Euzübillahimineşşeytanirracim, bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdu lillâhi rabbi-l’âlemîn, vel akibeti lil müttakin, vesselatu vesselamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Al-i İmrân suresinin 132. ayetinden başlıyoruz. Burada, Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Veatî’ûllâhe ve-rrasûle le’allekum turhamûn” Allah’a ve Rasulune (elçisine) itaat edin ki, merhamet göresiniz, merhamet bulasınız. Yani Cenab-ı Hakk’ın ikramını elde edesiniz. Bu merhamet kelimesi, “rahim” kelimesinden, yani “ana rahmi” var ya, oradan türemiştir. Biliyorsunuz, “ana rahmi”, içerideki ceninin bütün ihtiyacını karşılayar. Bir de siz kendinizi düşünün; siz de merhamet ettiğiniz zaman, onun bütün ihtiyacını ne yaparsınız, karşılamak istersiniz. İşte Allah-u Teala’da rahimdir, yani kullarının ihtiyaçlarını karşılar, merhametlidir. Onun için “le’allekum turhamûn” da mesela şöyle bir ifade ile tercüme edilmiş: Allah’a, Rasulüne itaat edin ki, rahmete kavuşturulasınız. Mesela Türkçede “rahmete kavuşturulma” dediğiniz zaman ne anlarsınız? “tahtalıköye gitmiş olur, değil mi?”
Yani, şimdi bu kelimelere anlam verilirken, çok dikkatli olmak lazım. Tabii ki, bu meali veren kişinin aklından bu geçmemiştir. Ama, kelimenin arapçadaki anlamıyla, Türkçedeki anlamı arasında farklılıklar vardır. Bu farklılıklar, aynı kelimelerle oradan buraya taşınamaz. Çünkü, bazan arapçadan alınan bir kelimeyi, arapça anlamı dışında bir anlam da da kullanabiliriz. Bütün dillerde bu vardır, ya da ordaki anlamı aynen vermez. Onun için biz, yani tam yeterli olduğu kanaatinde olmamakla birlikte, bu tür kelimelere “ikram göresiniz, Allah’ın iyiliğini bulasınız” diye anlam veriyoruz. Şimdi, sık sık bahsetmek zorunda kaldığımız, “Rasul” ve “nebi” kelimeleri var. Artık bu kelimeleri hemen hemen hepiniz iyice hazmettiniz. Ama şöyle bir şey var; Yahudilerin bir taktiği var; mesela; Bakara suresinin 104. ayetini açarsak, orada o taktiği görürüz. Şimdi, burada 15. sayfada, Yahudilerin genel yapısını anlatan ayetlerden sonra, işte bir kaç ayet ondan bahsediyor, ondan önce. Hakkı bâtıl ile nasıl değiştirdiklerini, insanları bile bile nasıl saptadıklarını, kendilerini ne kötü sattıklarını ifade ettikten sonra; bize Cenab-ı Hak şöyle diyor:
“Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû lâ tekûlû râ’inâ” “râ’inâ” demeyin diyor, “ve kûlû unzurnâ” “unzurnâ” deyin. Şimdi, “raina, unzurna” Şimdi “râ’inâ” bizi gözet, anlamına gelebilir. “râ’i”, “gütme” manasına da gelir, “hayvan gütme” manasına gelir, “bizi hayvan gibi güt”, anlamına gelir, ama biraz ağzınızı yaydırırsanız, “râ’iinâ” derseniz, “bizim çoban” manasına da gelir. Yani, bir kelimeyi değişik anlamlarda kullanma imkanı olur. Şimdi insanlara “râ’inâ” dedirttikten sonra, “bizi çoban gibi güt”, yani afedersiniz “bizi hayvan gibi güt” dedirtirseniz karşınızdakine, ikinci adımda; rasulullah’a bir hadis uydurursunuz, işte “aile reisi çobandır, emrindekilerinden sorumludur, devlet başkanı çobandır, emrindekilerinden sorumludur” diye. Ondan sonra devlet başkanının emrindekiler ne olur? Hangi kelimeyle ifade ederiz? “raiyye”, bakın bizde halka ne denir? “raiyye” denir. “raiyye” ne demek? “hayvan gibi güdülen insanlar demektir. Şimdi böyle olunca da; devlet başkanı çoban, siz “raiyye” siniz. Çoban koyunlarından birisini rahatlıkla kesebilir değil mi? Onun için devlet başkanı şöyle bir işaret etti mi, kelle gitti. Mahkemeye gerek yok, bu noktaya kadar gelinmiştir biliyorsunuz, bizim “Kitap ve Hikmet” dergisinin son sayısındaki halifelik makamı ve teokrasi yazısı yedim işte biliyorsun bizim mehmet başka bir şey dergisinin son sayısındaki halifelik makamı ve teokrasi yazısını okursanız, orada görürsünüz. Rasulullaha bu konuda nasıl sözler söyletildiğini görürsünüz. Yani devlet başkanlğı makamı, Allah’ın bir çeşit temsilcisi haline getirilmiştir.
Onun için, mesela Osmanlılarda padişaha ne derler? “Allah’ın gölgesi, “zillullah-ı fil ard” “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” Allah’ın gölgesi olur mu? Şimdi, başlangıçta bakarsın, Allah niye böyle “lâ tekûlû râ’inâ” diye bir emir veriyor? “ve kûlû unzurnâ” diyor, niye böyle bir emir versin ki, o kadar önemli mi?, önemliymiş, çünkü kelimelere yanlış anlamlar yüklediğiniz zaman, adım adım sistemi çökertirsiniz. Bu, Yahudilerin taktiğidir, Yahudiler, bu şekilde kelimelere farklı anlamlar yükletirler. Mesela; bunun biraz daha ayrıntılı örneği, Nisa suresinin 46. ayetindedir. Niye Yahudiler dediğimi orada daha net anlayacaksınız. Çünkü, bununla ilgili apayrı bir ders yapmak gerekiyor. Önceki ayetlere hiç dokunmuyorum, çünkü önceki o ayetlerden bir cümle söylesem, arkasından dünya kadar soru ortaya çıkacak, dolayısıyla, onu inşaallah ayrı bir ders yaparız. Bir cumartesi dersi olarak düşünüyorum, Allah nasip ederse onu. Kaçıncı sayfa? 85. sayfa. Bak şimdi burada Allah-u Teala diyorki, hatta 44. ayetten başlayalım, daha iyi anlaşılır;
“Elem tera ilâ-lleżîne ûtû nasîben mine-l kitâb” “Kendilerine o kitaptan bir pay verilmiş olanları görmedin mi?”
diyor. “yu’minune bil cibti vet-tağut” Yanlış oldu, böyle bir ayet daha var, ondan karıştırdım. Gerçi o da bunlarla ilgili aslında, Yahudilerle ilgili de, neyse ona geçmeyelim, çünkü o, çok uzatır işi.
“Elem tera ilâ-lleżîne ûtû nasîben mine-l kitâb”, “Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanları görmedin mi?” Yani ellerinde Tevrat var, “yeşterûne-d dalâlet” “sapıklığı satın alıyorlar”, aynı ifade Bakara suresindeki 102-103. ayette de var, kendilerini ne kadar ucuza sattılar, ne kadar kötü sattılar diye. Şimdi kendileri, hakkı verip batılı almışlar. Ne demek “hakkı verip batılı almışlar?”. Ellerindeki kitap, yani Tevrat, gelen nebiye inanmalarını emrediyor. Gelen nebinin kitabı, yani Kur’an-ı Kerim; Tevrat’ı tasdik ediyor ve bunlar, bugünde hala dünya hakimiyeti arzusu içerisinde yanıp tutuşuyorlar, ortadoğuyu kan gölüne çevirmelerinin sebebi de o. Çok iyi biliyorlar ki, gelen nebiye inanmadıkları taktirde, herhangi bir şey ellerine geçmeyecek, onu da çok iyi biliyorlar. Ama, bir kıskançlıktan dolayı, bu nebiyi kabul etmiyorlar, ondan dolayı, “yeşterûne-d dalâlet” “sapıklığı satın alıyorlar”, yani kitabı kabul etmemekle, yani çok iyi biliyorlar ki, biz Kur’an-ı kabul etmezsek yoldan çıkarız. Ama, bunu satın alıyorlar, kabul etmiyorlar. İşte kâfirlik bu, bile bile kabul etmemek. Peki, kendileri sapık yola girdikten sonra, başka ne istiyorlar?
“ve yurîdûne en tadillû-s sebîl” “İstiyorlar ki, sizde sapıtasınız, siz de o yoldan çıkasınız” “Vallâhu a’lemu bi-a’dâ-ikum” “Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir” “ve kefâ billâhi veliyyen vekefâ billâhi nasîrâ” “dost olarak ve yardımcı olarak Allah yeter” Yani, siz yalnızca Allah’ın dostluğuna ve Allah’ın yardımına güvenin, başkasına değil. Efendim, bu Yahudiler çok zengin, elerinde imkanları var, onu boşverin. Mesela Medine-i münevvere şartları içerisinde düşünün; Ben-i Kaynuka’nın zenginliği var, Ben-i Nadir’in zenginliği var, Ben-i Kureyza’nın zenginliği var. Yahudi kabilelerinin hepsi zengin ve müşrikleri birbirlerine düşürerek sürekli sömürüyorlar. Tarih kitaplarının yazdığı doğruysa, öyle bir noktaya gelmişler ki -çok afedersiniz- evlenen bir kız; ilk geceyi bir Yahudiyle geçirmek zorunda. O noktaya kadar getirmişler işi, eğer rivayetler doğruysa tabii. Tarih kitapları yazıyor bunu, hadis kitapları falan değil. Bunları yapmadığını farzedin, önemli değil ama bu yaptıkları çok daha ağır bir ifade.
Şimdi burada diyor ki, Cenab-ı Hak (onların bizi nasıl saptırmak itediklerinin bir örneği olarak); “Mine-lleżîne hâdû yuharrifûne-lkelime ‘an mevâdi’ihi” “Yahudiler içerisinde, sözleri bağlamından koparanlar vardır.” Yani, doğru bir söz söylüyor, ama başka bağlamda söylüyor. “ve yekûlûne semi’nâ ve’asaynâ”, geliyorlar Rasulullahın karşısına; “semi’nâ ve’asaynâ” diyorlar, “işittik” “asaynâ” kelimesi, bugün isyan ettik anlamında kullanılıyor sadece, o da; o tahrifatın sonucudur. Arapçada aslında “asaynâ” aslında iki anlamda da kullanılır. Arap dilinde, “ahazahu ahdal asa”, yani; değneğe sarıldığı gibi, sarıldı. Değneğe iki maksatla sarılır insanlar; bir, karşısındakinin kafasına indirmek için, bir de işini görmek için değil mi? Mesela, dağa çıkarken, dağdan inerken, ne bileyim, ağaçtan bir şeyler dökerken, hayvan güderken, işinize yarar. Onun için, “asayna” kelimesi, “sıkı sarılma” manasına da gelir, “isyan etme” manasına da gelir.
Şimdi, “semi’nâ ve’asaynâ” diyorlar Rasulullaha, Rasulullah dese ki; “siz ne diyorsunuz?” “aha, ne dedik ki” diyecekler, “niye, ne oldu ki” diyecek, haklı. Yani, sen bilmiyor musun, asaynâ ne demek? Sana karşı yanlış mı yapacağız? Sıkı sarıldık demektir, senin verdiğin emirlere. Ondan sonra, “vesma’ ġayra musma’in” diyorlar, “esmaa” “işittirmek demek, “musma” “işittirilen”. Şimdi “ġayra musma” “işittirilmeyen, dinle söz işittirilmeyen.” Şimdi burada, iki şey kastetmiş olabilirler; “biz ne desek işitmezsin ama dinle, dinlemezsin, ama dinle” ya da “sana dinle demek, ne haddimize.” Dese ki; “sen niye böyle dedin?” “aaa, ben ne dedim ki?” Şey böyle, ikili cümle. Ondan sonra, yine aynı şekilde, “verâ’inâ”, “ee bizi güt”, şimdi bunları niçin söylüyorlar? “leyyen bi-elsinetihim veta’nen fî-ddîn” “dillerini eğip bükerek ve dine hücum etmek” niyetiyle bunları söylüyorlar, bakın dine kelimelerle hücum ediyorlar dikkat edin, ama öyle bir kelime kullanıyor ki, dışarıdan baktığın zaman, bunda ne var ki diyorsun. Hatta savunuyorsun da adamı, “yav, sen bilmiyor musun? Karşı tarafı cahillikle de suçlayabiliyorsun. “velev ennehum kâlû semi’nâ ve ata’nâ”, ama “semi’nâ ve ata’nâ” deselerdi, “işittik, itaat ettik”, bunun ikinci bir manası yok, tek manası var. Ondan sonra, “vesma’” deselerdi, “dinle”, bunun da ikinci bir manası yok, “venzurnâ” deselerdi, yani “bizi koru, kolla, bizi de gözet”, onunda ikinci bir manası yok. “lekâne ḣayran lehum”, “elbette onlar için hayırlı olurdu”, “ve akvam” “daha sağlam olurdu”, çünkü ikinci bir anlam kasdedilemezdi, “ve lâkin le’anehumullâhu bikufrihim”, “ama kafirlikleri sebebiyle Allah onları dışlamıştır.” Niye, çünkü bunların niyetleri hep böyle, kelime oyunlarıyla işi kapatmaktır.” “felâ yu’minûne illâ kalîlâ”, “bunların çok azı inanırlar.”
Şimdi bu girişten sonra, tekrar gelelim Al-i İmran suresine. Bakın, buraya niye geldim. Bu Yahudilerin oyununa müslümanlar müthiş bir şekilde gelmişlerdir. Şimdi, burada rasul var, bir de nebi var. Eee, Muhammed kim? Allah’ın rasulü. Yanlış mı? Allah’ın nebisi. Doğru, nebi desen de doğru, rasul desen de doğru. Biz ona inancımızı ifade ederken, “eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasulüh” diyoruz, değil mi? Ben şahidim ki, Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), onun kulu ve rasuludur. Tamam, yanlış bir şey değil, gayet doğru. Doğru da, nebi ile rasul farkını ortadan kaldırdığınız zaman, tıpkı “râ’inâ” gibi, ardı arkası alınmayan yanlışlara kapı açmış oluyorsunuz. Şimdi, Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), Allah’ın rasulüdur. Allah’ın rasulü, sıfatıyla getirdikleri nelerdir? Allah’n kitabıdır değil mi? Ayetlerdir, çünkü Allah’ın bir başka rasulü olan Cebrail aleyhisselam O’na getirmiş, O’da bize getirmiş, tebliğ etmiştir. Peki, bize gelen ayetlerin üzerinde yorum yapma yetkimiz var mı? Yok, ayetleri bizim ya da Allah’ın rasulünün açıklama yetkisi var mı? Var mı? Yok, yok, yok. Çünkü, rasule düşen nedir? “mâ ‘alâ-rrasûli illâ-l belâġ” “tebliğden başka bir görevi yoktur.”
Zaten siz de gayet iyi bilirsiniz, birisinin elçisi olsanız, onun söylediği dışında bir kelime söyleme yetkiniz var mı? Farklı bir kelime söyleseniz, ihanet etmiş olursunuz, değil mi? Dolayısıyla Allah’ın elçisi olarak, söylediği sözlerin tamamı, kimin sözü olur? Allah’ın sözü. O zaman; o söze itaat etmek, ne olur? Farz olur. Onun için, rasul; mursilin sözünü söyler. Kendi sözünü söylediği zaman, rasul olmaz. Kendisini kim elçi olarak göndermişse, onun sözünü söyler. Kendine ilave ya da çıkarma yapamaz. Ama, biliyorsunuz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bir başka görevi daha vardı; mü’minlere neyi öğretmekdi? Hikmeti öğretmek, yani Kur’an’dan çıkardığı hükümleri öğretmekdi. Bu bir tebliğ vazifesi mi? Tebliğ değil bu. Yani şöyle söyleyeyim; sizin evinize, mutfağınıza, patates gelir, soğan gelir, domates gelir, biber gelir, et gelir, değil mi? Tamam, bunlar hep Allah’ın bir ayetidir. Patates üreten bir fabrika var mı yeryüzünde? Onu, Allah’ın koyduğu kanunla toprak üretiyor, soğan üreten de yoktur. Şimdi, bunları bir araya getirip yemek yapmak, insanın işidir, değil mi? Yani, tabiatta pişmiş bir domates bulamazsınız. Güneşin karşısında pişer de yenmez o. Yani, bir tabak çorba yoktur, ya da bir bardak çay yoktur. Bunu birisinin yapması lazım. Şimdi bunu yaparken, insanlar hata edebilir, yanlış yapabilir. Aynı şekilde, Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), rasul sıfatıyla, ayetlere herhangi bir ilavesi söz konusu olamaz. Ama, onlardan hüküm ve hikmet çıkarırken, doğru hüküm çıkarırken, tıpkı çok iyi yemek yapan bir hanımın, bazan da yemeğin altını yakması gibi, bazan tuzunu fazla kaçırması gibi, çok iyi bir ahçının, bazan çok yanlış şeyler yapması gibi, yanlış sonuçlar ortaya çıkabilir. Şimdi siz, nebiye de rasul derseniz, o zaman; nebinin sözleri, kimin sözleri olur? O da Allah’ın sözü olur. Çünkü, açın kitapları şunu görürsünüz; Rasul, kendisine bir kitap ve şeriat verilen, Nebi’de kendinden önce gelen rasulün kitap ve şeriatını, tebliğ eden kimsedir, tebliğ etmek kimin görevidir? Rasulün görevi, elçinin görevi. Yani, Nebi’de elçi, elçi de elçi. O zaman, bakın şimdi, elçilik görevi gereği, tebliğ ettiklerine de, Kur’an-ı Kerim’den çıkarmış olduğu hükümlere de Rasulün sözü dediniz mi? O zaman, Rasulün sözü kimin sözü olur? Allah’ın sözü. Onun için bu kelimelerle oynayarak, zamanla Rasulün sözü, Allah’ın sözü haline getirilmiştir. Tamam mı? Nebi’nin sözü, Allah’ın sözü haline getirilmiştir. Ama, bu şekildeki bir Rasul yani, Nebi’yi Rasul yapmışlar, tabii ki, yanlış söyledim ben, Nebi’nin sözü Allah’ın sözü haline getirilmiştir. Peki, Nebi’nin sözü, Allah’ın sözü haline getirilince, hikmet diye bir şey kalabilir mi, o zaman? Mümkün değil kalması. O zaman; bakın, kitap ve hikmet diye bir şey yok.
Koskoca ulemadan bir tek İmam Şafii, hikmetten bir iki cümle bahsediyor. Diyor ki, sözüne güvendiğim ulemadan duyduğuma göre; hikmet, sünnettir diyor. Sünnet kelimesi de çok tehlikeli bir kelimedir. Çünkü Kuran’ı Kerim’e bakarsanız, sünnet; Allah’ın elçi gönderdiği toplumlara koyduğu değişmez kanunlardır, yani farzlardır. Şimdi, siz hikmete sünnet dediğiniz an, bunların hepsi ne oluyor? Değişmez kanunlar haline dönüşüyorlar, değil mi? Ondan sonra, iki ayrı kaynak oluşuyor, Allah’ın kitabı, Rasul’ün sünneti. Hikmet yok. Bak, sünnet kelimesi de, hadis kitaplarına bakın, bizim kullandığımız anlamda, hadislerde de sünnet kelimesi geçmez. Yani, kelimelerle oynamayı görüyor musunuz?
Şimdi sünnet kelimesinde; Kur’an-ı Kerim’den bakıyorsunuz; “Sünnetallahilleti kad halet min kabl ve len tecide li sünnetillâhi tebdila” “Allah’ın daha önceki toplumlara uyguladığı sünnettir, bu. Onda hiç bir değişiklik bulamazsın. Ne oluyor sünnette? Farz haline geliyor değil mi? Yani, Allah’ın kanunu haline geliyor. O zaman Allah’ın iki tane kanunu oluyor. Mecburen, bunu Allah indirmiş oluyor. Allah indirmiş olması içinde, Al-i İmran suresi 7. ayette olduğu gibi, “feemmâ-lleżîne fî kulûbihim zeyġun” “içlerinde bir kayma olanlar, niyetleri kötü olan insanlar”, “feyettebi’ûne mâ teşâbehe minhu”, “o kitaptan zihinlerinde olana benzer bir-iki kelime bulurlarsa hemen onun peşine takılırlar” Yani kendi eğriliklerini doğru gösterecek bir-iki kelime buldular mı, ona uyarlar. Bak işte, “râ’inâ” da, “semi’nâ ve’asaynâ” da, “vesma’ ġayra musma’in” de, o Nisa suresi-46 ve Bakara-104. ayetlerde belirtilen şeylerdeki (hususlardaki) kayma, bundan daha zayıf, ama daha da ustacadır yani. Sonuçta ne oluyor? Allah’ın iki türlü indirdiği şey oluyor; birisi Allah’ın kitabı, diğeride Allah’ın sünneti deniyor. Yani, Nebi-Rasul değiştiği için, artık Rasulün sünneti. Nebi diye ayrı bir kavram kalmamış oluyor. Evet, kitaplarda falan var. İşte, ondan sonra da, yani, siz elinizdeki çorbayla, mutfaktaki o çorba malzemeleri arasında, yemek pişirmesini bilmeyen birisi, bir benzerlik kurabilir mi? O zaman da diyorsunuz ki; bu çorbalar, gökten inmedir. Bunu herhangi birisi yapmış değil, gökten inmedir. Şimdi, bunlarla besleneceksiniz. Daha, yeni bir çorba çeşidi falan olmaz, neyse o. O zaman ne oluyor, İslam Ümmeti? Tarihe gömülmüş oluyor mu? Yeni problemler karşısında çözümler üretebilir mi? İmkansız. Onun için, Ömer radıyallahu anh’dan sonrasını, lütfen dikkatle inceleyin; müslümanlar, çözüm üreten vasıflarını bırakmış, problem üreten hale gelmişlerdir. Bu kelimelerle yapılan oyunlar sebebiyle. İş orada kalmıyor. Bu gün İslam aleminde en yaygın görüş şudur; “es-sünnetü kadiyetün ale’l-kitab” “sünnet, kitab üzerinde son sözü söyler”
Peki, en son ulaştığımız şey nedir? Geçen de, bizim vakıfta bir ilahiyatçının yazısını okuduk. Bizim fakültede, doktora öğrencilerine bak işte böyle olun diye örnek vererek okutmuştu bir hoca. “Kur’an’a uyarsak kaos olur” aynen cümle bu. Ama, maalesef bugün, dine hizmet eder görünenlerin bir çoğu bu kafada. Eskiden de böyleydiler de, açıkça söylemiyorlardı. Yani, biz şimdi hemen her derste görüyoruz; Kur’ansız ve hikmetsiz bir din anlayışını görüyoruz, her derste. Ve şimdi büyük bir gayretle, ciddi manada destek buluyorlar bunlar: televizyonlarda. Hurafe dedin mi, sonuna kadar arkandayız. Yeni bir dersen, sonuna kadar. Ama, doğruları söylersen, kusura bakma, senlen benim işim olmaz. Televizyonlarda çıkıyor, adam konuşuyor, diyor ki: “Kur’an evrenselmiş”, ne evrenseli, kardeşim yaa. İşte o, rasulullah zamanındaki, o dönemin Mekke ve Medine şartlarına göre oluşmuş bir kitab. Bununla hiç bir problem çözemezsiniz, kaos olur. Bakın kelimelerle oynayarak, nereler kadar gelinmiş, görüyor musunuz? Onun için problem çok büyük. Her defasında bunları size anlatıyoruz. Hikmetsiz kalmış, yani çözümsüz kalmış bir İslam alemi. İşte bugün görüyorsunuz; gayri müslümlerin elinde oyuncak; Cenab-ı Hakk’ın gazabını celbetmiş olan bir İslam alemi var ortada, Cenab-ı Hakk’ın gazabını celbetmiş olan bir İslam alemi var.
Ben, bu sabah düşündüm. Bilmiyorum, doğru mu düşündüm, yanlış mı düşündüm, ama sizinle kısaca paylaşayım; dedim ki; biz nerede yanlış yaptık? Yav, 1983’den itibaren, İslami İlimler Vakfı’nda 10 sene ilmi toplantılar yaptık, haydi o hazırlık dönemiydi. Orada Kur’an-ı Kerim-i keşfetmek nasib oldu. 1993’den 2014’e kadar 20 kusur senedir, Süleymaniye Vakfı’nda bunu anlatmaya çalışıyoruz. Yav, bakıyorum; başarı diyeceğimiz pek bir şey yok yani öyle, geriye döndüğümüz zaman. Geçen de Mustafa Arslan’a sordum; dedim ki, -bizim en eski arkadaşımızdır şimdi kendisi de burada- dedim sen o günden beri, kaç kişi tanıyorsun, dedim bizim vakıfta? İşte 2-3 kişi, 4. kişi yok. Yav, biz nerede yanlış yaptık da, insanlar bizden hep kaçıyorlar? Bazılarıda, tabii inşaallah sizin içiniz de yoktur onlar. Macera arayarak buraya geliyor, buradan öğrendiği şeylerle gidip bir-iki kişiyi haşladı mı, işi bitiyor, bir daha da gelmiyor. Yani Allah’ın kitabına uymak için değil, bir şeyler öğrenip, gidip orada sevmediği adamı haşlasın, eğer dövmekten zevk alırsa, yine geliyor. Uymak için değil. Yani; imamları dövecek, hocaları dövecek, okuldaki hocasını sustuuracak, falan filan, hava atacak, külhanbeyliği yapacak, o kadar. Yav, ne oluyor? Hakikaten yav biz bu kadar, bakıyorsun etrafta hiç kimse, çok az yani, ehh işte. Seni destekliyoruz hocam, eee ben de senin sülaleni destekliyorum. Seni hiç yanımda görmüyorum. O desteğin ne anlamı var? Nerede yanlış yapıyoruz diye düşündüm. Sonra şu aklıma geldi; galiba dedim, bizim pozisyonumuz, İsa aleyhisselamın pozisyonuna benziyor. Rasulullahın tebliğ ettiği toplumun elinde bir kitap yoktu. Dolayısıyla, onlar kitabı tahrif etmenin ne anlama geldiğini bilmiyorlardı. Yani, ayetleri sağa sola çekmek diye bir şey, onların kültürlerinde yoktu. Dolayısıyla, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), onları bir noktaya kadar getirdi. Ama geçmişlerinde kitap olan yahudi ve hıristiyanlardan kaç tane müslüman olduğunu biliyorsunuz desek, belki en fazla, ben bir kişinin adını sayarım, haydi siz, iki-üç kişiyi sayın. Onların hepsi Medine’yi terk etti gittiler, halbuki ilkönce onların inanması gerekirdi.
Dedim ki; biz galiba İsa aleyhisselamım pozisyondayız, çünkü muhataplarımızın hepsi, “biz kitaba sarılıyoruz” diyorlar. “Kur’an’a Arılıyoruz” diyorlar ve dindarlıkta bizi solluyorlar. Evet, burada sıkıntının kaynağı o. Onun için, kelimelerle oynama işi, son derece tehlikeli bir iştir. Yani, gerçekten bu sabah düşündüm onu. Yav, bu ne olyor? Niye bu kadar zaman, uğraş uğraş ortada hiç bir şey yok, mesela size sürekli söylüyorum; çok önemli bunu yapalım, işte, şöyle olur, böyle olur. Geri dönüp gittiğimiz zaman bakıyoruz ki, ehh, ,şte böyle zar zor. Bak mesela, bir tane binası olmayan bir vakfımız var. Kirada da olan bir vakfımız var, ayda 250 Türk Lirasısı geliri olan bir vakfımız var. Allah’a hamdolsun, Cenab-ı Hak yardım ediyor. Bu ayrı bir konu da, bakıyorsunuz ortada bir şey yok. Yani herkez kendi şeyinde çekip gidiyor. İşte bu, hep o kelimelerden kaynaklanıyor. Adam kalkıyor, senden çok daha dindar hava ortaya koyuyor. Ondan sonra, her türlü, Yahudilerin yaptığı gibi taktiklerle, kelime oyunlarıyla seni çok rahat bir şekilde devre dışı bırakabiliyor. İşte burada; “ve atiullahe ve atiurrasül” “Allah’a ve rasule itaat edin”, “Nebi” kelimesinin anlamını değiştirip, “Nebi” ile “Rasul” arasındaki farkı ortadan kaldırdığınız an, tüm sistem çöküyor. Şimdi mesela, dün birisi bir gazetede yazmış; “efendim en büyük tehlike; Kur’an müslümanlığıdır” diye. Ondan sonra efendim, hangi yetkiyle işte, bir cümle var neyse, hurafelerle ilgili bir şeyler söylemişler. Herhalde bundan sonra sıra buna geldi. Evet bunlara çok dikkat edelim, yani kelimeler üzerinde oynanan oyunlar, son derece tehlikeli oyunlardır, çünkü insanları gerçekten çok fazla etkileyen şeylerdir bunlar. “ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cenneh, arduhâs-semâvâtu vel ard, uiddet lil muttekîn” Yani, hızlı bir şekilde gidin, ne diyeceğiz, yarışın diyeceğiz. Başka bir şey olmaz yani, bir yarışma yapın, bir koşuşun. Yani kim önde gelecek diye bir gayrete girin. Neye doğru yarışacaksın? “ila mağfiretin mirrabbikum” “Rabbinizden gelen bir bağışlanmaya doğru koşun” “ve cennetin ardu es-semavati vel ard” “genişliği gökler ve yer kadar olan cennete” Şimdi; cennet ki, genişliği gökler ve yer, daha sonra, cennet bir bahçe, Halbuki, “cennat” kelimesi vardır; “cennetler” diye, şimdi; genişliği gökler ve yer kadar olan cennet için: yarışın, genişliği gökler ve yer, şimdi göklere baktığımız zaman, 1. kat semada olanlar neydi? Yıldızlar. Bugünkü astronomi, yıldızlara kadar olan kısmı anlamaya çalışıyor. 2. kat semadan hiç kimsenin haberi yok, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci. Yedinci kat semadan sonra, cennet-ül me’va var, değil mi? Necm suresindeydi o, “inde sidrati-lmuntehâ, indehâ cennetu-l me’vâ ” 53. Sure, 525. sayfa evet. “ve lekad raâhu nezleten uḣrâ inde sidrati-l muntehâ” yani, “Rasulullah Cebrail’i bir başka inişinde daha gördü. Sidretul Münteha’nın yanında, Cennetü-l Me’va’nın yanında. Bunun hadislerden, 7. kat sema olduğunu da öğreniyoruz, bunun başka delili var mı? Mesela 7. kat sema diyen hadisler doğru söylemiş mi acaba? Çünkü bir söz “Rasulululah’a aitse”, mutlaka neydi o? “Kur’an’dan çıkarılmış bir hüküm” olması gerekiyordu. Şimdi bakın, mesela; 26. surenin 90. ayetine bakalım, evet Şuara suresi, şimdi burada siz kararınızı verin, Mesela, 87. ayetten başlayalım; “velâ tuḣzinî yevme yub’aśûn” bu İbrahim aleyhisselamın duası, “insanların yeniden diriltilecekleri günde beni rezil etme ya rabbi” diyor. “yevme lâ yenfe’u mâlun velâ benûn”, “öyle bir günkü, mal ve çoluk çocuk o gün menfaat vermeyecektir. “illâ men etallâhe bikalbin selîm”, “Allah’a kalbi selimle gelen başka.” Yani; malın, mülkün, çoluğun, çocuğun o gün hiç bir faydası yok, kalbi selimle gelirsen Allah’a, yani içinde şirk olmadan Cenab-ı Hakka gelirsen, fayda görürsün. Ondan sonra da diyor ki, “ve uzlifetil cennetu lil muttekîn ” diyor, işte 90. ayet bu, “cennet muttakiler için yaklaştırılmış olacaktır. Nasıl yaklaşmış olacak acaba?
Şimdi bir ayet daha okuyayım, ondan sonra siz kararınızı verin, mesela 21. surenin 104. ayetine bakalım: ondan sonra kararınızı siz verin. 130. sayfa “yevme natvî-ssemâe ketayyi-ssicilli lilkutub” Diyor ki, “göğü, kağıtların kitap için dürüldüğü gibi, dürdüğümüz zaman, yani, kağıt rulosu değil mi, mesela şöyle bir şeyde (eliyle kağıt rulosu gibi yapıyor) bir kağıt rulosu. Gökyüzü bir kağıt rulosu gibi dürülecek. “es-sema” dediği bütün sema yani, 7 katıda, kağıt rulosu gibi dürülecek. Cennet neredeydi? 7. semanın yanındaydı, şimdi, 7. semaya kadar olan tüm gökyüzü, kağıt rulosu gibi dürülür, yeryüzü aynen duruyor, o zaman cennet ne olur? Şu anda baksan görebilir misin cenneti? O zaman ne olur? Görürsün. Zaten, genişliği gökler ve yer kadar, küçük bir yer değil ki, uzunluğundan bahsetmiyor, genişliği gökler ve yer kadar diyor, değil mi? Peki, tüm onlar ortadan kalktığı zaman, aaa, bakıyorsun, cennet buradaymış. Yani, fiilen yaklaşmamış olsa bile, sana çok yakın gibi gözükmeye başlar değil mi? O zaman da bu hadis doğru mu değil mi? Ya da Necm suresindeki ayeti doğru anlamış mıyız, değil miyiz? Yani, 7. kat semaya çıktığından bahsediyor hadiste Rasulullah’ın. Orada sidretu-l münteha var, en son ağaç, Son ağaç, nasıl bir şey, 7. kat semada ağaç ne arıyor dersiniz, değil mi? Acaba doğru anlıyor muyuz? Bakın, şimdi onu anlatan da bir ayet var. Talak suresi 12. ayet. Bak burada diyor ki Allah-u Teala “Allâhu-lleżî ḣaleka seb’a semâvâtin”, “Allah 7 göğü yarattı”, tamam “ve mine-l-ardi miślehunne”, “yerden de 7 göğün mislini, yani benzerini yarattı.” Şimdi, yeri düşünürseniz, yerin 7. katı nerede olur? Atmosfer başka yer, toprak. Çekirdekte 1. kat olur, şimdi 7. kat sema en üstteki değil mi? Yerin 7. katı neresi olur? Burası olur, peki bu ağaçlar, bu bitkiler yerin 1. 2. 3. 4. 5. katında mı bitiyor, 7. katında mı bitiyor? O zaman sidretu-l münteha da o sidre, kiraz ağacının 7. katta olmasından daha tabii bir şey olur mu? Şimdi oldu mu, bak ayeti görüyor musun? Çünkü bunun misli diyor. Toprakta neyse, yani bu ne oluyor? Dünya 7 kat semanın bir prototipi oluyor. 7 kat semayı incelemek istiyorsanız, elinizde inceleyeceğiniz bir dünya var, çekirdeğe kadar inin, inceleyin. O zaman mecburen o çekirdek kısmı da, belki dünyanın 2. bir şekli olabilir. Bayağı zevkli olur değil mi, bir dalın gidin gelin yarın.
Evet, şimdi bakın, Al-i İmran suresi 133. ayette “genişliği gökler ve yer kadar olan cennet için yarışın, bu muttakiler için hazırlanmıştır” Ne demek “muttaki”, “kendisini koruyan için”, korumazsa ne olur, yani kendini salıveremezsin, serbest bırakamazsın. Salıverir, serbest bırakırsan, mutlaka seni birisi kapar; şeytan kapar, şeytan gibi insanlar kapar, şu olur, bu olur. Onun için sürekli kendini koruyacaksın, günah işlemem. Allah’ın bir emri söz konusu oldu mu, her şeyi unutacaksın orada. Efendim, falan ne der, filan ne der? Bana ne, ne derse desin, önemli olan Cenab-ı Hakk’ın ne dediğidir. Çünkü ilerisinde müthiş bir mükafat var; genişliği, gökler ve yer kadar olan bir cennet vadediyor Allah-u Teala. Muttakiler için, kendisini koruyan insanlar için. Onun için her zaman kendimizi korumamız lazım. Her zaman kendimizi kötü işlere karşı sakınmamız lazım. Tabii, cennet için amel edeceksin, iş yapacaksın. Bak, onun için yarış diyor, yarış. Yarışmak ne demek? Ben ondan daha iyisini yapacağım demektir. Bu adam bir hayır yapmış, ben daha iyisini yapacağım dersin. O zaman işte, esas yaratılış gayemiz ortaya çıkmış olur. Hayırda bir yarış olmuş olur, eee şerde yarışa başladığın zaman, zaten o başlangıçta çok zevkli olur. Arkası insan için çok kötü olur, sonucu son derece kötü olur. Nice insanlar, kısa vadeli zevklerin mahrumu oldukları için, uzun vadeli sıkıntılara katlanmak zorunda oluyorlar. Şöyle çevrenize bir bakın. Bir zamanların şımarıklarının ne hale geldiğine bir bakın, onlardan ibret alın. Evet peki, şimdi Yahya’nın hatırlattığını ayet-i kerime söylüyor. “elleżîne yunfikûne fî-sserrâ-i ve-ddarrâ”, “bunlar; iyi günde de kötü günde de infakta bulunurlar, hayır hasenat yaparlar, yani verici olurlar. “velkâzimînel ġayz”, “kendi kızgınlıklarını içlerine gömerler”, yani öfkelerini yutarlar diyelim. “vel’âfîne ani-nnâs”, “ve insanların hatalarını görmezlikten gelirler” çünkü, hatayı niye görüyorsun ki, insanların iyi tarafını gör. “vallâhu yuhibbu-l muhsinîn” “Allah muhsinleri sever, iyi davranışta olanları sever, muhsinler kim? “velleżîne iżâ fe’alû fâhişeten”, “muhsinler şunlar, bir çirkin davranış içine girmiş olsa, bak şunu söylüyor. İyi insan, günahsız insan değildir diyor, yani günahsız olur diye bir şey yok, yapabilir. Birisi, bir çirkin davranışta bulunmuş olsa, “ev zalemû enfusehum” “ya da kendilerini kötü duruma düşürecek bir iş yapmış olsalar, “żekerûllâh”, “hemen Allah’ın emri akıllarına gelir”, aaa, ben ne yaptım yavv, hemen Cenab-ı Hakk’ın emrini hatırlarlar. “festaġferû liżunûbihim”, “hemen günahları için ya Rabbi beni affet” derler. Elbette esas istenen bu günahlara hiç girmemektir, ama girerse de hemen ondan sıyrılıp çıkmasını bilir. “vemen yaġfiru-żżunûbe illallah”, “Allah’tan başka, günahı kim örtüp bağışlayabilir ki? “velem yusirrû alâ mâ fe’alû”, “işledikleri günahta ısrarcı olmazlar.
Adem aleyhisselamla İblis’i düşünün. Hangisi ısrarcıydı günahında? İblis, Adem aleyhisselam ne yaptı? Hemen, ya Rabbi ben yanlış yaptım diyerek günahından vazgeçti. O, Adem aleyhisselam oldu, öbürüsü İblis oldu, Şeytan oldu. “velem yusirrû alâ mâ fe’alû vehum ya’lemûn”, “bile bile ısrar etmezler, ama bazen bir adam bilmez, mesela birçok şeyi, biz dinimizin emri zannederek yaptık, sonra yanlış olduğunu öğrendik, değil mi? O zaman o bilmediğinden dolayı, ne oluyor, sorumlu olmuyor. Bildikten sonra yapmaya devam ederse, sorumlu olur. “vehum ya’lemûn” diyor ya Allah-u Teala. “ulâ-ike cezâuhum maġfiratun min rabbihim”, “bunların cezaları, alacaklarına karşılık, Rableri tarafından bir bağışlanma, “ve cennâtun tecrî min tahtihâ-l-enhâr”, “ve içinden ırmaklar akan cennetler” yukarıda bir tek cennet dedi, bir tane değil, çok cennetler, çok bahçeler. “ḣâlidîne fîhâ”, “orada ölümsüzleşerek” ölümsüz, bundan daha büyük bir şey olur mu? Ama, bunun için Allah’a güvenmek lazım, azıcık yaa işte, falan falan derseniz, bunu ona tercih ederseniz, her şeyi kaybedersiniz. “ve ni’me ecrul âmilîn”, “çalışanların aldığı ücret ne kadar güzeldir.”
Evet, burada bırakalım, çünkü burada vakit epeyce geçti. Şimdi burada “Suç-Ceza uygunluğu” diye yeni bir kitabımız çıktı. Suat Erdoğan’ın doktora tezidir. Bu, gerçekten sahasında çok güzel bir çalışmadır. Bizim İslam Ceza Hukuku derken, hani dersin başında; kelimelerle oynamalar, bilmem nelerden bahsettik ya, biz de yani fıkıh kitaplarında cezayla ilgili bir şey bulamazsınız; üç-beş tane ceza, gerisi tamamen devletin keyfine bırakılmıştır. Hâlbuki, Kur’an- Kerim; inanılmaz bir suç-ceza uygunluğu sistemi kurmuştur; tam matematik gibi. Böyle bir şeyin olabileceğini siz hayal bile edemesiniz, yani suçla ceza arasındaki uygunluğu alın, bunun matematiğini yapın, o derece açık ve net bir şekilde Kur’an- Kerim onları anlatmıştır. Bu arkadaşımız da bu konuda doktora yaptı ki, sahasında ilk çalışmalardandır. Bir tane daha var, o da basılıyor değil mi? Basılmıyor mu? Neyse, bu çok kaliteli bir çalışmadır. Bunu okumanız tavsiye ederim, daha yeni çıkmış, ben de burada gördüm ilk defa, bekliyorduk çıkmasını.
Pekii, biraz ara veriyoruz.