“Elhamdülillahi rabbil alemin, vel akibetü lilmüttakin, vessalatu ves selamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi vessahbihi ecmain.”
Bu gün Ali İmran Suresinin 183. ayetinden itibaren okuyacağız. Konumuz da Babalar Dininin Çıkmazları. Ayeti kerimeyi okumaya 181’den başlayalım ki bir konu bütünlüğü olsun. “Lekad semi Allahu kavlellezine kalu innellahe fakirun venahnu eğniyau. Allahu Teala, Allah fakirdir biz zenginiz diyenleri işitti. Onların sözünü işitti. Senektubu ma kalu, onların dediklerini yazacağız.” Tabii bu dünyada yazılıyor hiç şüphesiz. Çünkü ağzımızdan çıkan her sözü yazanlar var. Bu yazacağız sözünden, ahiretteki nihai hesaplaşmanın yazısı anlaşılıyor. “Vekad lehumul enbiyae bi ğayri hak. Haksız yere nebileri öldürmalerini de yazacağız.” Yani onun da hesabı görülecek. “Ve nakulü zuku azabel harik. Onlara diyeceğiz ki, ateş azabını tadın! Zalike bima kaddemet eydiyekum. Bu sizin kendi ellerinizle yaptığınıza karşılıktır. Ve ennellahe leyse bizallamin lil abid. Bir de Allah kullarına asla haksızlık yapmaz.” Yani çekeceğiniz ceza sizin yaptığınızın karşılığıdır.
Şimdi bunlar Yahudiler ve kendilerine gelen nebileri öldürüyorlar. Sadece nebileri öldürmüyorlar biliyorsunuz. Ali İmran Suresinin şöyle baş tarafına doğru bir açarsak, 21. ayette şöyle diyor Allahu Teala: “İnnellezine yekfurune bi ayatillah. Allah’ın ayetleri karşısında kendilerini kapatanlar.” Yani Allah’ın ayetini okuyorsunuz, bana okuma diyor. Bana okuma diyor. Anlamak istemiyor, tamam tamam tamam diyor. Ben biliyorum, biliyorum kalsın diyor. “Ve yektulunen nebiyyi bi ğayril hak. Haklı sebep olmadan nebileri öldürenler.” Sadece o değil, “ve yektulunel lezine ye’murune bil kısdi minen nas. İnsanlar içerisinde her şeyin hakkını verin, kimseye haksızlık yapmayın diyenleri de öldürenler. Febeşşirhum bi azabin elim. Onları acıklı bir azapla müjdele.” İşte bunlar Yahudiler!
Bir önceki ayete bakarsak, diyor ki: “Fein haccuke fekul eslemtu vechiye lillah vemenittebean. Eğer sana karşı delil getirirlerse de ki: ben ve bana uyanlar yüzümüzü tamamen Allah’a çevirdik.” Kendimizi Allah’a teslim ettik, Allah ne diyorsa biz onu yapacağız. “Vekul lillezine utül kitap. Kendisine kitap verilenlere söyle.” Ellerinde kitap var, Müslümanlar da kendilerine kitap verilenlerden değil mi? Dolayısıyla Müslümanlar da bu kapsama girer. “Vel ümmiyyinne, ve ümmilere söyle!” Yani ellerinde ilahi kitabı olmayan kişilere söyle! Tevrat, İncil, Kur’an, ya da bir başka ilahi kitap yok ellerinde, onlara söyle! “Eeslemtum, siz de teslim oldunuz mu? Fe in eslemu fekadih tedev. Teslim olurlarsa yola gelmişlerdir.” Yani Allah’ın kitabına teslim olacaklar. “Ve in tevellev feinnema aleykel belağ. Yüz çevirirlerse sana düşen tebliğdir. Vallahu basirun bil ibad. Allah kulları görmektedir.”
Dolayısıyla şimdi burada bu gün okuduğumuz Ali İmran 181 ve devamı ayetlerde, kendi ellerinde kitapları olan ama kitaba uyun dendiği zaman sizi dinlemeyen kişilerdir. Buradaki örnek olan Yahudilerdir. Ama farkı yok! Yahudiler niye sıklıkla Kur’an’ı Kerim’de örnek veriliyor? Müslüman olmaları sağlansın diye değil! Yani bakın görün, siz de aynı durumdasınız. Yani şey değil, bir bakın, bir mukayese edin, aslında farkı yok!
Şimdi Yahudiler Rasulullah’a ne diyorlarmış? 183. ayeti okuyoruz: “Ellezine kalu innallahe ahide ileyna ella nu’mine bi rasulin hatta ye’tiyena bi kurbanin te’kuluhun nar. Allah bize bir görev yükledi, bir rasul gelir, bir kurban getirir, o kurbanı da ateş yemezse.” Yani rasul olduğunun belgesi olarak böyle bir şey olmazsa “onlara inanmamamız konusunda Allah bize görev yükledi diyorlar.” Allahu Teala da diyor ki: “Kul kad caekum rasulun min kalbi. Onlara de ki: Benden önce rasul geldi. Kad caekum Rusulin min kalbi. Benden önce ne kadar rasul geldi size ey Yahudiler. Bil beyyinat, açık belgelerle geldi.” İsa (a.s.) geldi biliyorsunuz Yahudilere. Ne dedi? İşte ben dedi, anadan doğma körü iyileştiririm, bir çamurdan kuş heykeli yaparım, üfürürüm, Allah’ın izniyle uçar. İşte sizin yediklerinizi söylerim, biriktirdiklerinizi söylerim. Bunlar hep Allah’tan birer benim elçiliğimin belgesidir dedi ama çok az kişi hariç diğerleri inanmadılar. Yani o kadar büyük şeye rağmen, mesela şimdi siz Türkiye’de duysanız ki bir yerde bir adam varmış, anadan doğma körleri iyileştiriyormuş. Sırf onu görmek için binlerce insan dökülür. İşte ölüleri diriltiyormuş, bu gösteri için insanlar dökülürler. Bu derece önemli bir şey ve tabii diyor ki ben size elinizdeki Tevrat’ı tasdik etmek için geldim ve size haram kılınan şeyleri de helal kılmak için geldim. Yani hayatınızı daha da kolaylaştıracağım. Hayır, istemiyorlar!
İşte diyor ki Allahu Teala: “Söyle onlara, nice belgelerle geldiler.” İşte İsa (a.s.)! “Ve billezi kultüm, o söylediğinizi de yaptılar.” Ateşin yediği kurbanla da geldiler. “Felime kateltumuhum in kuntum sadıkin. Eğer söylediğinize siz kendiniz inanıyorsanız niye onları öldürdünüz?” Yani şimdi sizin bana inanmamanız, benim Allah’ın elçisi olduğumu bilmemenizden dolayı değil demiş oluyor, Rasulullah (s.a.v.). Çok iyi biliyorsunuz ki ben Allah’ın elçisiyim. Bu bahane! Bir bahane arıyorsunuz işi bir başka tarafa çevirmek için.
“Fein kezzebuke, eğer seni yalanlarsa, sen yalancısın derlerse” ki derler. Fekat kuzzibe rusulin min kablik. Senden önce de çok rasuller yalanlanmıştır.” Pekiyi o rasuller nasıl? “Caul bilbeyyinat, mucizelerle geldiler.” İşte İsa (a.s.)! İsa’yı öldürdük dediler biliyorsunuz. Kur’an’ı Kerim’de var. Bu gün hala Yahudiler İsa’yı bir mümin saymıyorlar. İnanmıyorlar İsa’nın Allah’ın elçisi olduğuna. “Vezzubur, kitaplarla geldiler, büyük kitaplarla geldiler. Vel kitabil Münir.” Mesela bu zubur, belki hikmeti anlatan kitaplar olabilir, çok büyük bir ihtimalle. “Her şeyi açık açık gösteren kitaplarla geldiler.” Pekiyi niye inanmadınız?
Şimdi işin esası şu: Sık sık vurgu yapmaya çalışıyoruz ya! Bir kimseyi mümin yapan onun bilgisizliği falan değil! Aslında gerçeği herkes biliyor ama bir yaşam tarzı var, onu değiştirmek istemiyor, o son derece zor geliyor insanlara. Yani ahireti dünyaya tercih etmektir esas insanı sıkıntıya sokan. Onun için dikkat edin, herkes kendine göre çok ciddi bahaneler bulabilir. Bu gün birisi internetten sormuş, işte benim gözlerimden bir tanesi kör, görmüyor. Bir hanım, her halde 18 yaşlarında gibi anlaşılıyor. Gözümün biri görmüyor, başımı örttüğüm zaman görmediği renginden de çok net bir şekilde anlaşılıyor. Ama evde başım açık olunca saçımı gözümün önüne alıyorum, insanlar anlamıyor. Ben başı açık dolaşabilir miyim? Yani işte bu benim psikolojimi fena halde bozuyor. Ben de ona yazdım, dedim ki: Kardeşim, imtihan ahireti dünyaya tercih etme imtihanıdır. Öyle olduğu zaman şimdi birisi diyecek ki senden çok daha güçlü bir gerekçeyle, çoluk çocuk var, bir sürü bakmakta olduğum insanlar var, şu anda çok sıkışık vaziyetteyim, şöyle bir kredi almak zorundayım, alabilir miyim diyecek? Yoksa benim hayatım mahvolacak. Bir başkası başka şey söyleyecek, bir başkası başka şey söyleyecek. Yani her birimizin önüne, her birimizin önüne tercih etmemizi gerektiren bir dünya çıkacak. Hangi konumda olursak olalım bu bizim için imtihandır. İşte onun için o kızcağıza dedim, sen o zaman gözlük tak kardeşim. O zaman anlaşılmaz.
Şimdi mesela Allahu Teala bize ilk insan olarak Adem (a.s.)’ı örnek veriyor. Ne gibi bir problemi vardı ki yasaklanan ağaçtan yedi? Ve bulunduğu yerden çıkarıldı? Çünkü kendisine öyle bir dünyalık gösterildi ki, halbuki gösteren de Allah’ın bu senin düşmanındır dediği şeytan. Bu senin düşmanındır, bunu düşman bil dedi. Ama o dedi ki ben senin iyiliğini düşünüyorum dedi. O da inandı. Niye inandı? Çünkü hesabına geliyor. Hesabına geliyor. Öyle bir şey söylüyor ki yok olmayacak saltanat. Ne muhteşem bir şey! Ondan sonra, ölümsüzlük! Öf be! Edebiyatta anlatılır işte, Kaf Dağının arkasında ayaz suyu varmış işte bilmem oraya… Şimdi gerçekten öyle bir su olsa, bir bardak içen on sene daha yaşayacak olsa kim neyini vermez ki ona karşılık? Şimdi hele bir ölümsüzlük suyu olursa tamam, bütün şey yaparlar. Dolayısıyla işin esası bu! Yani ahireti dünyaya tercih edememektir. Orada Adem (a.s.) imtihanı kaybetti. Pekiyi burada şunu çok iyi dikkatle düşünelim: Emri veren Allah, diyor ki bundan yemeyeceksin. Her şey serbest! Hiçbir şeye ihtiyacın yok, bütün ihtiyacını burada karşılarsın diyor. Arkasından da diyor ki: Bak bu İblis senin düşmanındır, sakın seni buradan çıkarmasın! Bak burada ne acıkırsın, ne susarsın, ne güneşte kalırsın, bütün ihtiyaçların var. Ama buradan çıkarsan çok büyük sıkıntıya girersin! Bunu söyleyen de Allahu Teala! Bir Adem var bir de Havva var, üçüncü bir adam yok! Ne kötü komşu var ne kötü arkadaş var. Değil mi? Ne efendim bir kısım medya var. Ne şu var, bu var yani bahane edilecek hiçbir şey yok! Eğitim konusunda dünyada her halde en çok problemsiz olan, kötü yetiştirilmemiş değil mi? Öğretmeni Allahu Teala! Kötü yetiştirilmiş birisi değil, en iyi yetiştirilmiş olanlardan birisi. İşte bakıyorsunuz ki hesabına geldiği zaman kendisini öyle haklı çıkarıyor ki. Bu gün mesela bakın, adam faizli kredi alacaksa ya da parasını bankaya faizli yatırmak istiyorsa kendisine o konuda fetva veren hocaları çok rahatlıkla arıyor ve buluyor. İşte esas hoca bu diyor. Tamam, gayet tabii bir şey yani herkes imtihanda. Şimdi öyleyse, yani bize ilk örnek olarak gösterilen Adem (a.s.) böyle yapıyorsa herkes yapabilir. Ben şahsen Adem (a.s.)’ın hayatını inceledikçe hep Cenabı Hak’ka, yarabbi bana yardım eyle diyorum. Yani bakıyorum, kendimden başka kimseye gücüm yetmez. Yani başkalarına laf söylerim ama ancak kendimi düzeltebilirsem düzeltirim, başkasını düzeltmeye yetkim olmaz.
Şimdi burada çok daha ilginç olan bir husus var. Araf Suresinin 27. ayetini açalım. Ki o çok önemli gerçekten! İnsanlara hayatın bir özetini veriyor orası. Çünkü Adem (a.s)’ın yaratılışı, imtihandan geçişi falan, hepsi orada anlatılıyor.
Şimdi burada diyor ki: Az önce işte Adem (a.s.)’la ilgili bu ayet bir önceki sayfada geçmişti. “Ya beni adem.” Hepimize verilen bir şeydir, uyarıdır. “Ey Ademoğulları, la yeftinennekumuş şeytanu. Sakın ha şeytan sizi fitneye sokmasın!” Şimdi bu şeytanın soktuğu fitne nedir? Mesela Adem (a.s.)’ın yaptığı neydi? Meyveden yeme neydi? Kötü bir iş değil mi? Şeytan o kötü işi ne yaptı? Güzel gösterdi. Bu bir fitne! Şimdi fitne kelimesinin asıl anlamı, ateşte yakmak. Altını, gümüşü ateşte eritiyorsunuz, altının, gümüşün içerisinde şey var mı yok mu, katkı maddesi var mı yok mu anlaşılıyor. Bu arındırıyor. Bu şeytanın yaptığı fitne bu değil. Şeytanın yaptığı fitne şu: Şeytan da altını, gümüşü yani bir başkası da altını, gümüşü eritiyor. Mesela altını bir gümüşün üzerine geçiriyor, içi gümüş, dışı altın. Getiriyor size altın fiyatına satıyor. Acaba bu gerçek altın mı? Elbette, şüphen mi var? Hadi gidelim kuyumcuya mihenk taşına vursun. Kuyumcuya gidiyor, mihenk taşına vuruyor, yirmi dört ayar altın kardeşim. Çünkü o taş içini göstermiyor ki. Sadece dış tarafı gösteriyor. İçini görmek için bir matkapla delip onu dışarıya çıkarmak lazım! Şimdi işte şeytanın yaptığı fitne bu! Dışını yirmi dört ayar altınla kaplıyor, içerisi belki demir, belki bakır, belki gümüş, belki başka bir şey. Şen o yirmi dört ayar altın diye hevesleniyorsun, ondan sonra bir bakıyorsun, biraz sonra yıpranıyor, içerisinden paslı bir demir de çıkabiliyor. Onun yaptığı fitne bu! Yani dışını çok güzel gösteriyor ama içi yanlış, içi kötü. Diyor ki: “La yeftinennekumuş şeytanu, şeytan sizi böyle bir fitneye düşürmesin.” Yani kötü işlerinizi çok güzel gösterir, Adem (a.s.)’a yaptığı gibi. “Kema ahrace ebeveykum minel cenneh. Tıpkı anne babanızı o bahçeden çıkarması gibi” size yapabilir diyor. “Yenziu anhuma libasehuma, o ikisinin de elbiselerini soyarak çıkarıyor.” Şimdi öyle anlaşılıyor ki, Adem (a.s.)’la Havva validemiz, evet henüz bir birlerinin cinselliğinin farkına varmış değiller. Şeytan da tabii diğer canlılardan biliyor, erkeklerle dişiler arasındaki bir takım yakınlaşmaların aldatmaya çok elverişli olduğunu gayet iyi biliyor. Onun için edep yerlerini açarak bunları daha kolay saptırmaya çalışıyor şeytan. Halbuki bilmiyor ki Allah bunları birbirlerine eş yapacak, eş yapmış zaten, karı koca olacaklar. “Liyuriyehuma, birbirlerine göstersinler diye, sevatihima, edep yerlerini göstersin diye.” Niyeti o! “İnnehu yerakum huve vekabiluhu minhaysu lateravnehum. İblis ve onun çevresi, onun taraftarları sizin onları görmediğiniz yerlerden sizi görürler.” Şimdi yani insan şeytanları, cin şeytanları falan var. Yani sizi sürekli takip ederler bir tongaya düşürmek için. “İnna cealnaş şeyatıni evliyae lillezine la yu’minun. Şeytanları inanmayanların evliyası yapmışızdır” diyor.
Yani inanmayanlar kim? Şimdi az önce şey yaptık ya! Diyorsunuz ki: Hadi Allah’ın ayetine uy! Duymazlıktan geliyor. Ayet okuyorsunuz, tamam kapat kapat kapat, başka şey konuşalım diyor. Kendini Allah’ın ayetine şey yapıyor. Bunlar inanmış insanlar değil! İnanmış insanlar olsa ne der? Aaa… Gerçekten öylemi? Allah Allah ben hiç bunu bilmiyordum der. Tamam hay hay! Şu ayete bakalım. Tamam elbette bakalım der. Allah ne diyorsa o! İnanan bunu yapar. İnanmayan, bana beş yüz tane de ayet okusan vız gelir. Beş yüz değil, hepsini de okusan hiç önemli değil! Çünkü onun gözünde Kur’an her zaman ikinci sıradadır. İşte şeytanlar, bu inanmayan insanların evliyasıdır. Onlara daha yakındır yani. Pekiyi bu insanlar ne yaparlar?
“Veiza fealu fahişeten, çirkin bir davranış yaptıkları zaman, kalu vecedna aleyha abaena. Nesi varmış ya? Babalarımız da bunu yapıyordu.” Mesela şimdi Müslümanlara şey yaparsak, esirler alıyorlar, bir kısmını köle, bir kısmını cariye yapıyorlar, cariyeleri de odalık olarak kullanıyorlar. Kardeşim bu caiz değildir, bu çirkindir! Sen ne konuşuyorsun ya? Bunca mezhepler şey yaptı da sen kimsin diyor? İşte “babalarımızı ona göre bulduk. Vecedna aleyha abaena.” Uyuyor mu Enes Hoca?
Enes Alimoğlu: Evet!
Abdülaziz Bayındır: Tamı tamına uyuyor değil mi? Bak şimdi defalarca anlattım. Çünkü beni çok fazla etkiledi. Yine de anlatayım. Geçen hafta da söyledim ama iyice kafalarımıza yerleşsin diye, Mikail Bayram Hocanın anlattığı bir husus.
Ömer (r.a.)’a, Sad İbni Ebi Vakkas mektup yazıyor, İran’ı fethetmiş, çok sayıda esir ve inanılmaz boyutlarda ganimet aldık. Esir demiyor, esir kelimesini kullanmıyor. Ben yanlış söyledim. İnanılmaz şeyler aldık, ganimetler aldık ve çok sayıda çocuk ve kadın var diyor. Çünkü erkekler çekmiş gitmiş, çocuk ve kadınlar kalmış. Savaş bittiği zaman esir olmaz! Artık savaş bitmiş. Savaş bitene kadardır esirlik. Savaş bitti, daha kimi esir alacaksınız? Mesela Mekke’de kimse karşı koymadığı için bir tane esir yoktur. Karşı koyacak insanlar çekmiş gitmiş. Ömer (r.a.) diyor ki: O ganimetten kadınlara ve çocuklara dağıtın diyor. Ondan sonrakiler ne yapıyor? Bütün mezhepler ittifakla, bunlar sizin ganimetiniz diyor. Mal yapıyor onları, mal! Çocukları, kadınları da mal! Git pazarlarda sat! Bu senin malındır diyorlar. İşte bu “veiza fealu fahişeten.” Bu çirkin bir davranış değil mi? Ne diyorlar? “Kalu vecedna aleyha abaena. Babalarımızı ona göre bulduk.” Bütün mezheplerde var! Kardeşim, o kadar mezhep yanlış da sen mi doğrusun diyorlar? Yav kardeşim, ben doğruyum diyen yok ki! Yani sizi kendimize çağırıyorsak biz de sizden daha yanlış yoldayız demektir. Değil mi? Bunun bana göresi, sana göresi olmaz ki! Allah bir kitap göndermiş. Sizi Allah’ın kitabına çağırıyoruz.
Geçenlerde birisi diyor ki: Ya hocam, ya bu kadar hoca varsınız, bir araya gelin, bir görüş birliği yapın falan! Yav kardeşim, bu din hiç birimizin babasının çiftliği değil ki, gel sen şunu söyle, ben bunu söylüyorum, şu noktada birleşelim diyelim. Bu din Allah’ın dinidir. Gelin şu kitapta birleşelim! Diyeceğimiz budur değil mi? Başka bir şey söylemeye hakkımız var mı? Bunun sana göre, bana göresi olmaz ki! Şimdi mesela çocukların evlendirilmesini geçen hafta konuştuk. Mesela, Ömer (r.a.)’ın uygulaması tamamen Kur’an’ı Kerim’in uygulamasıdır. Bak ne diyor? Bir de o kadınlar, askerlerle kadınları evlendirin diyor. E şimdi oraya yeni hakim olmuş insanlar, oraya efendi olmuş insanların eşi oluyor bunlar. Birden bire derecesi yükseliyor. O zaman bunu gören kim Müslüman olmak istemez ki? Onun için çok kısa sürede İslam yayılıyor. Ama onun yerine Abbasiler geliyor, sınırlarda akınlar yapıp, gidip erkeklerini kadınlarını getirip pazarda satıyorlar. Mallarını yağmalıyorlar. E kardeşim sana kim inanır? Sana kim inanır? Ondan sonra diyorsunuz ki: Atalarımız böyle yapmıştı. Mesela bana bunu söylediğim zaman diyecekler ki: Sen kim oluyorsun? Osmanlı’da o kadar akıncı kuvvetleri vardı, bu dediklerini yaparlardı. Sen yani şey mi? Yok ben kimse olmuyorum. Sadece Allah’ın ayetinde olmayanı söylüyorum size. O kadar akınlar yaptılar da dört asır kaldıkları Romanya’da kaç tane Roman Müslüman oldu? Geriye buradan götürdükleri Evladı Fatihan’ı geriye, buradan giden Evladı Fatihan geri gelmedi mi? Ama Ömer (r.a.)’ın zamanında kimse gidip de oralarda kalmıyordu ama o insanlar İslam’ın güzelliğini görünce canı gönülden dört elle sarılıyorlardı İslam’a. Mesele bu!
Onun için “Veiza fealu fahişeten kalu vecedna aleyha abaena. Babalarımızı ona göre bulduk.” Bu gün mesela insanların Müslüman olmasını engelleyen şeylerin temelinde bu var. Bu var! Yani biz şimdi bir Müslüman ana babadan doğup büyümüşüz de bize çok normal geliyor. Ha, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta daha mı iyi? Yok, değil! Ama şu var: Dikkat ederseniz batılılar o aydınlanma çağı dedikleri çağdan sonra büyümeye başladılar. Niye? Biraz sonra bir ayet daha okuyacağım, orada görürsünüz, o andan itibaren fıtratlarına döndüler. Yani o tamamen çığırından çıkmış olan Hıristiyanlık anlayışını terk ettiler, fıtratlarına döndüler. Fıtratlarına dönünce, onlarla kıyasladığınız zaman onlardan çok daha iyi konuma geldiler, Allah da onlara zenginlik nasip etti. Şimdi o fıtratlarıyla hareket edenler, onların fıtratları mesela İslam ülkeleri, gerçi o fıtrat bizde de var yani her tarafta var. Şimdi bu din eğitimi zayıfladı, geriye bırakıldı. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni döneminde de biliyorsunuz din eğitimi yasaklandı, işte İlahiyat fakültesi kapatıldı, İstanbul’daki Dar-ul Fünun, ilahiyat fakültesi kapatıldı, din eğitimi yasaklandı. Bu ne oldu? Bu faydalı bir noktaya döndü, insanlar fıtratlarını keşfetmeye başladılar. Şimdi bu keşfedilen fıtratlarla, artık eski halini insanlar bilmiyor dinin, hele muamelat kısmını hiç bilmiyorlar. Şimdi ben kendimden biliyorum, 1976’da İstanbul Müftülüğüne geldim, müftülüğün kapısından içeri girerken nasıl girdiğim her halde birisi tarafından resmedilmeliydi, o kadar heyecanlıydım ki! Ahmet Vanlıoğlu müftü yardımcısı, ben de müftü yardımcısı olarak tayin edilmişim. Getirdim tayin evrakını önüne koydum, o da bakmadan imzaladı. Sonra biraz sonra yanına geldim müftü yardımcısı diye. Yav bu ne biçim bir şey? Sen müftü yardımcısı oluyorsun, az önce müezzin mi imam mı diye attım hiç bakmadan attım imzayı, ya insan kendini tanıtır. Yav dedim benim konuşmaya mecalim mi var heyecandan?
Şimdi orada başladık göreve. Aaa baktık ki, burada din namına bilinen şeyler, namaz, oruç, hac, zekat. Biraz da işte evlilik ve boşanma hükümleri, başka bir şey yok. Şimdi ekonomiyle ilgili ya da başka şeylerle ilgili sorular soruyorlar falan. Allah Allah! Baktım ki muamelatla ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Şimdi bunun bilinmemesi hayırlara vesile oldu. Türkiye’de dikkat ederseniz işte yanlış uygulamaları herkes tenkit ediyor. Bu uygulamalar İslam’da yok diyor. Bu İslam’da yok derken kendi fıtratını konuşturuyor. Diyor ki: Böyle İslam olmaz diyor. Gerçekten olmaz! Ama bilmiyor ki İslam da Kur’an’sız ve Rasulullah’ın uygulamasından uzak bir İslamiyet ortaya çıkmış asırlar içerisinde.
Evet, şimdi burada diyor ki: “Veiza fealu fahişeten kalu vecedna aleyha abaena.” Yanlış yaptılar mı hemen atalarına atıfta bulunuyorlar. “Vallahu emarana biha” diyorlar arkasından hemen, “bunu Allah emretmiştir canım!” Yani Kur’an’da sünnette olmazsa bizim eski büyüklerimiz bunu yapar mı?
Geçende Fatih anlatıyor, Fatih’e de Servet anlatmış. Televizyonun birinde çocukların evlendirilmesiyle ilgili, isim vermeden bir özetlesene! Anlatılanı ben şimdi eksik şey yaparım.
Fatih Orum: Evet, orada genel şey şuydu.
Abdülaziz Bayındır: Sen de izledin mi o programı?
Fatih Orum: Ben daha sonra Youtube’dan şey yaptım onu.
Abdülaziz Bayındır: İzledin ha, tamam!
Fatih Orum: Deniliyor ki: Talak Suresinin 4. ayetinden hareketle işte küçüklerin evlendirilmesine gelenek cevaz vermiş. Esasında işte bir kısmı çıkıyor diyor ki: Talak Suresinde böyle bir şey yok! Hiç uğraşmasınlar böyle bir şey, durumu kurtarmaya uğraşmasınlar, hayır kardeşim, Kur’an’da bu var diyor. Niçin var? Diyor ki: Olması da gerekir zaten. Çünkü Kur’an’ı Kerim belli bir dönemde ve belli bir coğrafyaya indiği için o dönemdeki insanların genelde işte yaptıkları şeyler üzerinden, sordukları sorular üzerinden hareketle bir takım çözüm önerileri getirdi, o dönemde de böyle bir şey vardı, Allah onların dilinden konuştu, dolayısıyla hiç kimse Kur’an’da bu yoktu falan deyip durumu kurtarmaya çalışmasın! Vardı kardeşim diyor. Ha ama bu gün günümüze gelecek olursak, tamam günümüzde böyle bir şeyi düşünemeyiz. Tamam yani biz çocuklar evlendirilsin demiyoruz ama Kur’an’da da böyle bir şey yoktur diyemeyiz, vardı. Çünkü o dönemde bu uygulama vardı, Kur’an da bu uygulamayla ilgili bir takım şeyler o dönemdeki insanlara söylemeye çalıştı diyor. Genel şey bu, format buydu yani.
Abdülaziz Bayındır: İşte bir çok kimsenin hesabına da geliyor, bu hoşlarına gidiyor tabii. Şimdi Kur’an’da vardır diye söyleniyor. Halbuki Kur’an’da, size defalarca burada okuduk. Fatih’in de bu konuda güzel bir yazısı var. Bizim sitede yayınlanıyor mu? Yayınlanıyor, küçüklerin evlendirilmesi diye. O kadar çok ayet var ki bu konuda! Şimdi bakın hemen, birisi sorarsa, hemen sizin cevap vermeniz için Kur’an’ı Kerim’den bir şey göstereyim. Bak işte hemen şurada, “vallahu emarana biha” diyorlar. Yani çocukların evlendirilmesi. Geçen hafta burada okuduk size, hatırlarsınız. Bir kadın kumasını emzirirse, değil mi? Kuması emme yaşında, iki yaşından küçük. Burada Ömer Nasuhi Bilmen’in Islahatı Fıkhiye Kamus’undan okudum ben size. Kadım kumasını emziriyor, emzirdiği an kadın kocasının kaynanası konumuna geçiyormuş, dolayısıyla nikah ebediyen düşüyormuş. Bir! Pekiyi emzirdiği karısı, yani daha iki yaşından küçük olan karısı, bak karısı diyor o kitap, ben demiyorum yani. Pekiyi emzirdiği karısı ne oluyor? Eğer diyor, o emziren kadınla gerdeğe girmişse, emzirdiği kızı konumuna gelir, ikisinin de nikahından düşer diyor. Bütün kitaplarda var, biz daha şeyde okumuştuk, ta talebeliğimizde bunları okumuştuk. Şimdi ve bu işte şey yapılıyor, kitaplara mal ediliyor. Talak Suresinin 4. ayetinde şeyden bahsediliyor, iddetten bahsediliyor. Yani boşanan kadınların beklemesi gereken iddetten. İddet beklemenin şartı da Ahzab Suresinin 47. ayetine göre eşiyle ilişkiye girmiş olmaktır. Dolayısıyla o küçük çocuklar eşiyle ilişkiye girmiş sayarak henüz adet görmemiş olanlar üç ay bekler diyorlar. Şimdi orada üç ay bekler derken, bakın isterseniz açın şeyi de bir daha tekrar edeyim. Çünkü bunlar maalesef istemediğimiz şeyler ama bir de bizi şeyle suçluyorlar. Neyle suçluyorlar? Çağa uyma mı ne o bir şey söylemiştin?
Fatih Orum: Modernist!
Abdülaziz Bayındır: Modernist, ha modernist! Allah Allah! İyi modernist olalım tamam! Biz sadece müslümanız elhamdülillah!
Şimdi bak burada enteresan bir şey, onu da siz gider bakarsınız, benim bir daha şey yapmama gerek yok yani burada. Bu 4. ayette diyor ki: İşte “adetten kesilmiş olanlar, eğer şüphelenirseniz üç ay beklerler, adet görmeyenler de öyle!” Bazı kadınlar vardır ki adetten kesilmemiştir ama üç ay, dört ay, beş ay, bir yıl, iki yıl adet görmeyebilir. Yani bir problemden dolayı, psikolojik de olabilir. Onlar da üç ay bekler. Şimdi bu adet görmeyenleri, henüz adet görmeyenler diye tercüme etmişlerdir. Henüz adet görmeyenler deyince çocuk yaşta. Pekiyi İddet beklemenin şartı da cinsel ilişki, onu da açıkça söylüyorlar ki olabilir diyorlar. Bunun için de kadınlara gösterirler, bu çocukla ilişkiye girilebilir mi? Onlar girilir derlerse girerler diyor. E göstermezse? O zaman geçen sene Yemen’de olduğu gibi kan kaybından çocuk ölür. Ne babası suçlu sayılır, ne anası, ne şusu, ne bu! Eh ne yapalım, dinimizin emri! Ona da şehit diyebilirler belli olmaz! Gerçi çocuk, şehit deseler ne olacak?
Şimdi, pekiyi burada bu fetvayı veriyorlar da asıl ayetin muhatabı olan kadınlar ne kadar iddet bekleyecek? Diyorlar ki, işte diyelim ki on beş yaşında eşi boşamış, kadın da adet göremiyor, psikolojisinden dolayı. Diyor ki, bekler, bütün emsalleri adetten kesilir, altmış yaşına mı girer artık elli beş yaşına mı? Neyse! Ondan sonra üç ay iddet bekler, ondan sonra istediği ile evlenir diyor. Şimdi asıl hükmü ortadan kaldırdıkları için ne hale getirmişler görüyor musunuz? Bakın, dini kendine uydurma!
Şimdi esas size göstereceğim şurası, daha önce onu hiç söylememiştim. Bu 14. surenin 4. ayetini açalım, bir hazırlık olsun diye sadece, asıl ayetten önce. Şimdi burada diyor ki: “Vema erselna min rasulin illa bi lisani kavmihi li yubeyyine lehum. Her elçiyi kendi kavminin diliyle göndeririz ki onlara meseleyi açık açık anlatsın.” O zaman Rasulullah’ın kullandığı sözler, Kur’an’ı Kerim’de geçen sözler nereden seçilmiş oluyor? Arap dilinden değil mi? Pekiyi az önce anlattığım olayda, yani şu anda fıkıhta, evlenme çağı diye bir çağ var mı? Hayır! Fıkıhta, fıkıhta? Yani bir kadın kumasını emziriyorsa, iki yaşından küçükse evlenme çağı diye bir şey olur mu? Evlenme çağı diye bir şey yok! Şimdi o toplumda, diyorlar ki, az önce Fatih söyledi ya, efendim çocuklar evlendiriliyordu. Bakalım ki Arap toplumu gerçekten çocukları evlendiriyor muymuş? Evlendiriyorlarsa onlarda evlenme çağı diye bir kavram olur mu? Olur mu? Çocukları evlendiriyorlarsa? Bakın şimdi Nisa Suresinin 6. ayetini açalım. 4. sure!
Diyor ki burada Allahu Teala: “Vebtelul yetama, yetim çocukları deneyin!” Çünkü yetim çocuk, babası ölmüş, anası ölmüş çocuk demektir. Onlardan kalan malları idare edemediği için birisi o mallara bakıyor. “Yetim çocukları deneyin” diyor. “Hatta iza belağun nikah, nikah çağına varıncaya kadar.” Araplarda nikah çağı diye bir kavram var mıymış? Kur’an, çünkü onların kullandığı kelimelerle, değil mi? Çocuk daha şimdi yeni doğmuş çocukla evlendirilir, kitaplarda var bu! Size daha önce söylemiştim yani, Hanbeli mezhebinde ana karnındayken de evlendirebiliyorlar kız doğması şartıyla ya da oğlan doğması şartıyla. Şimdi bak, “yetimleri nikah çağına varıncaya kadar deneyin.” İşte ben Medine’deki Medine ulemasıyla bu meseleyi şey yaparken onlara dedim ki: Nikah çağı diye bir kavram var mı? Yok öyle bir şey dediler. Okudum bu ayeti. Aaa lan varmış dediler yav. Allah Allah, lan biz bu ayeti talebelere ne kadar okuyoruz dediler. Hiç de düşünmemiştik. Pekiyi dedim, sadece o mu? Diyor ki: “Fein anestum minhum rüşden fetfeu ileyhim emvalehum. Onların reşit olduklarını anlarsanız mallarını verin.” Pekiyi mal verme işi evlilikte olmazsa olmaz şartlardan.
Hemen öncesinde diyor ki: “Veatun nisae sadukatihinne nihleh. Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin.” Kadına, babasına değil! Malı alabilmesi için bu ayete göre ne olması lazım? Reşit olması lazım! Verebilmesi için de reşit olması lazım! Tabii bunları da okuyunca eyvah dediler. Şimdi pekiyi burada modernlikle bir alakası var mı bunun? Bir başkasına özenme var mı burada? Gayet açık!
Ama işte şimdi tekrar şeye gelelim, Araf Suresinin 28. ayetine. Bakın orada ne diyor Allahu Teala? Bak böyle yaparlar diyor: “Ve iza fealu fahişeten.” Bu genel, Adem (a.s.)’dan sonra tüm insanların, yanlış yola gidenlerin genel tavrını söylüyor. “Ve iza fealu fahişeten, çirkin bir şey yaparlarsa, kalu vecedna aleyha abaena, babalarımız yapmış kardeşim,” sen onlardan daha mı iyi biliyorsun? “Vallahu emerana biha, bunu bize Allah emretmiştir.” İşte Fatih’in anlattığı gibi, ayete yanlış anlam vererek Allah emretmiştire çeviriyorlar, bak gördünüz mü? “Kul innallahe la ye’muru bil fahşa’, deki Allah çirkinlikleri emretmez.” İşte Allah çirkinlikleri emretmediği için bu yanlışlarla şartlanmamış olan, işte batıda Hıristiyanlıkla şartlanmamış, Türkiye’de yanlış İslam inancıyla şartlanmamış kişiler kalkıyorlar, bu İslam’da yoktur diyorlar. Niye? Çünkü Allah böyle çirkinliği emretmez diyorlar. Ayeti okuduklarından değil, fıtratları onu söylüyor onlara. Fıtratları onu söylüyor onlara. Ama doğrusunu da söylüyor. Evet, “etekulune alallahi mala ta’lemun. Yani şimdi siz bilmediğiniz şeyi Cenabı Hak’ka mı malediyorsunuz?” İşte dikkat ederseniz bütün şeyler, mesela işte kölelik cariyelikle ilgili hiç ayet bulamıyorlar. Esirlerin öldürülmesiyle ilgili hiç ayet bulamıyorlar. Savaşta meleklerle ilgili ayeti getirip esirlerin öldürülmesine delil alıyorlar. Ayet bulamıyorlar, cariyeleri odalık olarak kullanma konusunda ya da esirleri kullanma konusunda bulamıyorlar. Tutuyorlar, Mebsut’ta Firavun’un İsrailoğulları için söylediği sözün bir kelimesini delil alarak, nasıl olsa millet okumaz, bu kitapta geçiyorsa böyledir diyerek, Firavun’un sözünü, Mebsut’ta yazmış, kölelik ve cariyelik için delil alıyorlar. Şimdi bu Allah’ın emrettiği şey oluyor. Şimdi gördünüz mü bakın atalar dini neymiş? Şimdi biz orada bu gün Yahudileri okuduk ama bizde olmaz değil! Bizde olmaz olsa Cenabı Hak Yahudileri bize anlatmaz ki! Aynı şey hepimizde de olabiliyor.
Evet şimdi bir de şey yapalım, Yunus Suresinin 75. ayetini açalım. 10. sure, diyor ki: “Sümme beasna min ba’dihim musa ve harune ila firavne ve melaihi bi ayatina festekberu ve kanu kavmen mücrimin. Felemma caehumul hakku min indina. Onlara bizim katımızdan gerçek gelince.” Ne derler? “İnne haza lesihrun mubin. Bu apaçık sihirdir” kardeşim. Bizi kandıramazsın diyorlar. Mesela bize ne diyorlar: Siz ayetlere yanlış mana veriyorsunuz diyorlar. Demiyorlar mı? Ben hep duyuyorum, siz ayetlere yanlış mana veriyorsunuz. E yanlış mana veriyorsak Arap dili açık kardeşim değil mi? Gelirsiniz, oturur konuşuruz. Niye kaçıyorsunuz? Kimin yanlış mana verdiğini ortaya koyalım, buyurun, gelin! İşte yanlış mana veriyorsunuz demek ne demek? Büyülüyorsunuz bizi, insanları etkiliyorsunuz demektir. İşte şeye de öyle söylüyorlar. Hakikat geldiği zaman doğruyu anlıyorlar, siz sihir yapıyorsunuz, büyülüyorsunuz bizi diyorlar. “Kale musa etekulune lilhakkı lemma caekum. Bu gerçek size geldiği zaman mı bunu söylüyorsunuz” diyor. “Esihrun haza. Yani bu bir sihir mi gerçekten? Vela yuhlihus sahirun. Sihir yapanlar umduklarına kavuşamazlar.” Çok basit! İşte ortada metin var, buyurun gelin!
Evet onlar da aynı şeyi söylüyorlar Musa (a.s.)’a “Kalu eci’tena litelfitena amma vecedna aleyhi abaena. Siz babalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden bizi çevirmek için mi geliyorsunuz?” Dikkat ediyor musunuz? Hiç fark etmiyor, ister firavun toplumu olsun ister işte bu günkü Türkiye toplumu olsun! Hiç fark eden bir şey yok! Doğruyu da pekala anlıyorlar ama üstünü kapatmak için siz bizi kandırıyorsunuz, siz bizi işte şöyle yapıyorsunuz, böyle yapıyorsunuz diyorlar. “Vema nahnu lekuma bimü’minin. Biz sana inanacak değiliz.” Ha! “Vetekune lekumel kibriyau fil ard. Burada hakimiyet sizin elinize geçsin istiyorsunuz.” Yani istiyorsunuz ki siz bu milletin tepesine binesiniz. Şimdi söylüyorlar: Ne yani Kur’an’ı Kerim Süleymaniye Vakfına mı indi? Yirminci asırsa şey mi?
Bir eski müftü diyor ki: Allah çok geç kalmış sizi göndermekte, çok gecikmiş. Lafa bak! Sanki kendimize ait bir iddiada bulunuyormuşuz da! La kardeşim, bildiğin bir şey varsa söyle! Sen bu konuyu bilen bir kişi olarak geçiniyorsun. Sen böyle bir söz söyleme hakkına sahip değilsin! De ki, şu ayete şu manayı veriyorsunuz, bu yanlıştır, şöyle şöyle yapmanız lazımdır de! Değil mi, öyle söylemesi gerekmez mi?
Evet, şimdi son olarak Maide Suresinin 104 ve 105. ayeti kerimesini okuyalım.
Evet bak diyor ki: “Ve iza kıle lehum, bu insanlara söylenirse, tealev ila maenzelallah ve ilel rasul.” Yani şimdi bu ayeti bu günkü Müslümanlar olarak düşünün! Şu anda karşınızdaki Müslümanlar ki büyük bir çoğunluk “Allah’a ve rasulüne gelin dendiği zaman, kalu hasbuna mavecedna aleyhi abaena, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.” Bizim mezheplerimiz bize yeter. Ben mezhebimden memnunum. Bizim mezhebimiz bize yeter.
Şeyde, müftülükteyim. Birisi telefon açtı. Enflasyon farkı alınır diye fetva vermiştik. İşte bu seksenli yılların başları, telefon açtı, hocam siz enflasyon farkının alınacağını söylemişsiniz. Evet dedim. Yav hocam benim bu işe aklım ermedi, ben bir gelsem bunu bana izah etseniz olmaz mı dedi. Tamam dedim, buyurun gelin! Geldi, şimdi Celal Hoca vardı, Celal Börühan, benden daha yaşlı, gerçekten kafası çok iyi çalışan, Arapçası da çok çok iyi olan bir adam. Şimdi artık emekli, Diyarbakır’daymış galiba! Epey zamandır göremiyorum, Bingöllüdür kendisi. O da benim odamdaydı, o şahıs içeriye girince hemen kalktı, o hoş geldin! Meğer meşhur bir alimmiş. Güneydoğuda çok meşhur bir alimmiş. Hemen tanıdı, oturttu, tanıştırdı. Hocam işte enflasyon farkı? Dedim ki: Allahu Teala faizi yasakladığı ayette diyor ki: “Esteuzubillah, la tazrimune vela tuzrimun, haksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.” Ne diyor? “Fe intubtum fehum ruisu emvalikum, faizden tevbe ederseniz ana malınız sizindir.” Verdiğinizi alırsınız ama bir şartla, “la tazrimune vela tuzrimun, haksızlığa uğramaz ve haksızlık da yapmazsınız.” Eğer dedim enflasyonla paranın değeri düşmüş hala da düşük değeri verirse bu adama haksızlık etmiş olmaz mı dedim? Hocam biliyorsun biz ayetten anlamayız dedi. Neyse! Şimdi Celal Hoca saygı gösterdiği için ben de şey yapmadım. Ondan sonra dedim ki: Rasulullah (s.a.v) demiştir ki: “La zarara vela zarara fil İslam. İslam’da zarar etmek ve zararı zararla karşılamak yoktur.” Bir kimseye zarar da veremezsiniz, zararı zararla da karşılayamazsınız. Bir adam senin camını kırdıysa gidip onun camını kıramazsın. Zarar zararla karşılanmaz. Ona tazminat ödettirirsin, o ayrı bir konu. Ya da bir kimseye zarar veremez. Hocam biliyorsun biz hadisten anlamayız dedi. Neyse, demek ki çok iyi zamanıma rastlamış. Sonra dedim ki: İşte Ebu Yusuf’un Hanefi Mezhebinden görüşünü söyledim. Orada kitabı da açtık tabii onların Arapçaları da çok iyi. Bak dedim burada böyle yazıyor. Hocam ben Şafi Mezhebindenim dedi. Pekiyi dedim! Şafilerden Tuhfetül Muhtaç vardır, çok değer verdikleri bir eserdir. Açtım Tuhfetül Muhtaç’ta ibareyi gösterdim. Hah şimdi oldu, Allah razı olsun dedi. Dedim: Şimdi olmadı, Allah senden razı olmasın dedim. Sen ne biçim hocasın dedim yav. Allah’ın ayetini gösteriyorum, anlamam diyorsun. Rasulullah’ın sözünü gösteriyorum, anlamam diyorsun. Ya pekiyi bu şahsın doğru anladığını nereden biliyorsun? Bu senin ilahın mı? Yok hocam, teşekkür ederim dedi, kalktı saygıyla gitti.
Sonra bir gün, işte olacak şey ya; Güney doğu müftülerinden bir müftü beni bunun medresesine götürmüş. Haberim yok! Onun medresesi olduğumu nereden bileyim? Burada bir hafta önce öğrendim onu. Şimdi, il müftüsü ve ilçe müftüsü, çevrenin on, on beş tane de önde gelen uleması falan var. Onun medresesi olduğunu o zaman öğrenmiştim de şimdi şu anda anlatacağım olayı iki hafta önce öğrendim. Şimdi oraya girdik, orada tabii bu mezheplerin dördünün de yanlışlarını ona gösterdim, falan. İşte Hanefi, Hanbeli, Maliki falan! Önce dedim, onlar Şafi ya, dedim, biliyorsunuz Hanefi Mezhebinde kızlar velisiz evlendirilir. Rasulullah da velisiz evlendirmeyi yasaklamıştır, haberiniz olsun ben Hanefi Mezhebinden Allah’a sığınırım dedim. Öf be! Bir sevindiler, müthiş! Şimdi dedim ki, pekiyi aynı konuda Şafi, Maliki ve Hanbeli Mezheplerinin görüşlerine bir bakalım. Bu konuyu en güzel yazan kitap hangisidir? El Muni! Ha öyle mi, var mı? Getirin bakalım! Getirdiler. Şimdi okudular. Kadının evlenmede yetkisi yok! Ne nikah masasına oturabilir, ne şahit olabilir! Yani evet de diyemez, şu da bu da! Mutlaka velisi kendisini temsil etmesi lazım! Delil? Yok! Ne ayet var, ne hadis var. Hiçbir şey yok! Pekiyi, eğer bakire kızsa ya da çocuksa? Babası istediği kişiyle evlendirir. İtiraz hakkı yok, üç mezhepte. Şafi Mezhebinde bazı ufak tefek şeyler var ama öyle esasa dokunan şeyler değil. Delil olarak bir şeyler yazmışlar ama sanki delilmiş gibi. Hiç alakası yok tabii. Pekiyi bunlar delil olur mu dedim? Şimdi yaşlılar seslerini çıkarmıyorlar, gençler olmaz hocam diyorlar. Şimdi gençlerin problemi yok, yaşlıların problemi var. Ondan sonra bir hadis yazmışlar, bir ayet yazmışlar. Bunlara o manaları vermek imkanı var mı? Mana da vermişler, Arapça’da böyle bir şey var mı dedim? Yok! Beyler haberiniz olsun, bu dört mezhepten de Allah’a sığınırım dedim. Neyse tabii hiç birisi ağzını açamadı. Hala tartışılıyormuş ki iki hafta önceki şey, diyor ki o gelen: Hocam diyor, o akşam o hocanın taziyesi çıkmış demiler, taziyeye gitti diye. Dedi ki: Hocam o oradaymış da arka odada oturmuş, senin yanına çıkmaya cesaret edememiş. Şimdi işte esas cümle bu!
Şimdi yav kardeşim bu Allah’ın dini! Sizin babanızın dini mi yani? Görüyor musunuz babalar dini meselesini, insanı ne hale getiriyor? Bak kaçıyorlar! Kaçıyorlar! Pekiyi, Allah’a hesap vereceğini hiç düşünmüyor musun kardeşim?
Evet, şimdi bir ara verelim.