Abdülaziz Bayındır:
Bugün Âl-i İmran suresinin 149. ayetinden itibaren devam edeceğiz. Burada Allahu Teâlâ “Müminler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz, onlara boyun eğerseniz, onların istediği gibi davranırsanız sizi gerisin geriye çevirirler ve kaybetmiş olursunuz, zarara uğrarsınız, durumunuz eskiye döner (yani durumunuz değişir), kazançlı çıkmazsınız.”
Şimdi, kâfir kelimesi, biliyorsunuz örtme anlamına geliyor. Kâfirler kendilerini Allahu Teâlâ’nın emirlerine kapatıyorlar, yasaklarına kapatıyorlar. Yani duymak istemiyorlar. Gözlerini kapatıyorlar, kulaklarını kapatıyorlar, ağızlarıyla konuşmuyorlar. Dolayısıyla bunlar kendilerini doğrulara kapatan kimseler oluyor. Bir tek doğruya da kapatsa yine kafir oluyor. Yani Allahu Teâlâ’nın dinini kendi arzusuna uydurmaya çalışan kişi de kafir oluyor. O açıdan baktığımız zaman, kafirlerin sayısı oldukça fazla. Dört dörtlük Müslüman gördüklerimiz de bu gruba giriyor maalesef. O zaman “onlara boyun eğerseniz kaybedersiniz” diyor Allahu Teâlâ. Öyleyse bize din adına herhangi bir yerde bir şey konuşan kişiyi ciddi ciddi sorgulamamız lazım. Allahu Teâlâ bize öyle bir vücut vermiş ki bu vücut yanlışları kabul etmez. Yani eğer size yanlış bir bilgi verilirse bir konuda içinize yatmaz. Herhangi bir şey içinize yatmıyorsa onu tatmin oluncaya kadar sorgulamak lazım ki böyle bir duruma düşmeyelim.
“Sizin mevlanız Allahu Teâlâ’dır. Sizin dostunuz Allah’tır.” “O, yardım edenlerin hayırlısıdır.” Şimdi insanlar, çoğunlukla kafirlere boyun eğerken onların çeşitli desteklerini alma arzusuyla boyun eğerler. Yani onlarla işbirliği yapacaklar, bir takım menfaatler elde edeceklerdir. Dolayısıyla sizin ihtiyacınız yardımsa yardım yapacak olan Allahu Teâlâ’dır. İşte bu iman-küfür meselesi böyle. Sıkıştığınız zaman, kendinizi korumasız gibi gördüğünüz zaman, zorlandığınız zaman, çok zorda düştüğünüz zaman da diyeceksiniz ki “Benim Rabb’im var. Bana yardım eder.” İşte esas iman, imtihan o noktada ortaya çıkıyor. Biraz sonra bunu ayrıntılarıyla göreceğiz inşallah.
Allahu Teâlâ bize karşı bir teminat da veriyor. Diyor ki “O kafirlerin kalplerine korku salacağız” diyor. Yani o kafirlerin kalplerinde korku olduktan sonra herhangi bir problem yok. Yani demek ki bize düşen kafirleri asla dost edinmemek, onlara boyun eğmemek, itaat etmemek. Yani dost edinmemek meselesi şu: İyi ilişkiler içerisinde olmamak manasında değil. Yani kendimizi onlara teslim etmemek, onların emri altına sokmamak. Ya da ilişkileri ayarlarken bizimle ilgili karar verecek konuma getirmemek onları. İşte Allahu Teâlâ diyor ki “O kafirlerin kalbine korku salarız, müşrik olmalarına karşılık.” Şimdi bakın burada iki kelime geçiyor, çok önemli. “Müşrik olmaları sebebiyle kafirlerin kalbine korku salarız.” O zaman bütün kafirler neymiş? Müşrik değil mi? Bunu çok iyi bilelim. Bütün kafirler müşrik. Yani müşrik olmayan tek bir kafir yoktur. Çünkü kafir örten demek, biliyorsunuz. Örttüğü zaman neyi öne alıyorsa, neyi esas alıyorsa onunla Allah’ı ortak koşmuş olur. Kendi kişisel menfaatini öne almışsa o zaman kendi nefsini ortak koşmuş olur ya da herhangi birisinin görüşünü Allah’ın emrinin önüne alıyorsa o zaman da onu ortak koşmuş olur. Şimdi birçok kimseye diyorsunuz ki Allahu Teâlâ şöyle diyor. Onlara ayeti okuyorsunuz açık ve net bir şekilde. Ha o şunu söyleyebilir: Acaba bu ayete verilen mana doğru mu? Onu araştırıyorsa yapılacak bir şey yok. Onu sadece tebrik etmek gerekir. Ama onun ayet olduğu kanaatine vardığı halde diyorsa ki hele şu kişiye sorayım, bakayım o ne diyor, ne derse ben onun dediğini yaparım. İşte o zaman o kişiyi Allah’ın yerine koymuş olur o zat ve müşrik olur. Mesela İblis kafir oldu. İlk kafir İblis. İblis nasıl müşrik oldu? Ne yaptı? Kendisini Allah ile bir konuda denkleştirdi değil mi? Allahu Teâlâ dedi ki Âdem’e secde et. Etmedi. Niye etmedin? “Ben daha hayırlıyım” dedi. Ne demek? Benim sözüm senin sözünden bu konuda daha doğrudur demiş oluyor ve kendisini Allah’ın yerine koymuş oluyor. Allah’ı ikinci sıraya atıyor. İşte bu son derece mühimdir. Bir keresinde şu salonda bir toplantı vardı. Ha, bu salonda değil. En altta yemekhane var ya birkaç kere iftar etmiştik, oraya gelmiş olanlar bilirler. Yıllar önce aşağıda bir toplantı vardı. Ehl-i Kitap ile ilgiliydi. Ben de o zaman İstanbul Müftülüğü’ndeydim. Beni de çağırmışlardı. Geldim. Aşağıda konuşuyorlar. “Ehl-i Kitap, kafir ama müşrik değil” diyorlar. Ben de dedim ki Allahu Teâlâ diyor. “Allah şirk koşulmasını bağışlamaz, onun altındakileri bağışlar” diyor. Pekiyi o zaman, bu küfür şirkin altında mı kalıyor? Şirkin dışında mı? Bağışlanacaklar mı bunlar? Tabii herkes sustu kaldı. Mesela kitaplarda Ehl-i Kitap’a müşrik demezler değil mi? Size öyle öğrettiler. Yani Yahudi’ye Hristiyan’a müşrik demezler. Hâlbuki Hristiyanlar ne diyor? Allah üçün üçüncüsüdür diyor. O müşrik olmayacak da kim olacak? Mekkeli müşriklerden o şekilde söyleyen hiç kimse yok. Yahya’nın doktorasıyla alakalı bir husus mesela. İşte o Helal Gıda kitabında o vardır. İnsanları müşrikleri ayırıyorlar, Ehl-i Kitap’ı ayırıyorlar. Kafir olma bakımında ikisi ortak ama Ehl-i Kitap müşrik değil, Ehl-i Kitap bize biraz daha yakın kabul ediliyor. Niye efendim? Kadınıyla evlenilirmiş, kestiği yenirmiş. Pekiyi diğeriyle ilgili hüküm ne? Hakikaten öyle enteresan şeyler yapıyorlar ki! İşte bakın bu ayete çok dikkat ederseniz sizin için çok hayırlı olur. Diyor ki “O kafirlik edenlerin kalplerine korku salacağız.” Niye? “Şirke düştüklerinden dolayı.” Yani “Allah’ı ikinci sıraya koydukları için o kafirler onların kalplerine korku salacağız.” Demek ki bu ayet neyi gösterir? Bütün müşrikler neymiş? Kafir. Ve bütün kafirler müşrikmiş. Zaten biliyorsunuz, Tevbe Suresi’nin 31. ayetinde Ehl-i Kitap’ın müşrik olduğunu Allah açıkça da söylüyor. Ama nasıl oluşturulmuş bu şey, hakikaten akıl almaz. Yani ben hayret ediyorum. 190. sayfada. Bakın, diyor ki “Âlimlerini ve din adamlarını Allah’tan önce kendilerine Rabler edindiler.” Ki bugün Müslümanların çok büyü bölümü de öyledir. Yani Allah’ın emirlerine ve yasaklarına tercih ederler âlimlerin emir ve yasaklarını. Bu son birkaç haftadır kadınların evlendirilmesi, boşanma, kadınların boşama hakkı, şartlı talak falan; o konuları hep okuduk da… Şartlı talakta iki tane mezhep var. Birisi Caferî mezhebi, birisi de Zâhirî mezhebi. Ama onun dışında –yani onlar kabul etmiyorlar şuraya gidersen boşsun, buraya gidersen boşsun meselesini- ama onun dışındaki bütün konularda, ya biriniz de doğru yapın! Hepinizin yanlış yapması şart mı kardeşim? Bu kadar mezhep var, bir taneniz de Kur’an’a ve Resulullah’ın doğru uygulamasına uyun. Yok! İnsanlar yer yüzünde onların görüşlerini Allah’ın emri diye kabul ediyor. Bak diyor burada: “İlim adamlarını” “ve din adamlarını.” Ne yaptılar? “Allah ile kendi aralarına Rabler olarak koydular.” “Meryem’in oğlu Mesih’i de öyle yaptılar.” Zaten önceki ayette de Yahudileriden bahsediliyor. “Bir tek ilaha kulluk etmeleri kendilerine emrolunmuştu, aldıkları emir buydu.” “Ondan başka ilah yoktur.” “Onların ortak koştuklarından Allah uzaktır.” Bak, Allahu Teâlâ onları açıkça müşrik sayıyor ama bizim ulema saymıyor. Yani Kur’ansızlık ne hale getiriyor!
Bakın bugün de ne kadar üzücü bir şey, Pakistan’da girdiler bir okula, dünya kadar öğrenciyi öldürdüler, yaraladılar, çıktılar. Yani bu İslam âlemi tam bir cinnet geçiriyor. E uleması böyle olduktan sonra başka da bir şey beklenmez. Kur’an-ı Kerim’e sıkı bir şekilde yönelip bütün buralarda çok güzel faaliyetlerde bulunmamız gerekiyor.
“Allahu Teâlâ onlara bir belge indirmemiş, ellerinde bir delil yok. Onunla Allah’a ortak koşuyorlar.” Yani ellerinde hiçbir dayanakları olmadıkları halde Cenab-ı Hakk’a ortak koşuyorlar. “Ondan dolayı kalplerine korku salacağız.” “Onların varacakları yer, o ateştir.” “O zalimlerin, o yanlış davranışta bulunan kişilerin kalacakları yer ne kadar kötüdür, sığınacakları yer ne kadar kötüdür!” “Allahu Teâlâ size verdiği vaadi yerine getirdi. Allah’ın onayıyla onları öldürüyordunuz.” Hasse fiili hissetme anlamında kullanılıyor. Ama kişinin hissini yok etme manasında burada. Yani öldürme. “Öyle ki dağıldınız ve o konuda birbirinizle tartışmaya girdiniz.” “Sizin hoşlandığınız şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz, karşı çıktınız.” “İçinizden kimisi dünyayı istiyor, kimisi ahireti istiyordu.” “Sonra Allahu Teâlâ sizi onlardan çevirdi, gene sizi zor bir imtihandan geçirsin diye.” “Allah sizin günahınızı bağışlamıştır.” “Allah, müminlere karşı ikram sahibidir.” Şimdi bu ayetler Uhud savaşını anlatıyor. Biliyorsunuz Uhud savaşında Resulullah (sav) Medine’de kalıp bir müdafaa savaşı yapmayı istiyordu. Fakat Müslümanlar istişare yaptığı zaman çoğunluk dışarıya çıkma taraftarı olduğu için o da dışarıya çıktı. Bir grubu okçular tepesine yerleştirmişti. Kendisi de dağın dibine doğru ordusunu yerleştirmiş ve okçular tepesindekilere tembih etmişti: bizim buradaki cesetlerimizi kuşların yediğini görseniz bile yerinizden ayrılmayacaksınız diye. Ya da biz düşmanı tamamen perişan etsek dahi ayrılmayacaksınız diyor. Fakat ilk hamlede düşman dağılıp geriye doğru kaçmaya başlayınca o tepede bulunan Müslümanların arasında ikilik çıkıyor ve bir grup diyor ki işte tamam, gidelim; savaşı kazandık, beklememize gerek yok. Ama komutanları diyor ki hayır, Resulullah (sav)’in kesin emri var, gitmeyeceğiz. Az bir kişi kalıyor onun yanında ve diğerleri gidiyor. Elli kadar okçudan işte on kadarı kalıyor. Arkada bekleyen Halid bin Velid komutasındaki süvari birlikleri zaten öyle bir fırsat bekliyorlar ki arkadan vursunlar. Arkadan bastırınca ön tarafta kaçmakta olan düşman da toparlanıyor ve geriye geliyor. Müslümanlar iki ateş arasında kalıyorlar. Yani iki düşmanın arasında kalıyorlar. Zafer elde etmişten bu defa yeniliyorlar. Yani savaşı kaybediyorlar. “İş o konuda birbirinizle tartışmaya girinceye kadar Allahu Teâlâ size yardım etmişti.” “Hoşunuza giden, arzu etmiş olduğunuz zaferi Allah gösterdikten sonra isyan ettiniz.” Emir verdi Resulullah böyle yapmayın diye. “ikiye ayrıldınız. Biriniz dünyalık istiyordunuz, biriniz ahiret istiyordunuz.” Bedir savaşında ikiye ayrılmışlar mıydı? Hepsi dünyalık istiyordu değil mi? Orada ne demişti Cenab-ı Hak Enfal suresini 67. ayetinde? Nebimiz de başta olmak üzere hepsi için “siz dünyalık istiyorsunuz yani hemen bir şeyler istiyorsunuz ama Allah sonrasını istiyor.” Şimdi orada ed-dünya kelimesinin anlamı bize en yakın demektir. Yani şu anda bir hayatımızı yaşayalım da sonra bakarız. İşte dünyayı tercih odur. Şimdi bir hayatımızı yaşayalım, bir dakika az bir müsaade et falan, olmaz. Şu anda hayatımızı yaşayalım, sonra bakarız değil. Şu anda elimizde fırsat varken Allah’ın emrini tutalım, sonra bir daha fırsat geçmeyebilir dememiz lazım. Elimizde fırsat varken şimdi Allah’ın emrini tutalım, bakarsınız ki sonra elimize böyle bir fırsat geçmeyebilir. Öyle dememiz gerekir. Uhud’da ikiye ayrıldılar ama Bedir’de hepsi de dünyalığı arzu ediyordu. Şimdi Uhud’da ikiye ayrılmalarına rağmen zaferi elde ettikten sonra yenilgiyi tattılar değil mi? Eğer Bedir’de Cenab-ı Hakk’ın daha önceden verdiği bir söz olmasaydı perişanlık bununla kıyaslanmazdı değil mi? Yani çok büyük bir darbe alırlardı. Bu işlerin ne kadar zor olduğunu düşünmek lazım. Yani o imtihanla yüz yüze gelinceye kadar herkesin kazanacağından şüphesi yoktur. Ama ne zaman o işle yüz yüze gelirsiniz, işte orada kendinize hâkim olmanız lazım. İşte sabır ve cihat imtihanı bu. Her şeye rağmen sabredeceksiniz. Yani bu işler kolay kazanılmamış, bu zaferler.
Diyor ki Allahu Teâlâ “Sonra Cenab-ı Hak sizi onlardan uzaklaştırdı.” Yani düşman uzaklaştı gitti. Yine Allahu Teâlâ’nın yardımı oldu. Orada galip gelen düşman Medine’ye girip korunmasız olan Medine’de yağma yapabilirdi. Ama hani “ben onların kalbine korku sallarım” diyor ya işte Allahu Teâlâ’nın saldığı korkudan dolayı Medine’ye giremediler ve çekip gittiler. Hazır zafer kazanmışız, tadına bakalım diye. Yoksa oradan rahatlıkla Medine’ye girebilirlerdi. Biliyorsunuz, zaferler kazanıldıktan sonra sarıklı mücahitler devreye girerler. Ondan sonra orada birçok kimseyi görmüş olurlar. Zafer kazanıldıktan sonra şeyhler savaşa gitmiş olur.Kaybedilen savaşta hiçbir tanesi yoktur ama kazanılırsa mutlaka o şeyhler gitmişlerdir oraya, savaşmışlardır. Hakikaten din sömürüsü çok ileri boyutlarda. Bakıyorum, ne kadar uğraşırsanız uğraşın insanlara dünya o kadar sevimli geliyor, o kadar hoşlarına gidiyor ki! İşte bakın Resulullah (sav) ve beraberindekiler. Bedir’de olanı gördük. Ve Uhud’da olan. Allahu Teâlâ kalplerine korku saldı da çekip gittiler. Yoksa çok rahat bir şekilde giderlerdi Medine’ye, Medine’yi yağmalar, çocukları öldürüp çıkıp gidebilirlerdi. Zaten burada perişan olmuştu Müslümanlar. “Sizi yine zor bir imtihandan geçirmek için sizi oradan uzaklaştırdı.” Allah sizi affetti diyor. Affetti! Çünkü suç işlemişlerdi orada. Bedir’de affetmesi için ne kadar beklemişlerdi. Bedir’de suç daha ağır çünkü. Mekke’nin fethine kadar değil mi? O suç daha ağırdı. Şimdi siz gelin bir sahabi portresi çizin ki hepsi böyle havalarda uçuyorlar, hiçbirisinin ayağı yere değmiyor. Pekiyi böyle bir sahabi bize örnek olur mu? Bize bunlar örnek olur. Bu hayatın içinden alınan örnekler. Aman dikkat edelim diyeceksiniz. Aman çok dikkat edelim. Ama burada Allah’ın yardımı da var. Bakın Cenab-ı Hak ne kadar yardım ediyor. İşte Bedir’de çok kötü durumda olmalarına rağmen yardım etmişti. Uhud’da yine düşmanın kalbine korku salmış, yukarıdaki ayette okuduk, oradan da çekmiş gitmişlerdir. Yani Allahu Teâlâ’nın yardımını çok iyi bilmemiz lazım. Şunu çok iyi bilelim ki biz Allah’a kullukta kusur etmeyelim, Allah’ın yardımı kesindir. Sen zayıf olabilirsin göreceli olarak. Karşındaki çok güçlü olabilir. Hiç onlar önemli değil. Çünkü senin dayandığın Allahu Teâlâ her şeyin sahibi olandır. Burada imtihan sabır imtihanı, orada da imtihan cihat imtihanıdır. O imtihanı kazandın mı arkasından Allah sana çok ikramlarda bulunur. Mesela Bedir’de Müslümanlar hata etmeselerdi Uhud savaşı olur muydu? Olmazdı değil mi? Çünkü Bedir’de doğru Mekke’ye gideceklerdi. Allah Mekke’yi vermek istiyordu ama olmadı. Yanlış yaptılar, olmadı. Dikkat ediyor musunuz, her defasında o kader inancı denen şeyin aslının astarının olmadığı ortaya çıkıyor.
“Hani dağa doğru koşuyordunuz.” Dağılınca herkes can derdine düştü. Bir kısmı Medine’ye kaçtı. Uhud dağını görmüşsünüzdür. Zaten o dağın dip tarafında Müslümanlar konuşlanmışlardı. Arkalarında dağ. Müslümanlar iki asker arasında kalınca; bir taraftan süvari birlikleri,bir taraftan geriye dönen Mekke ordusu –üç bin kişilik bir orduydu- o ikisinin arasında kalınca dağa doğru kaçıyorlardı. “Hiç kimseye dönüp bakamıyordunuz.” Herkes kendi canının derdine düşmüştü. “Halbuki Resul sizi arkadan çağırıyor ‘bana gelin, ben buradayım’ diyordu.” Resulullah’ın etrafında birkaç Müslüman kalmış. Birkaç hanım, birkaç Müslüman. Mesela Uhud savaşında hanımlar çok büyük başarılar göstermişlerdir Resulullah’ı koruma konusunda. Yani düşünün bakın, o günün hanımı kılıç da kullanabiliyor, ok da atabiliyor, savaş da yapabiliyor. Yani hayatın dışında değil. Hayatın içinde olmak lazım. Yani hanımlar evet, savaşlarda yaralıları tedavi etmek işlerini de yapıyorlar ama sadece onunla sınırlı değil.
Şimdi orada birçok insanlar şehit oldu fakat burada öyle bir noktaya geldi ki Ebu Süfyan bağırıyor “Muhammed içinizde mi?” diye. Ses yok. “Ebu Bekir aranızda mı?” Ses yok. “Ömer orada mı?” Resulullah diyor ki ses çıkarmayın. Çünkü bulundukları yerde birkaç kişi var. Oraya hücum edecek olsalar hepsini orada öldürecekler. Fakat sonra “Şükürler olsun Hübel!” diye bağırınca Ömer (ra) dayanamıyor. Ben de buradayım, Resulullah da burada, Ebu Bekir de burada. Hiçbirimize bir şey olmadı. Allahu Ekber, Allah yücedir” diye cevap veriyor. Şimdi dağa, yukarı çıkarken orada birçok kimse şehit olmuş. Yetmiş kadar Müslüman şehit olmuş hem de Hamza (ra) da var biliyorsunuz Resulullah’ın amcası. Ama her şeylerini kaybetmekle yüz yüzeler. Bırakın yetmiş tanesini kendileri de gidecek. Tamamen yeryüzünden silinme tehlikesi var. Bir taraftan da Resulullah şehit oldu, öldü diye haberler yayılıyor sağdan soldan. Kimse kimseye bakacak halde değil. Onun için demek ki topluca hareket etmek son derece önemli. Bir tek emri yerine getirmediniz mi herkes onun cezasını çekiyor. Yani toplu hareketlerde hiç kimse ferdi olarak davranamaz, kendi kararını veremez. O en baştaki komutana göre hareket etmek lazım. Böyle savaş durumlarında.
Diyor ki Allahu Teâlâ “Sizi gam üstüne gam”, yani “size tekrar öyle bir gam bastı, öyle üzüldünüz ki”. Niye böyle oldu? “Bu kadar şeyleri de yine Allah ikram olarak vermiş oluyor müminlere.” Yani geriye döndüğünüz zaman evet şu kadar şehit verdik ama Allah’a şükür ki bak hâlâ Müslümanlar olarak ayaktayız diyebilesiniz. Çünkü daha büyüğünden kurtulduğunuz için “hepimiz gidebilirdik, Cenab-ı Hak yardım etti, bak şimdi hiç olmazsa yetmiş şehitle kurtulduk yoksa tümümüz giderdik” diye. Cenab-ı Hak diyor ki “Size tekrar üst üste sıkıntılar bindirdi.” “Ki kaybettiğinizle üzülmeyesiniz.” Şimdi burada şu var: Mesela biz bazen çok ağır sıkıntılarla yüz yüze gelebiliriz. O işin içerisinde bilmediğimiz şeyler olabilir. İşte burada çok ağır sıkıntılarla yüz yüze gelmişler ama kaybettikleri kişilere üzülmemeleri için gene Cenab-ı Hak bunlara ikramda bulunmuş. O zor durumda bile. Yani her halükarda Allahu Teâlâ müminlere ikramda bulunuyor.
“Allah, yaptığınız şeyden haberdardır, ne yaptığınızı gayet iyi bilir, ne yapıyorsunuz onu bilir, Allah hepinizin içini dışını gayet iyi bilir.” Ne yapacaksınız diye bir kelime geçmez, dikkat edin. Kur’an-ı Kerim’de hiçbir yerde geçmez.
“Sonra Allahu Teâlâ o büyük sıkıntıdan sonra üzerinize bir güven indirdi.” Mekkeliler çekip gittiler. Müslümanlar biraz rahatladılar. Tatlı bir uyku sardı onları. Çünkü artık rahat. Düşman gitmiş. O kadar şehide rağmen, kazanılmış bir zaferi kaybetmiş olmalarına rağmen “hele şükür kendimizi kurtardık” diyerek tatlı bir uyku bastırıyor onları. “İçinizden bir kısmını böyle tatlı bir uyku bastırıyor.” “Ama bir grup var ki kendi canlarının derdine düşmüşler. Bunlar Allah’a güvenmeyen insanlar.” Onların içerisinde. “Allah ile ilgili haksız düşüncelere dalmışlar.” Yani Allah’ı suçluyorlar hâşâ. “Cahiliye zannı, düşüncesi içerisindeler.” Yani Müslüman olmadan önceki gibi hareket ediyorlar. “Ne oldu? Elimize ne geçti?” “De ki bütün emirler Allah’a aittir.” Yani her durumda, herhangi bir şeyin olması için Allah’ın “ol!” emrinin olması lazım. Orada siz savaşıyorsunuz. Yüzlerce kişi ölmüş. Her birinin teker teker ölümüyle ilgili “ol” emri olması lazım. Sizin bütün hareketleriniz, düşman tarafının bütün hareketleri hep Allah tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe giriyor. Bunu şöyle düşünün: Bu bilgisayardan anlamak hemen kolay mı? Bir takım yazılar yazıyorsunuz, hemen otomatikman kaydoluyor, devam ediyor. İşte Cenab-ı Hakk’ın da, tabi otomatik değil, burada Allahu Teâlâ’nın gücünün kuvvetinin ne kadar büyük olduğunu görüyoruz. Mesela insanlar bir şeyler yapmak ister. Onun için gereken gayreti gösterir, her şeyi ortaya koyar, Allah’ın “ol” emri gelir, ondan sonra o iş olur. Günah için de öyledir, sevap için de öyledir. Allah tercihi bize bırakmıştır. Kendisi herhangi bir tercihte bulunmaz bizim için. Yardım eder. İşte burada olduğu gibi destek verir. İçimizi rahatlatır. Düşmanın içine korku verir. Ama çalışmayı biz yapacağız. “Kişinin kendisine ait olanı, onun yaptığı çalışmadır.” Şimdi şöyle düşünün: Savaştasınız, karşıdaki düşmanı öldürmek için harekete geçtiniz. Gereken her şeyi yaptınız, en son Allah’ın “ol” emri gelmezse o düşmanı öldüremezsiniz. Ya da düşman size karşı gereken her şeyi yaptı, Allah’ın ol emri gelmezse o sizi öldüremez. Çünkü bütün kararlar Cenab-ı Hak’tan çıkar. Yani biz gereken her şeyi yaparız, Allahu Teâlâ’dan onaylanmazsa o iş olmaz. Ondan dolayı dualarımız son derece önemlidir. İşte ayet-i kerimede diyor. “Sizin bir şeyi tercih edip yapmanız o şeyi Allah’ın da tercih edip yapmasıyla mümkün olabilir.” Yani biz insanlar olarak istediğimizi yapacak güçte değiliz. Biz istediğimiz her şeyi en son noktasına kadar getirdiğimizde Allah’ın “ol” emri gelir ve neticelenir. Dolayısıyla bizim bütün davranışlarımız Cenab-ı Hak tarafından kontrol altındadır. Ondan dolayı Allahu Teâlâ diyor ki “Eğer Cenab-ı Hakk’a kalsa –yani bizim tercihimize bağlamasa Allah kendi tercihini, Allah kendi tercihinin insanların tercihine bağlamıştır, imtihan ettiği için- bizim tercihimize bağlamamış olsa önceden kendi tercihi olacak olsa elbette ki hepiniz mümin olursunuz.” Bizim tercihimize bağladığı için çalışmamız, gayretimiz, mücadelemiz, sabrımız imtihanı kazanmakta etkili oluyor.
“Bunların içlerinde sakladıkları bir şeyler var, onu sana açıkça söyleyemiyorlar ya Muhammed!” diyor Cenab-ı Hak nebimize. “Diyorlar ki bizim bir faydamız olsa burada öldürülmezdik.” Yani niye öldürülüyoruz ki? Allah bizi niye öldürüyor ki? İnsanlar hep Cenab-ı Hakk’ı kendi kafalarına göre anlamaya çalışıyorlar. Allah’ın kendini anlattığı gibi anlama istemiyorlar. Kafasında bir rol biçiyor Allah’a, o role göre hareket etmeye çalışıyor. Allahu Teâlâ diyor ki “Bakın, evlerinizde otursaydınız hepiniz…” “İçinizden kendisine ölüm yazılmış olanlar o düştükleri yere kadar çıkar gelirlerdi.” Yani bugün kaç kişi öldü? Yetmiş kişi değil mi? Hiç kimse çıkmasaydı şeyden, o yetmiş kişi gelir, gene Uhud’da o yerde ölürlerdi. Pekiyi nasıl olur, onu biraz sonra şey yapacağız. Bu ayeti tamamlayayım. Pekiyi bunu niye böyle yapıyor. “Allahu Teâlâ içinizdekini ağır bir imtihanla ortaya çıkarsın, kalpleriniz içindekini de temizlesin.” Yani o paslanmış demirler var ya ateşin içerisine sokuyorsunuz, bir de balyozla iyice dövüyorsunuz. O pisliklerini atabilmesi için o gerekiyor. Başka şey yok. İşte bizim de içimizdeki pisliklerin atılması için öyle çok ateşli ortamlar içerisine girip böyle çeşitli darbeler almamız gerekiyor. Neticede kim kârlı çıkıyor? Gene biz kârlı çıkıyoruz. “Allahu Teâlâ içlerde ne olduğunu gayet iyi bilir.” Şimdi bakın, bu sayfayı bir geriye çevirelim. Geçen hafta okuduğumuz ayeti bir daha okuyalım da. 145. “Hiçbir nefsin ölmesi mümkün değil ancak Allah’ın izniyle olursa öyle.” Yani Müslüman-kâfir ayrımı yok. Can taşıyan hiçbir varlık Allah’ın izni olmadan ölmez. Ve her birisi için de süresi belli bir yazgı vardır. Yani herkesin yaşayacağı kadar bir süre söz konusudur. Hepimizin ömrünü Cenab-ı Hak belirlemiştir. İki türlü ömür var biliyorsunuz. Birisi Cenab-ı Hakk’ın bize biçmiş olduğu ecel-i müsemma, yani adını belirlemiş, diyor ki şu kişi doksan sene yaşayacak. Yarattığı zaman onu o şekilde söylemiş. Ama yaşamamız sırasında yanlış şeyler yaparsak o doksan sene aşağı doğru iner. Yaptığımız yanlışlardan dolayı. Aşağı doğru iner iner iner. Ama doksandan yukarı hiç çıkmaz. İşte ecel-i müsemma hiç çıkmaz. Bütün bunlar, her iniş çıkış ayrı ayrı bir deftere kayıtlıdır. Kayıtsız herhangi bir şey söz konusu değil.
“Kim dünyalık karşılığını isterse ondan ona veririz, kim de ahireti isterse onu veririz.” “Şükredenlere mükâfatımız olacaktır” diyor. Dolayısıyla bakın burada, demek ki bu insanların… Bir de Lokman suresinin sonunda vardı. 413. sayfa. 34. ayet, evet. “O kıyametin bilgisi Allah katındadır (ya da o saatin bilgisi ya da zaman bilgisi de diyebilirsiniz buna).” “Yağmuru Allah indirir.” “Rahimlerde ne olduğunu Allah bilir.” “Hiç kimse yarın ne elde edeceğini bilmez.” “Hiç kimse nerede öleceğini bilmez.” “Allah iyi bilir ve her şeyden haberdardır.” Şimdi burada yeri gelmişken söyleyeyim de. Buna mugayyebât-ı hamse der bazıları. Beş şey vardır ki sadece Allah bilir. Öyle değil! Bakın ayete dikkat edin bir daha. “O saatin bilgisi Allah katındadır.” Allah katında olduğuna göre onu biz bilebilir miyiz? Bilemeyiz, tamam. Ondan sonra “Yağmuru Allah yağdırır.” Tamam, yağmuru Allah yağdırır. Pekiyi yağmurun yağıp yağmayacağını bilemezsiniz diyor mu? Şimdi bazıları meteorolojinin tahminlerine kafayı takarlar. Niye kardeşim? Allah bunu bir ilim olarak ortaya koymuş, bilirse bilir. Ha, yüzde yüz olmaz ama tutar da. Başkası bilmez demiyor ki burada. Allah yağdırmaz diyen var mı yağmuru? Allah yağdırır elbette. “Rahimlerde ne olduğunu Allah bilir.” Siz bilemezsiniz diyor mu? Bakın önce kıyamet saati, onun bilgisi Allah katındadır dedi, tamam. Bunun bilgisi de Allah katındadır diyor mu? Ee, rahimlerde ne olduğunu öğrenmek için çeşitli şeyler yapıyorlar, bazılarına bakarsınız ki olmaz, yanlış yapıyorlar der. Hayır! Bak burada insanların bilemeyeceği şey üç tane. Birincisi kıyametin bilgisi, ikincisi yarın başımıza neyin geleceğini bilmememizdir, üçüncüsü de nerede öleceğimizi bilmememizdir. Öleceğimiz yeri de bilmeyiz. Şimdi burada Allahu Teâlâ ne diyor bakın, tekrar dersimizdeki ayete gelelim. “De ki hepiniz evlerinizde olsaydınız.” “Öldürülmesi yazılan kişiler öldürülecekleri yere kadar giderlerdi.” Bundan kurtuluş yok. O zaman niye böyle? Ölüme engel yok. Yani ileri atıldın öldün, geri kaldın öldün falan değil. “Burada Cenab-ı Hak sizin içinizdekini ortaya çıkarmak için böyle yapıyor.” Kaçıyor musunuz, yoksa her halükarda sonuna kadar mücadele ediyor musunuz? “Ve kalplerinizde olanı da iyice arındırsın, temizlesin diye.” “Allah kalplerde ne olduğunu çok iyi bilir.”
Ve son olarak şu ayeti okuyorum: “O iki grubun karşılaştığı zaman içinizden oradan geri dönenler var…” O geri dönenler kim? Bu şey var, Abdullah bin Übeyy bin Selûl’un adamları Uhud’dan geri döndüler. O müdafaa savaşı yapılmasını istiyordu. Dışarıya çıkılınca adamlarıyla birlikte ayrıldı. Hiç savaşa katılmadı. Kendisi münafık biliyorsunuz, münafıklar reisi. Diyor ki “Daha önce yaptıkları bazı yanlış şeyler sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırdı.” Demek ki şeytanın insana etki edebilmesi için de o kişinin daha önceden bir takım yanlışlar yapması ve tövbe etmemiş olması gerekiyor. Yani bir ayet-i kerimede var: “Şeytanın tuzağı zayıftır.” Ama zayıf da olsa insanı bırakmaz. Efendim işte benim yanımda şeytanın ne işi var? Şeytanın her yerde işi var. Sen doğru yolda değilsen senin yanında zaten işi olmaz. Ama doğru yoldaysan senin yanından ayrılmaz. Mutlaka yoldan çıkarmak için elinden geleni yapacaktır.
Şeytan taşlamaya gideceğiz. Bir hocayı götüremiyoruz. Üniversitede profesör bir arkadaş var. Eşiyle beraber. Benim diyor şeytanla bir alıp veremediğim yok. Kardeşim siz gidin diyor, ben gelmiyorum, benim şeytanla bir derdim yok diyor. Neyse zar zor götürdük. Bak, siz getirdiniz diye sizin için atıyorum dedi. Zorla şeytana taşları attı.
Ha bu o zaman Abdullah bin Übeyy bin Selûl değil. Başka Müslümanlar. Ben yanlış söylemiş oldum. “Tam savaş sırasında geriye doğru kaçanlar, yani savaşmak yerine kaçan kişiler…” Demek ki onların daha önceden yaptıkları yanlışlardan dolayı ki bunların kısmı da Medine’ye kadar da gitmişti. Yaptıkları bazı şeylerden dolayı Allah onları kaydırdı, yerlerinden kaydırdı. Ha! “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onları kaydırdı.” “Allah onları da affetti.” “Allahu Teâlâ gafûrdur ve yumuşak davranır.”
Şimdi bütün bunlarda, dikkat ediyor musunuz, bir sürü yanlışlar yaptı Müslümanlar. Resulullah (sav)’ın emrine uymadılar. Hepsi değil bir grubu uymadı ama savaş toplu hareketi gerektiriyor. Bir grup uymadığı zaman zararını hepsi görüyor. Çok büyük bir imtihandan geçiliyor. Yani demek ki bir kısmı dünyayı bir kısmı da ahireti isterse orada ciddi problemler oluyor. Mesela şimdi bir şey yapılıyor, diyelim ki biz bir takım hizmetler yapmaya çalışıyoruz. Ya şimdi bazı kimseleri üzmeyelim, konuşurken şöyle çok dikkatli olalım, bazı odaklara mesajlar göndermeyelim falan filan dediğimiz zaman ne olur? Dünyayı tercih ederek Cenab-ı Hakk’ın emirlerini ikinci plana atmaya başlarız. O zaman şeytan bize çok rahat bir şekilde yaklaşıp bizi yoldan çıkarabilir. Çünkü orada bir gedik buldu ya. Kendimize gelirsek Cenab-ı Hak günahımızı affeder. Bunlarda son derece dikkatli olmamız lazım. Yani bir takım yanlışlar yaptık mı şeytan umutlanır ve bize daha fazla yanlışlar yaptırmaya çalışır. Orada Müslümanlar yenilmiş olması rağmen Allahu Teâlâ, Ebu Süfyan ordusunun kalbine korku saldı, o korkudan dolayı çekip gittiler. Orada kalabilirlerdi, Medine’ye gidebilirlerdi. Ve Müslümanların da o kadar yanlışlarına rağmen Allahu Teâlâ Müslümanları da affetti. Daha sonraki savaşlarda Müslümanların bu tecrübeleri kullandıkları söyleniyor. Ben tabii tarihi çok iyi bilmiyorum da. Yani tarihçiler öyle diyor. Bir daha böyle ikiye bölünmemişler, ganimetlere heves ederek bir takım yanlışlar yapanlar olmamış, sonra da başarılı olmuşlar diye bazı tarih kitapları yazıyor. Tabii doğrusunu Cenab-ı Hak bilir. Esas olan bizin bunlardan ibret almamız, ders almamız. İşte şimdi görüyorsunuz, baş tarafta komutan olarak nebimiz olmasına rağmen Ashab-ı Kiram, Bedir savaşında mutlak bir hezimet Allah’ın daha önce söz vermesi sebebiyle engellenmiş, Uhud savaşında tam bir yenilgi alınmış ama o yenilgiyi Cenab-ı Hakk’ın ikramıyla zafere dönüştürebilmişler. Çünkü düşmanın kalbine korku salmış, düşman çekmiş gitmiş. Yani Allah’ın yardımlarını görüyoruz. Böyle bu derece yardımları var. Bu bizim için de çok büyük bir umut kaynağıdır. Allah yolunda giderken ufak tefek ya da büyük neyse, hatalarımız kusurlarımız varsa derhal tövbe edip Allah’tan bağışlanma dileyelim ve Allah’ın yolunda yürümeye devam edelim. İşte imtihan, son derece zor bir imtihan gerçekten. İmtihanı Allahu Teâlâ yaptığı için… Ve dünya bize son derece cazip geliyor. Kendi menfaatimiz, çevremizdekilerin menfaati, bir takım dünyevi beklentilerimiz bizi doğrulardan uzaklaştırıyor. İşte o şeyde ganimet almak için o okçular tepesinden ayrılmışlardır. Niye şey yapıyorsun? Allah’ın resulünün emri var kardeşim. Oradan nasıl ayrılırsın? Çok ciddi bir yanlış yapmışlardır. Ama Cenab-ı Hak onları da affettiğini söylüyor. Allahu Teâlâ’nın affının da ne kadar geniş olduğunu da görüyoruz. Onun için çok dikkatli olmamız lazım. Mücadelede başarılı olmak öyle kolay değil.
Allahu Teâlâ bizlere de büyük başarılar nasip eylesin.