Elhamdu lillâhi rabbi-l’âlemîn, vel akibeti lil müttakin, vesselatu vesselamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bugünkü dersimizde Al-i İmran suresinin önce doksan ikinci (92.) ayetini önce okuyacağız, arkasından da çok önemli bir meal hatasına da dikkatinizi çekmiş olacağız. Biliyorsunuz meal hatalarını kolay kolay bulamıyoruz, değil mi? Ya da hatasızları pek kolay bulamıyoruz demek, belki daha doğru olur, ama Al-i İmran doksan üçüncü (93.) ayetiyle ilgili, gerçekten çok ciddi bir meal hatası var. O hatadan kaynaklanan yanlış tefsirler var, inşallah bugün ona da dikkatinizi çekmiş olacağız.
Doksan ikinci (92.) ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; “len tenâlû-lbirra hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn”, “o, arzu ettiğiniz iyi konuma ulaşamazsınız, sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça”, o hoşunuza giden, sevdiğiniz şeylerden, Allah yolunda harcamadıkça, istediğiniz iyi konuma ulaşamazsınız”, “vemâ tunfiku min şeyin feinnallahe bihi alîm”, “yaptığınız her infakı, her harcamayı, mutlaka Allah-u Teâlâ bilir”, yani, ne harcama yaparsanız yapın, mutlaka Allah-u Teâlâ’nın bilgisiyle yaparsınız. Şimdi, yaptığınız her harcamayı Allah bilir, gelenekte neydi? Kader inancında, yapacağınız her harcamayı bilir, ne zaman bilir? Ezelden değil mi? Peki, o zaman bu ayetin ne anlamı var? Bir de şunu yapıyorlar; Cenabı Hak, ezelden her şeyi belirlemiş, otomatiğe bağlamış, düğmeye basmış, iş yürüyor. Peki, kendi şimdi ne iş yapıyor? Yani bu da ateizmin bir başka şekli; dindarlık kılığındaki ateizm bu da, yani hayatın dışına çıkarmaktır Allah’ı. Ama dindarlık kılığında ateizm, yapılmış oluyor, ondan sonra da, insanlar kendilerini dindar zannediyor.
Şimdi burada “elbir” kelimesi var, bu kelimenin geçtiği bir başka yer daha vardı, herhalde hatırlayacaksınız. Neredeydi? Bakara suresinin yetmiş yedinci (177) ayeti, iyi. Geçen hafta sınıfta kalmışsınız, bu hafta çalışarak gelmişsiniz, anlaşıldı tamam. Burada Allah-u Teâlâ diyor ki; Bakara suresinin yüz yetmiş yedinci ayetinde (177); “leysel birra en tuvellû vucûhekum kibelel meşriki vel maġrib”, “yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz, iyilik değildir,” yani o ulaşmak istediğiniz iyilik; yüzünüzü şuraya ya da buraya çevirmeniz değildir. İster doğuya dönün, ister batıya dönün, mesela bizim kıbleye dönmemizin sebebi de, Cenabı Hak tarafından açıklanmıştır; diyor ki, aynı şekilde birkaç tane ifade var da karıştırmış olmayayım da, “li ellâ yekûne linnâsi aleykum hucceh” diyor, yani namaz kılarken, yüzümüzü Kâbe’yi Şerife çevirmiş olmak, insanlar arasında; bize karşı bir görüşün, bir delilin oluşmaması içindir, yani bunların her birisini bir başka tarafa dönüyor, aralarında bir birlik yok, denmesin diyedir. Dolayısıyla, yani asıl iyilik neymiş? Cenabı Hakkın asıl istediği neymiş? Evet, kıbleye dönmeyi, Cenabı Hak emrediyor ama kıbleye dönmeyi, sadece aramızdaki birlik için emrediyor ve gerekçesini da “li ellâ yekûne linnâsi aleykum hucceh” diye ifade ediyor, Bakara suresinin yüz elli birinci ayetinde (151.) , insanların size karşı, ellerinde bir koz olmasın diye, o kadar, yani demek ki, bir olayın sosyal ilişkiler açısından da önemi varmış. Yani insanlar karşısında, birlik ve beraberliğimizin olmadığına dair bir dedikoduya uğramayasınız diyedir. Şimdi burada diyor ki, “leyselbirra en tuvellû vucûhekum kibelel meşriki vel maġrib”, evet, o istediğiniz iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmek değildir. “vela kinnel birra”, “ama iyi kişi şudur” yani “bil birri” de diyebiliriz, iyi kişi şudur, “men amene billahi vel yevmil ahır”, “Allah’a ve ahiret gününe inanan kişinin yaptığıdır”, “vel melaiketi”, “meleklerine inanan”, melek niye devreye giriyor? Melek’te esas olan, Allah-u Teâlâ’nın, kâinatın işleriyle ilgili verdiği görevleri yerine getirmektir, şimdi Allah Melekleri elçiler haline getiriyor ve çeşitli görevlerle gönderiyor. Şimdi birçok kimse, kâinattaki işlerini, işte kendi belirlediği kişilerin yaptığını söyleyerek, tanrılık peşinde koşuyor. Bir de, bizim için meleğin en önemli tarafı, Allah’ın kitabını Cenabı Hakk’ın görevlendirdiği bir meleğin getirmiş olmasıdır, Cebrail’in (a.s) getirmiş olmasıdır. Cebrail (a.s.) bu kitabı getirince, bu defa; birçok kişinin, ortaya çıkıp ta, “bu bana yazdırıldı, bu bana ilham edildi, ilhamen yazdırıldı” gibi saçmalıkları söylemesinin önü kesilmiş oluyor, gerçi yine söylüyorlar ama o zaman; melek inancı, bunu ortadan kaldırmak içindir. Fakat bizim kelam kitaplarına bakın, “meleklere niye inanıyoruz” sorusunun cevabını, ben şahsen gördüğümü hatırlamıyorum, sen gördün mü Enes Hoca? Sen gördün mü Fatih? Göreniniz var mı? Tamam, meleklere inanıyoruz, kitaplarda bu yazıyor, niye inanıyoruz? Hatta bir arkadaşımıza, “bu konuda doktora yap” demiştik. Hocalarıyla görüşmüş, ya o çok zor bir konu, ondan doktora olmaz, demiş, çünkü hiç hayatlarında düşünmemişler ki böyle bir şeyi. Ondan dolayı, bugün bazıları çıkıyor, Cebrail diye bir melek yoktur, demeye başlamışlardır.
Şimdi şöyle; son zamanlarda, şöyle bir kanaat hâsıl olmaya başladı bende, çünkü gelişen olaylar onu gösteriyor, Abbasiler döneminde; İslam’a inanılmaz bir darbe vuruldu, bir taraftan Sasaniler, bir taraftan da Romalılar, yani Sasaniler siyasi olarak, Romalılarda siyasi olarak, Müslümanlar karşısında kaybetmişlerdi, fakat siyaseten kaybetmek, kaybetmek değildir. İnsanlar; siyaseten hâkimiyeti, hâkimiyet zannederler, asıl hâkimiyet; zihinler üzerinde kurulur. İnsanların kafalarını değiştirmedikten sonra, iktidarda ha sen olmuşsun, ha öbürü olmuş, fazla bir şey fark etmiyor. Şimdi, Sasanilerin ve Romalıların bürokrasisi, Müslümanların hâkim olduğu bölgelerde, tam işleri elinde tutuyordu. Bunlar, çok ustalıklı bir şekilde, İslam dininin hukuk kısmının içini boşalttılar. Kavramların, hemen tamamına yakınının içini boşalttılar. Evet, işte önlerine birer fıkıh koydular, Müslümanların saygı duyduğu kişilerin adlarıyla, işte İmam Şafii’nin fıkhı, Ebu Hanife’nin fıkhı, İmam Malik’in fıkhı, Ahmed bin Hanbel’in fıkhı diyerek, nasıl olsa onların hiçbirisinin çıkıp da, bu benim değildir deme şansı da yok. Bunu, siz çok iyi biliyorsunuz, fakat Müslümanlar, yine de iyi kötü, bu dini, bugüne kadar getirdiler. En azından, beş vakit namaz ortadan kalkmadı, oruç kalkmadı, zekât kalkmadı, hac kalkmadı.
Son zamanlarda, Batı, yani o Sasaniler ve Romalıların birlikte vurmuş olduğu darbenin, nihaisini vurmak için, uluslar arası güçler, yeraltı güçleri, adına ne derseniz deyin, çok büyük bir hazırlık yaptılar. Biliyorsunuz işte; Türkiye’de bu sene olan olaylardan haberiniz var. Bu tür konularda konuşunca, insanlar işi siyasi olarak zannediyorlar, hâlbuki belki, bu konularda konuşmaya, en fazla hak sahibi olan biziz. Çünkü bunu herkesten çok daha önce, doksanlı yıllar öncesinden bu yana, burada çok ciddi bir mücadele verdik, Allah’a şükürler olsun. Eğer başarılsaydı, siyaseten bir başarı elde etseydi bu yapılar, bugün artık Müslümanların, ne namazı kalacaktı, ne orucu, ne zekâtı, ne haccı, hiçbir şeyi kalmayacaktı.
Dikkat ederseniz, mesela onların çeşitli grupları vardı, bizim içerimizde, sanki İslami gruplarmış gibi lanse ediliyor ve Kuran’a dayanıyorlarmış gibi de gösteriliyor. Tabii, bunlar çok ciddi maddi destek alıyorlar. İşte birisi kalkıp diyor ki, “namaz yok,” işte, namaz bilmem ne desteğiymiş falan, çok iğrenç şeyler, kalkıp diyor ki “işte Cebrail diye bir melek yok,” ondan sonra kalkıp diyor ki “işte hac, bildiğiniz Hac değil, işte kurbana bir başka anlam veriyor, oruç, işte sizin bildiğiniz oruç değil diyor, falan derken ibadetlerin tamamı, artık nasıl Müslümanların muamelatını, o zaman bitirdilerse, bu son darbeyle de, ibadetleri tamamen bitirme noktasındaydılar, zaten iman konusuna gelince, bunu çoktan bitirmişlerdi, yani zaten Müslümanlar şirkin içerisinde ama kendilerini muvahhit zannediyorlardı, ama o da yetmiyor tabii, adamların hâkimiyetlerini kurmaları için, şimdi şu anda İslam âlemi, tam bir savaş meydanı gibi, ama öyle bir savaş meydanı ki; düşman kuvvetleri çekilmeye başlamış. Artık, Müslümanlar yavaş yavaş ayağa kalkabilecek noktadalar, dolayısıyla bu noktada bizim çok ciddi çalışmaya yapıp, bir karşı hamleyle, bize şu ana kadar hücum edenlerin tamamını, imha etme değil, ihya etme hareketine girişmemiz lazım. İmha edeceğiz, neyi? Zihinlerindeki yanlış inanışları, yoksa bir insanı öldürmek, bitmez tükenmez düşmanlık kazanmak demektir, yani nesiller boyu düşman kazanmak demektir, ama bir insanın zihninde ki yanlış şeyi öldürürseniz, en başta o kişi, sizin en büyük dostunuz olur. Ondan sonra, onun çevresindeki herkes dostunuz haline gelir.
Evet, şimdi, işte kitaba inanan, nebilere inanan, deniyor, mesela kitapta biliyorsunuz, “hikmet” kavramı tamamen kaybolmuş, hiçbir şey kalmamış bugün ve nebilere inanan, nebi ve resul kavramının da nasıl kaybolduğunu, siz çok iyi biliyorsunuz. Bütün kavramların, içi boşaltılmış. Şimdi burada diyor ki Allah-u Teâlâ “ve âtel mâle alâ hubbihî”, “iyilik sahibi olan şudur”, mala olan sevgisine rağmen, o malını veren. Mal sevgisi, çok tabii bir şeydir, çünkü asıl imtihan, o sahada veriliyor, dolayısıyla malı sevmiyor olsak, imtihan başka sahada verilir. Mal sevgisi, çok tabiidir, ama mala ihtiyacı da var, sevgisi de var, daha da artırmak istiyor, “ala hubbihi”, “ona rağmen verecek”, kime? “zevil kurbâ”, “en yakınlara”, en zor iyilik, en yakınlara yapılan iyiliktir. Ona çok dikkat edin, en yakınları yapılan iyilik, en zor iyiliktir.
Şimdi insanlar, sıkıntıya düştükleri zaman, hemen en yakınlarını arar; baba, abi, kardeş, falan, filan, anne, fakat eline imkân geçtiği zaman da, ilk önce onları terk eder, ondan sonra, yeni dostlar bulur kendisine, tekrar başı sıkıştığı zaman, ne oluyor, başın sıkıştığı zaman, bunlara da, rahatladığın zaman başka yerlere. Bu insanlardaki genel bir şeydir, yani aynen Allah’ın bir kanunu; başı sıkıştığı zaman, “Yarabbi beni kurtar,” rahatladığı zaman, hiç Allah aklına gelmez, onun gibi aynen. Onun için “ve âtel mâle alâ hubbihî”, “mal sevgisine rağmen verir”, “zevil kurbâ”, “en yakınlarına verir malını”, “vel yetâmâ”, “yetimlere verir”, şimdi bunlar, reklam değeri olmayan şeyler, ee çocuk yani, vermişsin, şu anda unutur zaten, “vel mesâkîn”, “çaresiz kalmış kişiler”, “vebnis sebîl”, “ve yolda kalan kişilere verir”, “ves sâilîne”, “ihtiyacı olan kişilere de verir, isteyenlere de”, “ve fîr rıkâb”, “ve böyle boynu esir edilmiş kişiler, yani borca esir olmuş, ne bileyim, hapishanede yatıyor, bilmem artık, şu, bu, neyse, hürriyetini kaybetmiş olan kişiler, onlar uğrunda da harcar. “ve ekâmes salâte ve âtez zekâh”, “namazı kılarlar ve zekâtı verirler”, şimdi bak burada dedi ki, Allah-u Teâlâ; sevmesine rağmen verirler, bunlar içerisinde en önemlisi neymiş? Bak, insanlarla konuştuğunuz zaman, “Allah’a inanıyor musun? “amenna ve saddakna”, ne demek!” Eskiden Erzurum’da sokaklarda sorarlardı, çocuklar birbirlerine; ulan Müslüman mısan? Evet, hem de dik alası derdi, dik alası yani, şimdi, hiç kimse aşağıya indirmez onu, tabii. Güzel de, adama sormuşlar ki, “içki içer misin? “yok, canım, akşamdan akşama”, demiş, “namaz kılar mısın? “tabii ki, kılarım, bayramdan bayrama, bayramdan bayrama” demiş.
Şimdi, öyle, herkes kendisini, böyle dindar kabul eder, güzel. “Allah’a inanıyor musun?”, “elbette”, “ahiret gününe?”, “tabi ki”, “meleklere?”, “tamam”, “kitaba?”, “nebilere?”, “e peki Allah rızası için, malını mülkünü?”, “ee, tamam verelim, ama”, “ne oldu, ama?”, “Ne oluyor?” Sık sık anlattığım bir örnek var, müftülükteyim, adam geldi, işlerinin ne kadar tıkırında olduğunu söylüyor, “hocam, şimdi bir buçuk milyon dolarlık ihracat yaptım, akreditif geldi, falan. O sırada bir talebe geldi, ihtiyacı var, daha önceden de biliyorum. “şuna bir yüz dolar verir misin? dedim. “Hocam, vallahi yok” dedi. Görüyor musunuz? Ama ona söylesen, dindarlığı kimseye vermeyenlerden, yani. Onun için, bak burada ne diyor Cenabı Hak? “len tenalül birra”, “o istediğiniz, o iyi olma noktası var ya, oraya ulaşamazsınız”, o çıtaya ulaşamazsınız. Ne zamana kadar? “hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn”, “o çok sevdiğiniz şeylerden harcayıncaya kadar”, “vemâ tunfikû min şey’in fe innallâhe bihî alîm”, “yapacağınız her harcamayı, Cenabı Hak mutlaka bilir.”
Şimdi siz artık çok iyi biliyorsunuz, bir insanı kâfir yapan, temel öğe, temel şey neydi? “Dünyayı ahirete tercih” değil mi? “Dünyayı ahirete tercih”, hedefiniz dünyaysa, dünyayı elde etmekse, dini kendinize uydurursunuz, işte ona da “iveç” deniyor, dini bırakmazsınız, kendinize uydurursunuz. Mesela, bir zamanlar, 80’li yıllar öncesiydi, işte enflasyon, % 100’leri geçiyordu geçmişte Türkiye’de. O sırada, bir makale yazmıştım, enflasyonla ilgili olarak. 1978’lerde falan başlamıştım, sanki 1980’den önce bitmişti, ama tam tarihini hatırlamıyorum. “Enflasyon farkının, ödenmesi gerektiğine dair” bir makale yazdım. Uzunca yıllar, bu makaledeki “enflasyon farkını”, “faiz” gibi algılayan hocalar oldu. Bazı zenginler; yok, ben almıyorum, faize benziyor, dedi. Çünkü İstanbul Müftülüğünde, fetva işlerinin başında olunca; herkesle çok rahat ilişki içerisinde oluyor, daha doğrusu, onlar geliyor, seninle irtibat kuruyorlar. Şimdiki gibi değil, yani herkes kaçmıyor, o dönem. Şimdi herkes kaçıyor. Şimdi, yıllar sonra, artık onlarda, “enflasyon farkının alınması gerektiğine” dair bir fetva verdiler, çünkü deliller çok sağlam. Bir müddet sonra, faize fetva vermeye başladılar, ama nasıl? Efendim, “beklenen kar kaybı”, “para bende olsaydı, işte şu kadar kazanacaktım, o zaman sen ver.” Peki, bu arada iflas etmiş olsan, para bende olsaydı, iflas etmiş olacaktım, sağ ol, borcu sil, diyor musun? Şimdi, sonra da, artık bugün Türkiye’de, herkes illa bir evim olsun, illa bir arabam olsun, sevdasına düştüğü için, bakıyorsunuz ki, artık daha faizin haramlığı, hikâye haline dönüştü, hikâyeye dönüştü.
Birisi vardı; yanıma almış mıyım? Bakın şurada, adını söylemeden, ben size bir not okuyacağım, gerçekten, yani dünyayı ahirete tercih neymiş, oradan görün. Eskiden faize karşı canla başla mücadele edenlerden birisidir. Diyorum ki işte, şu kişiden dolar bazında % 22 faiz istemişsiniz, duyduğum doğru mu? Dolar bazında % 22, hatta diyor ki, bunu “faiz istemek” olarak adlandırmanızı yadırgıyorum, istenen % 22, geri ödemenin vadesi nedeniyledir. Görüyor musunuz? İnanmıyorsanız, “fark istiyorum” diyebilirdiniz, faiz değil, bakın faizin adı, “fark istemek” oluyor, bunu ibret olarak saklıyorum burada, ama isimlerini kimseye söylemiyorum, yeri geldiğinde ortaya koyacağım, Allah nasip ederse.
Şimdi, dünyalığa sıra gelince, gerçekten insanlar, dünyayı istedikleri zaman, dini kendilerine, işte burada olduğu gibi uyduruyorlar, bunlar 1980’li yıllarda, ben enflasyon konusunu yazdığım zaman, uygulamakta zorlanan kişilerdendi, bu da işte, bunu yazan da, enflasyon farkı alınmalıdır diye. Şimdi, nereden, nereye görüyor musunuz? Dünyalığı öne alınca, din kendine uyduruluyor. Peki, ahireti öne aldığın zaman, ne yaparsın? Kendini dine uydurursun. Allah’ın huzurunda ne yapacağım, dersin. Herhalde bu gerekçeyi, Allah-u Teâlâ da “Yarabbi sen buna faiz diyorsun, ben çok yadırgıyorum, buna “fark demelisin” diyecek hali yok, değil mi? Cenabı Hakka karşı, Allah’ın huzurunda hesap vereceğini düşünen adam, bunu yazar mı? Ama gidin konuşun, mücahitliği kimseye vermez. Onun için Allah-u Teâlâ burada ne diyor? Asıl ölçü burada, “len tenâlûl birre hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn”, “o, istediğiniz iyiliğe, çok hoşlandığınız şeylerden harcayıncaya kadar ulaşamazsınız”, harcayacaksın, Allah yolunda malını da vereceksin, Allah yolunda canını da vereceksin, öyle şey yok. Cenabı Hak, elbette herkesten daha cömerttir. “ve mâ tunfikû min şey’in fe innallâhe bihî alîm”, evet “yaptığınız her harcamayı, mutlaka Cenabı Hak bilir ve elbette ki karşılığını, size fazlasıyla verir.” Sonsuz şükürler olsun, Cenabı Hakk’a, yani çok şükür, hakikaten bu sabah düşündüm, kendi kendime; şimdiye kadar, hiç kimseye zengin olduğu için, bir mevki ve makam işgal ettiği için, itibarlı olduğu için, hiç şu ana kadar, bir iltifatımız olmamıştır, çok şükürler olsun. Onun için şöyle bir baktım; eski arkadaş çevremin, dost çevremin, en az % 90’ı, bizimle irtibatı tamamen kesmiş, en az % 90’ı.
Evet, şimdi burada Cenabı Hak, asıl hata dediğim yere geldim, diyor ki Cenabı Hak, “kullut taâmi kâne hillen li benî isrâile illâ mâ harrame isrâîlu alâ nefsihî min kabli en tunezzelet tevrâh, kul fe’tû bit tevrâti fetlûhâ in kuntum sâdıkîn”, şimdi ben burada mealden okuyum önce de, bakalım ne anlayacaksınız? Manasını ben vereyim ki, çünkü yanlış meal vermek istemem, önce yanlışı görün, sonra doğru meal vereyim. Bak diyor ki burada; “Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrail Oğullarına helaldi.” Bak tekrar, “Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in yani Yakup’un kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrail Oğullarına helal idi.” Yakup, demek ki haram kılmış kendisine, yani İsrail, zaten Yakup’un (a.s.) lakabıdır. Yani, Kur’an-ı Kerim, bunu kabul etmiş oluyor, bu meale göre, değil mi? Yani Yakup’un (a.s.) haram kıldığı dışında her şey, İsrail Oğullarına helalmiş. Peki, güzel, deki eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat’ı getirip onu okuyun. Yahudiler ne dedi ki, doğru sözlü iseniz diyorsunuz? Ne dedi Yahudiler, ne demek, böyle bir şey olur mu? Ne anladınız buradan, bir şey anlayan var mı? Var mı içinizde bir şey anlayan?
Şimdi bir de Enam suresinin yüz kırk altıncı (146.) ayetini açın; “Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık”, İsrail mi kendine haram kılmış, yoksa Allah mı kılmış onlara, haram? Allah kılmış. “Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar, hariç olmak üzere, sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık.” Peki, bu neden? İsrail’den dolayı mı, Yakub’dan (a.s.) dolayı mı? “Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz bir cezadır. Biz, elbette doğru söyleyiniz.” Bu haram kılma, nerede olmuş? Bu, Tevrat’ta, evet şimdi biz Fatih Hoca’dan okuyalım, Yahya izinli, Yahya’nın tezinden okuyacak Fatih Hoca. Bakalım bugünkü Tevrat’ta, Yahudilerle ilgili ne var? Şu gün elimizde bulunan Tevrat’tan okuyacak.
Evet, ben Yahya Hoca’nın “Helal Gıda” kitabının, yüz kırk üçüncü (143.) sayfasından itibaren okuyorum: “Kur’an ı Kerim’deki yasakların, Tevrat’taki İzdüşümü”, bugün elimizde bulunan Tevrat’a bakıldığında; orada da yiyeceklerin, özellikle de hayvanların, temiz-tayyib ve pis-habis olmak üzere, ikiye ayrıldığı görülmektedir. Mesela Livililerden şu örneği almış, Yahya Hoca. Temiz hayvanlarla kuşların, kirli olanlardan ayırt edeceksiniz. Sizin için, kirli ilan ettiğim hayvanlarla, kuşlarla küçük kara hayvanlarıyla kendinizi kirletmeyeceksiniz. Hayvanların, bu şekilde, temiz ve kirli olarak ikiye ayrılması, Nuh tufanından önceki zamana kadar gitmektedir. Mesela; bununla ilgili örnek, Hz. Nuh’tan bahseden bir ayette Tevrat’ta; “yeryüzünde soyları tükenmesin diye, yanına temiz sayılan hayvanlardan, erkek ve dişi olmak üzere yedişer çift, kirli sayılan hayvanlardan da birer çift, kuşlardan yedişer çift al.” Tevrat’ın Hz. Musa’ya nüzulü ile birlikte, hangi hayvanların yenilip, hangilerinin yenilmeyeceği, onların içinde belli olmuştu. Levililer kitabının on birinci (11.) bölümü ile Tesniye kitabının on dördüncü (14.) bölümünde, bunlarla ilgili hükümler, ayrıntılı olarak açıklanır.
Buna göre, “Yahudiler; karada yaşayan hayvanlardan, sadece çatal ve yarım tırnaklı olup, geviş getirenleri yiyebilecekler.” Yani, bak; çatal tırnaklı ve geviş getiren getirenleri yiyecekler. Yani, koyun-sığır değil mi? Sadece onlar yiyebilecekler Yahudiler. Bu kurala göre; “sığır, koyun, keçi, geyik, ceylan, karaca, yaban keçisi, gazel, ahu, dağ koyunu gibi hayvanları yemek, helal iken, geviş getirmelerine rağmen, çatal tırnaklı olmayan, deve, yaban faresi ve tavşan ile çatal tırnaklı olmasına rağmen, geviş getirmeyen domuz, haramdır. Tevrat’a göre; tatlı ve tuzlu sularda yaşayan, canlılardan pullu ve yüzgeçli olanlar helal, pulsuz ve yüzgeçsizler ise haramdır.” Bunların yanı sıra, dört ayaklı her uçucu böcekte pis kabul edilmiş ve yenilmesi yasaklanmıştır. Tevrat’ta; Allah’tan başkası adına, hayvan kesmek kesinlikle yasaklamış ve bu suçu işleyen kişinin, “ölüm cezasına çarptırılması gereği” söylenmiştir. Tevrat’ta yer alan yiyecek yasaklarından biri de, kandır. “Bütün canlılar size yiyecek olacak, yeşil bitkiler gibi, hepsini size veriyorum, yalnız kanlı et yemeyeceksiniz, çünkü kan, canı içerir” denmiş. Hayvanların kanları gibi, iç yağlarını yemekte yasaktır, fakat bu yasak, bütün hayvanları değil, kurban olarak sunulabilecek hayvanlarla, kaşar (koşer olmalı sanırım) kabul edilmeyen hayvanları kapsamaktadır. Kan ve iç yağının yanı sıra, Tevrat Yahudilere, hayvanların bacak-but kısımlarında yer alan, siyatik sinirleri yemeği de yasaklamıştır.
Butlarda yenmiyor hayvanlarda.
Görüldüğü gibi; Tevrat’ta görülen yasaklarla, Kur’an’ın haber verdikleri arasında, büyük oranda benzerlik bulunduğu anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın haram dediği, onlarla ilgili olan haramlar. Mesela bir de şurada var; Yahudiler hayvanı kestikleri zaman, böyle bıçakla bir kere de, hayvanı kesmeleri lazım. Bıçağı bir yeri yaparsa, o hayvanın eti yenmez, bir kerede kesmeleri gerekiyor. Zaten o butlar yenmiyor, sırttaki yağlar yenmiyor, iç yağları yenmiyor, sadece bağırsaklarda bulunan ve kemiklere karışık olanlar yenebiliyor.
Şimdi bak, gördünüz, Tevrat’ta; Yahudilere bir sürü haram var, değil mi? Gördünüz, ee Kur’an-ı Kerim’de de; “yaptıkları yanlıştan dolayı, onlara helal olan şeyleri, haram kıldık” diye açıkça ifade var. Peki, o zaman tekrar okuyayım şu meali, bir de, sizin kendi elinizde farklı bir meal varsa, okuyun lütfen. Bakın, ben şimdi şey yapıyorum, fark var mı yok mu, kontrol edin, elinizdeki meallerle.
“Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in yani Yakup’un, kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrail Oğullarına helal idi,” öyle miymiş? Bak Tevrat’ta da helal değil, Kur’an da helal değil, ee bu nereden geldi bu cümle? Hem Tevrat’a aykırı bir cümle, hem Kuran’a aykırı bir cümle. Hâşâ, bu Kuran’a başka bir yerden mi sokuldu? Farklı bir meal var mı içinizde, yani anlamını kökten değiştirecek bir meal var mı? Var mı? Olması çok zor, niye zor? Şahsen benim tespitlerime göre, Ömer’den (r.a) sonra, bu din bitmiş, yani ben Abbasiler diyordum.
Şimdi Kur’an-ı Kerim’in açıklamalarına ulaşılması için, ekip çalışması gerekiyor. Ömer (r.a.), Resulullah’ın (s.a.v.) yetiştirmiş olduğu insanları, Medine’den çıkarmıyordu, dolayısıyla, gelen her problemi onlarla birlikte oturuyor, Kur’anı Kerim’in koyduğu, o açıklama yöntemine göre tartışıyor, en doğru çözümleri bulup gönderiyordu. Osman (r.a.), ne zaman ki halife oldu, Medine’deki bu insanları dağıttı. Dağıtınca, istişare edeceği kimse kalmadı. Böyle olunca da, Müslümanlar, artık problem çözme yeteneklerini kaybettiler, problem olmaya başladılar.
Onun için tekrar, o kadar çok yanlışlar var ki, şimdi herhangi birisine girmeyeyim, bu defa, konu o tarafa doğru kayar, zaten biliyorsunuz çoğunu. Bundan dolayı, yeniden kendimize gelmemiz lazım, yani fabrika ayarlarına dönmemiz lazım diyorlar ya, bugün tekrar elimizde Allah’a şükür Kuran-ı Kerim var, Kuran-ı Kerim’in açıklanma yöntemi var şimdi siz diyeceksiniz ki, peki bu kadar tefsir, bu kadar hadis, bu kadar kitap da yokta, siz nereden biliyorsunuz diyeceksiniz. Biraz sonra, nereden bildiğimizi göreceksiniz ama nerden bildiğimizi göreceksiniz ama her şeyden önce, çok iyi biliyorsunuz ki, biz çalışmalarımızı, Kuran’ın emrettiği yöntemle yapıyoruz. Bak, farkındaysanız; ben meseleyi sizinle de istişare ediyorum, çünkü ben şahsen kendi adıma, Cenabı Hakk’ın bana en büyük ikramının, İstanbul Müftülüğünde çalışma olarak değerlendiriyorum. Çünkü orada, Allah yardım etti, hiç tek başına çalışmadım, sürekli heyetlerle çalıştım ve bunlar, Türkiye’nin en seçkin bilim adamlarıydı o zaman ve çok değişik kişilerdi. Her sahadaki uzmanlarla, sık sık görüşüyorduk, sonra da işte Süleymaniye Vakfını kurduk, biliyorsunuz işte. İslami ilimler Araştırma Vakfında uzun süre, ilmi toplantılar yaptıktan sonra, 1993’te Süleymaniye Vakfı’nı kurduk ve burada da haftada kaç kere toplantı yapıyorduk. İşte, önce ayda bir kere toplantı yapıyorduk, o ilim adamlarıyla, 1993’e kadar. Baktım ki ayda bir kere yetmiyor, çünkü insanların problemlerini çözmeye başladıkça, problemler, yağmur gibi yağmaya başlıyor. Sonra, işte haftada bir kere yapmaya başladık, sonra haftada iki kereye çıkardık, haftada üç, şimdi artık bazen günde birkaç kere yapmak zorunda kalıyoruz, değil mi? Bugün, kim bilir kaçıncı toplantıyı yaptık, saymak lazım.
Şimdi, Cenabı Hakk’ın emrettiği yöntemle hareket ettiğimiz için, doğruları görmek nasip oluyor. Bu yöntemin en olmazsa olmazı neydi? Ayetleri küme halinde almaktı, değil mi? Tek tek değil. Şimdi bakın, ben şimdi cevabını sizden bekleyeceğim, benden değil, tamam mı? Cevabı bilene on numara, bilmeyene dokuz. Şimdi bakın, şuradan okuyacağım, tekrar. “Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü, İsrail Oğullarına helaldi. De ki, peki eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat’ı getirip, O’nu okuyun. O zaman, birinci cümle, Kuran’ın sözü mü olur, başka birisinin sözümü olur, haa? Haa, başkasının iddiası olur, yaa o zaman, bu Arapçanın çok basit bir kuralı; “kalu”, “dediler ki”, yeter ki biraz düşünün, ayeti ilgili ayetlerle birlikte düşünün. Çok basit yani, çözümü çok kolay ama bizim ulema, yöntemini kaybetmiş. Bugün usulü fıkıh dediğiniz usul var ya, bunların tamamını toplayın götürün, bir çöplüğe atın, kapağını da sıkı kapatın da, dışarı kokusu çıkmasın. Problem çözmek için değil, çözümsüzlüğü ilim zannetmek için uydurulmuş olan şeydir.
Şimdi bakın, siz hemen ne kadar kolay buldunuz, değil mi? Şimdi bak, ayete mana verelim. “kalu’nun” faili Yahudiler, Yahudiler dediler ki, niye? Çünkü Yahudiler, kendilerini, seçilmiş bir topluluk kabul ediyorlar, üstün kabul ediyorlar. Allah, onlara hiç haram koyar mı? Dediler ki, “Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrail Oğullarına helaldi. Peki, bu söz Tevrat’a uyuyor mu? Uymuyor, ne diyor o zaman Allah, Resulüne? De ki, “eğer doğru sözlü iseniz, Tevrat’ı getirip okuyun. İşte, Fatih Hoca okudu Tevrat’ı, kendi kitapları, değil mi? Yalan söyledikleri, hemen ortaya çıktı mı? Peki, ilk verilen mealde, kim yalan söylüyordu, hâşâ? Kur’an yalan söylüyordu, değil mi? Çünkü kendi içinde çelişkili gözüküyordu. Bir tarafta Yahudilere şunları haram kıldık, bir tarafta efendim, yok, her şey helaldi, Yakup haram kıldı. Tevrat’ta da bunun zıttı var, bu ne biçim bir şey? Bu, Allah’ın kitabı olur mu?
Yani, şimdi biz insanlara Kur’an-ı Kerim-i okuyun diyoruz ama maalesef, yani, ama başka çare yok, yine her şeye rağmen, bundan daha doğrusu da yok. Bu meal hatalarına rağmen, hâşâ Kuran-ı Kerim’de; yanlış asla olamaz da, yani bu kadar yanlışa rağmen, yine de okunacak tek kitap; Kur’an-ı Kerim meali, yani bugünkü yani, dini öğrenmek isteyenler için.
Enam suresinin yüz kırk altıncı (146.) ayetini, tam okumamışız, bak, evet, doğru, doğru. Bak orayı okuyalım, şimdi Fatih Hoca dikkatimizi çekti. Diyor ki; “ve alâlleżîne hâdû harramnâ kulle żî zufur”, “Yahudilere, bütün tırnaklıları, yani tek tırnaklıları haram kılmıştık, “ve minel bakari velġanemi”, “o çift tırnaklılardan da”, “harramnâ aleyhim şuhûmehumâ”, “iç yağlarını haram kılmıştık”, “illâ mâhamelet zuhûruhumâ evil havâyâ ev mâḣteleta bi’azm”, “sırtlarında olan yağlar”, ondan sonra, “bağırsaklarında olan yağlar ya da kemiklerinin içerisinde olan yağlar hariç, diğerlerini de haram kılmıştık”, “żâlike cezeynâhum bibaġyihim”, “bu, onların yoldan çıkmalarından dolayı, ona karşılık, verdiğimiz cezadır” “ve innâ lesâdikûn”, “biz elbette ki sadıklarız”, Yani, bu gerçek bir bilgidir, demiş oluyor, Allah Teala, niye? Çünkü Yahudiler yanlış iddia içerisindeler. Peki, yoldan çıkmaları nasılmış, bakın şimdi bugünkü Müslümanlarla aynı mı değil mi göreceksiniz.
Bak şimdi, Nisa suresinin yüz altmışıncı (160.) ayetini açın. Bakın ki bugünkü Müslümanlarla nasıl benzerlik taşıyorlar görün. “febizulmin minelleżîne hâdû harramnâ aleyhim tayyibâtin uhillet lehum”, evet “Yahudilerin yapmış oldukları yanlış tavırları sebebiyle, onlara helal kılınmış temiz şeyleri, haram kıldık.” Bugün de; fiilen haram kılmak yok ama Müslümanlar mahrum kalıyorlar, değil mi? Haramlık, zaten “mahrum kalma” manasına da geliyor. Bugün Müslümanlar, birçok güzel şeylerden mahrum kalıyorlar.
Bugün iki kişi geldi, işte Balat’ta oturuyorlarmış, orada Gayrimüslimler oturuyor mu, dedim. Yok dedi, ne işte, lüks ciplerle gelip dolaşıyorlar, dedi. Siz? Biz de, oradaki gecekondularda oturuyoruz, yıkık dökük şeylerde. Şimdi, birisi lüks ciple gelip, orada hava atıp gidiyor, öbürü orada sıkıntı içerisinde değil mi? İşte, bu da bir haram kılmadır, yani, mahrum etmedir. Bugün, İslam âlemine bakın, perişan vaziyette, öbür taraf öyle değil. Çünkü senin elinde Allah’ın kitabı olmasına rağmen, ona karşı kesin bir tavır koymuşsun. Öbürü hiç olmazsa, elinde böyle bir şey yok, senin gibi açık bir isyan içerisinde değil. Bak burada ne anlatıyor, Allah-u Teâlâ? Onların yanlışlarını anlatıyor. “ve aḣżihimurribâ vekad nuhu anhu”, “kendilerine yasaklanıldığı halde, faiz almaları sebebiyle, bugün Müslümanlar faiz alıyor mu? “ve eklihim emvâlennâsi bil bâtil”, “haksız yollarla insanların mallarını yemek”, şimdi şey diyor ki, bazı işadamları, işte buradaki arkadaşlarımız bilirler bunu, yani karşımıza gayrimüslimler, Yahudiler, Hıristiyanlar geldiği zaman, fazla sıkıntı yok ama Müslümanlar geldiği zaman, korkarak iş yapıyoruz diyorlar, yanlış mı? Yanlış mı söylediğim. Çünkü birbirlerini kazıklamak, onların en tabii hakkı haline gelmiş. Ondan sonra “ve a’tednâ lil kâfirîne minhum ażâben elîmâ”, “onlardan kâfirler için, nedir? Ayetleri örtenler için, acıklı bir azap hazırlamışızdır.” Yani, bugünkü Müslümanlarda maalesef böyle.
Şimdi şeyi hatırladım da; iki tane âlimden birisinin adını vereyim, öbürünü vermeyeyim. Herkesin tanıdığı adam olduğu için, ikisi de Arap yalnız. Geçenlerde, Türkiye’de olan bir toplantı vardı; âlimler toplantısı, Ali Muhyiddin el Karadavi gelmişti. Biz onunla beraber, Avrupa’da bir ekonomik kuruluşun, birkaç sene danışmanlığını yaptık, Lüksemburg’da. Ondan sonra, Arap ülkelerinde de, Türkiye’de yapılan ilmi toplantılarda çok beraber olmuşuzdur. Şimdi, Mekke’de, bir toplantı yapıyoruz; İslam Ekonomisiyle ilgili bir toplantı. Orada, Ali Muhyiddin el Karadavi, kalktı dedi ki, orada bir hocaya karşı dedi; Katar’da dedi, gittim, bir işte, Katar Bank el Katariyel İslami miydi? Katar İslam Bankası diye hatırlıyorum, yanlış aklımda kalmış olabilir. Gelmeden dedi, gittim o bankaya, sizde de o bankanın danışma kurulu başkanısınız, dedi. Burada insanlara borç para veriyorsunuz, nasıl veriyorsunuz diye sordum. Dediler ki; “depoda demir var, gelenlerin hepsi demiri satın alıyor ve borç para veriyoruz.” Nasıl? Birisi geliyor, bir milyon dolar borç istiyor. Ne zaman ödeyeceksin, işte bir yıl sonra. Ee, kaç liradan olur? % 10’dan olur, tamam. 1.100.000 dolar. Ehh, tamam. Böyle olsa, faiz olacak. Gidiyor, 1 milyon 100 bin dolarlık, bir yıl vadeli demir, gitmiyor oraya, oradan satıyorlar oraya, depoya haber gönderiyorlar. Bu adama, bir milyon 100 bin dolarlık, bir yıl vadeli demir satıldı, kayda geçin, geçiyorlar. Aa, senin şimdi, 1 milyon dolarlık demirin var, getir o demiri, bize peşin 1 milyon dolara sat, satıyor, 1.000.000 dolara. Buradan çıkıyor, cebinde 1 milyon dolar var, borcu ne kadar? Ee, alış veriş de oldu, faiz değil hâşâ, tövbe estağfurullah. İkincisi geliyor, ona aynı demir, 2 milyon 200 bin dolar, öbürüsü geliyor… Sonra, diyor gittim, demir deposuna, oradaki depodaki adamlarla görüştüm. Dedim ki, ya kaç kere satıp, satın alıyorsunuz bu demiri? Valla bilmiyorum her gün değişiyor, bazen 10 kere, bazen 50 kere, bazen 100 kere, satıp, satın alıyoruz. Peki, bu demir, hiç depodan çıktı mı? Hayır. Şimdi orada sordu, Hocam dedi, lütfen bunun faiz olmadığını, bana izah eder misiniz dedi. Hoca hiç duymadı, hâlbuki en önde oturuyordu. İşte, İslam âlemi dediğimiz bu, tamam mı? Zaten, biz de son bir Medine toplantısından sonra, bizimle de artık irtibatları tamamen koptu. Benden kurtuldular, fakat Cenabı Hakk’ın gazabından nasıl kurtulacaklar onu bilmiyorum.
Dolayısıyla, bakın, dikkat ediyor musunuz? Allah’ın ayetleri karşısındaki vurdumduymazlık. Ayetlere meal verilirken, o şaşkınlık mı diyelim, ne diyelim. Yani, Müslümanların gerçekten durumları çok kötü, içler acısı. Onun için, bizim şu anda, çok merhametli doktorlar gibi, insanların bize ne dediğine bakmadan, onları tedavi etmemiz lazım. Şimdi burada bir doktor arkadaşımız var, bunlar akşama kadar hastalardan kim bilir ne hakaretler duyuyorlardır, değil mi? Duymuyor musun? Ben rastladım yani. Hasta doktora hakaret ediyor, rastladım. Hastanede kalmıştım refakatçi olarak da. Hasta, doktora hakaret ediyor, doktor hiç duymuyor, tedavisine devam ediyor. Ee, onu gözümle gördüm, o hasta iyileşti. Bir hafta sonra, bir tepsi baklavayla geldi doktora. Onun için, bizim de bu hasta durumda olan Müslümanların, bize hakaret ettiğine aldırmadan, onları tedavi etmemiz lazım. Bir hafta sonra baklavayla gelip gelmemeleri önemli değil. Önemli olan, ücretini Cenabı Hakk’ın vermesidir.
Neyse şimdi biraz ara veriyoruz.