Elhamdu lillâhi rabbi-l’âlemîn, vel akibeti lil müttakin, vesselatu vesselamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain
Bugün, Al-i İmran suresinin 104. ayetini ve devamı olan ayetleri anlamaya çalışacağız. Bu ayetlerde, marûf ona bağlı olarak münker, yine onlar bağlı olarak, zikir konuları üzerinde durmaya çalışacağız.
Allah-u Teala şöyle buyuruyor; “veltekun minkum ummeh”, “içinizde bir ümmet olsun”, bir topluluk, bir öncüler grubu olsun ,”yed’ûne ilâlḣayr”, “o hayra insanları çağırsın”, yani Allah-u Teâlâ’nın hayır dediği şeye çağırsın “ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anilmunker”, “iyiliği emredip, marûfu emredip, münkeri de engelleyerek hayıra çağırsınlar “ve ulâike humul muflihûn”, “işte umduklarını kavuşacak olanlar onlardır “ve lâ tekûnû kelleżîne teferrakû vaḣtelefu”, “böyle, parça parça olup, ihtilafa düşenler gibi de olmasınlar”, biri bir tarafta, biri bir tarafta olmasınlar, “min ba’di mâ câehumul beyyinât”, “bu açık belgeler, onlara geldikten sonra, biri o tarafa, biri de o tarafa çekmesin”, “ve ulâike lehum ażâbun azîm”, “onlar var ya, onların payına düşen, büyük bir azaptır”, “yevme tebyaddu vucûhun vetesveddu vucûh”, “o azap, bir kısım yüzlerin ak, bir kısım yüzlerinde kara olduğu günde olacaktır”, “feemmâlleżînesveddet vucûhuhum”, “bu yüzleri kara olanlar”, “ekefertum ba’de îmânikum”, “inandıktan sonra kafir mi oldunuz? sözüne muhatap olacaklardır” “feżûkûl ażâbe bimâ kuntum tekfurûn” , “madem kafir oldunuz, ona karşılık bu azabı tadın denecektir”, “ve emmâlleżînebyeddat vucûhuhum”, “yüzleri ak olanlarsa”, “fe fî rahmetillâh”, “Allah-u Tealanın rahmeti, ikramı içerisinde olacaklardır”, “hum fîhâ ḣâlidûn”, “onlar, Allah’ı o ikramı içerisinde sürekli kalacaklardır. “tilke âyâtullâhi netlûhâ aleyke bil hakk”, “bunlar Allahın ayetleridir, sana tam hak olarak onları okuyoruz”, “vemallâhu yurîdu zulmen lil’âlemîn”, “Allah-u Teala, âleme zulmetmek istemez, Cenabı Hak, kimseye zulüm etmek istemez, haksızlık yapmak istemez, yani, Allahın böyle bir iradesi yoktur. Eğer, bir yerde bir sıkıntı falan varsa, mutlaka insanlar onu hak etmişlerdir.
Şimdi, tekrar başa dönüyoruz, “veltekun minkum ummeh”, “içinizde bir ümmet, bir öncüler topluluğu olsun”, “yed’ûne ilâlḣayr”, “o hayra çağıran öncüler”, “ve ye’murûne bil ma’rûf”, “marûfu emrederek”, “ve yenhevne anil munker”, “o münkerden de yasaklayarak, marûfa, hayra çağıran bir ümmet olsun.” Şimdi, marûf ne demek? “Örf” kelimesini bilirsiniz. İşte belli insan grupları arasında, belli bölgelerde, belli yerlerde, halkın iyi ve güzel kabul ettiği şeylere örf denir. Ama Kur’an-ı Kerimdeki örf, ondan daha geneldir. “ye’murûne bil ma’rûf” dediğimiz zaman, “marûfu emretsinler”, dediğimiz zaman, bu evrenselleşmiş olur, çünkü bazen yerel örfler her yerde geçerli olmayabilir ama bunlar, her tarafta geçerli olanlardır. Çünkü marûfu emredecekler. Peki, marûf ne demek? Arefe, tanımak, tanımak demektir. Şimdi, şurada şöyle bir kutu var, hayatında hiç böyle bir şey görmemiş olan, mesela bundan bir kaç sene evvel suyun bu şekilde satılması yoktu, ne olduğunu bilmez. Önce, şöyle bir bakar, suya benziyor ama başka bir şey de olabilir der. Sonra, açar şurayı, mesela açamaz benim gibi, yok açar açar. Ondan sonra, koklar, bu su galiba der. Şöyle bir, ha su, su tamam. İşte, marûfu tanımak bu, yani bakıyorsun, düşünüyorsun, araştırıyorsun. Sonra, Fatih diyor ki “öyle bir susadım ki, ben de diyorum ki, iç bunu, susuzluğun geçer.
İşte, bu da; marûfu emretmek oluyor, yani marûf, düşünerek, araştırarak, doğru bir bilgiye ulaşmaktır. Ulaştığınız bilgi, doğru ise marûf olur, doğru zannedersiniz yanlış çıkar, o zaman marûf değilmiş, yani insanların, araştırarak buldukları bilgilere marûf deniyor. “O marûfu emrederler” dendiği zaman, doğru olduğu kanaatine, mesela az önce tamam, bak bu su, suyunda kişinin susuzluğunu giderdiğini biliyorum, eee ben susuzum dediği zaman, şunu iç diyorum, o ne ki diyecek? Haa su, ha tamam o zaman içeyim diyecek. İçecek ve susuzluğu giderilmiş olacak. İşte doğru bilgileri de insanlara o şekilde götürmek gerekiyor. Şunu yap, eee bunun içerisinde su yerine benzin olsa, içmeye kalkışsa, “aman aman, sakın ha içme,”Niye? Sen onu bilmiyorsun. Su değil mi? Değil, işte ona da “münker” deniyor, yani, bilmediğiniz ya da yanlış bildiğiniz şey. İhtiyaca yaramayacak, problemi çözmeyecek olan bir şey. Mesela, birisi geliyor, bu adam kim? O, marûf bir adam, yani tanınan, bilinen bir adam, bir başkası geliyor, valla ben onu hiç tanıyamadım, kimdir? o da münker olmuş oluyor, tanınmayan demek, iyi olabilir, tanımadığınız, “kötü” manasına gelmez, ama iyi mi kötü mü onu hemen test etmediğiniz için, o konuda henüz bir emir veremez yani tanımadığınız bilmediğiniz bir şey için şunu yap, bunu yapma diyemezsin. Ne dersiniz? Aman dikkatli ol, henüz bunu bilmiyoruz, aman kendini kötü duruma düşürme diye, uyarıda bulunmuş oluruz.
Şimdi, bu marûflar, yani doğru bilgiler, araştırarak, el yordamıyla, bir takım düşünmelerle bağlantılar kurarak elde edilmiş olan bu bilgiler, insanın zihninde birikmeye başlar. Mesela, küçüklükten daha yeni çocuklar varsa, küçük çocuklar, bakarsınız kafayı bir yere vurur, kafayı vurmanın, kendisini sıkıntıya soktuğunu, işte acı meydana getirdiğini anlayınca, bir daha da vurmamaya çalışır. Şimdi o zihninde birikmiş olan bir bilgidir. Şimdi, o bilgiler biriktiği zaman, doğru olan bilgiler, biriktiği zaman, onun adına “zikir” denir yani “zihinde toparlanmış olan marûfa”, zikir denir. Zihninizi böyle bir kap olarak düşünün, topluyorsunuz onun içerisinde de dolaplar var, o dolaplara bu bilgiler yerleşiyor, ona zikir deniyor. Zikir, yani 1-hafızaya yerleştirmişsiniz, o bilgiyi, o bilgi siz de var. bazen de unutursunuz, hatırlarsınız, ona da zikir denir. O zihninizdeki bilgiyi, kullanmaya başladığınız zaman, ona da “tezekkür” denir, yani o bilgiyi kullanmaya başladınız. Karşınızda da; olan bilgiyi, ona hatırlarsınız ya da karşınızdakinin işine yarayacak bir bilgiyi ona verirseniz, ona “tezkir” denir ki, o da marûfu emretmektir, dolayısıyla; zikir, anlamını bilmediğiniz bir şey zikir olmaz, anlamını bilmiyorsanız zikir olmaz. O münker olur, nekir olur, bilmediğiniz bir şey. O zaman, manalarını bilmeden, zikir çekenler ne yapmış oluyor? Evet, demek ki anlamını bilmek lazım.
Peki, şimdi bir şey daha size söyleyeyim. Bakalım ona ne diyeceksiniz; Allah-u Tealanın Taha suresinde Musa’ya (as) namazla ilgili bir emri var, neydi o? “ve ekimissalâte liżikrî”, “benim zikrim için namazı kıl”, zikrim, yani benim zikrim. Allahın zikri nedir? Allahın kitabıdır, çünkü doğru bilgilerin, yani şimdi bunun içerisinde yanlış bilgi var mı? Doğru bilgilerin toplandığı yer, tüm doğru bilgilerin toplandığı yer bu olduğu için, bunun adı zikirdir. Bunun en küçük parçası da zikirdir, tamamı da zikirdir, hepsi de zikirdir bunun. Dolayısıyla, Allah-u Teâlâ’nın indirdiği, sadece bu kitap zikir değil, başka? Kâinat kitabından elde edilen doğru bilgiler de zikirdir, az önce size anlattım ya, suyla ilgili. Suyun ne işe yarayacağını araştırdık, öğrendik, bir zikir haline geldi. Bu suda Allahın ayeti değil mi? İşte Allahın ayetini öğrenerek, bir zikir elde etmiş olduk. Şimdi, Allahın yarattığı ayetlerden elde edilen zikirle, indirdiği ayetlerden öğrenilen zikir arasında, ne olur? Tam bir uyum olur, değil mi?
İnsanlara onu anlattığımız zaman, marûfu emretmiş oluruz. Ondan dolayı, Allah-u Teala, elçisine diyor ki, “fezekkir innemâ ente muzekkir”, “sen, sadece tezkirde bulun”, senin görevin tezkirde bulunmaktan ibarettir, yani Allahın elçisinin görevi, tezkirde bulunmak. Tezkir neydi? Doğru bilgiyi karşı tarafa vermek, değil mi? O zaman, Allahın elçisinin karşı tarafa vereceği doğru bilgi nedir? “Kur’an bilgisi”, onun vereceği doğru bilgi Kur’an bilgisidir. Evet, şimdi Allah-u Teâlâ, Hicr suresinin 9. ayetinde (262. sayfa) “innâ nahnu nezzelnâżżikra ve innâ lehu lehâfizûn” diyor, “o zikri indiren biziz, onu koruyacak olanlar da yine bizleriz” diyor, burada indirilen zikir hangisidir? Kur’an-ı Kerim’dir. Mesela, ondan önceki ayete bakın, (altıncı ayet) “ve kâlû yâ eyyuhelleżî nuzzile aleyhiżżikr inneke lemecnûn”, “ey, kendisine bu zikir indirilmiş olan”, tabi, burada dalga geçiyorlar; sen, kendine zikir geldiğini iddia ediyorsun, öyle mi? Sen cinlerin etkisindesin, öyle bir şey yok, demiş oluyorlar. “lev mâ te’tînâ bilmelâiketi in kunte minessâdikîn”, “işte yalan söylüyorlar ya, “gerçekten sana zikir inmişse eğer, niye? Çünkü o Mekkeliler de zikrin ne olduğunu, gayet iyi biliyorlar. Zikir, evrensel nitelikli doğru bilgi. İster Allahın indirdiği, ayetlerden elde edilmiş olsun, ister yarattığı ayetlerden elde edilmiş olsun. İşte burada ne diyor, “haa, sen kendine zikir indirildiğini zannediyorsun ama bırak Allahını seversen, seni cinler etkilemiş”, “inneke le mecnun”, diyorlar. Diyorlar ki, eee hadi öyleyse, melekleri getir haklıysan. Allahu Teâlâ da diyor ki “mâ nunezzilulmelâikete illâ bilhakki vemâ kânû iżen munzarîn”, “biz melekleri gerçek bir sebeple, yani onlara ceza vermek için indiririz, o zaman da bunlara süre tanımayız. Şimdi bak, süre tanıyoruz, Allah-u Teâlâ’nın melekleri indirmekle ilgili bir kanunu var. Ondan sonra da diyor ki, “innâ nahnu nezzelnâżżikra”, “o zikri biz indirdik”, “ve innâ lehu lehâfizûn”, “onu koruyacak olanlar da, elbette bizleriz”, peki bu zikir sadece Kura’n-ı Kerim mi? Önceki bütün kitaplarda zikirdir, o zaman; “Kur’an-ı Kerimi ezberleyenler”, zikir yapmış olurlar mı? Manasını bilmiyorlarsa eğer, sadece ezberi vardır, ne olduğunu bilmiyor ki. Anlamını bilirse, ne olur? Zikir haline gelir, çünkü Kur’anı sadece ezberde bulunanlar, tezkirde bulunamazlar ki, abdestle ilgili ayet hangisidir? Valla ne bileyim, sen oku, ben yerine bulayım der.
Müftülükteyken bir arkadaşımız vardı, bir tane kelime söyle, o kelimenin geçtiği bütün ayetleri sayfasıyla beraber söylesin, sanki mübarek computer, ama hiçbir tanesinin anlamını bilmezdi. Şimdi, orada zikir var mı? Peki, “bu zikri indirdik” dediğine göre Allah-u Teâlâ, Kur’anın bizim için zikir olmasının şartı nedir? Manasını anlamamız, anlamazsak zikir olmaz, anlamazsak marifet olmaz, yani anlayacaksın niye? Manasını anlayacaksın, bak mesela ne yapıyoruz? Bir ayet okuyoruz, iyi anlayabilmek için, arkasındakini okuyoruz, öndekini okuyoruz, bağlantılar ile birlikte okuyoruz, kelimeleri düşünüyoruz. İşte, o zaman, bir “marifet” hâsıl oluyor o bize mal olmuş bir bilgi oluyor, onu kafaya koyuyoruz. Birisi bir şey sorduğu zaman, haa işte öyle, falan yerde şöyle bir ayet vardı diyoruz, bunun adı da tezkir oluyor. Tezkir, yani karşı tarafa o bilgiyi aktarıyorsunuz, onun zihnindeki bilgiyi de harekete geçirmeye çalışıyoruz. Mesela, iş bu noktaya kadar gelmişken, Nahl (16. sure) suresinin 43. ayetinde diyor ki “vemâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî ileyhim”, “senden önce, kendilerine vahiyde bulunduğumuz erkeklerden başkasını, elçi olarak göndermedik”, senden önce kendisine vahiy ettiğimiz elçilerin tamamı erkekti.
Peki, şimdi size bir soru? Allahın kendisine vahyetmediği elçiler olur mu? Olur mu? Elçi, olur, peki, hanımlar olur mu, elçi? Tabii ki olur. Kendisine vahyedilen elçi başka, vahyedilen elçi nedir? Nebi olan resuldür, vahyedilmemiş olan elçi kimdir? Hepimiz, hanımlarda elçi olur, erkeklerde. Şimdi kendisine vahiy gelmiş elçilerin hepsi erkek. Çünkü elçilik işi, biraz zor ve sıkıntılı “vemâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî ileyhim feselû ehleżżikri”, ehli zikre sorun diyor, ehli zikir kim olur? burada. Bakın, “senden önce elçi gönderdiklerimiz”, dediği zaman, ehli zikir kim olur? Önceki kitapların uzmanları olur. Tevrat’ın uzmanı olur, ehil, ehil ya. Bu adam, bu işin ehli demez miyiz? O zikrin ehli, yani, o Tevrat’ı kafasına yerleştirmiş. Tevrat’ı ezberlemiş olursa, bilmez ki, gelen ne nebiyi, ne resulü bilir, ne şunu ne bunu, değil mi? Tevrat bilgisini kafasına yerleştirmiş.
“feselû ehleżżikri”, “o zikir ehline sorun”, “in kuntum lâ ta’lemûn”, “bilmiyorsanız”, bilmeyebilirsiniz, siz o eski kitapların uzmanı değilsiniz ki, değil mi? Ondan sonra ne diyor? “ve enzelna”, “gönderdik” o elçileri, neyle gönderdik? “bil beyyinâti”, “açık belgelerle”, “vezzubur”, “ve kitaplarla” gönderdik, evet. Yani önceki elçiler, kendilerine vahyettiğimiz elçiler kitaplarla geldi, şimdi vahyedilmiş olan elçiler, nebi olan resullerdir ve hepsinin elinde mutlaka bir kitap vardır, mutlaka vardır. Bunu biliyorsunuz, Enam suresinin 83. ve devamı ayetlerde Allah-u Teâlâ anlatıyor. “ve enzelnâ ileykeżżikra”, bak tekrar zikir, “ez-zikr”, “ez-zikr”, önceki de öyle bu da. Bu zikri de sana indirdik, yani aynı zikri sana indirdik. İngilizce de “the” diye başlayan şey var ya. Türkçe de de, geçen birisini gördüm, hoşuma gitti anlattığı,.kitabında anlatmış, Arapça da “el” takısı vardır, biz de de “ol” takısı vardır, “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler”, diye bir söz vardır ya, biz de de “ol” takısı vardır, “le” kalkar “o” kalır diye yazmış, biraz hoşuma gitti, mantık olarak. Şimdi o zikri, yani ingilizcedeki “the” karşılığı, Arapçadaki “elif lam” karşılığında, biz de “o” var. O zikri, yani nebilere indirilmiş olan zikri, sana da indirdik. Çünkü değişmiyor ki, Allahın yaratmış olduğu ayetler değişmediği zaman, indirdiği ayetlerde değişmiyor. Niye? “litubeyyine linnâs”, “insanlara beyan edesin, anlatasın”, “mâ nuzzile ileyhim”, “kendilerine indirilmiş olanı”, o insanlara, kendilerine indirilmiş olanı anlatacaksınız. “O insanlara”, O insanlar kim? “Yahudi ve Hıristiyanlar”, bak, siz Kur’an-ı Kerimi önceki kitapların indirildiği toplumlara anlattığınız zaman, aynı zamanda, onlara nelerin indirildiğini anlatmış oluyorsunuz. Yani, Kur’anı onlara okuyorsunuz, aslında Tevrat’ı okumuş oluyorsunuz, aslında İncil’i okumuş oluyorsunuz. Onlar, bunun içerisinde kendileri buluyorlar. “ve le’allehum yetefekkerûn”, “belki de tefekkür ederler, düşünürler”, Allah Allah derler. Tefekkürle ulaşılan şeye “marifet” deniyor. Ne diyor? Ya bir dakika, bu bizde de vardı, Allah Allah. Allah demiyor mu? İşte bir nebi gelecek, ona inanacaksınız. Gelmiş öyleyse ya, gelmiş o zaman, inanmamız lazım. İşte oradan bir marifete ulaşıyor, ulaştığı marifette bir zikir olmuş oluyor.
Onun için, tekrar başa dönelim, yani iyiliği emreder diye tercüme ediyoruz, biraz hafif kalıyor bu, yani yanlış değil de, kapsamı biraz daralmış oluyor. marûfu emrediyor, o marûfun içerisinde zikir var, her şey var, doğru bilgi var, evrensel bilgi var. Şimdi, Cenabı Hak, şüphesiz ki adil, insanların tamamına kendi kitabını okutturuyor. Doğduğu günden öldüğü güne kadar, herkese okutturuyor Allah. Herkes oradan bir zikir elde ediyor, onun için dikkat edin. Yeryüzündeki bütün insanlar, aynı şeye güler, aynı şeyi ağlar, çok temel şeyleri vardır, ortak noktaları vardır ve yanlış olan şey, yani mesela, bir bozuk gıda, nasıl bir kişinin midesini bulandırırsa, yanlış bilgi de kafasını bulandırır ve rahatsız olur ondan. Çünkü bu vücut, o doğru bilgiyi test edecek yetenekte yaratılmıştır, hemen anlayamayabilirsiniz, içinize yatmaz. Sonra araştırırsınız, sorarsınız, tabi sizi baskı altında tutmak isteyenler, “sus sen anlamazsın, sen ne bilirsin ki, aklın ermez, her şeye karışma, bilmediğin şeye karışma, falan filan” diyerek, sizi zihinsel olarak köleleştirirler. Ondan sonra, eee ben bilmiyorum, ondan sonra insanlar böyle zihinsel olarak köleleşir, insanların kişilikleri kaybolur, sonra da çok rahat bir şekilde sömürülecek hale gelirler.
Tekrar Al-i İmran suresinin 104. ayetine gelelim, Allah-u Teâlâ diyor ki “veltekun minkum”, “içinizden bulunsun”, “ummetun”, “bir öncüler grubu”, öncüler, tamam. Sen gidiyorsun, bir yerde Allahın ayetini ona anlatıyorsun, öne çıkıyorsun. eee seninle beraber bir kaç kişi olmalı, seni destekleyecek. O zaman, üç kişide olsanız tamam. ee yok, yoksa tek başına da olsa yapacaksınız. Çünkü İbrahim (as) neydi? Tek kişilik ümmetti, değil mi? Ayet vardı, “inne ibrâhîme kâne ummeten”, “İbrahim, tek kişilik ümmetti”. Tek kişi de olsan, o öncülüğü yapacaksın, zaten tek kişi kalmayı göze alamıyorsan, bu yola girmeyeceksin. Sağa sola bakma, Allah rızası esas olacak, peki ne yapacak bunlar?
“yed’ûne ilel ḣayr”, “o hayra çağırsınlar, tümüyle hayır olan şey, iyilik olan şey, bak evrensel. Buldun mu ayeti? “ve ye’murûne bil ma’rûf”, “marûfu emrederek, ben bunu hal cümlesi yaptım, daha güzel olur diye. “ve yenhevne anil munker”, “o münkeride”, ya kardeşim ben bilmiyorum, dokunma ne olur ne olmaz. Emin olduğum şeyleri söylüyorsun, bilmediğin şeyi söylemiyorsun. O zaman, hangi bilgiden eminsen, o senin için zikirdir. O emin olduğun bilgiyi, karşı tarafa anlattığın zaman, marûfu emretmiş olursun. Marûfu emretmek, yani o kişiyi Marûfa yönlendirmiş olursun, illa kişinin kafasına sopayla filan vuracak değilsin, yani o kişiyi Marûfa yönlendirmiş olursun. Peki şu? Onu ben bilmiyorum kardeşim, o zaman, o münker. Bilmiyorsan emretme, sana göre münker. Bilmediğin şey manasında, onun için Arapçada, “marife” nekre derler. Niye nekre derler? Bilinmediği için, bilinmediği için nekre denir, bilindiği için marife denir. Yani, maruf, bildiğini emrediyorsun, bilmiyorsanız, orada susuyorsun. Belki, çok doğru bir şeydir. Ama öyle belkiyle olmaz, yani karşınızdakini, tehlikeye falan atamazsınız. Aman dikkat, aman yapma kardeşim, ben bilmiyorum. Bakarsın ne olur ne olmaz, ya da gel birisine soralım, bunu bilen birisine soralım, araştıralım. O da bir marûfu emr olur. “ve ulâike humulmuflihûn”, “iflah olanlar onlardır”, yani, umduklarına kavuşacak olanlar onlardır. Şimdi, dikkat edecek olursanız, herkes gelecekten çok şeyler bekler. Herkes bir takım şeylerin peşindedir. Güzelliklerin peşindedir ama istediği güzelliklere herkes ulaşamaz. O istediğiniz güzelliklere ulaşabilmek için, Allah-u Teâlâ’nın dediği yoldan gitmeniz lazım. İşte o zaman, iyiliği emreder, kötülükten yasaklarsınız, tabi kendinizin de ona uyması lazım. O zaman, umduğumuza kavuşabiliriz.
Şimdi burada bir şey daha söylüyor, Allah-u Teâlâ “velâ tekûnû kelleżîne teferrakû”, ayrışanlar, teferruk ne demek? Kendini geri çekiyor, yaa kardeşim, yapmadığın gönlü kırma, ya boş ver ya, tamam tamam, boş ver, söyleme, yeri değil, zamanı değil, ortalığı bulandırma, sus, konuşma. Eee biliyorsun söyle, ya, her yerde söylenmez, bahane de çoktur, geri çekilir. Teferruk o yani, kendisi ne yapıyor? kendisini bir tarafa ayırıyor. “Tefrik”, sen başkasını ayırıyorsun, “teferruk”, sen kendini ayırıyorsun. Ya kardeşim, etme, sus, konuşma, ne yapıyorsa yapsın. Ha anlattın, anlattın, dinlemedi, tamam ne yapıyorsan yap dersin, o başka bir şey, ama hiç müdahale etmiyorsun, böyle olmayın diyor Allah-u Teâlâ.
“vaḣtelefû”, o zaman ihtilaf, birisi diyor yapayım, birisi diyor yapmayalım, ne oluyor orada? Bunu, genellikle bir şeye ulaşmak istedikleri için yaparlar. Yav kardeşim, ben şimdi bunu burada söylerim ama söylediğim zaman, kötü olurum. Niye kötü olayım ki, durup dururken? Kime karşı kötü oluyorsun? İnsanlara karşı, peki Allaha karşı? Ya tamam, evet işte, kurban olayım Allaha, tabii ki falan, işte başlar orada Allaha neredeyse şiirler yazmaya. Kardeşim şiir yazmayı bırak, verilen emri yerine getir. Ne zaman bunu yapıyorlar?
“min ba’di mâ câehumul beyyinât”, “kendilerine açık belgeler geldikten sonra”, her şeyi öğreniyor, doğruyu, ama söylemiyor. Öyle insanlar çoktur, peki bunlar ne olur? “ve ulâike lehum ażâbun azîm”, “bunların payına düşen de büyük bir azaptır”, efendim, doğruları söylemek zor, falan. Ya kardeşim tabii ki zor olacak. Bu çok büyük bir yatırım, yatırım yaptığınız zaman, başlangıçta çok büyük sıkıntılar çekersiniz, çok zorlanırsınız. Yatırım ne kadar büyükse, sıkıntısı da o kadar büyük olur, ee o yatırıma katlanmazsan, ilerisinde getirisi de olmaz. Onun için, bu durumlara hep katlanmak lazım, doğruları her zaman ve her yerde söylemek gerekir. Her zaman ve her yerde söylemek lazım.
Yani, ben şimdi burada, Allah-u Teâlâ’ya şükrümüzü eda edecek, bir takım kelimeler söylemek istiyorum, gerçi bazıları bunları bazıları istismar ediyorlar ama, Allah-u Teala, “ve emmâ bini’meti rabbike fehaddiś“ diyor duhan suresinde. “Rabbinin nimetinden bahset, konuş” diyor. Cenab-ı Hakka sonsuz şükürler olsun, şu anda İslam alemi içerisinde Allah-u Teâlâ‘nın bize yapmış olduğu ikramlar, inanılır gibi değil, bunu siz hepiniz yaşayarak biliyorsunuz, hepiniz biliyorsunuz. Kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle, gittiğiniz her yerde, hemen anında, farkınız ortaya çıkıyor, kaliteniz ortaya çıkıyor. Şimdi, sık sık soruyorlar, bu nasıl oldu? İşte, bu şekilde oldu, yani her yerde doğruları anlatmaya çalışıyorsunuz, kardeşim bu doğru, söyleyeceğiz, tamam. Söyle, peki söylediğin zaman, hesabını yanlış yapanlar, sizden hoşlanmıyorlar, sizi hep bırakıyorlar, bırakıyorlar, bırakıyorlar. Ee bıraksınlar ne olacak? Onlardan bir beklentin varsa, git onların peşlerinden, ama beklentin Cenabı Haktansa, yoluna devam et. Allaha güvenin varsa devam edeceksin. Ondan sonra, mesela benim çok olmuştur, Cenabı Hakka çok şükürler olsun, İstanbul Müftülüğünde fetva işlerinde olduğumuz için, tabii Türkiye’de en önde gelenlerden bir tanesi idik, işin başlarında. Geçen haftada da söylemiştim, şimdi bakıyorsunuz, adam sizin bulunduğunuz makamdan istifade ederek, kendi kötülüğüne sizden fetva almaya çalışıyor. Mesela, çok olmuştur gelir, Hocam fetva isterim, ee buyur, işte ama yazılı olacak, ee tamam, soruyu sorar, bakar ki cevap hoş değil, sonra gelirim der, bir daha da gelmez. Bir tanesini hiç unutmuyorum. Tahtakale’nin yukarısında, yeşil direğin orada, iki ortak ayrılacaklar, uzun süre beraber iş yapmışlar, beni de hakem tayin ettiler. Bütün hesaplarını aldım, inceledim, falan filan. Şimdi; onlardan bir tanesi, 100 bin dolar teklif etti, ama tabi çok ustaca. Hocam, işte vakfa bir 100.000 dolar kadar katkıda bulunmak istiyorum, ee iyi olur, makbuz getir falan deyince, bozuldu. Bana verecek ki, istediği fetvayı alsın. Baktık ki, orada ikisi de şöyle dolaşıyor, onlar da silahlı gelmişler, şimdi, bir taraf iki tane silahla adam getirmiş, öbür tarafta 100.000 dolar teklif ediyor. Şimdi, Allaha şükür, biz böyle şeyleri çok gördüğümüz için, fazla umurumuzda değil. Tabii Allaha şükür, aralarını şey yaptık ama ikisi de memnun olmadı, fakat ikisi de şunu yanlış yaptın diyemiyor, ayrıldı gittiler. Şimdi, o şeyleri yapınca da Cenabı Hak, o kadar ikramda da bulunuyor ki, Cenâbı Hak, bu günlere kadar gelmeyi nasip etti, çok şükürler olsun. Dolayısıyla, yani ben geri çekilirim, aman bana ne, ben karışmam, mesela orada şöyle olabilir, ne haliniz varsa görün kardeşim, ben karışmıyorum. Kime gidiyorsanız gidin, denilebilir, değil mi? Sen yardım etmek istiyorsan gel, makbuz kes al, dedin mi tabii adamın hesabı bozuluyor, ikisi de çekti gittiler ama ikisi de Allaha şükür, problemsiz şekilde ayrıldılar. İşte, Cenâbı Hakk bu şekilde ikram ediyor.
Bak tekrar okuyorum “ve lâ tekûnû kelleżîne teferrakû”, “kendisini kenara çeken kişiler gibi olmayın”, “vaḣtelefu” tabii, ihtilafa da düşüyor, yani ne yapıyor, kenara çekiyor, başka doğrulardan yana olmuyor. Yani yapmaması gereken bir işi yapmış oluyor. “min ba’di mâ câehumul beyyinât” , “bütün belgeler ortaya çıktıktan sonra”, “ve ulâike lehum ażâbun azîm”, “büyük azap, onların hakkıdır”.
Yine bir tane adam şimdi aklıma geldi, bir ay uğraştım, adamla ustası arasında ihtilaf var, adam ustasına haksızlık yapmış. Adam zengin işte, Arabistan’da kalmış, Amerika’da kalmış filan, bayağı itibarlı, cübbeli, şalvarlı, sarıklı da bir tip. Yani, feleğin çarkından geçmiş derler ya, işte öyle. Bir ay kadar onların hesaplarını inceledim ama ben böyle adamlardan resmen vekâlet alırım. Çünkü çeker giderler, hakem tayin etmelerini isterim. Şimdi, sonuçta işçi bir şey bilmiyor, işçiyi haklı çıkardık, bu adamı haksız çıkardık. Şimdi gitmiş İstanbul müftüsüne, benim haksızlık yaptığımı söylemiş, müftü bey geldi bana. Ya böyle böyle anlatıyor, hocam dedim her şey ortada. Kâğıda imza atacak olan sizsiniz, atmazsınız olur biter dedi. Baktım, adama fena halde sinirlendi, adam kalkıyor, buradan gidiyor, Marmara İlahiyata beni şikâyet ediyor, onlar bakıyorlar, valla doğru yapmış diyorlar. Adam buradan gidiyor, Diyanet İşleri Başkanlığına şikâyet ediyor, onlar bakıyor, doğru yapmış diyorlar. Şimdi, adam geldi, o şeriatçı adam, ben dedi, şimdi bütün basını buraya toplayacağım, laik Türkiye Cumhuriyetinin bir memuru, şeriata göre hüküm veriyor. Adama dedim ki, tabii adamı bir kovdum, ne yapıyorsan yap dedim, hazırım getir. Siz belki yasaları bilmiyorsunuzdur, siz hakemliği aldıktan sonra, yasal olarak, şeriata göre şöyle şöyle diyebilirsiniz, çünkü iki taraf, şu esaslara göre, bizim aramızı bul diyor, İslam hukukuna göre diye yazsanız, mahkeme bunu reddetmez, çünkü taraftar öyle istiyor, yani bu bir ceza davası değil ki, hukuk davası. Tabi adam, oradan da bir şey çıkaramadı, gitmiş Ezher’e de şikâyet etmiş, yabancı dilleri falan var ya, onlardan da bir şey çıkmamış, ondan sonra, bu defa araya torpiller sokuşturmaya başladı, mahkeme de bizim verdiğimiz kararı doğru kabul etmiş, adam mahkemeye götürmüş bizim verdiğimiz kararı. Adam, raporu değiştirmek için neler yaptı, insanlar öyle.
Yani, doğru gittiğiniz zaman, Cenabı Hak sizin şeyinizi veriyor. Mesela, onlardan da bir ay uğraştık ama şöyle bir bardak sularını da almadık yani, evet. Yani ömür boyu, benim şahsen tecrübelerim bu; yalnız, Allah rızasına kilitleneceksiniz, karşılığını yalnız Allahtan bekleyerek yürüyeceksiniz, korkmayın, Allahtan daha güçlü, Allahtan daha zengin hiç kimse yoktur.