Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim
Elhamdülilllahi Rabbilalemin velakıbetü lil muttakin esselatü vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain
Geçen hafta zekatla ilgili olan ayetleri okumuştuk. Bu hafta oruca devam edeceğimizi söylemiştik. Şimdi Bakara Suresinin 187. ayetini okuyacağız. Elimizdeki Kuran meallerinin 30. sayfası. Burada Allahu Teala şöyle buyuruyor. “Ühılle leküm leyletes sıyamir rafesü ila nisaiküm” Oruçlu bulunduğunuz günlerin gecesinde eşlerinizle rafes size helal kılınmıştır. Bu “rafes” kaba söz manasına geliyor. Yani cinsel ilişkiyi çağrıştıran söz. Ama mecaz olarak burada cinsel ilişki anlamında kullanılmış. Oruçlu bulunduğunuz günlerin gecelerinde eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmak size helal kılınmıştır. “hünne libasül leküm ve entüm libasül lehünn” Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Biliyorsunuz elbisenin değişik işlevi vardır. Her şeyden önce insanı örter. Sıcaktan, soğuktan korur. Çirkin yerlerinin gösterilmesine engel olur. Bir de güzel gösterir. Dolayısıyla karı-koca birbiri için elbisedir. Yani hem birbirlerinin ayıplarını, kusurlarını örterler, hem birbirlerini korurlar, hem de birbirlerini güzel gösterirler. “alimellahü enneküm küntüm tahtaune enfüseküm” Allahu Teala diyor ki: Kendi kendinize hainlikte bulunuyorsunuz. Yani gizliden gizliye işler çeviriyorsunuz. Yanlış şeyler yapıyorsunuz. “fe tabe aleyküm” Allah sizin günahınızı affetmiştir. Tevbenizi kabul etmiştir.
Şimdi biliyorsunuz İslam dini Adem(as) ile nasıl başlamışsa bugüne öyle devam ediyor. Oruçla ilgili olarak da Bakara Suresinin 183. ayetinde “Ya eyyühellezıne amenu kütibe aleykümüs sıyamü kema kütibe alellezıne min kabliküm” Müminler, sizden öncekilere yazıldığı gibi size de oruç yazılmıştır. Farz kılınmıştır, buyruluyor. Bizden öncekilere yazıldığı gibi… Bizden öncekiler dediğimiz Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Şu anda bildiklerimiz, onlar. Ama Adem(as)’dan günümüze kadar gelen bütün peygamberlerin ümmetleri. Bütün peygamberler demek ki ümmetlerine orucu emretmişler. Hepsine oruç farz kılınmış.
Bir ayet-i kerimede: “Ve im min ümmetin illa hala fiha nezir”(Fatır/24) buyruluyor. Her topluluğun geçmişinde mutlaka bir uyarıcı vardır. Yani hangi topluluğu geriye doğru götürebilirseniz, nerede bir din varsa o dinin temellerine doğru giderseniz orada bir peygamber çıkar. Yani oradan peygamber çıkar. Şimdi mesela bildiğimiz İsa(as) var, değil mi? Bugün İsa(as) ne oldu? Putlaştırıldı. İsa(as) putlaştırıldı. Şimdi biz İsa(as)’ın doğru yönünü Kuran-ı Kerim’den bildiğimiz için diyoruz ki: “İsa büyük bir peygamberdi. Ama Hıristiyanlar onu putlaştırdılar. Eğer bu işin doğrusunu Kuran-ı Kerim’den öğrenmeseydik ne diyecektik İsa(as)’la ilgili? Aleyhisselam falan demeyecektik değil mi? İsacılar diyecektik. Putperestler, yoldan çıkmış insanlar, diyecektik. Şimdi Budistler var, biliyorsunuz şeyde. Çin’de, Tibet’te ondan sonra, Kore’de ve oradan Japonya’ya kadar gidin. Onun değişik şeyleri: Caynizm, Şintoizm falan diye değişik şekilleri ki hepsi aynı, temelde aynı. Şimdi biz Budistlere insanlar diyor ki: “İşte, bunlar putperest.”ve gerçekten de putperest. Yani mabetlerinde Buda heykeli var ve onun karşısına geçiyorlar ve ona tapıyorlar. Bu bir gerçek. Ama bazı kimselerde diyor ki mesela bazı kaynaklarda şöyle yazılı: Buda, zeytin ağacının altında kendisine vahiy gelmiş. Yani orada bilgilenmiş, nurlanmış diyorlar. Zeytin mi, incir değil mi? Ha, zihnimde incir, ağzımdan zeytin çıktı. Zeytin İsa(as). Neyse zihnimde incir, tamam sağ olun. İncir ağacının altında işte bilgilenmiş. Sonra insanlara tek Tanrı’ya inanmayı telkin etmeye başlamış. E şimdi Kuran-ı Kerim’e bakıyorsunuz hakikaten incire işaret var yani mesela: “Ve’t tini” İncire yemin olsun, diyor. “ve’z zeytuni” zeytine yemin olsun. “ve hazel beledil emin” şu güvenli şehre. Şimdi bakın peş peşe geliyor. Zeytin, incir, güvenli şehir. Güvenli şehrin iki tane meyve üzerine atfedilmesinin manası ne? O güvenli şehir olan Mekke’de ne incir yetişir, ne zeytin yetişir. İkisi de yetişmez. İşte bunlara bakarak bazı müfessirler diyorlar ki: “Buradaki incir, işte Buda’nın inciridir. Buradaki zeytin İsa(as)’ın vahiy aldığı Zeytun Dağı’dır.” Bu şekilde söylüyorlar.
Şimdi bütün bunları şunun için şey yapıyorum. Allahu Teala: “Sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı.” buyuruyor. Demek ki bizden önceki ümmetlere de bir ay –çünkü devamı var- bir ay süreyle oruç tutma farzı vardı. Bir de Kuran-ı Kerim’e göre aylar Kamerî aylardır. Yani Güneş Sistemine göre olan aylar değil. Sürekli dolaşıyor. Sürekli dolaştığı için, bundan önceki derste de söylemiştik. Şimdi biz giderek uzun günlere kayıyoruz. Güney yarım kürede olanlar da ne yapıyor? Giderek kısa günlere kayıyorlar. Böylece işte ortalama bir insan ömrü 33 seneyse yani işte yaşadığı, şey yaptığı bu 33 sene içerisinde bütün mevsimleri görüyor. İster kuzey kutbunda yaşasın, ister güneyde, ister nerede yaşarsa yaşasın.
Şimdi bütün bunlarda, buradan şunu görmemiz lazım. Bizim putperest dediğimiz, adına ilkel dinler dediğimiz dinlerin her birinin kökenini araştırırsanız bir peygamber çıkar. Mekke’de putperestler vardı. Onun kökenini araştırdığımız zaman kim çıkıyor? İbrahim(as) çıkıyor. İsmail(as) çıkıyor. Ama putperest… Şimdi Mekkeliler oruç tutuyor muydu, tutmuyor muydu? Maalesef Mekkelilerin dini hayatıyla ilgili yeterli bir araştırma yok. Maalesef yok. Kuran-ı Kerim’e baktığımız zaman onlar, mutlaka namaz kılıyor olmalılar. Onu Kuran-ı Kerim’de görüyorsunuz. Ama rivayetlerde yok, elimizdeki rivayetlerde yok. İşte bu ayetlere baktığımız zaman Mekkeliler mutlaka oruç tutuyor olmalılar. Zaten ayet ne diyor? “kütibe aleykümüs sıyamü” O oruç, hangi oruç? Bilinen bir oruç. Demek ki Mekkelilerin bildiği bir şey var. Olması lazım. Şimdi nedense İslam’ın büyüklüğünü anlatmak için Mekke toplumuna akla, hayale gelmedik kötülükler yüklemek sanki bir marifet gibi oluyor. Ya kardeşim İslam çok büyük , İslam’ın büyüklüğünü anlatmak için hiçbir şeye ihtiyaç yok ki İslam’ın kendisi zaten her hal u kârda, her yerde çok büyük. Ve o Mekke toplumu da İbrahim(as)’ın soyundan olan bir toplum. Öyle türedi bir toplum değil, bunu Kuran-ı Kerim söylüyor. “millete ebiküm İbrahim” diyor. “Babanız İbrahim’in dinine girin.” diyor. Zaten bunların hepsi babaları İbrahim’in dinine şey yapıyorlar. Yücelttiklerini de söylüyorlar, bildikleri sözlerle hitap ediyor Allahu Teala.
Şimdi buradan şu sonuca geliyoruz. Daha önceki toplumlarda oruçlar tutuluyor. Ama bu oruç bizdeki gibi değil. Bizim kaynaklarda şöyle yazılı: Güneş’in batışından sonra yıldızlar çıkıncaya kadar. Güneş’in batışında iftar ediyorsunuz, yıldızlar çıktığı zaman artık ondan sonra şey yapamıyorsunuz. Bir şey yeme, içme yok, karı-koca ilişkisi yok. Hıristiyanlar bunu, bakmışlar ki böyle olmuyor yani. Yaza geliyor, kışa geliyor. Tutmuşlar perhize çevirmişler. Bugün işte bir günlük perhiz yapıyorlar ve bazı hayvansal gıdaları yemiyorlar. İşte o şeylerin ifadesi doğruysa eğer, neydi o Güneydoğu’dakiler? Ha Süryanilerin ifadesi doğruysa karı-koca ilişkisinde de bulunmuyoruz, diyor. Artık nasıl, ne derece doğru bilmiyorum. Şimdi hani birçok yerde deniyor ki Kutuplarda nasıl oruç tutacağız? Kuzeye doğru gittikçe vakit iyice daralıyor. İşte, eski ümmetler onlar. Zaten Enes Hoca, Yahudilerin orucuyla ilgili birtakım yazılar çıkardı. Akşamdan akşama, oradan 24 saat gibi anlaşılıyor. Sanki 24 saat yemiyorlarmış gibi de öyle de değil. Ben şimdi bugün şeye baktım, birtakım Yahudi sitelerine baktım. Maalesef bir tarif bulamadım. İnşallah buluruz daha sonra. Ama zannediyorum bizim kaynaklarda söylenenler doğru. Çünkü güneşin batışıyla iftar ediliyor, hava kararınca, yani batı ufku tamamen karardığı andan itibaren de tekrar oruca başlanıyor. Yani o gece de oruçlu oluyorsunuz, gündüz de oruçlu oluyorsunuz.
İşte burada, bu Bakara Suresinin 187. ayetinde Allahu Teala diyor ki: “Oruçlu bulunduğunuz günlerin gecelerinde eşlerinizle ilişkide bulunmak size helal kılınmıştır. Şimdi Yahudilere baktığınız zaman eşlerle ilişki yok, yıkanmak yok, ondan sonra yağ sürünmek yok, ne bileyim yani rahatlatıcı şeyler kullanmak yok. O kadar ağır ki onların oruçları. Zaten Hıristiyanlık, Yahudiliğe ilave yapmış bir şey değildir. Onun için Hıristiyanlarda durum nedir diye merak ediyorsanız, önce Yahudiliğe bakacaksınız. Çünkü şey, İncil’de olan bir ifade var ki onu Kuran-ı Kerim’de aynen tasdik ediyor. Orada “musaddikan……….” Neyse esas bize lazım olan kısım ki şeyde de var o benzeri ifadeler İncil’de de var. “Ben şeriatı değiştirmek için gelmedim. Size şunu dedim ki dünya kaldıkça şeriatın bir tek kelimesi eksilmeyecektir. Ben sadece size bazı haram kılınan şeyleri helal kılmak için geldim.” diyor. Yani bazı ufak tefek kolaylıklar getirmiş İsa(as). O getirdiği kolaylıklar da yiyeceklerle ilgili. Yani Yahudilere birtakım hayvanlar haramdı. O İncil’in içerisinde bizim Enam Suresi’nin 145. ayetiydi değil mi? Enam 145. ayeti, ayetle birebir örtüşen ifadeler var. Ama oradan domuz etini çıkarmışlar o belli yani domuz etini çıkardıkları. Onu Pavlus çıkarmış. Yani şunu söylemek istiyorum. Yani İsa(as) Yahudiliği tasdik etmiş olan bir peygamberdir. Dolayısıyla bugün Hıristiyanların yapması gereken Yahudilerde olandır. İşte İslamiyet’in ilk zamanlarında da şimdi şeriatın bir devamlılığı söz konusu. Çünkü Allahu Teala “Nuh’a neyi emrettiysem size de onu bu dinin şeriatı kıldım.” diye buyurduğu için şeriata devamlılık esastır.
Dolayısıyla eskiden neyse Müslümanlar öncelikle öyle oruç tutmaya başlamışlar. Daha sonra bu ayet-i kerime inerek işte bazı Müslümanlar gizli gizli ihlaller yapmışlar. Onu da ayetten anlıyoruz. “alimellahü enneküm küntüm tahtaune enfüseküm” Allah biliyor ki siz kendi kendinize hainlik ediyorsunuz. Gizli gizli yapılan yanlışlıklara ihanet, hainlikler, denir. Yanlış şeyler yapıyorsunuz. “fe tabe aleyküm” Allah sizin tövbenizi kabul etti. Tabii böyle yapıyorlar ve üzülüyorlar da tabii arkasından. “ve afa anküm” ve sizden bağışladı. “fel anebaşiruhünne” Şimdi eşlerinizle ilişkide bulunabilirsiniz. Oruçlu bulunduğunuz günlerin gecelerinde. “vevteğu ma kete bellahü leküm” İlişkide bulunurken de Allah’ın sizin için yazdığını arayın. Yani Allahu Teala’dan hayırlı evlat isteğiyle o işi yapın. “ ve külu veşrabu hatta yetebeyyene lekümül hüytul ebyadu minel haytıl esvedi minel fecri” Yiyin, için. Ne zamana kadar? Fecir tarafından siyah iplik, beyaz iplikten ayırt edilinceye kadar. Fecir tarafı neresi oluyor? Güneşin doğduğu taraf oluyor. Fecir tarafından yani fecir yarılma demek, yarılma… Mesela inficar denir. İşte şeyin, bir şeyin yarılması. Yerin yarılıp oradan suyun çıkması, göklerin yarılması. O sabahleyin şeye baktığınız zaman yani seher vaktinde çıkın, ufka bakın. Ufukta gökle yerin birleştiği yer anlaşılmaz. Yani bitişik gözükür. O güneşin ışınları dünyaya yaklaştıkça ufukta –şimdi şurayı ufuk çizgisi kabul ederseniz- güneşin ışınları şöyle dünyaya doğru yaklaştıkça, şurada, tam şurada, gökle yerin birleştiği yerde bir beyazlık oluşur. Yukarıya doğru da o beyazlık yayılır. Yani şöyle bir yarım daire şeklinde ve alt taraftan da enlemesine bir beyazlık yayılır. İşte o beyazlık ufukta bir beyaz çizgiyi oluşturur. Baktığınız zaman görürsünüz. Şeyle sizinle ufuk arasında da bir siyah hat oluşur. Çünkü gece vakti baktığınız zaman uzun mesafeler çok kısa gibi gözükür. Orada bir siyah hat oluşur. O siyah hat ile beyaz hat birbirinden kesin olarak yani “size göre” diyor. “hatta yetebeyyene leküm” Yani yiyin, için. Size göre açıkça ortaya çıkıncaya kadar. Şu veya buna göre değil. “Efendim, benim gözlüğüm var. Ben şey yapamıyorum, işte biz uzman değiliz, bilmem ne…” Gerek yok. Ufka bakacaksın. Sana göre gökle yer net olarak ayrılmış mı? “Tebeyyün hatta yetebeyyene” acaba… Acaba değil, acaba diyorsan yemeye devam et. Acaba diyorsan yemeye devam edeceksin. Şimdi kesin, dediğin an yemeyi keseceksin. (dinleyicilerden sorular geliyor) Hiç yemesen de olur yani. Ya, yemeye devam et diye bir olay yok. Yemeye devam etmeyebilirsin. Ama ne zamana kadar yiyeceksin? Mesele o. Erkenden kestin. “Ya, şimdi canım bir bardak su istedi, içeyim mi?” dersen işte bakarsın. İlaç içersin, su içersin. (dinleyicilerin yorumları…) Tartışın, tartışın. Tartıştıkça meseleler iyice yerleşir. Yalnız yıldızlar aldatıcı olur. Tan yeri ağardıktan sonra bile gözükür. Bazı çok güçlü yıldızlar vardır. Onlar gözükürler. Mesela sabah yıldızı uzunca bir süre gözükür. Yani o yıldızlar aldatıcı olur. Asıl bakacağımız yer doğu ufkunda gökle yerin birleştiği yerdir. Orada enlemesine bir aydınlık olacak.
Bir izleyici: Hocam bir de yalancı fecir diye bir şey vardı?
Şimdi yalancı fecir var tabii. Yalancı fecir gökle yerin birleştiği yerden olmaz. Yani tan yeri dediğimiz yerden olmaz. Oranın yaklaşık 45 derece yukarısında olur. Yani şöyle göstereyim ben size. Şimdi şurası ufuk çizgisi mi? Şurası da diyelim, bizim tam tepe noktamız, bulunduğumuz yerdeki tepe noktası. Şimdi buradan oraya uzattığınız zaman 180 derecelik bir yukarı dik şey yapıyorsunuz. Tam onun orta noktasında bir kırılma olur. Mesela şuradan bakarsınız ki ufuk çizgisi burada olduğu halde, şurayı gök kabul edin Şuradan bakarsınız ki şöyle elim gibi yani. Sanki böyle pelerin giymiş bir kızın dağınık saçları ama belden aşağısı yok. Böyle hayaletler oluyor ya şeyde, televizyonda, çizgi filmlerde falan. Ama tabii öyle siyah değil. Beyaz, üst tarafı beyaz böyle alta doğru gittikçe ışık azalıyor. O bir şey, ışıkların kırılmasıyla oluşuyor. Yani güneşten gelen ışıkların kırılmasıyla oluşuyor. Bir müddet sonra o ışık kayboluyor. Ondan 15-20 dakika sonra bakıyorsunuz ki ufukta ağarma var. Zaten o gökyüzü tertemiz değilse yalancı tanı göremiyorsunuz. Ama İstanbul gibi yerlerde çok yalancı tan var. Çünkü lambalar var, bilmem şeyler var. Yalnız şunu ben size söyleyeyim. Lambaların ışıkları tan ışığını hiçbir şekilde engellemez. O tan yerindeki ışık çok güçlü bir ışıktır. Lambaların ışıkları kaybolur orada. Dolayısıyla eğer doğu ufkunda kesif bulutlar yoksa tan yerinin ağardığını net bir şekilde her sabah görebilirsiniz. Tabii hem kesif bulutlar, hem de gökdelenler olmaması şartıyla… Onlar da engelliyor tabii, görmeyi engelliyor.
Şimdi şu anda Türkiye’de her Ramazan’da bunu söylüyoruz, her yerde söylüyoruz ama bakarsınız ki bir gün birisi duyar, gerçi ben şimdi ümitliyim, şu anda devlet bakanı olan Mustafa Sait Yazıcıoğlu’yla biz bu çalışmaları başlatmıştık, o diyanet işleri başkanıyken. Şimdi ona, bunu bir hatırlatırsak ilgileneceğine inanıyorum. İnşallah bu şeyle, meseleyi hallederiz. Bizim de şurada işte görüyorsunuz küçücük bir yer ama o kadar çok, o kadar yoğun işlerimiz var ki. Geçen sene biz bu namaz vakitleriyle ilgili İslam Konferansı Teşkilatıyla birlikte bir çalışma yapalım, dedik. Vakit bulamadık. Yani ilgilenemedik. Çünkü böyle şeylerin organizasyonu çok ciddi çalışmaları gerektiriyor. Onu yapamadık. İnşallah Cenab-ı Hak lütfeder de belki işte birtakım yerlerin yardımıyla bunları yapabiliriz. Şimdi burada şöyle bir problem var. Evet, iki hafta daha burada idare edeceğiz. Başka çaremiz yok. El atına binen ne yaparmış? Tez inermiş. Ama sağ olsun Ensar Vakfındaki arkadaşlarımız el atı vazifesi yapmıyorlar. Yani onlar bir mecburiyetten dolayı bu Ramazan’da biz orada şey yapmıyoruz. Ders veremiyoruz. Şimdi mesela sabahları kalkın, eviniz müsaitse, doğu ufkuna bakıyorsa ezanlar okunduğu zaman bakın doğu ufkunda en küçük bir ışık göremezsiniz. Bak bir şahit buldum. Başka şahit var mı? Hah sen de şahitsin. Tamam şahitler çok. İyi Allah’a şükür. Kesinlikle bir ışık yoktur. Dolayısıyla o saatte oruca başlanmaz. Ha “erken başlayacağım.” Başla sen yani istersen kalkma, o şey değil. Ne zamana kadar yemeye, içmeye devam ediyoruz? İşte az önce ayette belirtildiği gibi “gökle yer birbirinden baktığımız zaman, çıplak gözle baktığımız zaman net bir şekilde birbirinden ayrılıncaya kadar.” O da Mehmet Bey’in dediği gibi bir kere yarım saatte hiç olmuyor kesinlikle. Yani bunların ilan ettikleri saatten yarım saat sonrasına kadar bugünlerde hiç olmuyor. Mesela ben bu sabah baktım, 6’ya 7 dakika kala, şey 8 dakika kala falan gözükmeye başladı ilk ışıklar. Tam netleşmesi biraz daha sonra tabii. Şey ne kadar kaçtı? İmsak kaçtı hatırlıyor musunuz? 5.15 falan mı? Yani 40 dakika falan sürüyor yaklaşık.
Şimdi ben bana soranlara şunu söylüyorum: Takvimlerde yazan güneşin doğuşundan 1 saat öncesine kadar yiyin, diyorum. O bir saat öncesi ihtiyatlı oluyor. Daha da var, evet. O, ihtiyatlısı. (Bir dinleyici: Takvimdeki güneşin doğması mı?) Takvimdeki güneşin doğması. Yoksa gerçek güneşin doğması ondan çok sonradır. Tabii. ( Bir dinleyici: Önümüzde tepe var…) Önümüzde tepe var diye güneş doğmadı şeklinde ümitlenmeyin. O doğmuştur. Önünüzde tepe olursa onun prensibi şu: O tepenin karşı tarafında güneş gözüküyorsa doğmuş kabul edilir. Tabii. Bir de güneşin battığı zaman iftar ederiz, biliyorsunuz. Hemen tepenin arkasına geçti mi tamam. Güneş battı kardeşim. Ona bir prensip koymuşlar ki çok güzel bir prensip. Deniyor ki batıda güneşin kaybolması, doğuda karanlığın başlaması. Çünkü eğer güneş batmamışsa doğuda aydınlık vardır. Çünkü güneş doğuyu aydınlatıyordur batarken. Battı güneş, kaybolur. Doğuda karanlık başlar, işte o zaman iftar olur. Ha, şu andaki iftarlarımız da en az 7 dakika sonra yaparız şu anda iftarı. Onda problem yok. Başka çareniz yok yani kim yaparsa yapsın. Istrancaların tepesindeki de, Çamlıca’nın tepesindeki de, ne bileyim Tuzla’da olan da herkes biz İstanbul’dayız, diyor. Hepsinin aynı saatte olması mümkün değil. Mecburen bir ihtiyat konuyor ama sabah namazındaki ihtiyat falan değil. Sabah namazında çok ciddi bir hata var. Bak, ben size ne dedim? Güneşin doğuşundan 1 saat öncesine kadar. O ihtiyatlı olan kısım. O ihtiyatı koymak zorunda kalıyorsunuz. Bir takım şeylerden dolayı. Bu geniş bölgeye, büyükçe bir bölgeye İstanbul dendiği için. O kadar küçük ihtiyatlar fazla insanın canını sıkmaz. Beş altı dakika bir şey değil. Mesela iftarda hiç ağlayan, sızlayan yok yani. Ne olacak?
Şimdi şeyin, bu hatanın kaynağı Osmanlılar olmuştur. Eskiden muvakkithaneler vardı. Kasımpaşa Muvakkithanesi hala görürsün yani geçerken görürsünüz solda. Üzerinde de şeyi vardır. Levha vardır. Muvakkithane demek, vakit hesaplama yeri demektir. Oralarda gerekli çalışmalar yapılıyor. Her bölgede mesela şimdi o Üsküdar’daki o tepede bir cami var. Yani sağ tarafta Doğancıların orada mı? Buradan gözüküyor minaresi. Doğancılar değil başka bir… Sahilden arkaya doğru, tam tepede işte, arkada. Neyse işte o caminin minaresinde ezan okunuyor. Süleymaniye’den orayı görüyorlar. Böyle ayarlamışlar birkaç tane minare. Şimdi ilk önce kim görüyor, kim tespit ediyor, kim uygun? Ona göre birisinden aldıkları işareti öbürü, o ondan, o ondan… Gerçek batışa göre ezanlar okunuyordu. E tan yerinin ağarması da zaten çıplak gözle görülerek belirleniyordu. Fakat daha sonra bu işi, bunun takvimini yapalım, demişler. Takvimini yaparken de Ahmet Muhtar Paşa var.-Allah rahmet eylesin.- Osmanlı paşalarından. O, 93 Harbi vardır Doğu Anadolu’da. O harbin kahramanlarındandır.
Fakat o dönemde Ahmet Muhtar Paşa’nın kitabını okurken ben çok net bir şekilde gördüm. Akıl almaz boyutlarda bir Avrupa hayranlığı var. Yani şu anda Türkiye’de Avrupa hayranı falan yok. Yani oraya baktığınız zaman bir tane bile bulamazsınız. Bugün Avrupa hayranlığı yapanlar başka maksatlarla yapıyorlar. Avrupa’ya hayran oldukları için değil, başak maksatlarla yapıyorlar. Şimdi orada tutmuş Ahmet Muhtar Paşa namaz vakitlerini yani yatsı namazı, sabah namazı vakitlerini astronomiye göre tespit etmiş. Astronomi ne iş yapar? Gök bilimiyle meşgul olur. Peki, namaz vakitleri gökle ilgili mi? Yerle ilgili. Güneş ışınlarının yeryüzüne gelişiyle alakalıdır namaz vakitleri. Şimdi değişik tan olayları vardır. Astronomik tan derler. Sivil tan derler. Notik tan derler. Yani notik dediğimiz denizcilerin tanı. Bize uygun olan notik tandır. Onu biraz sonra anlatacağım size. Astronomik tan şöyle: Şimdi şurası gökyüzü ya, şimdi buradan astronomi alimleri gözlem yapıyorlar. Tabii gece yapacaklar. Gündüz görmek mümkün değil gökyüzünü. Gece yapıyorlar. Gündüz ışık engel oluyor görmelerine. Bakın mesela biz yıldızları falan da göremeyiz gündüz değil mi? Şimdi gece şey yapıyorlar: Ne zaman biz bu gözlemlere rahatlıkla başlayabiliriz? Şu bizim şurayı atmosfer kabul edin buradan yukarıya doğru. Atmosferin üst tabakalarından güneş ışığı geri çekildiği zaman. Güneş ışığı oradan çekilsin ki gözlemleri rahat yapsınlar. Bunun da ölçümünü yapmışlar. Güneş, ufkun 18 derece altına indiği zaman atmosferin üst tabakalarından güneş ışınları çekiliyor. Buna astronomik tan deniyor ki bulunduğumuz yerden belki 3km., belki daha fazla yukarısı bu. Oradan ışınların geri çekilmesi. Şimdi rahmetli Ahmet Muhtar Paşa tutmuş bunu, yeryüzündeki tan olarak yazmış. 3 km. altındaki yer için tan olayı olarak yani fecir dediğimiz olay olarak. Ya da yatsı vakti olarak yazmış. İkisi birbirinin simetriği ya… Ona göre hesap yapmış. Demiş ki: neme lazım, bir de 3 derece de ihtiyat koyayım, demiş. Bir yanlışlık olmasın diye. 21 derece. Şimdi bu derecelerin her birisi dört dakika değildir. Yani bizim o coğrafyada öğrendiğimiz, iki enlemin arasını güneş 4 dakikada kat eder. O ayrı bir konu. Bu, ondan farklı bu. Çünkü bunun içerisine enlem de giriyor, boylam da giriyor. Güneşin yüksekliği giriyor. (36.45’te bir terim anlaşılamadı) denilen yani güneşin bizim şeye yansıma açısı falan, hepsi giriyor. Dolayısıyla bazen 5-6 dakika arasında değişiyor. Yani 4 dakikayla 6 dakika arasında diyelim yani. Şöyle çok yuvarlak bir hesap olsun. 6 dakika olsa 3 derece 18 dakika eder değil mi? Ona da bir 18*6’yı ekle. 108, 120 dakika yani 2 saatten fazla. Güneşin doğuşundan iki saatten daha fazlasında şeyi başlatıyor. Sahuru başlatıyor. Şimdi o 3 dereceyi şey yaptığı için, ihtiyat koyduğu için o zaman diyorlardı ki 20 dakika bekleyin. 20 dakika sonra namazınızı kılın, diyorlardı.
Şimdi ben bir şükran-ı nimet için söylüyorum. Bazıları bunu maalesef yanlış anlıyorlar ama bu bir vakıa. Bunu bütün yetkililer bilir yani işin içerisinde olanlar. Biz 1976’da İstanbul Müftülüğünde vazifeye başladık. Vatandaşlar soru soruyorlar. Baktım ki ya bu bizim kitaplarda yazılan hiç hayata uymuyor. Sonra uzunca zamanlar erkenden çıktım, İstanbul’un çeşitli yerlerinde rasatlar yaptım sabah namazından önce. Baktım burada yanlışlık var. Allah razı olsun Selahattin Kaya, İstanbul Müftüsüydü o zamanlar ve beni hala çok sever. Ben de çok büyük hürmet duyarım kendisine. Hala onun adını duyduğum zaman içim bir hoş olur. Çok değerli bir insandır Cenab-ı Hak ömrünü uzun eylesin. Şimdi ona diyordum ki: Hocam, çok erken oluyor. Böyle şey olmaz. Neyse ona epeyce söyledim. O zaman Tayyar Altıkulaç da Diyanet İşleri Başkanıydı. Bu 80 öncesi, bu dediğim. Tayyar Altıkulaç’a başka yerlerden de söyleyenler olmuş. Neyse onlar Ankara’da bir toplantı yaptılar. 82 miydi, 83 müydü? Bir toplantı yapıldı ama tabii o zaman bizim ne doktorluğumuz var ne de hasta bakıcılığımız… Kimse çağırıp dinlemedi bizi. O zaman bu ihtiyatı kaldırdılar. Türkiye Gazetesi gürültü kopardı o zaman. O zaman koparmadılar, daha sonra kopardılar. O zaman ben Türkiye Gazetesine de gittim. Onların takvim komisyonundaki arkadaşlarla da görüştüm. Suphi Bey vardı. Hala belki oradadır, bilmiyorum. Onlara da bunu izah ettim. Bak burada yanlışlık var, dedim. Sonra aradan bir zaman geçti. Türkiye Gazetesi, Diyaneti bayağı sıkıştırmaya başladı. Orada Türkiye Gazetesi haklıydı. Şimdi Diyanet niçin yaptığını bilerek yapmadı ki onu. Yaptı işte.
Arif Söklü vardı o zaman Diyanette vakit uzmanı. Kim hangi teklifle gelirse gelsin, peki, diyordu. Şeyler, Diyanet buradan ihtiyatı kaldıralım, diyor. Peki. Beri tarafta Türkiye Gazetesinin de onun da güvendiği uzman var. Onlar diyor ki burada yanlışlık var. Öbür taraftan başkasına da söylüyordu. Derken iş karışıyordu. Şimdi işler iyice karışınca bu defa beni dinlemek mecburiyetinde kaldılar. Din işleri, işte o zaman Mustafa Sait Yazıcıoğlu, Diyanet İşleri Başkanı olmuştu. Rahmetli Turgut Özal da başbakandı galiba yanlış hatırlamıyorsam. Ankara’da toplaştık eski-yeni bütün şeylerin Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleriyle. Ama o zaman artık doçent olmuştum yani artık bizi dinleyecek halde şeyleri vardı. Şimdi orada gittim, konuştum. Yani dedim ki şimdi siz bu işi yaptınız ama niçin yaptığınızı bilmeden yaptınız, dedim. Fena halde sinirlendiler. Şimdi biz o zaman Diyanetin bir elemanıyız ya… Onlar ne de olsa Ankara. Peki, dedim. O zaman ispatlayın. İspatlayamadılar. Bir iki şeye dayandıklarını söylediler. Ben de onların fotokopisini, dayanacakları belgelerin fotokopisini almış götürmüştüm. İşte buyurun, dedim sizin dayandığınız belgeler falan. O zaman Mustafa Sait Bey dedi ki öyleyse rasat yapalım, tamam, dedi. Ondan sonra başladık 3 yıl rasat yaptık Türkiye’nin hemen her yerinde. Benim orada verdiğim birtakım hesaplar vardı. Nerede rasat yaptıysak saniyesi saniyesine uydu. Üçüncü senenin sonunda dediler bu Türkiye’de olmuyor, yurtdışında yapmamız lazım. Dedim kardeşim, bu güneş bana torpil yapmaz ki. Yani güneş neyse o. Her yerde yaptık rasatı. Taa şeye gittik. O Hatay’ın bilmem Yayladağı’na çıktık. Bir de kar yağdı, orada da mahsur kaldık. Her tarafta yaptık. Bunların hepsi, bu raporlar şeyde var, Türkiye Gazetesi de katıldı bu şeylere. Yeni Asya da takvim çıkarıyordu o zaman onlar da katıldılar. Takvim çıkaran kuruluşlar falan katıldılar. Neyse bunu özetleyeyim de sonuç olarak hiçbir işe yaramadı. Hala Türkiye Gazetesi eski şeyini devam ettiriyor. Diyanet’in yanlış olduğunu söylüyor ama Türkiye Gazetesindeki uzmanlar kendi adlarını bildikleri gibi biliyorlar ki takvimde yüzde yüz yanlış. Çünkü bunu ben biliyorum. Birlikte imza attık bunlara. Yüzde yüz yanlış olduğunu biliyorlar ama kabul etmiyorlar. Hesabı Allah’a verecekler, bana değil. Şimdi Diyanet İşler Başkanlığı da işte başkanlar değişiyor. Her değişen başkana söyledik. Ali Bey’e söylemedim yani aklıma gelmedi daha doğrusu. Olmadı bugüne kadar. İnşallah bundan sonra olur.
Size daha önce anlatmıştım Mekke’de ve Medine’de senenin hiçbir günü sabah namazı kılınmaz. Ahmet Muhtar Paşa’nın yaptığı hesapla gecenin ortasına almışlardır sabah namazını. Hacca, Umreye giderseniz namazdan çıktıktan sonra bir bakın. Hiçbir yerde en küçük bir, yani doğu tarafına bakın, en küçük bir aydınlanma göremezsiniz. Namazı bitirdikten sonra diyorum. Namaza başlarken değil. Ondan yaklaşık 15 dakika sonra tanyeri ağarmaya başlar. E şimdi düşünün, bakın yatsı namazı, şehirler için problem değil ama köy yerinde yatsı namazını beklemek ne kadar zordur, hele yazın. Ne kadar zordur. Sabah erkenden o insanlar kalkıyorlar, tarlaya gidiyorlar. Akşama kadar zaten iyice yoruluyorlar. Allahu Teala ayette ne diyor? Ya, bu problemler o kadar büyük ki her derste, her defasında inanın ki bu problemleri anlatmaktan rahatsızlık duyuyorum. Ama ne yapalım bir gerçek. Allahu Teala ayet-i kerimede diyor ki: Namazı kıl, diyor güneşin batıya kaymasından itibaren gasakul-leyl’e kadar. Gasakul-leyl nedir Enes Hoca? Hava karardığı zaman yani doğu ufkunda, yok batı ufkunda ışık kaybolduğu zamana kadar. Işık kaybolduğu zamana kadar, ışık kaybolduğu zaman vaktin sonu mu başı mı? Sonu. Işık kaybolduğu zaman vaktin sonu. Bizim Ahmet Muhtar Paşa, ışığın kaybolmasından 11 derece sonra yatsıyı başlatıyor. Yani yaklaşık 70 dakikayı falan buluyor. Yani yatsı namazının son vakti, çok sonra başlatıyor. Hata üzerine hata. Ya neyse şimdi o zat hata etmiş olabilir. İnsan olup hata etmemek olmaz. Kasıtlı olmamak şartıyla her insan hata eder, hepimiz ederiz. Ama o hatayı devam ettirmenin bir anlamı yok ki. Ben buradan Ahmet Muhtar Paşa’ya şey yapmıyorum. Yani hata etmemek diye bir şey olmaz. Ama devam ettirmek yanlış.
Şimdi böyle olunca ne oluyor? “Efendim Kuzey Kutup’ta yatsı vakti girmedi.” “Niye girmedi?” “Hava tam kararmıyor.” “Lan, hava tam karardığı zaman vakit girmiyor, çıkıyor, bey efendi!” vakit girmiyor, çıkıyor. Bakın nerelere varıyor, Mehmet Bey. Ya ayet gayet açık