Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn. Vel-‘âkibetü lil-müttekîn. Vessalâtü ves-selâmü ‘alâ Rasûlinâ Muhammedivve ‘alâ âlihî ve ashâbihî ecme’în. Bugün kıble konusuna devam edeceğiz inşallah. Yine Bakara Suresi’nin 142. âyetinden başlayacağız. Burada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor, “Se yekulüs süfehaü minen nasi” (Bakara 2/142) İnsanlardan bazı zavallılar şöyle diyecektir; “ma vellahüm an kıbletihimülletı kanu aleyha” (Bakara 2/142) bunların mevcut kıblelerini döndürmelerine sebep ne oldu? Hangi şey onları bulundukları kıbleden çevirdi? “kul lillahil meşriku vel mağrib” (Bakara 2/142) de ki doğu da Allah’ındır batı da. “yehdı mey yeşaü ila sıratım müstekıym” (Bakara 2/142) Beyt-i Makdis’e dönerek. Yani Kudüs’deki o sahra denen taşın bulunduğu yere dönerek namazlarını kılıyorlardı. Bunun sebebi geçen hafta okumuştuk. Davud (a.s.)’ın zamanından itibaren kıblenin Kabe’den oraya dönmesi idi. Yine geçen hafta burada konuşmuştuk, peygamberimiz (s.a.v.)’in Kabe’ye değil de, oraya dönmesi Kurân-ı Kerîm’in emriydi. Çünkü Allah Teâlâ; Enam Suresi’nin 90. Âyetinde; İsa (a.s.), Musa (a.s.) ve diğer peygamberleri saydıktan sonra, esteuzubillah “Ülaikellezıne hedellahü fe bi hüdahümuktedih” (Enam 6/90) buyuruyor. Bunlar Allah’ın yola getirdiği, kendi yoluna kabul ettiği kimselerdir. Sen onların yoluna uy. Tabii Mekke’yi biliyorsunuz, eskiden beri büyük bir ticaret merkezi. Bir yer ticaret merkezi olur da yahudiler oraya gitmez mi? Tabii ki panayırlar zamanında oraya gidiyor, ibadetlerini de elbette yapıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) onlardan kıblenin Kudüs tarafına olduğunu öğrenmiştir. Yani öğrenmemesi zaten mümkün değil, Allah Teâlâ’da Mekke de inen az önce okuduğum âyette, onların yollarına uy diye emir verdiği için yani o peygamberlerin mecburen peygamberimiz (s.a.v.) Kudüs tarafına yönelerek ibadetlerini yapmıştır. Sonra da kıble tekrar eski yerine Kabe’ye çevrilmiştir.
Yani şimdi âyetlerden, Tevrat’ın ifadelerinden de anlaşılan; Musa (a.s.)’ında, İsa (a.s.)’ında Kabe’ye dönerek ibadetlerini yaptığıydı. Davud (a.s.) biliyorsunuz, Musa (a.s.)’dan çok sonra peygamber olmuştur. Yani o kısa bir süre içerisinde kıble Kudüs olmuş, sonra tekrar dönmüştür. Müslümanların türbesi Kudüs olunca, tabii ki yahudileri bu memnun ediyordu. Kurân-ı Kerîm‘deki hükümlerin bir çoğu biliyorsunuz, Tevrat’ta olanlara uygun ama yahudiler Tevrat’tan bazı hükümleri çıkarmışlar, bazı ilaveler de yapmışlar Tevrat’a, dolayısıyla asıl şeklinden çıkmış. Kurân-ı Kerîm Tevrat’ı tastik etmiyor, Tevrat’taki doğru hükümleri tastik ediyor. Yani Kurân-ı Kerîm in hiçbir âyetinde Kurân’ın Tevrat’ı ve İncil’i tastik ettiği ifade edilmez. Ama oradaki doğru hükümleri tastik ettiği ifade edilir. E yeni bir hüküm geldiği zaman Tevrat’ta olmayan, bu yahudileri rahatsız ediyordu. İşte onları rahatsız eden hükümlerden bir tanesi de kıblenin çevrilmesi; “Ve kezalike cealnakmüm ümmetev vesetal” (Bakara 2/143) işte bu şekilde kıbleyi Kabe’ye çevirerek, sizi merkezde bir ümmet yaptık. Biliyorsunuz Kabe-i şerif, ümmü’l kura diye Allah’ın isimlendirdiği Mekke’de olan bir mabettir, ilk yapılmış olan mabettir. İlk yapılmış olan ibadethanedir. Mekke de Kâinat’ın merkezidir. Merkezde olan müminlerin her yönüyle merkezinin de Kabe’nin bulunduğu yer olması gerekiyor. İşte nasıl ki kıblenizi dünyanın merkezi olan Kabe’ye çevirdiysek, sizi de aynen merkezde örnek bir ümmet yaptık.
Şimdi bir daire çizin, dairenin tam ortasına bir nokta koyun. O noktanın çevreye uzaklığı ne kadardır? Bütün çevrelere uzaklığı? Eşittir. İşte müslümanlarda merkezde olduğu için, diğer bütün din mensuplarına uzaklıkları eşittir müslümanların. Ama biliyorsunuz bu eşitlik bozulmuş, yahudi ve hristiyanlar biraz farklı muamele görmeye başlamışlar, Kurân-ı Kerîm her ne kadar onlara da müşrik diyorsa da kafirlikle müşrikliği birbirinden ayırarak, onları müşrik saymayan gelenekte müşrik sayılmamıştır. Tabii hiç kimse şu soruya cevap veremiyor, Allah Teâlâ şirkten başka bütün günahları affedeceğini söylediğine göre, kafirliği affedecek mi? yok o da yok diyor. O zaman nasıl ayrım yapıyorsunuz? Derken yani o merkezde olmaya ters bir takım görüşler ortaya çıkıyor. Biz merkezde olan bir ümmet olduğumuza göre, herkese mesafemiz aynı olmalı. Herkese Allah’ın dinini aynı şekilde anlatmamız lazım. Birini diğerine tercih etmeye hakkımız yok. Herkese örnek olmaya çalışmamız lazım. Yeryüzündeki bütün insanlara. “Ve kezalike” (Bakara 2/143) işte sizin kıblenizi böyle merkeze aldığımız gibi kâinatın merkezine aldığımız gibi “cealnakmüm ümmetev vesetal” (Bakara 2/143) sizi de vasatta yani ortada yani merkezde bir ümmet yaptık. “li tekunu şühedae alen nasi” (Bakara 2/143) insanlara şahit olasınız diye. Şimdi bu “alen” (Bakara 2/143) kelimesi bazen aleyhinde şahitlik gibi anlaşılır ama burda aleyhte değil, çünkü eğer aleyhlerinde şahitlik yapasınız şeklinde anlaşılırsa, “ve yekuner rasulü aleyküm şehıda” (Bakara 2/143) peygamberde sizin aleyhinizde şahitlik yapsın diye anlam vermek gerekir. Burdaki “alen” (Bakara 2/143) üstünlük ifade eden bir kelime olarak anlamlandırılmalı, yani siz insanların üstünde çünkü Allah Teâlâ “ve entümül a’levne in küntüm mü’minın” (Ali İmran 3/139) eğer inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz derken “alen” (Bakara 2/143) kelimesiyle aynı kökten olan bir kelime kullanılıyor. İşte siz insanların merkezdesiniz ama böyle yüksekce de bir yerdesiniz, herkes size bakıyor siz onlara bakıyorsunuz, dolayısıyla insanlara örnek oluyorsunuz, insanlara şahit oluyorsunuz, insanların durumlarını gözetliyor ve doğruları anlatıyorsunuz. “ve yekuner rasulü aleyküm şehıda” (Bakara 2/143) peygamber de size şahit olsun ki bununla ilgili âyetleri geçen hafta okumuştuk. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bize şahit olması yaşadığı süre içerisindeydi. Meşhûd yani örnek olması ölene kadardır. Ve ahirette de hesap verilirken, bütün peygamberler ve peygamberimiz şahitlik yapacaktır. “ve ma cealnel kıbletelletı künte aleyha illa li na’leme mey yettebiur rasule mimmey yenkalibü ala akıbeyh” (Bakara 2/143) sen şu bulunduğun kıble varya şimdi bu “cealnel kıbletelletı künte aleyha” (Bakara 2/143) Kabe diye anlam veriyorlar genellikle Kabe değil, bir önceki âyette “kanu aleyha” (Bakara 2/142) var, yani yahudilerin müslümanlara karşı ifadesi bulundukları kıbleden onları çeviren nedir? Sözünde bulundukları kıble ne olur? Kudüs olur. O zaman “künte aleyha” (Bakara 2/143) ne olur? Yine Kudüs olur. Yani senin şimdiye kadar döndüğün kıble. Orayı niye kıble yaptık? İlk günden Kabe’ye dön diye emredebilirdik. “illa li na’leme mey yettebiur rasule mimmey yenkalibü ala akıbeyh” (Bakara 2/143) Bu peygambere uyanla sırtını dönüp ondan ayrılanı birbirinden ayırt edelim diye. Peygamber’e sırtını dönenler kim oldu? Yahudiler. Yani yahudilerle aynı kıbleye yönelip de aynı şeyleri söylediğiniz zaman, çok rahatlıkla kimliklerini gizleyebilirler. Yani kendi inançlarını taşıdıkları halde dört dörtlük müslüman gözükebilirler. Bu gâyet mümkün. Gelir mescidde de ibadetini yapar, zaten bütün peygamberler aynı şekilde namazı emrediyor, bütün peygamberlerde bu ibadetler var. Ama kıble çevrildiği an onlar açıkta kalıyorlar. “ve in kanet le kebıraten illa alellezıne hedellah” (Bakara 2/143) bu gerçekten büyük birşeydir. Yani şimdi kıble kıblenin, Kudüs’ten Kabe’ye dönmesi kimin için ağır gelir? Yahudiler için. Müslümanlar için niye ağır gelsin ki? Allah ne emrederse biz o tarafa yöneliriz. Allah’ın yoluna kabul ettikleri dışındakilere gerçekten çok ağır. Ondan dolayı zaten diyorlar ne oldu yani? Niye, niye yaptılar böyle? Kendilerine son derece ağır geliyor. “ve ma kanellahü li yüdıy’a ımaneküm” (Bakara 2/143) Allah Teâlâ sizin imanınızı zayi edecek değildir. Yani siz inandınız, şimdiye kadar inancınıza size verilen emre göre şeye dönüyordunuz Kudüs’e dönüyordunuz şimdi artık bu tarafa dönüyorsunuz. “innellahe bin nasi le raufür rahıym” (Bakara 2/143) Çünkü Allah Teâlâ insanlara karşı gerçekten çok merhametlidir ve ikramlıdır, şevkatli ve ikramlıdır.
“Kad nera tekallübe vechike fis semai” (Bakara 2/144) Yüzünün göğe dönüp durduğunu görüyoruz, buradaki kad kelimesi sıklık anlamına geliyor. Bazen 13.18 manasına geliyor, bazen de azlık anlamına gelir. Yani yüzünün sık sık, yüzünü sık sık göğe çevirdiğini görüyoruz. Şimdi diyorlar ki, kıblenin Kudüs’e başlangıçta yöneliyor olması peygamber (s.a.v.)’in tercihiydi. Yani Medine’ye geldi, yahudilerle arasının iyi olması için bir siyasi tercih olarak kıbleye doğru yöneldi. E kendi tercihi ise bu, niye ikide birde dua ediyor Cenab-ı Hakka bizi Kabe’ye çevir diye? Yani öyle acayip bir peygamber şekli, peygamber görüntüsü çiziyorlar ki, sanki Allah Teâlâ’nın yanında ikinci bir Şâri, ikinci bir şeriyat koyan. Şimdi buradan diyorlar ki işte peygamberimiz (s.a.v.) kendi tercihi olarak oraya döndü. E peki niye dayanarak, onada işte vahi gelmiştir diyorlar Cenab-ı Hak’tan. Mecburen Allah Teâlâ’ya bağlıyorlar. E Kurân-ı Kerîm’de yok. İşte Vahy-i gayri metlüv bir takım şeyler oluşturuyorlar zihinlerinde, ondan sonra da diyorlar ki, Kurân-ı Kerîm’in sünneti neşretmesi. Peygamberimizin sünneti ile belirlenmiş olan kıble tekrar Kurân-ı Kerîm sünneti neşretederek kıbleyi Kabe’ye çevirdi.
Şimdi gerçekten Kurân kavramları üzerinde o kadar yanlış görüşler geliştirilmiş ki bunlar sayılmakla bitecek gibi değil. Fazlaca detaya girmeye lüzum yok zaten bu konunun uzmanları anlarlar. Peygamberimizin Kudüs’e dönmesi tamamen Kurân-ı Kerîm’in emri gereğidir. İşte düşünmüyorlar, âyetler arası ilişkiye bakmıyor kimse, tamamen Kurân-ı Kerîm’in emri gereğidir. E Kudüs’den Kabe’ye dönmesi de Kurân-ı Kerîm’in emriyledir. Nesih ile ilgili Kurân-ı Kerîm’in bir prensibi vardır. Nesih demek; yani şöyle diyelim ki bir mektup yazdınız, baktınız bazı yerleri hoşuna şu mektubu şöyle bir temize geçireyim dediniz, temize geçerken önceki yazdıklarınızın büyük bir bölümünü tekrar yazarsınız, bazı yerlerini de ne yaparsınız? Kendinize göre daha güzel hale işte nesih bu. Allah Teâlâ’nın son kitabı, önceki kitapların büyük bir bölümünü içinde taşıyor, onları misliyle nesh etmiş, bir kısmı da daha güzel hale getirilmiştir. O da daha güzeliyle nesh etmiş ki Bakara Suresi’nin 106. âyetinde “Ma nensah min âyetin ev nünsiha ne’ti bi hayrim minha ev misliha” (Bakara 2/106) diyor. Eğer bir âyeti nesh eder ya da unutturursak ya daha hayırlısını ya da dengini getiririz diyor. Şimdi kıblenin nesihinde, değiştirilmesinde getirilen ne? Dengi mi? Daha hayırlısı mı? Daha hayırlısı olduğunu zaten bir önceki âyet söyledi. Ne dedi? 16.49 işte senin kıbleni nasıl böyle çevirdiysek, merkeze aldıysak, sizi de merkez ümmet yaptık dedi. Tabii yani esas olması gereken yer. Daha hayırlısıyla değiştirdiğini Cenab-ı Hak bildirmiş oluyor.
“Kad nera tekallübe vechike fis semai” (Bakara 2/144) Yüzünün sıklıkla göğe dönüp durduğunu görüyoruz. Peygamberimiz dua ediyor ya rabbim işte çevir. Peki nereden biliyor Peygamber (s.a.v.) Kabe’ye döneceğini? de duayla. Çünkü hiçbir peygamber Allah’ın kabul etmeyeceği duayı yapmaz. Yani yanlış bir dua yapmaz. Bunu biliyor ki yapıyor. Şimdi bakalım nasıl anlayacaksınız? Ben şimdi âyeti bitireyim, cevabını sizden alayım sorunun. “fe lenüvelliyenneke kıbleten terdaha” (Bakara 2/144) senin hoşuna giden kıbleye elbette seni çevireceğiz. “fevelli vcheke şatnal mescidil haram” (Bakara 2/144) şimdi yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bakın Kabe’ye çevir demedi dikkat ediyor musunuz? Mesela fevelli vcheke şatnal kabe de diyebilirdi. Şimdi Kabe ile Mescid-i Haram arasında bir fark var mı? Kabe o kare biçimindeki binanın adı. Mescid-i Haram neresi? Onun bulunduğu yerle birlikte onun çevresi. Kabe’ye dön denseydi, biraz sıkıntılı olurdu değil mi? Mescid-i Haram tarafına dön dendiği zaman, büyükçe bir alana dönmek daha kolay. O zaman demek ki esas olan, o tarafa o yöne yönelmektir. Yoksa noktasal olarak Kabe’ye yönelmek değil. Kabe’nin bulunduğu tarafa yönelmektir. “ve haysü ma küntüm fevellu vücuheküm şatrah” (Bakara 2/144) nerede olursanız olun yüzünüzü onun bulunduğu tarafa çevirin. “ve innellezıne utül kitabe” (Bakara 2/144) kendilerine kitap verilenler, “le ya’lemune ennehül hakku mir rabbihim” (Bakara 2/144) çok iyi bilirler ki kıblenin Kabe’ye çevrilecek olması, rableri tarafından bir gerçektir. Kıblenin Kabe’ye dönecek olması rableri tarafından bir gerçektir. “vemallahü bi ğafilin amma ya’melun” (Bakara 2/144) ama Allah onların ne yaptıklarından habersiz değildir. Yani kıblenin Kabe’ye döneceğini gâyet iyi bildiğiniz halde, niye müslümanlara itiraz ediyorsunuz? Onun için Allah Teâlâ onlara süfeha diyor, sefehiler diyor, zavallılar diyor. Niye zavallı? Ellerindeki kitaba uymuyorlar işte, kitapta yazıyor işte kıblenin Kabe’ye döneceğini. Ne kendi kitaplarına uyuyorlar, ne gelen peygambere uyuyorlar. Kendi kafalarına göre bir din oluşturmuşlar ona uyuyorlar.
” Ve le in eteytellezıne utül kitabe bi külli âyetim ma tebiu kıbletek” (Bakara 2/145) Şu kendilerine kitap verilenlere bütün âyetleri bütün belgeleri getirsen, senin kıblene uymazlar. Niye? Çünkü uymamaları senin yaptığının yanlış olduğundan dolayı değil ki, yaptığının doğru olduğunu gâyet iyi biliyorlar, bu konuda hiçbir şüpheleri yok. E bile bile yapmıyorlarsa o zaman demek ki inat. Yanlış olduğunu biliyoruz ama niye uysun? Siz delili kime getirirsiniz? Doğrunun peşinde olanlara. Adamın doğrulukla bir alakası yoksa delil kaç para eder? “bi külli âyetim ma tebiu kıbletek” (Bakara 2/145) Onlar senin kıblene uymaz, sende onların kıblesine uyacak değilsin. “ve ma ba’duhüm bi tabiın kıblete ba’d” (Bakara 2/145) Onlardan hiç biri diğerinin kıblesine uyacak da değildir. Yahudi, hristiyanın kıblesine uymaz; hristiyan da yahudinin kıblesine uymaz. Hristiyanlar doğuya döner, yahudiler de Kudüs’e döner. “ve leinitteba’te ehvaehüm mim ba’di ma caeke minel ılmi” (Bakara 2/145) sana bu bilgi geldikten sonra eğer onların arzularına uyarsan, “inneke izel le minez zalimın” (Bakara 2/145) o zaman sen gerçekten zalimlerden olursun. Şimdi bu kime verilen bir tehdit şey? Peygamberimize. E uyar mı? Allah Teâlâ böyle diyor demek ki uyabilir. Yanlış yapabilir. E yapmış mı? Yapmamış tamam. Yanlış senin gibi yanlış yapabilecek birisi olmalı ki sen onu örnek alasın. Yapabilecek durumda olduğu halde yapmamış. Sen de yanlış yapabilecek bir durumdasın, sende yapmayabilirsin demektir. Dik durmaya çalışacaksın. “Ellezıne ateynahümül kitabe ya’rifunehu kema ya’rifune ebnaehüm” (Bakara 2/146) Kendilerine kitap verilenler onu gizlerler. Burdaki o ne olabilir? Neyi gizliyorlar? Şey pardon ters mana verdim değil mi? Bir sonraki âyetin manası. “Ellezıne ateynahümül kitabe ya’rifunehu” (Bakara 2/146) kendilerine kitap verilenler onu bilirler. Neyi bilirler? Peygamber efendimizi diye hep anlıyoruz burada. Ama az önceki okuduğumuz âyette ne vardı? “ve innellezıne utül kitabe le ya’lemune ennehül hakku mir rabbihim” (Bakara 2/144) Kendilerine kitap verilenler elbette bilirler ki o rablerinden gelen bir haktır. Neydi o? Kıblenin Kabe’ye dönmesi. O zaman ilk önce verilecek mana budur. “ya’rifunehu” (Bakara 2/146) Kıblenin Kabe’ye döneceğini biliyorlar, “kema ya’rifune ebnaehüm” (Bakara 2/146) kendi oğullarını bildikleri gibi. Kendi oğullarında şüpheleri olmadığı gibi, kıblenin Kabe’ye döneceğinde de hiç şüpheleri yoktu. “ve inne ferıkam minhüm le yektümunel hakka ve hüm ya’lemun” (Bakara 2/146) Onlardan bir grup bu gerçeği gizlerler. Bu el hakka kelimesi nerede geçti bundan önce? “ve innellezıne utül kitabe le ya’lemune ennehül hakku” (Bakara 2/144) “ya’lemune ennehül hakku” (Bakara 2/144) Kendilerine kitap verilenler, elbette bilirler ki o bir haktır. Nedir hak olan? Kıblenin Kabe’ye dönmesi. O zaman “ve inne ferıkam minhüm le yektümunel hakka” (Bakara 2/146) O hakkı aynı hak o gerçeği gizlerler. Neyi gizliyorlar? Kıblenin Kabe’ye döneceği gerçeğini gizlerler. “le ya’lemune” (Bakara 2/144) bile bile gizlerler. Peki bir kısmı gizliyor, hepsi mi gizliyor? Hepsi mi gizliyor? Yok. O zaman peygamberimiz nereden öğrenmiştir kıblenin Kabe’ye döneceğini? İşte gizlemeyenlerden değil mi? Gizlemeyenlerden öğrenmiştir.
Şimdi bakın, biz size hemen her salı günü meallaerdeki hataları anlatıyoruz ve anlamın ne kadar terse çevrildiğini anlatmaya çalışıyoruz değil mi? E bunu yapabiliyoruz çünkü Kurân-ı Kerîm’in aslı hemen elimizde, yani aslı ortada hiç kimsenin şüphe etmediği hikmetin meali yanında. Hemen ordan oraya intikal ediyor işte. Az önce ben size gösterdim. Bak burda da hak var orda da hak var. Burda da Ehl-i kitap, orda da Ehl-i kitap. Burda da bilen diyor, orda da bilen diyor. Aynı olduğunu hemen size gösterebildim. Ama düşünün ki Tevrat’ın ve İncil’in aslı yok değil mi? Yani Musa (a.s.)’a ve diğer peygamberlere, diğer İsrailoğulları peygamberlerine verilmiş olan kitapların toplamı durumunda olan Tevrat’ın o peygamberlere inen nüshaları yok. Yani Kurân-ı Kerîm’in arapçası gibi. Öyle bir şey yok. O zaman onların tamamı ne durumdadır? Meal durumundadır değil mi? E şu mealden bir tane daha meal bir tane daha meal yaptığınız zaman, mealden meale mealden meale o zaman bozukluk ne yapar? Devam eder gider. Dolayısıyla birçok şeyin kaybolması normaldir. İşte burada Kurân-ı Kerîm müheymin olarak yani onların onları koruyan, Tevrat’taki ve İncil’deki doğru hükümleri koruyan, güvenilir bir kaynak olarak elimizde bulunmaktadır. “Elhakku mir rabbike” (Bakara 2/147) bu gerçek rabbindendir. Yani Allah Teâlâ bunu bir gerçek olarak ortaya koymuştur. Yani Kabe’nin bulunduğu yer merkezdir, siz merkezdeki ümmetsiniz. İşte bunun böyle olması, Tevrat’ta, İncil’de vardır, onlar gâyet iyi bilirler gizleseler bile. “fe la tekunenne minel mümterın” (Bakara 2/147) öyleyse sakın şüphelenenlerden olma yani içine herhangi bir şüphe gelmesin. Şimdi bu âyeti kerime şöyle bir mealde veriliyor; yani diğer âyetlerle ilişkiyi kestiğinizde o meal verilebilir; “Ellezıne ateynahümül kitabe ya’rifunehu” (Bakara 2/146) kendilerine kitap verdiklerimiz o peygamberi bilirler şimdi hu zamirinin gideceği bir resul peygamber yok ama âyet öncesinde anlatılan bütün olaylar peygamberimizin çevresinde geçtiği için, o şekilde bir ifade de olabilir arapçada onlarda bir mani yok. “kema ya’rifune ebnaehüm” (Bakara 2/146) kendi oğullarını tanıdıkları gibi. İşte burada Abdullah İbn-i Se-lâm’a Hz. Ömer’in sorduğu bir soru tevsir kitaplarında geçiyor. Demiş ki Allah Teâlâ burada böyle buyuruyor, siz kendi oğullarınızı tanıdığınız gibi Muhammed (s.a.v.)’in Medine’ye geldiği zaman Allah’ın elçisi olduğunu tanıdınız mı? Abdullah İbn-i Se-lâm diyor ki; vallahi ya Ömer, oğlumda şüphem olabilirdi ama Muhammed’in Allah’ın resulu olduğunu hiçbir şüphem yok. Oğlundan nasıl şüphen olur? Mümkündür ki annesi bana ihanet eder, bir başkasının çocuğu da olabilir. Ben oğlum zannedebilirim. Ama Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın elçisi olduğu konusunda en küçük bir şüphem, söz konusu değildir demişti. O zaman da Hz. Ömer anlını öpmüş Abdullah İbn-i Se-lâm’ın müslüman olan yahudi alimin. Bu şekilde bir mana da veriliyor ama âyetler arası bağlantıyı kurduğunuz zaman, o uzak bir mana olarak kalıyor. Çünkü bağlantıya her ne kadar doğru bir mana olsa da bağlantılar açısından uygun düşmüyor.
“Ve li külliv vichetün hüve müvellıha” (Bakara 2/148) Herkesin yöneldiği bir yön vardır. O, o tarafa yönelir. Şimdi herkes derken burada ilk akla gelen kim olur? Yahudi ve hristiyanlar olur değil mi? Birisi bir tarafa yöneliyor, birisi bir tarafa yöneliyor bizde bir tarafa yöneliyoruz. Şimdi az önceki âyette, Allah Teâlâ dedi ki, Ehl-i kitab’a bütün delilleri getirsen, senin kıblene dönmezler. E peki onlar madem bütün gerçeği biliyorlar, bütün gerçeği bilmelerine rağmen bizim tarafımıza dönmüyorlarsa biz bunlarla ilişkilerimizi nasıl sürdüreceğiz? Bakın doğruları biliyor ama dönmüyor. Biz ne yapacağız? Küselim mi onlardan? Dükkânlarından alışveriş mi yapmayalım? Başka yere mi taşınalım? Ne yapalım? İşte burada diyor ki Allah Teâlâ, “Ve li külliv vichetün hüve müvellıha” (Bakara 2/148) herkesin kendisine göre belirlediği bir yön vardır, o tarafa yönelir. “festebikul hayrat” (Bakara 2/148) Siz hayırlarda yarışın. Kiminle yarışacağız? Yahudiyle, hristiyanla ve diğer din mensuplarıyla. Hayırlarda yarışacağız. Kötülüklerde onlarla yarışa girmenin bir anlamı yok. Ama bakıyoruz ki müslümanlar kötülüklerde onlarla yarışa giriyorlar. Onlar bir kanun çıkarıyor, bizimkiler aynısını çıkarıyorlar. Yapmayın. Önder olan sizsiniz. Onlar size uymak zorundadır. Geçen bir de bir toplantıya çağrılmıştım. Seksen yaşına varmış bir hukukçu profesör diyor ki, işte diyor bu laik rejim benim kitaplarımın başına besmele yazmama mani oluyor bende şöyle şöyle yazdım. Yani sen eğer kendi değerini bilmiyorsan, bahane çok olur. Sen kimden aferin bekliyorsun? Ne oluyor? Kimin aferinini bekliyorsun? Müslümanlar, kendilerinin önder olduklarını bilmek zorundalar. Dün bir zat bir hikaye anlattı çok hoşuma gitti bende burada anlatayım. Diyor ki bir küçük aslan yavrusunu bir çoban almış; beslemiş, büyütmüş kendi koyunlarının içerisinde. Aslan koyunlarla birlikte büyüyünce tabii kendisinin farklı bir varlık olduğunu bilmiyor, cebinde de aynası yokmuş ki baksın kendi şeklinin farklı olduğunu. Şimdi koyunlar onun şeklinin farklı olduğunu biliyor ama kendisi bilmiyor. Dolayısıyla koyunlarla beraber yatıyor, kalkıyor kendisi de bir koyun. Fakat bir gün koyunlardan birisi bu aslanı alıyor diyor ki bak sen koyun değilsin, sen ormanların kralı aslansın. Yok ya diyor, ne alakası var? Gel diyor bak ben sana göstereyim. Götürüyor bir kuyunun başına, şurdan bir bak bakayım diyor. Bak kendini tanı da şöyle bir kükre diyor. Ne öyle koyunlar gibi meleyip duruyorsun? Onu da beceremiyorsun tabii melemesini de bilmiyorsun. Görünce bakıyor gerçekten aa ben aslanmışım. Ve sonra bir kükrüyor tabii kendine geliyor. Şimdi bizim de gerçekten kendimizi görmek mecburiyetimiz var. Başkalarının peşine biz nasıl düşeriz. Başkaları bizim biz herkese önder olmak zorundayız. Başkalarını nasıl sen merkezdesin? Kendini kenara almışsın başkasını merkeze almışsın hiç olur mu? İşte “Ve li külliv vichetün hüve müvellıha” (Bakara 2/148) Herkesin yöneldiği bir yön vardır, o tarafa döner. “festebikul hayrat” (Bakara 2/148) Siz hayırlı işlerde yarışın. Hayırlı işlerde yarıştığınız zaman, o insanların dikkatini başka tarafa çektiniz mi bu defa sizin dininizi düşünmeleri biraz daha kolaylaşır. Ha bire din üzerine şey yaparsanız, iyice kilitlenip size karşı şey yaparlar, daha fazla kendilerini kilitlerler, kendilerini kapatırlar. Ama hayırlı işlerde yarışın. E müslüman olurlarsa olurlar olmazlarsa olmazlar ne yapalım. Tübingen’de Katolik Fakültesi’nde biliyorsunuz birkaç tane konferans verdik. İşte en sonuncusu da bir ay önceydi. Şimdi orada baktım ki herkeste bir tedirginlik var, bu adam bizi müslüman mı etmek istiyor? diye. Benim buna nasıl gücüm yeter. Bu âyeti kerimeyi okudum dedim bakın islamiyet hristiyanlık gibi değil, öyle alacaksın, vaftis edeceksin falan. Bu tamamen sizin kararınıza kalmış bir şey, ister olursunuz ister olmazsınız. Allah’ın sizinle ilişkilerde bize verdiği emir şudur diye âyeti okudum, hepsi bir rahatladı. Bir rahatladılar oh. Ondan sonra protokoller imzalandı.
“eyne ma tekunu ye’ti bikümüllahü cemıa” (Bakara 2/148) Nerede olursanız olun, ne yaparsanız yapın Allah zaten hepinizi toplayıp, bir noktaya getirecek, hepiniz mahşerde toplaşmayacak mısınız? Allah hepinizi oraya toplamayacak mı? Bitti. O zaman siz hayırlarda yarışın. Herşeyin en iyisini siz yapmaya çalışın. En önde siz olun. Her konuda. Dünya işlerinde de ahiret işlerinde de. Çünkü Allah Teâlâ dünyayı müslümanlar için yaratmıştır. Derler ki dünya kafirlerin, ahiret müslümanların. Yok kardeşim öyle değil. Allah Teâlâ öyle demiyor. Bakın şeyde, Araf Suresi 31. âyet olması lazım ya da 32, evet 32’ymiş. Diyor ki burada Allah Teâlâ 153. sayfa “Kul men harrame zınetellahilletı ahrace li ıbadihı vet tayyibati miner rızk” (Araf 7 /32) De ki Allah’ın kulları için çıkardığı süsü kim haram kılmış? Rızkın güzellerini. “kul hiye lillezıne amenu fil hayatid dünya” (Araf 7 /32) De ki onlar, bu dünya hayatında müminler içindir. Bu dünya kime? Kafirler için miymiş? Dünya da müminler için. Peki ondan sonra ne diyor Allah Teâlâ “halisatey yevmel kıyameh” (Araf 7 /32) Kıyamet günü sırf müminler için. Yani bu dünya kafirlerin, ahiret müslümanların değil. Bu tembellerin işidir. Yarışa girmek istemeyenlerin işidir. Önder olmak kolay mı? Çok çalışmayı gerektirir. Gece gündüz durmadan çalışacaksın. Zaten bir de bir biliyorsunuz kadercilik uydurulmuş, mesela az önce okuduğumuz âyetlerde kaderle ilgili yanlış verilmiş bir sürü manalar var meale gitmedim. O mealle metin arasında bir karşılaştırma yapsaydım, o zaman bu konuyu bugün anlatamayacaktım size. Ne büyük yanlışlar olduğunu görecektiniz orada müslümanları tembelliğe iten ne yanlışlar var meallerde. Oraya girsem şimdi başka konulara şey yapmak istemediğim için, bu konu anlatılamaz diye. Şimdi demek ki bu dünya kimin içinmiş? Müslümanlar için. Kafirler için değilmiş. Ama kafirler de yararlanır. Ahiret? Sırf müminler için. Orada kafirler yararlanamaz. Dünya da müminler için, ahirette müminler için. O zaman o yarışta hep bir numara olması gerekenler biziz. Ama onlar da bizimle beraber yarışa girsin ki ya bunları bir numara yapan nedir? diye baksınlar, o zaman gelir müslümanlığa yönelirler. Ama şimdi öyle değil ki. Valla bakıyorlar yani yani her bakımdan dökülüyor ben ne ona uyacağım. Zaten maalesef müslümanlar din bakımından da yani halkı kastetmiyorum, böyle adını entelektüel dediğimiz bazı kimseler, din bakımından da batının peşindeler maalesef. Kendilerini bir şey zannediyorlar. Yani müslümanlığı hristiyanlığa uydurmaya çalışıyorlar. Onu demek istiyorum. Tabii bunun detaylarına inersek bunları aylarca konuşmak gerekir. Demek ki yahudisiyle, hristiyanıyla, ateistiyle, müşrikiyle bütün diğer din mensuplarıyla bizim ilişkilerimiz nasıl olması lazım? Yarış, yarış yapıyorsanız aynı hayatı paylaşacaksınız demektir. Komşunuz olacaktır, ortağınız olacaktır, ne bileyim birşeyler olacak yani. O zaman o insan inanmıyor diye siz memleketinizi falan ayıracak değilsiniz, birlikte çalışacaksınız. İçinize kapanmanıza gerek yok. Yanlış hatırlamıyorsam, Ayşe validemizle ilgili bir söz olması lazım, hatırlayanınız varsa lütfen şey yapsın; birisinin önüne bakarak yürüdüğünü görmüş, sen niye önüne bakıyorsun? ya neden çekiniyorsun? Sen kafası dik böyle karşıya bakan bir insan gibi yürümen lazım. Önüne niye bakıyorsun? diyor. Ne öyle yani hayattan böyle çekiliyoruz şey yapıyoruz. Yarışta bir numara olma durumunda olan insanlar, öyle kabuklarına çekilir mi? Ama maalesef fakirizm denen işte Hindistan’dan gelen bir şey, bizim bir çoklarının iliklerine kadar işlemiş.
Evet şu âyetleri de okuyayım da o zaman konumuz bitmiş olsun. Esteuzubillah “Ve min haysü haracte fevelli vecheke şatral mescidil haram” (Bakara 2/149) Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. “ve innehu lel hakku mir rabbik” (Bakara 2/149) O senin rabbinden gelen bir gerçektir. “ve mallahü bi ğafilin amma ta’melun” (Bakara 2/149) Yaptığınız şeylerden Allah gafil değildir. “Ve min haysü haracte” (Bakara 2/150) nereden mescide çıkıyorsun, camiye gidiyorsun falan “fevelli vecheke şatral mescidil haram” (Bakara 2/150) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Çıkmak, ibadet için yerden kalkmak anlamına da gelir. Mesela türkçede de vardır, aa otlar çıkmış denir değil mi? Yani yerden bitmiş manasında. İşte falancanın cd’si çıktı. Ne oldu? Üretildi anlamında. Yani o yerinizden ibadet için kalktığınız zaman, yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin. “ve haysü ma küntüm” (Bakara 2/150) nerede olursanız. Mesela camiye gidiyorsunuz toplu halde ya da mescidi haram’a gidiyorsunuz toplu halde, orada da “fe vellu” (Bakara 2/150) hep birlikte “vücuheküm” (Bakara 2/150) yüzünüzü çevirin, “şatral mescidil haram” (Bakara 2/150) “şatrahu” (Bakara 2/150) oranın tarafına çevirin. Taraf deniyor, oraya çevirin demiyor, oraya diyecek olsa çok ciddi sıkıntı olur. Şimdi Türkiye’de yaşayan bir insan için, Kabe istikametine doğru şöyle bir derece değil, bir dakika değil, bir saniye kadar yani derece saniyesi kadar çok küçük bir sapma, orada yüzlerce kilometre eder. O zaman Kabe’ye dönmek imkansızlaşır. Ama onun bulunduğu taraf deyince, şimdi siz kuzeydeyseniz güneye döndüğünüz mü tamam. Batıdaysanız doğuya döndünüz mü yeter. Yani Kabe’ye göre batıdaysanız. Kabe’ye göre doğudaysanız batıya döndünüz mü yeter. Kabe’nin bulunduğu ana yöne döndünüz mü yeter. Ara yönlerde önemli değil. İşte bu ne oluyor? Çok büyük bir rahatlık sağlıyor değil mi? Onun için bu Şatr kelimesinden çıkıyor. Yani illa da bire bir mesela bazı camilerde görürsünüz, şey koymuşlar, işte pusula koymuşlar bakıyorsunuz ki camiden kıblesini çevirmiş başka tarafa doğru şey yapıyor, eğmişler yani ne gerek var kardeşim. O yönü gösteriyor mu? yeter. Yani noktasal olarak geremiyor. Kaldı ki o pusulalarda kendi yakınlarında bulunan ne kadar hassas olursa olsun, yakınlarında bulunan metalden etkilenirler. Mesela ben eskiden kıble tayini için giderdim. Bazı yerlerde bakarsın, Allah Allah olmuyor, bir türlü olmuyor, ha sorarsın buradan bir kanal falan geçiyor mu? Geçiyor, ha tamam. Kanal yok peki altından elektirik kablosu geçiyor mu? Geçiyor, tamam dersiniz. Şimdi dolayısıyla mesela şu anda Diyanet İşeri Başkanlığı’nın takviminde Kıble Saati diye şey vardır, onu bir çoğunuz görürsünüz. O Kıble Saati güneşe göre belirlenmiştir ki o en sağlam, en sağlamı o. Bulunduğunuz yerin Kıble Saatinde, orada gösterilen saatte bir çubuğu yere dikerseniz, onun yere bıraktığı gölge tam kıbleyi gösterir. Tarafını değil tam böyle noktasını gösterir o. Mesela diyelim Kıble Saati ne diyor bugün takvimde, İstanbul için saat on diyorsa ya da on bir diyorsa tam o saatte bir çubuğu dikin güneşe doğru tabii, onun yere bıraktığı gölgenin güneşe taraf olan kısmını döneceksiniz. Yani güneş tam kıble noktasındadır o anda. Güneş kıble noktasındadır da güneşe bakamazsınız. Çok güçlü bir ışık kaynağı olduğu için bakamazsınız. Bu defa gölgenin yere bıraktığı bir ip sarkıtırsınız yada bir çubuk koyarsınız, onun yere bıraktığı gölgenin üzerini çizdiniz mi güneşe doğru olan tarafı tam kıbleyi gösterir. Yani bu büyük bir kolaylık tabii. Ama o kadar dakik olmanız gerekmiyor, Kabe’nin bulunduğu tarafa yöneldiniz mi yeter. Peki neden bu böyle? “ li ella yekune linnasi aleyküm hucceh” (Bakara 2/150) kıblenizin namazda Kabe’ye doğru olması, insanların size karşı ellerinde delil olmasın diyedir. Yani şu müslümanlara bak gidip hepsi de namaz kılıyor şurda o o tarafa dönmüş, o o tarafa, o o tarafa bunlar ne biçim ya bunlar darma dağınık demesinler diyedir. Hep aynı tarafa yönelip namaz kılacaksınız.
“ilellezıne zalemu minhüm” (Bakara 2/150) bunlardan böyle zalim, zaleme takımı vardır, yani böyle şey yanlışlar içerisine dalmış, hiç doğrularla alakası olmayan insanlar vardır. İleri geri konuşurlar. Bunlar için doğrular önemli değil. Onları susturamazsınız. Öyleyse “fe la tahşevhüm vahşevnı” (Bakara 2/150) onlardan korkmayın benden korkun. “ve li ütimme nı’metı aleyküm” (Bakara 2/150) sizin işte bu kıbleye dönmenizin sebebi size olan nimetimi tamamlayayım diyedir. “ve lealleküm tehtedun” (Bakara 2/150) belki böylece doğruyu bulursunuz.
Şimdi dersimizin birinci bölümü bitti. Burada size bir ilanımız var; biliyorsunuz Kurân-ı Kerîm’i Anlama Platformumuz var. Bu sene 3. Kurân Meali Bilgi Yarışması yapıldı. O yarışmanın bu pazar Kağıthane Kültür Merkezi Nikah Salonu’nda saat 10.30’da ödül töreni var. Hepinizi bekliyoruz lütfen bu tip şeylere hiç olmazsa vücudunuzla destek verin, ve lütfen bütün davranışlarınızla ahireti dünyaya tercih ettiğinizi gösterin. Bu tip şeylere destek verirseniz, mesela arkadaşlarımız fedakarca bir yıl boyunca çalışıyor, e arkadan küçücük bir destek görmeyince hakikaten üzülüyorlar. Evet saat 10.30’da Kağıthane Kültür Merkezi’nde ve burada şeyler var alabilirsiniz. Herkes alabilir yani orada Sait’in masasında var.