Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır:Bugün bir de adil yargıyla alakalı bir iki şey daha söylemek istiyorum. Biliyorsunuz Türkiye, içine girmiş olduğu girdaptan çıkmaya çalışıyor. Şunu çok açık ve net söylüyorum. Batıdan gelen kanunlarla Türkiye’nin bu girdaptan çıkma imkan ve ihtimali yoktur. Biz Rasulullah SAV’den beri dünya hakimiyetini elinde bulunduran bir nesiliz. Bizim atalarımız Selçuklu’da, Osmanlı’da, uzun asırlar boyu dünya hakimiyetini ellerinde tuttular. Ve bunlar bugünkülerle kıyas kabul edilemeyecek derecede, son derece hürriyet içerisinde yaşattılar insanları. Evet tarih boyunca bir sürü şeyler var.
Mesela birisi yazmıştı, şu anda yazarın ismi aklıma gelmiyor da, Osmanlı’daki isyanlar falan filan. Altı buçuk asır boyunca yapılanları ancak bir kitaba sığdırabilmişti. Siz Türkiye’de yapılan yanlışları, bir senelikleri hesap edecekseniz birkaç tane kitap olur. Yanlışları peş peşe sıraladığınız zaman dinleyenler zanneder ki, hep öyle olmuş. Halbuki orada uzun asırlar var.
Daha önce de konuşmuştuk, bugünkü ceza yargısı o batılılardaki insanın bir eşya gibi kabul edilme anlayışından geliyor. Çünkü onlar devleti bir tüzel kişiliğe sahip hale getirmişlerdir. Yani devlet de bir insan gibidir ama, o kutsal bir insandır. O sizi mahkemeye verir fakat siz devleti mahkemeye veremezsiniz. O size her şeyi yapar, siz ona bir şey yapamazsınız, o son derece kutsal ve dokunulmazdır. Devlette bulunanlar da öyle. Niye? Çünkü devlet kiliseyi temsil eder. Kiliseyi temsil ettiği için kilise çok kutsaldır.
(Vakıf görevlilerine hitaben) Bizim Din ve Devlet İlişkileri ve Aracılık ve Şirk kitabından birer tane getirin buraya.
Son derece kutsaldır, mesela ondan dolayı devlet kişiye dava açar. İşlene suçlar vatandaşa değil devlete karşı işlenmiş suç olarak kabul edilir. Mesela kiliseyi nasıl gördüklerini okuyalım.
(Dr. Yahya Şenol’a hitaben) Bu 83. Sayfada kilise var, istersen sen kiliseyi bir oku. Kilise neymiş…74. Paragraf. Din ve Devlet İlişkileri kitabı. Bu kitap küçüktür ama, bu kitap Allah’a çok şükür, hem Türkiye’de, hem yurt dışında birçok ülkede ciddi manada etkili olmuştur. Çünkü bunlar oturup da teorik şeylerle yazılmış değil, pratikle teoriyi karşılaştırarak bir fetva niteliğinde yazılmış bir kitaptır o. Evet.
Dr. Yahya Şenol: Kilise teokratik sistemin en temel kurumudur. Çünkü bu sistemde kralı, hükümetleri ve valileri belirleyen ve göreve getirenin Tanrı olduğuna inanılır. Hıristiyanlara göre tanrı baba-oğul ve kutsal ruh üçlüsüdür. Oğul İsa’dır. Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona verilmiştir. İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisiyse kiliseye aittir. İsa kilisede hazır bulunur. Çünkü kilise onun manevi varlığıyla bütünleşmiştir. Kutsal ruh ise kiliseyi Allah’ın, yani babanın nimeti ve armağanlarıyla doldurur ve hatalardan korur.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bak, kilise hatalardan korunmuş vaziyette. Onun için devlet hata yapmaz. Devlet tüzel kişiliğe sahiptir, şirketler de öyle. O zaman bütün suçlar devlete karşı işlenmiş oluyor. Ya kardeşim devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz, zekat vermez. Hanginiz devletle oturup bir bardak çay içtiniz? Bu ne biçim mantıktır? Bizde tüzel kişilik yoktur. Allah’a hesap vermeyecek bir şeyi siz nasıl muhatap alırsınız kendinize? İşte bu yapının gereği olarak Savcılık kurumu oluşmuştur. Ondan sonra bir kişiyi suçlu görmek istedilermi delil icat etme yetkileri vardır. Niye? Çünkü bugünkü batıdan gelen ceza yargısında her şey delil olur, hiçbir delil hakimi bağlamaz. Hakim kendisi bizzat delil araştırma, bulma yetkisine sahiptir ve delilleri serbestçe değerlendirir. Savcılık da öyle.
Bakın şimdi şöyle düşünün, iddia makamında devletin bir görevlisi olan savcı vardır. Şimdi bunu söyleyince, hükümetin görevlisi değil, devletin görevlisi, arada fark var yani. Devletin bir görevlisi olan savcı var. Peki yargılama makamında? Devletin bir başka görevlisi olan hakim var. Bu ortamda her şey delil olur, mantık o, ama hiçbir delil hakimi bağlamaz. Hatırlayın Sivas olayında hakimin biri idam kararı verdi, öbürü beraat verdi. Bu derece birbiriyle bağlantısız bir yapı içerisindedir. Peki vatandaş? Vatandaş orada ne derse desin. Bu yapıda yüzde yüz haklı da olsa, hakim haksız olduğu kanaatindeyse cezayı verir ve delilleri değerlendirmede de hakim serbesttir. Peki bizde öyle mi? Bizde kesinlikle öyle değildir.
(Dr Yahya Şenol’a hitaben) Şuradan, şu kısmı oku bakalım. Bizim İslam Muhakeme Hukuku adlı kitabımızdan okuyoruz. Daha önce de söylemiştim, bu benim doktora tezimdir. 1984’te yazdıklarımı okutuyorum. Şimdi bazıları zannediyor ki, bugün söyledim. Ne alakası var, kardeşim bu problemler bugünün problemi değil. Ta 1984’te yazdıklarım. Şimdi okusun.
Dr. Yahya Şenol: Kitabın 128. Sayfası. “Hakikatın araştırılması” başlığı. İspat vasıtalarıyla ilgili bölümde görüleceği üzere insanın şeref ve haysiyeti her şeyden üstündür. Hiç kimsenin…
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Burada devletin üstünlüğü vardır, bizde insanın üstünlüğü vardır. Bizde devlet insan içindir, batıda insan devlet içindir. Bunu unutmayın. Yani ben her zaman söylüyorum, ben şimdi bizimkileri tenkit ediyorum ama, Kur’an’ı Kerim’e göre tenkit ediyorum bakın, batıya kıyaslayarak değil. Evet. Devam et.
Dr. Yahya Şenol: İnsan şeref ve haysiyeti her şeyden üstündür. Hiç kimsenin şeref ve haysiyeti bir hakimin vicdani kanaatine terk edilemez. Bir kişiyi cezalandırabilmek için suçluluğunun kesin olarak ispat edilmesi gerekir.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bakın, bu çok mühimdir. Suçluluğun kesin olarak ispat edilmesinde objektif delildir. Objektif delil şartı yoktur bugünkü ceza yargısında.
Dr. Yahya Şenol: İspat vasıtaları hem, hakimi hem tarafları bağlar. Her suç konusuyla ilgili olarak suçun kendisi, sanık, davacı ve şahitler hakkında yapılacak tahkikat işlemleri bütün incelikleriyle fıkıh kitaplarında tesbit edilmiş ve işlenen suçun çeşidine göre bütün unsurların teşekkülüne önem gösterilmiştir.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Hakim hata etmesin diye sanığa soracağı sorular bile tesbit edilmiştir. Evet.
Dr. Yahya Şenol: Ceza Muhakemesinde hakimlerin takdir yetkisi son derece dardır. Çünkü hakimin kanaati, elle tutulur, gözle görülür bir şey değildir. Taraf tutmaları ve kanaat adı altında keyfi hüküm vermeleri her zaman mümkündür. Sanık sandalyesinde oturan da, hakimlik makamını işgal eden de, insandır. Eğer bunlardan biri suç işlemişse, diğeri de işleyebilir. O halde hakimin suç işleyerek makamının gölgesine sığınmasına engel olmak gerekir. Yargılamada tam bir eşitlik ve tarafsızlık esas alınmış ve ceza muhakemesinin bütün safhalarının halka açık olması prensip haline getirilmiştir.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır:Yani bakın efendim ön soruşturma, son soruşturma falan… geçen hafta da şey yapmıştık, önemine binaen bugün tekrarladık. Ceza yargısının bütün safhaları halka açıktır. Açık olmakla kalınmaz, defterin altına mutlaka, o yargılama sırasında hazır bulunan kişilerin isimleri kaydedilmek zorundadır. Yani o kararın altına mutlaka hakim kaydetmek zorundadır. Böyle isim isim kaydedilir ve o kişilerin şöhretleriyle beraber. Herhangi bir durumda itiraz olursa bunlara müracaat edilsin diye. Ondan sonra da ön soruşturma ve bütün safhalar açıktır. Keşif ve tahkikat halka açıktır. Ve o bölgenin önde gelen kişilerinden oluşan, -en az 11 kişiden oluşur ki, bu da 20-30 kişiye kadar çıkabilir- isimleri yazılı kişiler tarafından ortaklaşa bir tutanak tutulur. Yani hiçbir zaman hakim ve sanık baş başa bırakılmaz yargılamada, hiçbir zaman için. Davacı da baş başa bırakılmaz. Çünkü baş başa kalırsa rüşvet töhmeti olur. Böyle bir şey insanların yargıya duydukları güveni sarsar. Halbuki yargı son derece güvenli olmak zorundadır.
Bir de Osmanlı’da -bazı istisnai yerler vardır- hiçbir hakim on bir aydan fazla görev yaptırılmaz bir yerde. Çünkü mantık şudur, derler ki, on bir ay geçtikten sonra ( tecrübeleri bunu göstermiş demek ki) bu insanların orada dostları oluşur. Dostları oluştuğu an, yargıya güven zedelenmeye başlar. Onun için onu merkeze alırlar, bir başka göreve de göndermezler, merkeze medreseye alırlar. Derler ki, eğer bu sürekli yargı işleriyle meşgul olursa yeni gelişmelerden haberdar olmaz, zihni bazı noktalara şartlanır, bu defa değerlendirmeleri eksik yapabilir. Onun için gelsin tekrar şöyle bilgisini bir tazelesin sıraya girsin, ondan sonra tekrar görev yerine tayin edilsin.
Altı buçuk asır bu devlet o şekilde ayakta kalabilmiştir. Tabi burada o kadar çok şey var ki, inşallah böyle parça parça anlatmak istiyorum ki, hepsini birden anlatırsak akıllarda kalmaz diye.
(Dr. Yahya Şenol’a hitaben) Şimdi bir de şeyi oku. Bugün mesela deniyor ki efendim delil karartma şüphesiyle insanlar tutuklandı. Böyle bir şeyi Osmanlı’da birisine söyleseniz güler gerçekten. Bu ne biçim bir şey, ne demek delil karartmak? Elinde delil yoksa niye dava açıyorsun kardeşim? der. Bir de tutuklanıyor insanlar. Ne demek tutuklama! Tutuklama sadece şurada yapılır. Adam cinayet gibi büyük bir suç işlemiştir. Yargılama bitinceye kadar kaçmasından korktuğunuz zaman, tutuklarsınız, o da en fazla bir gün sürer. Ya bilemedin iki, üç gün sürdüğü son derece azdır. Defalarca söyledim burada yirmi bir sene Osmanlı Mahkeme arşivinin yöneticiliğini yaptım, İstanbul Müftülüğünde. Çok sayıda araştırmacıya yardımcı oldum ve bu kitapta orada hazırlanmıştır. Ben üç gün süren dava bulmak için üç-dört ay araştırma yaptığımı hatırlıyorum. Öyle şey yok. Bu ne biçim ya! Tutuklama, adamlar iki sene, üç sene tutuklu kalıyorlar. Bu ne biçim bir şeydir? Zaten bu hapis cezası bize 1830’dan sonra gelmiştir, ondan sonra sıkıntılar sürekli katlanıyor.
(Dr. Yahya Şenol’a hitaben) Evet orayı da oku. Şimdi itiraf, bir insan mahkemede… öyle karakolda falan kimsenin ifadesi falan alınmaz Osmanlı’da, böyle bir şey olmaz. Çünkü hakimin karşısında yapılmayan itiraf geçersizdir. Geçerli olması için, iki tane şahit tarafından gelip hakim yanında söylenmesi lazım. Peki hakimin görevlendirdiği? Mesela bugün savcı gidip ifade alıyor. Savcının tutanakları ancak bir şahitlik olarak kabul edilebilir, ikinci bir şahitle ispatlanmadıktan sonra o tutanaklar delil sayılmaz. Orayı da bir oku.
Dr. Yahya Şenol: Evet bu da kitabın 91. Sayfası. “Yargıya yetkili olmayan naipler” başlığı.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Naip dediğimiz, yani hakimin görevlendirdiği kişiler.
Dr. Yahya Şenol: Naiplerden bir kısmının yargıya yetkileri yoktu. Bunlar daha çok bugünkü sorgu hakimleri gibi görev yaparlardı. Bir kimsenin diğer biriyle olan davasını, şahitliğini, itirafını dinler, şahitleri tezkiye eder, yani onlarla ilgili güvenilirlik soruşturması açardı.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır:Öyle herkesin şahitliği kabul edilmez. Efendim tutuluyor, bir takım lüzumsuz şeyler, yok efendim telefon konuşması, yok bilmem ne…. Böyle belge olur mu? Evet.
Dr. Yahya Şenol: Bu şekilde davacının şahitleri var mıdır? Yoksa yalan mı söylüyor? Şahitleri varsa davaya uygun şahitlik yapabiliyorlar mı? Davaya uygun ifade veriyorlarsa sözlerine güvenilir mi? İşte bir kısım naipler bu konularda yetkili kılınıyor, fakat hüküm veremiyorlardı. Yargıya yetkili olmayan naiplerin dinlediği şahitleri hakim tekrar dinlemedikçe hüküm veremez.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bak o adam şahit dinliyor, yargıya etkili değil, hakim tekrar dinlemek zorunda, öyle şey yok. Yok efendim bugün karakolda ifadeler alındı, tutuklama talebiyle bu ifadeler mahkemeye gönderiliyor, mahkeme tutuklamalarına karar veriyor. Osmanlı’da böyle bir şey kimsenin aklının köşesinden bile geçmez. Evet.
Dr. Yahya Şenol: Ancak bu naip diğer biriyle beraber davalının itirafına hakim önünde şahitlikte bulunabilir. Mahkemelerdeki Maruz Defterleri daha çok bu gibi naipler tarafından tutulmuştur. Bundan başka; naipler de, kendilerine başka birisini naip tayin etme yetkisine sahip olabilirler.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet, tamam. Bu vesileyle yani bunları her defasında yavaş yavaş anlatmak istiyoruz, çünkü belki istifade eden çıkar. Ama mecburen bu yola gelinecek. Yoksa batının gittiği yol, yol değil, batılılar da buraya gelmek zorundadırlar. Artık hapishaneler falan ağzına kadar dolu, ya ne olacak? Ya insanoğlu bu dünyaya imtihan için geliyor, sen adamı götürüp kapatıyorsun bir yere. Yani Allah-u Teala kendinden başkasına kulluk edilmesini kesinlikle yasaklıyor. Yani kölelik bundan daha iyidir, hiç olmazsa adam açık sahada çalışıyor.
Yani orada şimdi, yanlış hatırlamıyorsam 17. Asrın sonlarında çıkmıştır hapis cezası. Yani hapis cezası dediğiniz şey de çok yenidir, yani o kadar eski bir tarihi yoktur. Peki şimdi bir ara verelim ondan sonra ikinci bölüme devam ederiz. Tam sekizde başlayalım inşallah arkadaşlar.