Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Şimdi gelelim Adil Yargı konusuna. Bizim bu doktora tezimizdir, 1984’te yayınlanmış. (Dr. Yahya Şenol’a hitaben) En baştaki. Şuradan itibaren oku.
Mesela şimdi burada şey olacak, Osmanlı yargı sisteminde ya da İslam’da savcılık kurumu olmadığını her defasında söyleyip duruyoruz. Hakim vardır. Hakim, delilleri serbest bir şekilde değerlendiremez, delillerle bağlıdır hakim. Olayı kendi gözüyle görse bile delillerle bağlıdır. Ne olacak? O deliller konusunda soruşturma açar. Eğer o konuda şahitlik etmek istiyorsa davadan çekilir, bir başkası orada hakimlik yapar, kendisi de şahitlik yapar. Bir adam hem hakim hem şahit olamaz.
Ama size daha önce defalarca söyledim, bugünkü ceza yargısında insanlar, yani hakimler delille bağlı değillerdir. Yani her şey delil olur, hiçbir delil hakimi bağlamaz, temel prensip budur. Çünkü batıdan gelmiştir. Batılılar sömürüden başka bir şey bilmez ki, onların sistemi öyledir. Yani Allah’tan başkasına kul olmama esastır bizde, onlarda da yapabildiğin kadar insanları kendine kul et, o esastır.
Dolayısıyla mesela savcılık yok bizde, her insan kamuyu rahatsız eden her konuda prensip olarak açılmış kabul edilen davada, gidip şahitlik yapıp davayı sonuna kadar takip edebilir. Çünkü kamu aleyhine işlenen suçlarda dava açılmış kabul edilir. Gider kişi, ben falan yerde şunu şunu gördüm, re’sen hakimin huzurunda şahitlik eder. Yani davacı sıfatıyla gitmez hakim huzuruna, şahit sıfatıyla gider. Davacı sıfatıyla gitse başka şahit getirmesi lazım, fark o. Şahit sıfatıyla dinler hakim, iki kişi gidiyorsa, tamam. Çünkü kamu aleyhine işlenen suçlarda dava açılmış sayılır. Onun tarafı kamudur, kamu orada bulunamaz onun yerine açılmış sayıldığı için insanlar gider şeyi dinlerler. Bir de ceza yargısında yargının bütün safhaları, (hukuk yargısında da öyledir) mutlaka açık olmak zorundadır. Bütün safhaları, yani gizlilik diye bir şey olmaz yargıda, her şey açık. Elde de çok kesin deliller olmadan da öyle hiç kimseye bir ceza verilemez. Şimdi bununla alakalı Osmanlı’lardan bir örnek, önce bir yazı, sonra da orada bir örnek var, o örneği de okuyacağız.
Dr. Yahya Şenol: İslam Muhakeme Hukuku 20. Sayfa.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet bu kitabı da biz siteye koyalım, nasıl olsa bir mevcudu yok, isteyen istifade etsin unutuyoruz.
Dr. Yahya Şenol: Osmanlı’larda hakimler davalara bakmak ve muhakeme yürütmek üzere başkalarına vekalet verme yetkisine de sahiptiler. Hakimin, görevi konusunda kendisine vekil olarak tayin ettiği bu kişilere naip ismi verilirdi. Naiplerden bir kısmı aynen hakim gibi yargıya da yetkili olurlardı. Ancak bu yetkiyi vermek sadece belli makamlarda bulunan kadılara aitti. Bunun dışındaki naipler hakimin emrinde, bugünkü sorgu hakimleri gibi görev yapan kimselerdi. Bunlar davayı, şahitleri ve tarafların iddia ve itiraflarını dinlemeye, şahitler hakkında güvenilirlik soruşturması açmaya yetkili olabilirlerdi. Bu şekilde; davacının şahitleri var mıdır? Yoksa yalan mı söylüyor? Şahitleri varsa davaya uygun şahitlik ediyorlar mı? Davaya uygun şahitlik edebiliyorlarsa güvenilir midirler?vesaire gibi konularda hakimlere yardımcı oluyorlardı. Bu naipler hakimin verdiği yetkiye göre görev yapıyor, fakat hüküm veremiyorlardı. Hakim de, bu gibi naiplerin dinlediği şahitleri tekrar dinlemedikçe hüküm veremezdi. Görevlendirme konusunda bütün yetki hakime aitti. Bunları istediği zaman ve istediği konuda görevlendirir.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bak buna dikkat edin, naip dinliyor ama karar veremiyor. Bugün mesela savcı ne yapıyor? Gerçi kararı gene hakim veriyor bugün, yani tutuklamak üzere şey yapıyor da. Tamam yanlış… Devam et.
Dr. Yahya Şenol: Görevlendirme konusunda bütün yetki hakime aitti. Bunları istediği zaman ve istediği konuda görevlendirir ve arzu ettiği zaman da görevden alabilirdi.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet, yani şimdi bir de bugün şey var. Devlette görevli olan bir kişinin görevine son verme diye bir şey yok yani. O şeyden itibaren, Tanzimattan sonra başladı, bu da çok kötü bir şey yani. Hem o çalışan için kötü, hem vatandaş için kötü. Yani öyle bir çalışma sistemi ortaya koymak zorundayız ki, herkesin, yani devlette görev alan her insanın, oradan ayrıldığı takdirde kendi özel bir işletmesi olabilmeli. Bugün mesela dikkat edin ister devlette, ister özel sektörde çalışan bir kişi işinden olduğu gün açtır. Zaten çalışırken parası yetmez, işinden olduğu zaman… Bu son derece yanlış bir şey, yani bu sistem de değişmek zorundadır. Devam et.
Dr. Yahya Şenol: Burada dikkati çeken bir husus vardır, o da yapılan keşif ve tahkikatın gizli olmamasıdır. Görev sırasında naiplerle birlikte, güvenilir kişilerin yani ümeranın bulunduğu maruzlarda yer almaktadır. Bilhassa ceza davalarının ilk soruşturma safhasında soruşturmanın açık olması ve orada güvenilir kişilerin mutlaka bulunması ceza muhakemesinin bütün safhalarının halka açık olarak yapıldığını göstermektedir. Halbuki ülkemizde, ceza muhakemesinin sadece duruşma safhası açıktır.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet öyledir yani. Önceden neler yapılmış neler yapılmamış… Şimdi diyor ki, efendim delil karartmasından korkuyor, peki senin delil uydurmanı nasıl engelleyeceksin? Öyle şey olur mu? Bakın öyle bir mantık var ki, tekrar edeyim, Osmanlı’nın bu tarafı muhteşemdir gerçekten. Hiçbir kamu görevlisini vatandaşla baş başa bırakmaz, araya başkalarını koyar. Dolayısıyla insanların şüphelenmesi engellenir, ne rüşvet için, ne şunun için, ne bunun için fırsat verilmez yani. Hakimle ya da mahkemenin herhangi bir yetkilisiyle suçlu baş başa kalamaz, araya mutlaka güvenilir insanlar girer. Devam et.
Dr. Yahya Şenol: Örnek var.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Örneği oku. İstersen ben okuyayım ver onu. Çünkü dil biraz farklı, açıklamak lazım. Bu, Üsküdar Mahkemesinin 466 numaralı siciliymiş. Bir cinayet keşfi tutanağı, cinayeten bir adam öldürmüşler, onun için keşif yapılıyor.
Üsküdar’da Gülfem Hatun Mahallesinde sakin, Mehmet oğlu Ali adında kimsenin, meclisi şerde bastı kelam idüp Sulbi oğlu Hafız Ahmed’i yeni Mahallede sıvacı Farsih nam zimminin menzili önünde Tarik-i Am’da kubeyli Mağripte …. Berber Abdullahlan kimesne amden bıçak ile darp ve kat etmekle kıbeli şerden muayene olmak matlubumdur didikte… Geliyor mahkemeye diyor ki, Farsih adlı zimminin (yani gayr-i Müslim kişinin) evinin önünde, sokak ortasında, akşam namazından önce buraya getiremediğim, (yani esas olan kişinin suçluyla beraber mahkemeye gitmesidir ama getirememiş, kaçmış adam) Abdullah adında kimse oğlumu dövdü ve öldürdü diyor. Ben keşif yapılmasını istiyorum diyor. Bunu deyince canib-i şerden mezunen irsal olunan Mevlana Salih Efendi daileri izzetli bostancıbaşı ağa tarafından muayyen çuhadar Hasan kullarıyla mahal-i mezbure varıp müslimun mahzarlarında maktul mezburun etrafına baden nazar, filhakika sağ koltuğu altında ve arkasının ortasından bıçak yarasıyla mecruhen bulunduğu ledel keşfel muayene zahir ve nümayen olduğunu Mevlanayı mezbur mahallinde tahrir ve maan mürsel menayi şerle meclisi şere gelip ala vukuihi inha eylediği mübaşir çuhadar Hasan kulları iltimasıyla beraber bel mucebi fermanı ali huzuru alilerine ilam olundu. Diyor ki, o bölgeden, yani mezbur mahalde güvenilir Müslümanlarla beraber diyor, (ki bunların sayısı onbirin altında olmaz, diğer belgelerde görüyoruz) beraber olay yerine gidildi, koltuğunun altında ve sırtına bıçak vurulduğu o şekliyle öldürüldüğü orada keşfediliyor, tutanak tutuluyor, hep beraber geliniyor, bütün o şeye katılanların tamamı mahkemeye geliyor, hakimin huzurunda hep birlikte ifade veriyorlar.
Yani öyle bir şekilde yapılıyor ki, hiç kimsenin bu konuda en küçük şüphesi kalmasın. Yani o bölgenin de güvenilir insanları seçiliyor. Kimse diyemez ki bu adamın falana karşı özel bir düşmanlığı vardı, şu vardı, bu vardı, onun için böyle yapılmış diyemez hiç kimse. Evet işte böyle bir yargı sistemimiz vardı.
Onun için inşallah bir gün unutmasam da getirsem, gerçi bizde yok, İstanbul Müftülüğünde var o defterler, Osmanlı’da mahkemenin en az meşgul olduğu davalar ceza davalarıdır. Mesela burada bir adam öldürme davası, bir burada rastladım, yirmi bir senelik Şeriye sicillerindeki görevim sırasında, (İstanbul’daki bütün mahkemelerin defterlerinin olduğu yerdir İstanbul Müftülüğü, yani İstanbul’un fethinden 1924’e kadar, arada kayıplar var tabi) Bir tane Salı pazarının orada bir cinayet işlenmiş, bir de bu. Ben iki tane hatırlıyorum. İki tane cinayet hatırlıyorum. Bir tane Salı pazarının orada bir de bu. Bir de bizim sokakta bir adam yaralama olayı var, şu bizim Süleymaniye Vakfının olduğu sokakta. Gerçi adam yaralamak çok olur da, yani şimdi o da aklıma geldi.
Peki, işte böyle yani, bizim gerçekten bu tür konularda hiç kimseden öğreneceğimiz bir şey, hele batılılardan öğreneceğimiz hiçbir şey yok. Az önce de söylediğim gibi onların mantığı, yapısı sömürüye dayalıdır. Yani çünkü şirk yapısı bunu gerektirir. Kendisini Allah yerine koyacak, insanları şey yapacak.
Bir de burada size şunu söyleyeyim, peki bu böyle de, nasıl oluyor da, bak Osmanlı’da polis yok, jandarma yok, savcı yok, peki nasıl oluyor bu kadar güvenli bir ortam oluşuyor? Şimdi burada şu var, insanların bir özelliğinden yararlanılıyor.
Allah’u Teala Adem As’ı biliyorsunuz yarattığı zaman, “halife yaratacağım” diyor değil mi, “halifesi olan bir varlık” İnsan öyle bir varlıktır ki, bakın kardeşler birbirine düşman olur, niye? Çünkü aynı menfaati paylaşıyorlar. Aynı işyerinde çalışanlar, birbirleriyle sürtüşürler. Ortak menfaatleri olan insanlar, birbirleriyle sürtüşürler. Şimdi siz insanların her birisine, gördüğü bir yanlışlık konusunda, mahkemede eğer kamu aleyhine işlenen bir suçsa davayı açılmış kabul eder, onun orada bir başka kişiyle beraber şahitlik yapıp da davayı ispat etmesine fırsat verirseniz, hiçbir kamu görevlisinin ulaşamayacağı olumsuzluklara onlar rahatlıkla ulaşır. Çünkü o hayatı birlikte yaşıyorlar, herkesin eksiğini, kusurunu herkes biliyor ve gelir mahkemede şey yaparlar. Bunlar kamu görevlisi de olmadıkları için kimse onlara rüşvet müşvet de veremez. Efendim kendi aralarında birlikte hareket ediyor da birlikte sömürü yapıyorlarsa? Yapabilirler, elbette olur, yani insanların olduğu bir yerde tabii ki her türlü yanlışlar olacaktır gayet normal. Zaten Allah-u Teala Fatır suresinde diyor ki, 35. Sure 45. Ayet, Yasin’den bir önceki sure, “Ve lev yuâhızullâhun nâse bimâ kesebû” “Allah insanları yaptıkları sebebiyle eğer hemen cezalandıracak olsaydı” “mâ terake alâ zahrihen min dâbbeh” “yeryüzünde onlardan bir tanesini bırakmazdı” Yani hepimizin bir sürü yanlışı var demektir bu.
Onun için biz insanların yanlışlarını araştıramayız. Yanlış herkeste var. Mesela Allah-u Teala indirdiği bir surede ne diyor? “Veylun likulli humezetin lumezeh” Yani “böyle insanları avuçlarının içinde sıkar gibi, hürriyetlerini engelleyecek şekilde kusurlarını, hatalarını ortaya koyup, onların aleyhine sağda solda laf söyleyen insanlar” Hayatı dar ediyorlar mesela, yok efendim senin telefon konuşman, falan yerde video çekimin, işte bu günümüzün şeyi… “Onlara yazıklar olsun” diyor Allah-u Teala. Ya da işte açıktan açığa bir takım laf dokundurmalar falan. Onun için biz kimsenin hatasını, kusurunu araştırmayacağız, fakat hatası, kusuru topluma zarar verecek hale gelmişse zaten ondan zarar görenler sizden daha önce başkalarıdır. Sizin haberiniz olana kadar bir sürü zarar gören insanlar vardır. O insanlara şikayet hakkı tanıdığınız an, o insanları savcı gibi yetkili kıldığınız an herkes o toplumda dürüst olmak zorundadır. İşte Osmanlı toplumu böyle bir toplumdur, insan dürüst olmak mecburiyetinde, aksi takdirde orada yaşayamaz. Toplum onu zorluyor dürüst olmaya, ama bugünkü yapı tam tersi.
Şimdi bakın şeye, Allah-u Teala, Adem As’la Havva validemizin o bahçeden çıkmasından sonra onlara ne diyordu Taha suresi 123’te? “İhbitâ minhâ cemîam bağdukum libağdın aduvv” “Çıkın buradan” diyor, iki karı koca “biriniz diğerinin düşmanı olacak” Ne demek? Yani sen isteyeceksin ki söz benim olsun o diyecek ki benim olsun. İşte bu sürtüşme karşı tarafın eline bir fırsat geçtiği zaman işi mahkemeye taşımasına sebep olur. Yani insanların yapısındaki bu özellikten yararlanıyordu Osmanlı. Dolayısıyla bir sürü kamu görevlisine de gerek yok. Evet. Bunlara dikkat edelim inşallah.