyim, yumruğunuzu buraya vurun mu diyeceğiz. Bak dedim, asıl biz Kur’an’a inanmazsak, bizimle diyalog yapamazsınız. Epeyce konuştuktan sonra, adam bir heyecanla, “tabii, canım dedi, sizinle diyalog yapmayıp, kiminle yapacağız dedi, böyle koltuğunu duvara kadar itti. Dedim ki, öyle diyalog, akşam bize gelin bir çay içelim, 1-2 laklak ederiz, öyle diyalog olmaz dedim, sizin diyaloğunuz o dedim, var mısınız gerçek diyaloğa? Tevrat’ı getirin, İncili getirin, koyalım Kur’an-ı, hatta Gataları getirin, hatta vedaları getirin, bilmem Ginza, hepsi gelsin dedim, Koyalım Kur’an-ı Kerim’i, o kitapları koyalım, okuyalım ve fıtratı da hakem yapalım. Bir yazı verdim kendilerine, hala cevap verecekler, tamam ben bunu inceleyim, cevap vereceğim dedi. Şimdi işte onlara böyle gittiğiniz zaman, bir daha da diyalog kelimesi gündemden kalktı. Bizim bu seyahatimizden sonra, bir daha diyalog kelimesini kullanmamaya başladılar, başka kelimeler kullanıyorlar şimdi.
Demek ki, dersi bir özetleyelim: çok fazla uzattık, kusura bakmayın. Demek ki, bizim 1-Kur’an-ı çok iyi anlamamız lazım.
2-Muhataplarımızı çok iyi bilmemiz lazım
3-Bütün insanlara Allah’ın kitabını götürmemiz lazım.
Peki, ikinci bölümde buluşmak üzere.