Bu sureyi ramazanda birazcık okumuştuk ama tamamlayamamıştık. İnşallah biraz daha anlamaya çalışacağız. Sadece bilgilerimizi hatırlamak için ilk ayetten itibaren kısaca okuyalım. Biliyorsunuz bu ilk 5 ayet Kuran-ı Kerim’in ilk ayetleridir, ilk inen ayetleridir.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. ” Rabbinin adına oku olmaz. Şimdi bazı yerlerde bakıyoruz ki Batılıları takliden Allah’ın adına işte Rahman ve Rahim olan Allah’ın adına diye Besmele tercümeleri görmeye başladık. Allah’ın adına olmaz. Burada çok ciddi bir yanılgı vardır. Allah’ın adıyla olur. Şimdi ben sizden herhangi birinizin adına bir iş yapma yetkisine sahip miyim? Herkes kendi adına konuşur değil mi? Peki, Allah’ın adına konuşabilir miyim? Allah’ın adına konuşabilmek için oradan yetki almak lazım.
Batılılarda Allah’ın adına ifadesi kullanılıyor. Çünkü Hıristiyanlıkta kilisenin Allah’ın adına hareket ettiği kabul edilir. Hani sık sık sizlere hatırlatıyoruz. Allah’a da papa diyorlar, Papa’ya da papa diyorlar. Çünkü o gökteki Papa, bu yerdeki Papa. Onun için göklerdeki babamız diye dua etmeye başlarlar. Çünkü yerdeki Papa, gökteki Papa’yı temsil ediyor. Allah’a baba derler, kilisenin büyüklerine ne derler? Kilise babaları derler değil mi? Dolayısıyla kilise babaları kendilerini Allah adına yetkili kabul ettikler için derler ki günahı Allah’tan başka hiç kimse affedemez. Günahı Allah’tan başka hiç kimse affedemez. Ama kilise babaları Allah’ın adına affetme yetkisine sahiptir. Yani kendilerini Allah’ın yetkisini kullanan konumda kabul ederler. Bu bizim Aracılık ve Şirk kitabında vardır kaynağıyla beraber bu söylediğim söz. Dolayısıyla bir Hıristiyan Allah’ın adına diyebilir.
Ama Kuran-ı Kerim’de Allahü Teâlâ, Peygamberimize de s.a.s. vekalet vermiş değildir. Vekillik yok. “Sen onların üzerinde vekil değilsin.” diyor. Yani Peygamberimiz ne Allah’ın bize karşı vekili, ne bizim Allah’a karşı vekilimizdir. O sadece Allah’ın elçisidir. Elçi, elçilik görevi gereği aldığı mesajı gelir ilgili yere ulaştırır.
Şimdi aradaki farkı şöyle söyleyeyim. Birisine para verseniz, git bakkaldan 3 tane ekmek al gel. Bakkala gittiği zaman falanca kişi adına bu ekmeği alıyorum demesi gerekir mi? Gerekmez çünkü orada vekilidir. Bana 3 tane ekmek ver der, ben aldım der değil mi ekmeği? Ama bir kıza elçi giden bir kişi, o kızı ben aldım deyip de ondan sonra da gidip elçi gönderdiği adama verebilir mi? Ne diyecek? Kızınızı falanca kişi için, Allah’ın emriyle istiyorum der değil mi? Elçilikle vekillik arasındaki fark budur. Vekil, kendi adına hareket eder, elçi kendisini elçi gönderen kişi namına hareket eder.
Yani şimdi Allah’ın adına ifadesinden farklı yani der ki mesela Peygamber s.a.s. geldiği zaman Allah sizi şunu şunu emrediyor der. İşte birisi de bir kıza elçi gittiği zaman falanca delikanlı sizin kızınızla evlenmek istiyor der değil mi? Kendisi sadece bir elçidir. Ama vekil olduğu zaman öyle değil. Kendi adına hareket eder. Onun için Allah’ın adına ifadesi olmaz. Yani Rahman ve Rahim olan Allah’ın adına, böyle bir besmele tercümesi sadece Hıristiyanların oyununa gelmek olur, başka hiçbir şey olmaz. Ama Allah’ın adıyla olur. Ona duyduğumuz saygı ve hürmetten dolayı onun Allah’ın adıyla diye ifade ederiz.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” Yani onun adını anarak oku. “O, insanı alaktan yaratmıştır.” Yani döllenmiş yumurtanın rahim cidarına yapışmasıyla yaratmıştır. “Oku, senin Rabbin çok cömerttir. Kalem ile öğretmiştir ve insana bilmediğini öğretmiştir.” Şimdi burada ilk inen ayetlerde bir “oku” ifadesi var. Okuma 2 şekilde olur. Ben şimdi sana desem ki bir Fatiha oku. Ezbere okusan okumuş olur musun? Olursun. Ha, şurayı oku diye bir yazı versem yine olur değil mi? Dolayısıyla bu oku emri daha önce indirilmiş bir şeyle ilgili olması gerekmez. Ya ben şimdi sana şunu söylüyorum, sen tekrar et manasına da olur.
Ama önemli olan burada oku emridir. Oku diyor Allahü Teâlâ, önce okumayı emrediyor. Sonra da Allah, kendisinin bize öğrettiğini bildiriyor. Bize Allah öğretmiş. Neyi öğretmiş? Bilmediğimiz şeyi öğretmiş. İlk önce kime öğretmişti? Adem aleyhisselama. Peki, neyle öğrettiğini söylüyor? Kalemle öğrettiğini söylüyor. Çünkü Bakara Suresinin 32. Ayetinde herhalde öyle olacak, “Adem’e o isimleri öğretti.” diye geçiyor. Peki, Adem’e neyle öğretmiş? Adem’e kalemle öğretmiş. Demek ki okuma yazmayı baştan Allah öğretmiş. Yani yazının icadıyla uğraşmaya gerek yok. O zaman Cenabı Hak burada bakın, ilk inen ayet sure İkra. İkinci inen sure hangisi? Kalem Suresi. “Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun.” İşte burada Cenabı Hak bizim dikkatimizi okumaya yazmaya çekiyor. Bunlar demek ki çok önemli şeyler.
Ha, daha önce söylediğimiz bir iki şeyi de hatırladım. Okumada da ilk önce Cenabı Hak insanın yaratılışına dikkati çekiyor. İşte alaktan yaratılmış yani döllenmiş yumurtanın rahim cidarına yapışmasından yaratmıştır diyor. İnsan yaratılışı, Allah’ın ikramı, bilmediğini öğretmesi yani tabiatı okumaya dikkat çekiyor Cenabı Hak. Çünkü ilk önce okuyacağımız şey tabiattır. Allah’ın yarattığı kitap, bir de Allah’ın indirdiği kitap olan Kuran-ı Kerim. İkisini birlikte okumamız lazım.
“Hayır, hayır insanoğlu elbette ki taşkınlık eder, sınırları aşar, aşırılık eder; kendisini ihtiyaçsız görmüşse eğer.” Yani size ihtiyacı olmadığını anladığı an hemen size karşı kafayı diker ve sizi görmezlikten gelir. Hemen dirseği dayar. Şimdi bunu detaylı bir şekilde anlatan ayetler var.
Mesela, İsra Suresi 83, 84. ayetleri açarsak bir kısmını görürüz bunların. Burada diyor ki Allahü Teâlâ “İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yanını döner.” Yani şöyle benim ihtiyacım yok, ilgilenmiyorum o tip şeylerle falan, kendini bir şey zanneder. “Ama ona bir şer dokundu mu bu defa da ümitsizleşir.” Başına bir sıkıntı geldi mi hemen ümitsizleşir. Eline imkan geçti mi sırtını çevirir, yanını döner. Benim ihtiyacım yok der. “De ki herkes şakilesine göre iş görür.” Şakile ne demek? Şekil. Türkçemizde var ya. Şakire de hangi şekli almak istiyorsa ona göre. Yani herkesin kendi zihninde oluşturduğu bir ideal tip vardır. Öyle olmak ister, ona göre hareket eder.
Şimdi, Allahü Teâlâ bize Fatiha Suresini okuduğumuz zaman ideal tipler öneriyor Fatiha Suresinde. Bize şu duayı yaptırıyor. “Ya Rabbi o doğru yolu bize göster, kendilerine nimet verdiğin kişilerin yoluna.” Yani bizim de hedefimiz de benzemek istediğimiz kişiler olacak, örnek tipler olacak hepimizin. “Ya Rabbi kendine nimet verdiğin kişilerin yoluna.” Bunlar kim? Nisa 69. ayet, ayetin tamamını bir oku. “Kim Allah’a ve resule itaat ederse bunlar Allah’ın nimet verdiği kişilerle beraber olurlar.” Kim, Allah’ın nimet verdiği kişiler? Tabi bunlar hem dünyada mutlu olan, hem ahirette mutlu olan insanlardır. İki tarafta da mutlu. Kim bunlar? “Nebiler; özü sözü bir olan insanlar, dürüst kişiler; iyi iş yapan insanlar; şehitler.”
Şehit kim? Şehit, şahit olan kimse demektir? Şimdi siz de şahit değil misiniz? En başta eşhedü demiyor musunuz? Eşhedü enne ilahe illallah diyorsunuz ya. Ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve resüluh. Siz de şahitsiniz. Bir de şu var. Konusunun uzmanı olan insanlar, gerçekleri görüyor, araştırıyor, buluyor. Şimdi biz eşhedü derken Allahü Teâlâ’nın varlığı konusunda kesin bilgi sahibi oluyoruz, bunu söylüyoruz. Ve eşhedü enne muhammeden abduhü ve resulüh derken de Peygamberimiz konusunda kesin bilgi sahibi oluyoruz. Bir de var ki kendi uzmanlık sahasında sağlam bilgilere ulaşmış, onlar da şehittir. Ha, bizim şehit dediğimiz kişilere Allahü Teâlâ, Allah yolunda öldürülmüş kişiler diyor. Tabi onlar da şahit oluyorlar, o güzel makamlara ama asıl zor olan, şimdi o bir kere ölüyor ama doğru bilgiler peşinde koşan, dürüst olan insan her gün ölür. Çünkü her gün onun mücadelesini verir. Dünyanın en zor işlerinden birisidir dürüstlük, doğru adam olabilmek.
İşte burada Cenabı Hak, kendi sahasında uzman kişileri, iyi iş yapanları, dürüst olanları, özü sözü doğru olanları ve peygamberleri bize örnek gösteriyor. Ve biz her gün bunlar gibi olmak için Cenabı Hakk’a dua ediyoruz. Ne diyoruz? “Ya Rabbi bize o doğru yolu göster.” Hangi doğru yol? “Kendilerine nimet verdiğin kişilerin yolunu.” Onlar da işte burada, peygamberler, salihler, sıddikler ve şehitler.
Şimdi, “Herkes şakilesine göre iş yapar.” Yani herkesin benzemek istediği birisi vardır. Şunun gibi olmak ister, mesela birisi çok zengin olmak ister. Eğer bunun eline bir imkan geçti mi artık yanına yaklaşamazsınız. Birisi bir mevki ve makama sahip olmak ister. Çok yakın dostunuz, her gün konuştuğunuz, koklaştığınız kişi bu arzu ettiği makama çıktı mı artık her telefon açtığınızda toplantıdadır. Ne zamana kadar? Ne zamanki o mevkiden inerse yine sizin arkadaşınız olur. Çünkü “Şurası kesin ki insan sınırı aşar.”. İşte orada okuduk, “size ihtiyacı olmadığını gördüğü an”. Benim artık sana ihtiyacım yok, o zaman kusura bakma, buraya kadar. Bundan sonra sana ihtiyacım yok. İnsanoğlu böyle. Ama eğer bu kişiler gerçekten ideallerine iyi insan olmayı, özü sözü doğru olmayı, peygamberler gibi hareket etmeyi koymuşlarsa bunlar hiçbir zaman öyle olmazlar. Makamları yükseldikçe gönülleri alçalır, genişler, çok daha iyi hale gelirler.
Şimdi herkes kendisini en doğru yolda görür de kimin yolu daha doğru onu en iyi bilen Allahü Teâlâ’dır. İçinizi de o biliyor, dışınızı da o biliyor. Şimdi bir de 41. sureye bakalım. Fussilet 49’dan 54’e kadar. Burada da Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor. “İnsan çok mal istemekten usanmaz.” Şuyum olsun, şu da olsun, şu da olsun. E olsun ne olacak? Hadi o da oldu, o da oldu, neticede ne olacak? Yani bu dünyayı yakalayıp götüren yok, bu dünya burada kalıyor. Üstelik malın ne kadar artarsa sıkıntın da o kadar artıyor. Düşmanın artıyor, koruma sıkıntısı var, şu var bu var, bir süre şeyler var. Ama insanoğlu bıkmak tükenmek bilmeden ister. Tüm dünyayı verdiğiniz zaman bu defa der ki gökyüzüne egemen olmaya çalışır. Bitmek tükenmek bilmez arzusu.
“Ama bir de başına sıkıntı geldi mi bakarsın ki artık bütün ümit kapıları kapanmış, tamamen umutsuz ve mutsuz hale gelmiştir.” Bakıyorsunuz ki çok iyi durumda olan bir insan birdenbire intihar etmiş. Yani dayanamıyor, tahammül edemiyor. Halbuki sen buraya imtihan için geldin. Şimdi şöyle bakın, hayvanlara ve bitkilere bakın. Bazı hayvanlar vardır ekvatorda yaşar, bazı hayvanlar vardır işte ılıman iklimde yaşarlar, bazı hayvanlar soğuk iklimde yaşarlar. Bazıları şurada, bazıları burada… Orada yaşayan öbür tarafta yaşayamaz. Peki, insanlar nereden yaşarlar? Her tarafta yaşarlar. İnsanlar hem en zora, hem en iyiye uygun bir şekilde yaratılmıştır. Cenabı Hak hiç kimseye çekemeyeceği yükü yüklemez. Çekemeyeceği yükü yüklemediğine göre başımızı gelecek her sıkıntıya tahammül etme imkanını da, dayanma gücünü de mutlaka Allah bize vermiştir. O zaman bize düşen direnmek ve dayanmaktır. Tabi dayanabilmek için de Allah’a güvenmek lazım. Yani aslında insanlar kendi kendilerinin en büyük düşmanlarıdır. Çalışacağına, direneceğine, dayanacağına bir bakarsınız ki ümitsizleşmiş ve bütün gücünü kaybetmiş.
“Bir de o başına gelen sıkıntıdan sonra hemen ona bir rahatlık versek, bir ikramda bulunsak o zaman diyecek ki bunu ben hak ettim, bu benim hakkım.” Elhamdülillah Cenabı Hak verdi demez, bu benim hakkım kardeşim, uğraştım, didindim tabi olacak falan haşa. Sanki Allah’ın bir mecburiyeti varmış gibi. “Ben öyle kıyametin de olacağını hiç düşünmüyorum der.” Böyle kıyamet kopacakmış da insanlar tekrar kalkacakmış da falan. İşte onu da hiç zannetmiyorum der. “Ama şurası kesin eğer Rabbime ben dönecek olsam…” yani o kıyamet denen olay olsa ya, bak Allah’ı inkar ettiği filan yok dikkat edin. O olay olsa ya “…kesinlikle Rabbim bana daha iyisini verir.” Şimdi o sıkıntıdan kurtuldu ya zannediyor ki kendisi ayrıcalıklı bir kişi. Farkında değil ki yine imtihandasın. Yani malın alındığı zaman da imtihandasın, verildiği zaman da imtihandasın. Her halükarda imtihandasın.
“Biz bu kafirlere yaptıklarını haber vereceğiz.” Bak siz neler yaptınız diye. Başınız sıkıştığı zaman gece gündüz dua ediyordunuz biraz probleminiz halledildiğinde dirsek dayamaya başladınız. Sıkışınca herkes dindarlaşır. Ama biraz imkanı oldu mu bakarsınız ki kafayı dikmiş kendi doğrusunda gidiyor. “Şurası da bir gerçek ki onlara yoğun bir azap tattıracağız.”
Evet, şimdi tekrar suremize dönelim. İşte burada Allahü Teâlâ diyor ki “hayır, hayır…” İnsanı tanıtıyor bize. İnsanı tanıtıyor. “…şurası kesindir ki insan elbette azar kendisini kendine yeterli görmüşse eğer.” Benim ihtiyacım yok dediği an azar. Yürüyüşü de değişir, konuşması da değişir, her şeyi değişir. İlişkileri de değişir. Yeni dostlar edinir, yeni çevreler edinir, eskilerini terk eder. Genellikle kendisi gibi azmış olanları dost edinir.
“Şurası da bir gerçek ki dönüş Rabbinedir.” Hiç kimse, bugün çok iyiyim, mesela Kasas Suresinin sonunda Karun’dan Cenabı Hak bahsediyor. 28. sure, 76. ayet. “Karun da Musa kavmindendi.” Yani o da İsrailoğullarından. Ama onlara karşı zalimlik yaptı. “Ona öyle hazineler verdik ki onun anahtarları güçlü bir topluma ağır gelirdi.” Şimdi siz onun anahtarlarını böyle 1 metre uzunluğunda demir gibi düşünmeyin. Bakın o toplumda öyle bir teknolojisi var ki anahtarsız bile kilitleme sistemi oluşturmuşlar. Bakın bugün hala piramitlerin sırrı çözülemiyor değil mi? Yani müthiş bir teknoloji var. Böyle bir teknolojinin, böyle bir bilimin geliştiği bir noktada öylesine zenginmiş ki hazinelerinin anahtarları güçlü bir topluma ağır gelirmiş, yani bir topluluk taşıyamazmış hazinelerinin anahtarlarını. “Kendi kavmi -İsrailoğulları- buna dedi ki şımarma…” Şimdi kendi kavmi, firavun tarafından eziliyor. Ama o zengin olduğu için ikram görüyor. Ona diyorlar ki “…şımarma, Allah şımarıkları sevmez. Bak Allah sana birtakım nimetler vermiş, bunu ahiret yurdunu aramak için kullan.” Allah rızası için harca, bir şeyler yap. “Tamam, dünya için de harca, dünyadan payını da unutma. Allah sana iyilikte bulunduğu gibi sen de iyilikte bulun. Sen de ikramda bulun. Yeryüzünde fesat çıkarma. Şurası kesin ki Allah fesatçıları sevmez.”
Şimdi, ne cevap veriyor, diyor ki “Ben bu serveti nasıl kazandım zannediyorsunuz? Bu bilgi ve beceriyle kazanılır, siz ne zannediyorsunuz.” diyor. “Bilmiyor mu bu adam…” demek ki bilgisi de var. “…kendisinden önce nice Karunları helak ettik, yok ettik.” Bilmiyor mu? “Öyle Karunlar ki bundan daha güçlü, daha da zengindiler. Günahkarlara günahları sorulmaz.” Yani sormaya lüzum yok. Zaten her şey ortada neyini soracaksın? Defterler meydanda, bütün yaptıkları kayıtlara geçmiş vaziyette, sorulacak ne var ki? İspata ihtiyaç duyulan bir şey yok.
“Bir gün böyle süslü elbiseler içerisinde saltanatlı bir şekilde kavminin huzuruna çıktı.” İsrailoğulları eziliyor, kölelikte çok büyük sıkıntılar çekiyor. O süslü püslü elbiselerle onların karşısına çıkıyor. “Dünyalık arzu edenler…” hani herkes şakilesine göre hareket eder dedi ya ayeti kerime. Bazılarının hevesi dünyalık. Bunlar diyorlar ki “…ah keşke şu Karun’un yerinde ben olsaydım. Allah’ın Karun’a verdiklerini Allah bana da verseydi. Gerçekten o büyük bir pay sahibi, çok zengin adam. Ama bilgi sahibi olanlar” yani doğruların peşinde olanlar da şöyle diyorlar. Onlar da doğruluktan yana, onların şakilesi de öyle. Yani benzemek istediği kişiler. “İnanan ve iyi iş yapan için Allah’ın vereceği karşılık daha iyidir, alacağınız sevap daha iyidir, bunlar ne?” Karun da gitti, onlar da gitti. Hangisi karlı şimdi? “Ama bunlarda sabırlı olmayanlar kavuşamazlar, sabırlı olun. Allah’ın vereceği sevap bundan çok daha iyidir. O Karun’u tüm yurdu ile birlikte yerin dibine geçirdik.” Artık belki bir deprem olmuştur, bilmiyoruz.
O Sakarya depreminde Yüzbaşılar diye bir mevkide oturan bir öğrencim vardı. Diyor ki orada işte lokantalar, eğlence merkezleri olan bir yer varmış. Öylesine yerin dibine geçmiş ki burada böyle bir şey olduğunu kimse ispatlayamazsınız diyor, tamamen bomboş bir saha. Tabi ki içindeki insanlar da birlikte geçiyor. Belki böyle bir olay olmuştur.
Diyor işte Allahü Teâlâ “Onu tüm yurduyla birlikte yerin dibine geçirdik. Ona yardım edecek bir topluluk da yoktu”. Hani anahtarlarını bile büyük bi topluluk zor taşıyordu, nerede onlar? “Allah’ın dışında bir yardım edecek bir kimse yoktu.” Bu da Allah’a kulluk etmemişti. Ben bunu hak ettim de Allah bana verdi diye büyükleniyordu. “Yardım gören de olmadı.” Yardım da görmedi. Şimdi, “Dün keşke onun yerinde olsak diyenler sabahleyin şöyle demeye başladılar.”. Gece demek ki batmış. “Şöyle diyorlardı: Demek ki Allah gayret gösteren ve gereken donanıma sahip olanların önüne rızkını yaymış.” Bazılarına ölçülü, bazılarına da geniş rızıklar veriyor. “Allah bize ikramda bulunmasaydı biz de şimdi yerin dibine girmiştik.” Bak biz yaşıyoruz. “Demek ki kafirler umduklarına kavuşamazlarmış.”
“O kişiyi gördün mü? Engel oluyordu, namaz kıldığı zaman bir kula engel oluyordu.” Burada namaz kıldığı zamanda, dua ettiği zamanda denebilir. Şimdi bu surenin ilk 5 ayeti ilk gelen ayetler. Diğerleri daha sonra inmiş ama ne zaman inmiş tarihini tespit hemen hemen imkansız. Fakat Mekke’de indiği, başlangıçta indiği belli.
Şimdi bizde tarih çalışmaları Kuran’dan bağımsız olarak yapıldığı için istenen neticeleri vermiyor maalesef. Eğer Kuran’ın Kuran’a dayalı bir tarih çalışması yapılacak olsa birçok güzel şeyi ortaya çıkaracağız. Mesela şimdi burada namaz kılma. Namaz ne zaman farz kılındı? Miraçta yani işte hicretten 1,5 yıl önce, bisetin 11. 12. yıllarında. Peki, ondan önce Peygamberimizin kıldığı bu namaz ne? Deniyor ki işte yani biz kitaplarda onu okuyoruz. Peygamber s.a.s. 2 rekat güneş doğmadan önce, 2 rekatta da battıktan sonra namaz kılardı deniyor. Bana bu, çok uzak bir ihtimal geliyor. Çünkü bizim namaz kılma dediğimiz ikametüsselah emri, Nuh aleyhisselamdan itibaren bütün peygamberlere verildiği Kuran-ı Kerim’de açıkça belirtilen emirdir. En son yani Peygamber efendimiz açısından en son yani Mekke açısından en son ki onun da öyle olduğuna ben şahsen inanmıyorum. Orada da çok ciddi karanlık noktalar var. Kuran-ı Kerim’le birlikte çalışılırsa çok şey ortaya çıkacak tarih açısından.
İbrahim aleyhisselam dua ediyor Mekke’de. “Ya Rabbi şu namazı dosdoğru kılan bir kişi yap beni.” diyor. O namaz hangi namaz? Nuh aleyhisselamdan beri kılına gelen namaz. “Benim soyumdan gelenlerden de öyle.” Peygamberimiz kimin soyundan? Mekkeliler kimin soyundan? İbrahim aleyhisselamın soyundan. Allahü Teâlâ da İbrahim aleyhisselamın duasını kabul etmiştir. Şimdi Kuran-ı Kerim’de Allah diyor ki “O namazı ikame edin, kılın.” diyor. Mekkeliler hangi namazı diye sormuyorlar. Çünkü Mekkelilerin içerisinde 5 vakit namazı kılan insanların olması gerekir. Peygamberlikten önce tabi. Madem ki İbrahim aleyhisselamın öyle duası var ve Allahü Teâlâ da onu kabul etmiş.
Zaten görüyoruz işte mesela kadim Süryani Kilisesinde günde 5 vakit namaz var. Ona 2 vakit daha gönüllü ilaveleri var o da 5 vakit bizim bildiğimiz zamanlarda kılınan, 2 vakit de teheccüd ve kuşluk namazı, 7 vakit. Bizde de aynı. Öyle olması gerekir. Şimdi siz Kuran-ı Kerim’in koyduğu prensiple hareket ederseniz bulduğunuz tarihi bulguları değerlendirmeniz farklı olur. O zaman “abden iza salla” ayeti kerimesini daha farklı değerlendirirsiniz.
Ben şahsen Musa aleyhisselamın, İsa aleyhisselamın, Davut, Süleyman aleyhisselamın, o Kuran-ı Kerim’de İbrahim aleyhisselamın soyundan geldiği ifade edilen peygamberlerin tamamının da Kabe’ye gelip hac yapmış olması gerektiğine inanıyorum. Çünkü İbrahim aleyhisselamın öyle duası da var. Bunun izlerini biz Tevrat’ta buluyoruz. Ama bizim ihtisas sahamız olmadığı için son derece yoğun bir çalışma içerisindeyiz.
Mesela, Süleymaniye Vakfı olarak en zayıf tarafımız tarihtir. İnşallah onu da güçlendirmek nasip olur ama güçlü olsanız da ne olacak? Mevcut kitaplara bakacaksınız. Yeni bilgi üretmek ne kadar zor. Ama bu konuda mutlaka üretilmeli bilgi, uydurulmamalı da. Yeni bilgi üretmek şu. Kuran-ı Kerim’deki ayetlere bakacaksınız. İlgili hadislere bakacaksınız. Tarihi vakalara bakacaksınız. O ipuçlarını bir araya getirdiğiniz zaman zaten kendiliğinden ortaya çıkacak. İşte bu tarihi arka planda çok ciddi eksiklerimiz var bizim. Onun için birçok soru cevapsız kalıyor. Efendim niye, Kuran-ı Kerim’de namazın tarifi var mı? Var tabi. Buna rağmen var. Ama demek ki namaz öyle biliniyormuş ki tarife ihtiyacı olmayacak şekilde biliniyormuş. Çünkü o namazı kıl diyor Allah. Hangi namazı? Demek ki Mekkelilerin bildiği bir namaz. Ama o namaz da yine tarif ediliyor Kuran-ı Kerim içerisinde, o ayrı bir konu. Şimdi onu çok açık ve net olarak tarif etmediği için iyi uzman olmayan kişiler fark edemiyorlar. Yani iyi bir uzmanlık istiyor tabi o. Neyse yeri geldiğinde onları da inşallah konuşuruz.
(Bir izleyici: Hocam, o zaman o Mekkelilerin o muhafazakar olanları mı 5 vakit kılıyor yani biz babamızdan atamızdan böyle gördük diyorlar ya onlar mı?) Şimdi babamızdan atamızdan görme meselesi farklı bir olay. Namaz kılma meselesi farklı bir olay. Mekkeliler kendilerini çok dindar kabul eden bir topluluktur. Şimdi biraz sonra bu ayetlerden zaten işaretler verilecek. Onlarla birlikte okuruz yani bu ayetlerde de onun işaretleri çok açık bir şekilde var. Kuran-ı Kerim’in başka ayetlerinde de var.
Sahih-i Müslim’de geçen bir hadis var. Ebu Zer Gıffari, Cahiliye Dönemi’nde de namaz kıldığını ifade ediyor. Yani diyorum ya şimdi siz bu Kuran-ı Kerim’den hareketle gittiğiniz zaman o rivayetleri değerlendirmeniz çok kolaylaşıyor. Kuran’dan hareket etmezseniz hadisler bağlantısız kalıyor, bu defa işin içinden çıkamıyorsunuz.
Haftaya neden bahsedeceğiz onu söyleyelim. Biz de kafir tiplemesinden çok ciddi problem vardır. İşte kafir, Allah’a inanmayan, Allah’ı kabul etmeyen falan gibi. Hiç alakası yok. Mesela Ebu Cehil, Peygamberimize karşı çıkan çok önemli bir tiptir değil mi? İnşallah haftaya Kuran ayetleriyle onun kendi açısından ne kadar dindar olduğunu size göstereceğiz. Şimdi ona girersek vakit doldu, eksik kalır. Hiç girmemek daha iyi. Kendini çok dindar kabul ediyor ve savaşa giderken dua ediyor. Ya Rabbi diyor, mesela Ahmet Bin Hanbel’de geçen bir hadiste, onun ağzından yapılan bir rivayet. Kim diyor akrabalık ilişkilerini daha çok kesmiş, kim alışılmadık bir şeyi halkımıza getirmişse yarın onu perişan et diyor Bedir Savaşı’na giderken. Allah’a dua ediyor. Mekkeliler çok dindar kabul ederler kendilerini. Bugün de kiminle görüşürsen herkes kendini dindar sayar. Güzel de bakalım Allah da öyle sayıyor mu? Asıl mesele o. İnşallah haftaya bu ayetlerle birlikte onu da anlamaya çalışırız.
Şimdi birazcık ara verelim, sonra soru cevap faslına geçeceğiz.