Abdülaziz Bayındır: Elhamdu lillâhi rabbi-l’âlemîn, vel’âkibetu lilmuttekîn, Ves Salatü Ves Selamu Ala Resulina Muhammed’in ve Ala Alihi ve Sahbihi Ecmain…
Bugün Bakara suresinin 109. ayetindeyiz. Burada Allah-ü Teala şöyle buyuruyor, estaeuzübillah: “Vedde keśîrun min ehli-lkitâb lev yeruddûnekum min ba’di îmânikum kuffâra…” , Ehli kitabın çoğusu, şunu çok isterler; inanmanızdan sonra, ah keşke sizi bir kafir haline getirseler. Sizi bir kafir yapsalar. Peki bunu neden isterler? “…haseden min ‘indi enfusihim…” , kendi nefislerinin yanında olan şeyden dolayı, kendilerinin yanında olan şeyden dolayı. “…min ba’di mâ tebeyyene lehumu-lhakku…”, bu hak bu gerçek bu din kendileri için iyice açığa çıktıktan sonra, çok kesin olarak bu dini hak din olarak gördükten sonra, kendilerinde olan bir şeyden dolayı, keşke kafir olasınız diye çok arzu ederler. “…fa’fû…”, onları affedin, “…vesfehû…”, onlara kızmayın, sinirlenmeyin, sakin olun, iyi davranın, onlara yüz gösterin yani onları yanınızdan uzaklaştırmayın. “…hattâ ye/tiyallâhu bi-emrihi…”, Allah emrini getirinceye kadar. Allah’ın emri gelinceye kadar. “…innallâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr.”, Allah her şeye bir ölçü koymuştur. O ölçü tamamlanınca, netice ortaya çıkacaktır…
Şimdi burada çok ilginç iki tane ayet var. Birisini daha önce okumuştuk. Sayfayı geri çevirin, 105. ayet. Bu 105. ayette Allah-ü Teala şöyle diyor; “Mâ yeveddu-lleżîne keferû min ehli-lkitâbi vele-lmuşrikîn…”, Ehli Kitaptan, kafir olanlar istemezler, müşrikler de öyle, “…en yunezzele ‘aleykum min ḣayrin min rabbikum…”, Rabbinizden size bir hayır insin istemezler. İyilik gelsin istemezler, iyi durumda olmanızı istemezler. Ehli kitap da müşrikler de… İstemezler. “…vallâhu yaḣtessu birahmetihi men yeşâu…”, Allah rahmetini, emrine uygun davrananlar için yayar, tahsis eder, “…vallâhu żu-lfadli-l’azîm.”, Allah büyük bir fadl sahibidir.
Şimdi dikkat edin; bu iki ayet arasında bir fark var. Burada “ehli kitap ve müşrikler bize herhangi bir iyiliğin gelmesini istemezler” diyor, öbür ayette de diyor ki; “Vedde keśîrun min ehli-lkitâb…”, şimdi müşrükler ile ehli kitabın ortak isteği bize bir iyilik gelmemesi, o konu tamam. Ama ehli kitaptan çoğusu şunu çok ister; “Keşke mümin olduktan sonra kafir olsanız.” Müşriklerin umurunda değil, siz kafir olmuşsunuz olmamışsınız onları pek ilgilendirmiyor ama ehli kitap bunu çok istiyor. Keşke kafir olsanız. Peki bunu neden istiyorlar? “…haseden min ‘indi enfusihim…”, Kendi yanlarında olan bir şeyden dolayı duydukları hased sebebi ile. Kıskanıyorlar sizi. Niye? Çünkü haklı olduğunuzu, iyi yolda olduğunuzu biliyorlar. Bu yolda gittiğiniz takdirde, elinize çok güzel şeylerin geçeceğini gayet iyi biliyorlar! Onun için sizi kıskanıyorlar. “Kendilerinin yanında olan bir şeyden dolayı…” Onların yanında da olan bizde de olan ortak bir şey var, nedir o? Kitap! Allah’ın indirdiği kitap. Evet İncil ve Tevrat indirildiği şekli ile değil ama yine onların içerisinde Cenab-ı Hakk’ın bir çok ayeti var. Ondan dolayı bir kıskançlık içerisindedirler. Onun için “keşke kafir olsalar” isterler. Ne zaman bunu istiyorlar? “…min ba’di mâ tebeyyene lehumu-lhakku…”, o gerçek kendileri için apaçık ortaya çıktıktan sonra. O gerçek hangisidir? İslam. Kur’an. Muhammed (s.a.v.) peygamberliği. Bunu çok açık ve net olarak anladıktan sonra böyle isterler. “…fa’fû…”, onları affedin, “…vesfehû…”, yani görmezlikten gelin, kusurlarına bakmayın, birşey yapmamışlar gibi davranın. Bu saf kelimesi safha manasına da gelir. Yani, beyaz bir sayfa açın. Yani görmeyin o yaptıklarını. “…hattâ ye/tiyallâhu bi-emrihi…”, Allah’ın o emri gelinceye kadar, yani Allah o emrini getirinceye kadar. Cenab-ı Hakk verdiği sözü yerine getirecektir. O söz yerine gelinceye kadar. “…innallâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr.”, Allah her şeye bir ölçü koymuştur. Şimdi demek ki müşrikler de ehli kitap da bize bir iyilik gelmesini istemiyorlar ama ehli kitabın farklı isteği ne? Keşke bir kafir olsalar! Neden kafir olmamızı istiyorlar? Kendilerinde bu konuda bir bilgi var. O bilgiden dolayı kıskanıyorlar. Doğru yoldan çıkarsak bir problem yok ama doğru yolda olursak, yanlarında bir bilgi var ki, o bilgiden dolayı kıskanıyorlar, “Ah keşke…” diyorlar! Bunu da, bunun gerçek olduğu açıkça ortaya çıktıktan sonra yapıyorlar.
Şimdi, peki yanlarındaki bilgi ne? Bu nasıl kendileri için ortaya çıkıyor? Daha önce iki kere daha zannediyorum bu konuda konuşmuştuk ama bir de bu açıdan konuşmuş olalım. Çünkü mesela, sofraya oturursunuz, her defasında ekmek gelir bıkmazsınız. Çünkü her defasında bazı şeylerin sık sık tekrarlanması gerekir. Aynı yemeği yediğiniz zaman usanırsınız ama sudan ekmekten usanmazsınız! Şimdi, Al-i İmran suresinin 81. ayetinde bir şey vardı. Oray bir hatırlayalım; 59. Sayfa… “Ve-iż eḣażallâhu mîśâka-nnebiyyîne…”, Allah nebilerden kesin söz aldığı zaman, nebilerden kesin söz aldığı zaman şöyle demişti onlara, “…lemâ âteytukum min kitâbin vehikmetin…”, size bir kitap ve hikmet veririm de, “…śümme câekum rasûlun musaddikun limâ me’akum…”, sonra bir resul gelir, sizin yanınızda bulunan o kitabı, o hikmeti tasdik eder ise, “.letu/minunne bihi veletensurunneh.” , ona mutlaka inanacak ve yardımcı olacaksınız. Şimdi, Kur’an-ı Kerim geldi. Kur’an, Tevrat’ı ve İncil’i tasdik ediyor mu? Ediyor! Biz müslümanlar olarak, Tevrat’a inanmazsak ne oluruz? Kafir! İncil’e inanmazsak? Kafir oluruz! İsa ve Musa aleyhimesselama inanmazsak? Aynı değil mi? Tasdik ediyoruz, bunlar Allah tarafından indirilmiş kitaplardır. Bazı bozulmalar falan olabilir. Şimdi o kitaplarda, bugünki halinde bile Muhammed (s.a.v.) inanma emri var. Ona inanmaları gerekiyor ve mutlaka yardımcı olmaları gerekiyor! Muhammed aleyhisselamın yolundan gidenlere de yardımcı olmaları lazım yani inanacaklar.
Geçen hafta okumuştuk, Araf suresinin 157. ayetini. Onu tekrar bir hatırlayalım… 169. sayfada… Diyor ki Allah-ü Teala; “Elleżîne yettebi’ûne-rrasûle-nnebiyye ummiyye…”,
Bu ümmi nebi resule, yani vahiy alan kendisine kitap verilmiş olan ümmi olan bu nebi rasule tabii olanlar, yani onun arkasından gidiyorlar değil mi? “…elleżî yecidûnehu mektûben ‘indehum fî-ttevrâti vel-incîli…”, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları nebi resule. Okuduğumuz ayette ne dedi, Bakara 109 da? “…haseden min ‘indi enfusihim…”, kendi yanlarında olan şeyden dolayı kıskanıyorlar. Kendi yanlarında olan neymiş? Tevrat ve İncil’de, Muhammed (s.a.v.) peygamberliğinin yazılı olması. Başka şeyler de var tabii… “…haseden min ‘indi enfusihim…”, orada bunu söylüyor, burada da ne diyor; “mektûben ‘indehum fî-ttevrâti vel-incîli…” yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı. “…ye/muruhum bilma’rûfi…”, bu resul onlara iyiliği emreder, “…veyenhâhum ‘ani-lmunkeri…”, kötülükten onları alıkoymaya çalışır, “…veyuhillu lehumu-ttayyibâti…”, onlara temiz şeyleri helal kılar ki resul kendi sözünü söylemez, Allah’ın emrini söyler. “…veyuharrimu ‘aleyhimu-lḣabâ-iśe…”, ve pis şeyleri de haram kılar. “…veyeda’u ‘anhum israhum…”, onların üzerinden de ısrı kaldırır! ISR neydi? Ağır yük. Hangi yüktü? Gelen peygambere inanma yüküydü değil mi? 81. ayette diyor ki Allah-ü Teala; “…kâle eakrartum…”, bunu içinize sindirdiniz mi? “…veaḣażtum ‘alâ żâlikum isrî…”, “buna karşılık benim ağır yükümü sırtlandınız mı?” diyor. Ağır yük; gelecek peygambere inanma yükü. “…kâlû akrarnâ…”, diyorlar ki, tamam. İçimize sindirdik, kabul ettik. “…kâle feşhedû…”, Allah-ü Teala diyor ki; “şahit olun”. “…veenâ me’akum mine-şşâhidîn…” Şimdi, o ağır yük gelecek peygambere, gelen peygambere inanmaktır. O peygambere inanınca o yük ne olur? Kalkar. “…veyeda’u ‘anhum israhum vel-aġlâle-lletî kânet ‘aleyhim…”, üzerlerindeki bağları da açmış olacak. Bağlar açıldığı zaman… Şimdi sizin elinize ayağınıza kelepçe vurulmuş olsun, o kelepçeler açıldığı zaman artık sizi kim tutar? İşte Yahudi ve Hristiyanların o bağları açıldığı zaman tün dünyaya hakimiyetin kapıları açılıyor. Onun için diyor ki Allah-ü Teala; “…felleżîne âmenû bihi…”, kim ki ona inanırsa, “…ve’azzerûhu…”, onu desteklerlerse, “…venasarûhu…”, yardımcı olurlarsa. Uzaktan destek de değil, gelecek bizzat yardım edecek. “…vettebe’û-nnûra-lleżî unzile me’ahu…”, onunla birlikte indirilmiş olan nur’a da uyarsa. Yani? Nur ne? Kur’an. “…ulâ-ike humu-lmuflihûn…”, onlar umduklarına kavuşacaklardır. Umdukları ne? Umdukları başka şeyler var, bakın; umduklarının ne olduğunu biz, Bakara suresinin baş tarafından, az çok öğrendik. Bir çok yerde de var ama, diyor ki burada Allah-ü Teala, 40. ayette, İsariloğullarına söylüyor, ki İsa aleyhisselam da İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamberdir. “Yâ benî isrâ-îl…”, Ey İsariloğulları, “…le-żkurû ni’metiye-lletî en’amtu ‘aleykum…”, size verdiğim nimetimi hatırlayın, “…veevfû bi’ahdî…”, size yüklediğim görevi yerine getirin, nedir o görev? Gelen peygambere inanma görevi. “…ûfi bi’ahdikum…”, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. “…ve-iyyâye ferhebûn.”, yalnız benden korkun! Şimdi bunlar, bütün bunları bildikten sonra inanmayınca neyi kıskanacaklar? Bakın neyin kıskanılacağı da belli.
Fetih suresini açalım, 48. Sure, 513. Sayfa, 28. ayet; “Huve-lleżî ersele rasûlehu bilhudâ…”, Resulünü o hidayetle gönderen, yani; doğru yolu gösteren bu kitapla gönderen, “…ve dîni-lhakki…”, Hakk’ın dini ile gönderen, Allah’ın dini ile gönderen, O’dur. “…liyuzhirahu ‘alâ-ddîni kullih…”, bu dini hakim kılsın diye, bütün dinler üzerine. Kur’an-ı Kerime göre yer yüzünde kendisini dindar saymayan kimse var mıydı? Yok! Çünkü A’raf Suresi 30. ayette Cenab-ı Hakk buyuruyor, estaeuzübillah, “Ferîkan hedâ ve ferîkan hakka ‘aleyhimu-ddalâle…”, Bir grubu Allah, yoluna kabul etmiş. Bir grup da sapıklığı hak etmiştir. “…innehumu-tteḣażû-şşeyâtîne evliyâe min dûnillâh…”, o sapıklar, Allah ile kendi aralarına evliyayı, şeytanları evliya olarak koyar, “…veyahsebûne ennehum muhtedûn…”, kendilerini doğru yolun ortasında hesap ederler… Sapıklar kendilerini doğru yolun ortasında hesap ediyorlar, muhtedi; hidayete ermiş sayarlar. Kendini hidayete ermiş sayan ne der kendisine dindar demez mi? Önemli olan senin dindar demen değil, Allah da diyor mu? Asıl mesele o! Peki bunların hepsi kendine göre, kendi açısından kendini dindar saydığına göre, Allah-ü Teala da burada, bu dini bütün dinler üzerinde hakim kılacağına göre, bütün insanlar müslüman olacak değil burada, dikkat edin! Bu din, hakimiyetini kuracak bütün dinlerin üzerine! O zaman, yer yüzünde kendini dindar saymayan kimse yoksa, bu din nerelere hakimiyet kuracak? Efendim? Bütün dünyaya! Nerede bir nefes alıp veren bir insan varsa, orada hakimiyetini kuracak! Şimdi onlar bunu biliyor. Bunu bildikleri için, dikkat ederseniz, Hristiyanlar bunu İsa (a.s.) ile gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bizim peygamberimize inanmamak için, hedef saptırıyorlar. Yahudiler de ona benzer bir mesih beklentisi içerisindeler. İşte, dünya hakimiyetini kurmak için… Ama onların hepsi de gayet iyi biliyor ki, o hakimiyeti müslümanlar kuracak! Kendi kitaplarında olan bu, gayet iyi biliyorlar. Onların bilginleri biliyor tabii. O zaman yapılacak şey nedir? O zaman ya kendileri müslüman olacak, ki ayette Allah-ü Teala’nın belirttiği gibi, “…veevfû bi’ahdî ûfi bi’ahdikum…” , “…benim size yüklediğim görevi yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim…”, onu yerine getirmek isytemiyorlar. Dinlerinden vazgeçmek istemiyorlar. Ama son peygambere inananların da hakimiyeti kuracaklarını biliyorlar. O zaman ne kalıyor? Kıskanma! Kıskanmak kalıyor. Kıskandıkları için, “Ah bir kafir olsalar!” diyorlar. Peki bu bilgi müşriklerin elinde var mı? Onlarda yok. Onun için onlarda kıskanma diye bir şey yok. Sen kafir olmuşsun olmamışsın, onun umrunda bile değil! Ama bunlar için çok önemli! Dikkat edin, oryantalistlerin tamamı, ehl-i kitaptandır! İçlerinde sağdan soldan bir iki tane böyle bir heveslenerek katılanlar olabilir. Ama bu işin asıl yürütücüleri ehl-i kitaptır. Bütün gayretleriyle, “müslümanları dinlerinden nasıl uzaklaştırırız?
Yahya Şenol: Oryantalist kelimesinin tanımını bilmeyen olabilir…
Abdülaziz Bayındır: Onu bilmeyebilirler değil mi? Doğru… Yahya güzel bir uyarıda bulundu. Oryantalist demek; oryantal, ortadoğu ile alakalı demek ama burada asıl islamla ilgili çalışmalar yapan batılılar, Yahudi ve Hristiyanlar. Bir sürü islam enstitüleri oluşturuyorlar. Bir sürü islam ülkelerinden insanları yanlarına alarak onlara doktora, master bir takım çalışmalar yapıyorlar, yaptırıp geri gönderiyorlar. Burada, onların asıl hedefleri, müslümanların elinden Kur’anı almak! Eskiden beri öyle! Bu yeni bir çalışma değil. Asırlar öncesine dayanan bir çalışma. “Ellerinden Kur’an-ı Kerim alındı mı, farketmez, biz müslümanız deseler de demeseler de önemli değil! Yeter ki Kur’ana uymasınlar! Çünkü Kur’ana uydukları takdirde hakimiyet onlarda olacak!” Bunu gayet iyi biliyorlar! Gayet iyi biliyorlar! Onun için bakın peygamberimiz (s.a.v.) zamanında Türkiye’nin dört katı bir bölgeye hakimiyet varken, onun yetiştirdiği insanlar o günün dünyasına hakim oldular mı? Daha bir asır öncesine kadar böyleydi değil mi? Biz burada her defasında Kur’andan nasıl uzaklaşıldığını sizlere anlatıyoruz! Kur’anın dışında yep yeni bir din oluşturulduğunu anlatıyoruz! İnancıyla, ibadetiyle, hukukuyla, her şeyiyle ana eksenden kaymış… Ana eksenden kaymasaydı eğer müslümanlar, bugün tüm dünyanın hakimi olacaklardı! Çünkü Allah’ın sözü haktır! Ama o hakimiyet mutlaka gerçekleşecek! İşte, Kur’an-ı Kerim’deki o ayetlerden dolayı peygamber efendimiz (s.a.v.) ; “İstanbul mutlaka fethedilecektir!” demiştir. Siz yemin edin ki, Moskova fethedilecektir! Yemin edin ki, ne bileyim dünyanın her hangi bir yeri, neresi aklınıza geliyorsa… Hiç de yemininiz yanlış olmaz. Kur’an-ı Kerim’e uyanlar olduğu sürece, bu olacak. Cenab-ı Hakk verdiği sözü yerine getirecek. Önemli olan, onun bizim elimizde yerine getirilmesidir. Kim olursa sevabı o alır değil mi? Uğraşalım, sevabı biz alalım! Günümüzde de bunun imkanları çok, yani yolları çok açık. Burada konuşuyoruz, internetten, dünyanın her tarafından, mesela güney Afrikadan soru geliyor. Biliyorsunuz. Amerikadan geliyor, aynı anda, Avrupadan geliyor, Asyanın bilmem, içlerinden geliyor. Bu çok büyük bir imkan! Çok büyük bir imkan! Çeşitli şekillerde insanlara bunlar dağılıyor. Ve müslümanların kendileri gibi olması için, ellerinden gelen her şeyi yapmaya devam ediyorlar, hurafe pompalıyorlar sürekli! Dikkat edin! Bu son zamanlarda, her taraftan hurafeler yağmaya başladı! Çünki öyle bir dini Yahudi, Hristiyan havada kapar! Asıl mesele şu, doğrudan Allah’a kul olma, Allah ile arana ne koyarsan koy hiç önemli değil. Aracı neyi koyarsan koy hiç farketmez. Dolayısıyla böyle bir din anlayışıyla böyle bir inanç anlayışıyla, müslüanları ana yoldan uzaklaştırmayı başardılar! Burada bizim onlara söyleyecek sözümüz yok! Onlarn yoluna uyanlar bunun cezasını çekeceklerdir! Hiç kimseyi de yargılayacak durumda değiliz! Cenab-ı Hakk’ın adaletine de gayet güveniyoruz. Her şeyin iç yüzünü, O’nun daha iyi bildiğini biliyoruz. Bizim kimseyle hesaplaşmadan, yapacağımız şu; Allah’ın kitabını, işte bu ayetlerde de belirtildiği gibi, kızmadan sinirlenmeden insanlara anlatmaktır!
Şimdi ayeti tekrar okuyayım, estaeüzubillah; “Vedde keśîrun min ehli-lkitâb…”, Ehl-i kitaptan çoğusu, çok ister, arzu eder… “…lev yeruddûnekum…”, keşke sizi çevirebilseler…Çeviren kim oluyor burada? Kendileri! Keşke çevirebilseler. Onun için ellerinden geleni yapıyorlar. Niye yapıyorlar? Yapsın kardeşim! Burası imtihan dünyası, sen de yap! Nasıl olsa Cenab-ı Hakk ahirette herkesin hesabını görecek değil mi? “…min ba’di îmânikum kuffâra…”, imanınızdan sonra, sizi kafirler haline getirmeyi çok isterler… Zaten bir müslüman Allah ile arasına bir başkasını koyduğu an, kafir olur! İster her gece sabaha kadar namaz kılsın, ister her sene hacca umreye gitsin! Araya arayıcı koydu mu, ilişkisi kesilir, Cenab-ı Hakk ile, tamamen biter ama doğrudan Allah’a kul olduğu zaman dünyanın en hür insanıdır, en güçlü insanıdır! Araya başka bir şey sokuşturmadığı zaman, Allah’ı ikinci sıraya koymadığı zaman! Şimdi burada ne diyor Allah-ü Teala, “…haseden min ‘indi enfusihim…”, onların yanlarında olan şeyden dolayı duydukları kıskançlık sebebi ile.. Yani çok iyi biliyorlar ki, “Bunlar Kur’ana uyarlarsa, bizim bunlara yetişme imkanımız yok!” İşte size söylemiştim tekrar edeyim; iki sene evvel Mustafa Evli ile beraber Vetikan’daydık, orada dialog kurulu başkanının bize söylediği söz şu; “Siz Kur’ana uyduğunuz sürece, sizinle dialog olmaz!” Peki Kur’ana uymadığımız zaman biz ne oluruz? Kur’anı dışladığımız zaman. Kafir oluruz! Tam istedikleri olmuş olur değil mi? O zaman dialog kursan ne olur, kurmasan ne olur? Şimdi burada Cenab-ı Hakk’ın bize verdiği bir emir var; peki bunlar bu kadar kıskanıyorlar, kıskananlara karşı ne diyelim? Ne yapalım? Diyor ki Allah-ü Teala; “…fa’fû…”, “…onları affedin…” diyor. Yani “Onlara ceza verecek olan benim, siz değilsiniz!” demiş oluyor! Onlar bu günahı size karşı işlemiyorlar ki, Allah’a karşı işliyorlar! O zaman siz affedin! Siz dokunmayın bunlara diyor. Başka? “…vesfehû…”, yani onlarla arayı açmayın, onlara yüz gösterin, çünki iyi ilişkiler içinde olacaksın ki, bir ayet okursun, bir şey yaparsın, yani onları yola sokarsın, asıl olan onları kurtarmaktır. Onları dışlamak değil ki, bütün insanları! Yani Allah’ın kullarını, Allah’ın kitabı ile buluşturmaktır. Asıl mesele o! Onlar kaçacaklarsa kaçarlar ama biz kaçırmayacağız! “…hattâ ye/tiyallâhu bi-emrihi…”, “…Allah emrini getirinceye kadar…” Nedir o emir? Neydi? Hakimiyeti! Size verecek Cenab-ı Hakk. Onun için o zamana kadar siz, onların ne yaptığına bakmayın. Ne yaparlarsa yapsınlar. Onlarla ilişkinizi kesmeyin, onları affedin, Allah’ın emri gelinceye kadar. Onların kendisi bir takım yanlışlıklar yaparsa, o ayrı! Allah-ü Teala, bir başka ayet-i kerimede de söylüyor ki; estaeuzübillah; “Vekâtilû fî sebîlillâhi-lleżîne yukâtilûnekum…”, “Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın…” savaşacak olurlarsa tabii ki, ancak bizden birşey olmaması lazım. Onlar savaştıkları takdirde, tabii ki bizim elimiz kolumuz bağlı olarak duracak değiliz. Ama asıl konu nedir? Asıl konu; bu kitabın anlatılması, uygulanmasıdır! Bu kitabın doğru anlatılabilmesi için barış ortamının devam etmesi çok önemlidir. Onun için affedin diyor, ilişkiyi kesmeyin, onlara karşı, onları dışlamayın. “…innallâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr.”, çünkü Allah her şeye bir ölçü koymuştur. Bir kere sizin de hakimiyetinizin bir ölçüsü var. Bu konuda ehil haline gelmeniz lazım. Olgunlaşacaksınız, gelişeceksiniz, kendinizi iyice hazırlayacaksınız bu işe. Cenab-ı Hakk, öyle bedava, “ben müslümanım, hadi ver”, yok, öyle şey yok! Ne kadar imtihanlardan geçirileceksiniz. Bakın mesela bir yerde bir demir parçası bulursunuz, getirir ateşe koyarsınız. Onu orada iyice kızdırırsınız, olur kor ateş gibi, ondan sonra da balyozlarla vurursunuz, onun pislikleri dökülür. Ne kadar çok döverseniz ne olur, o kadar çok haslaşır değil mi? İşte bizim de, siz şimdi o demir parçasının yerinde olmak ister misiniz? Hepimiz o demir parçası gibiyiz. Bulunduğumuz şartlar bizi o şekilde, bazen, öyle noktalara gelirsiniz ki, böyle elbiseniz vücudunuza iğne gibi batacak hal alır… Sıkıntılardan dolayı, gece uyuyamaz olursunuz, ter basar. Yani olaylar sizi, sizin başınıza inen balyozlar gibi, her defasında sizi kendinize getirir, haslaşır, yetişir, tam olgunlaşırsınız, o zaman da Cenab-ı Hakk neticeyi verir. Evet. Çünkü Allah her şeye bir ölçü koymuştur. Öyle bedavaya hiçbir şey yok. Bakın Allah-ü Teala peygambere (s.a.v.) makam-ı mahmud’u vaad etmiş. Ama makam-ı mahmud’a çıkmanın şartı ne idi? Hatırlayın. Gece namazı kılmak. Diyor ki Allah-ü Teala peygamberimize, estaeuzübillah; İsra 79 da, “Vemine-lleyli fetehecced bihi nâfileten leke…”, geceleyin kalk, sana ilave bir görev olarak, uyan, namaz kıl, namaza uyan, “…‘asâ en yeb’aśeke rabbuke makâmen mahmûdâ.”, belki Rabb’in seni makam-ı mahmud’a çıkaracaktır. Yani hiç bir şey bedava değil. Onun için durup dururken Cenab-ı Hakk kimseye bir şey vermez. Elimizden gelen bütün gayreti göstermek zorundayız. Dolayısıyla herkes her şeyi söyleyecek ama biz her zaman doğruları söyleyeceğiz. Dil dalaşına girmeyeceğiz, insanlarla gereksiz tartışmalara girmeyeceğiz, her durumda Allah-ü Teala’nın ayetlerini anlatmaya devcam edeceğiz. Yapacağımız budur.
Şimdi bazı yerlerde bu, “…hattâ ye/tiyallâhu bi-emrihi…”, ayet-i kerimesini, “Allah savaşa müsade ettiği zaman”, şekline getirirler. Bizim gelenekte gerçekten çok yanlış şeyler olduğunu her defasında söylüyoruz. Bu Tevbe suresinin 5. ayeti vardır. O ayet-i kerimeyi her fırsatta, böyle insanlar arası iyi ilişkileri, güzellikleri tavsiye eden ayetleri, devre dışı bırakmak için kullanırlar, devamlı. Yani ikiyüzün üzerinde ayeti nesh ettiği söylenir. 9. surenin 5. ayetini açalım; 186. sayfa, diyor ki burada, estaeuzübillah “Fe-iżâ inseleḣa-l-eşhuru-lhurumu faktulû-lmuşrikîne hayśu vecedtumûhum…”, Haram ayları çıktığı zaman o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, “…veḣużûhum vahsurûhum…”, onları yakalayın, onları kuşatın, çevresini sarın, “…vak’udû lehum kulle mersad…”, her gözetleme yerinde onlar için oturun, yakalamak için, “…fe-in tâbû veekâmû-ssalâte veâtevû-zzekâte…”, tövbe eder, namaz kılar, zekatlarını verirlerse, “…feḣallû sebîlehum…”, serbest bırakın onları, “…innallâhe ġafûrun rahîm.”, Allah Gafur ve Rahim dir. Şimdi bu ayet-i kerimeyi alarak, “Bu tür ayetlerin hepsi nesh edilmiştir.” derler, okursunuz, bir çok yerde görürsünüz. Şimdi bu ayet-i kerime, ayeti üst taraftan okursanız, “Antlaşma yaptığınız müşriklere, Allah ve resulünden verilen bir ilişki kesme bildirgesidir.” diyor. Müslümanların antlaşma yaptıkları da Hudeybiye antlaşması yaptıkları müşriklerdir. O müşrikler peygamber efendimizi Mekke’den çıkarmışlar, yani çıkmak zorunda bırakmışlar. Müslümanları çıkmak zorunda bırakmışlar. Medine’ye üç kere yürümüşler. Bedir, Uhud, Hendek. Bedir dışarda karşışlandı ama, Uhud ve Hendek… Hendek, Medine’nin içerisinde yapılan savaşlardır. Yani müslümanları öldürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlar. Can güvenliği, mal güvenliği her şeyi ortadan kaldırmışlar. Savaş suçlusu olan insanlar. En sonunda da yapılan antlaşmayı bozmuşlar. Onlara, Ramazan ayında Mekke fethedilince, dokunulmamış, ertesi yılın Zilhicce’sine kadar. Ki Ramazan’dan Ramazan’a on iki ay eder. Öbür Ramazan’ı da saymak lazım çünkü bir önce Ramazan’dan başlamış, eder on üç. Şevval ondört, Zilkade onbeş, Zilhicce onaltı. Onaltı ayın üzerine dört ay daha bir ilave süre tanınmış, ondan sonra denmiş ki, eğer şey yaparsanız, o süre bittikten sonra o müşrikleri, yani o antlaşmayı bozan, savaş suçı işlemiş müşrikler… Şimdi zaten bunlar, Mümtahine suresi 8 ve 9 ayetlerde de Allah-ü Teala orada üç tane kırmızı çizgi çiziyor; inancınızdan dolayı sizi öldürmeye kalkan, ülkenizden sürgün eden, sürgün edenlere yardımcı olanlara karşı dostluk kurmamızı yasaklıyor! Bu suçları işleyen bütün bu insanlara verilen cezayı, tüm müşriklere, tüm gayr-ı müslimlere verilecek ceza gibi algılayarak, insanları yanlış yönlendiren bir çok tefsirler var! Bunlara karşı da dikkatli olmamız lazım! Şimdi bu, bu konuyla alakalı iki tane daha ayet okuyalım. Yani onlara karşı davranışlarımız son derece önemli. Çünkü o şeyde, az önce bahsettiğim, Roma’daki buluşmada, bize o söz söylenince, yani Vatikan, zaten Roma’nın içerisinde bizim Sultanahmet kadar bir yer, bu Vatikan’daki buluşmada, ben onlara bu ayeti ve ilgili bütün ayetleri okuudktan sonra dedim ki; “Siz asıl Kur’an-ı Kerim’e uymazsak, bizimle dialog yapamazsınız!” Kur’an-ı Kerim’e uyulmadığı takdirde neler olacağını anlattım. Kur’ana uymazsanız, ayetlerdeki hataları göremezsiniz, o zaman da bu ayeti okursun, nerede bulursan öldür! Ama Kur’an-ı Kerim’e uyarsak, savaşın şartları belli. O şartlar oluşmadan, o tarafa yönelmezsin ve barış içinde yaşarsın! İşte allah-ü Teala ne diyor; “Affedin, onlarla ilişkinizi kesmeyin!” diyor.
Şimdi Maide suresinin 12 ve 13 ayetlerine de bir bakalım, 5. Sure, konuyla alakalı olarak, 108. Sayfa; şimdi burada Allah-ü Teala şöyle söylüyor bak, İsrailoğullarını anlatıyor, diyor ki, estaeuzübillah, “Velekad eḣażallâhu mîśâka benî isrâ-îl…”, İsariloğullarından söz aldığımştı Allah, “…vebe’aśnâ minhumu-śney ‘aşera nakîbâ…”, oniki tane gözcü gönderdik, “…vekâlallâhu innî me’akum…”, Allah dedi ki onlara, ben sizinle beraberim, “…le-in ekamtumu-ssalâte veâteytumu-zzekâte…”, namazı kılar, zekatı verirseniz. Bak, namaz ve zekat, görüyor musunuz? İsariloğullarında da şart mı? Aynı. “…veâmentum birusulî…”, resullerime de inanırsanız, “…ve’azzertumûhum…”, onları desteklerseniz. İşte resul, en son resul Muhammed aleyhisselam değil mi? “…veakradtumullâhe kardan hasenen…”, Allah’a güzel bir ödünç verirseniz, “…leukeffiranne ‘ankum seyyi-âtikum…”, elbette ki sizin kötülüklerinizi örter, “…veleudḣilennekum cennâtin tecrî min tahtihâ-l-enhâr…”, içinden ırmaklar akan cennetlere sizi sokarız, “…femen kefera ba’de żâlik…”, bundan sonra kim nankörlük yaparsa, “…minkum…”, sizden, “…fekad dalle sevâe-ssebîl.” düz yoldan sapmış olur. Şimdi burada bize yönelerek, Cenab-ı Hakk şöyle diyor; “Febimâ nakdihim mîśâkahum…”, verdikleri sözü bozmaları sebebiyle. Şimdi, peygamberimize inanmaları gerekiyordu, inandılar mı? İşte o sözü bozdular! “…le’annâhum…”, onları lanetledik diyor Cenab-ı Allah. Yani rahmetinden dışlamış. “…vece’alnâ kulûbehum kâsiye…”, ve kalplerini katı hale getirdik. “…yuharrifûne-lkelime ‘an mevâdi’ihi…”, sözü, bulunduğu yerlerden sağa sola çekiyorlar! “…venesû hazzan mimmâ żukkirû bihi…”, kendilerine hatırlatılan bir bölümü de unuttular! Yani bazı görevlerini unuttular. “…velâ tezâlu tettali’u ‘alâ ḣâ-inetin minhum…”, onlardan hainlik görmeye devam edeceksin! Sürekli bir hainlikleri olacak sana karşı! Görüyorsunuz işte mesela Gazze’de olanları! Şurada burada hep görülüyor, başka yerlerde olanlar. Peki ne diyor Allah-ü Teala burada? ”… illâ kalîlen minhum…”, onlardan az bir kısmı hariç, sürekli onların hainlik yaptığını göreceksin. “…fa’fu ‘anhum…”, onları affet, “…vasfah…”, aynı kelime; ilişkiyi kesme! Yani onların o kadar çok büyük sıkıntıları var ki; her şeylerini kaybedeceklerini biliyorlar, onun için fazla üstlerine gitme diyor Allah-ü Teala, bırak. “…innallâhe yuhibbu-lmuhsinîn.”, Allah iyi davrananları sever!
O zaman demek ki bizim onlara karşı tavrımızda nasıl olmamızı istiyor Allah-ü Teala? İlişkiyi kesmememizi istiyor! Aksi takdirde siz nasıl anlatacaksınız insanlara doğruları? Çünkü orada şu var; siz doğruları anlattığınız zaman, yukarıdan aşağıya yağan bir yağmura benziyor bu. Eğer toprak uygunsa, oradan verim alırsınız. Ama o toprak iyi bir toprak değilse, ya da taşsa, kayaysa, orada kaybolmaz merak etmeyin! Oradan kayar gider bir başkasının bostanını sular! Bir başkasına faydası olur! Birisine içecek olur, birisinin yemeğine katılan katkı olur falan. Şimdi, ben bunu şeyde gördüm; İstanbul’a ilk gelmiştim 1976 . İstanbul müftülüğünde daha yeni göreve başlamıştım, Taksim’de, Fransız konsolosluğunun bir kültür merkezi vardır, İstiklal caddesinden Taksim meydanına çıkarken solda. Orada Fransızca kursuna gitmiştim. Kursta Fransa’dan dergiler gazeteler falan getiriliyor ve tartıştırılıyordu oradaki meseleler. Her derste bir şey konuşuluyor. Biz de başka bir şey bilmediğimiz için hep sözü islama getiriyoruz, dine getiriyoruz. Şimdi orada öğretmenlik yapan Nataly diye bir Fransız vardı. Nataly bir gün bana dedi ki; “Sen burayı islam dini sınıfına çevirdin.” Ben de dedim “İstersen konuşmayayım.” O da “yok yok iyi oluyor” dedi. Peki. Sonra bir gün bana dedi ki “Jean Serj seninle görüşmek istiyor.” O da aynı kursta öğretmenlik yapan bir başka Fransız. Peki. Epeyce uzun zaman tenefüslerde jean Serj ile konuştuk. Her tenefüse çıktığım zaman geliyor, on dakika onbeş dakika ne kadarsa tenefüs, konuşuyoruz. Birkaç gün sürdü bu. Bana soruyor; dedi ki ilk önce “Sen sınıfta hep islam dininden bahsediyormuşsun, Nataly de gelip öğretmenler odasında senin konuştuklarını anlatıyor.” Yani su süzülüyor, sonra gidip başkasına ulaşıyor ya… Bir takım sorular sordu, şunu da anlat bunu da anlat… Neyse, anlattık. En sonunda dedi ki; “Ben müslüman olmak istiyorum, ne yapmam lazım?” Ben de dedim; “Yani tören falan yok, olmak istiyorsan olursun.” Şimdi onlar Hristiyanlıktan gelme ya, vaftiz gibi bir tören bekliyorlar. Bu senin kendi kararın. Yok ben belge de almak istiyorum deyince, tamam dedim gel, ben o zaman İstanbul müftü yardımcısıyım. Gel dedim verelim. Neyse, şimdi, geldi, ona müslüman olduğuna dair belge verdik. Epey bir zaman gitti geldi, sonra baktım ki ben ilgilenemeyeceğim, şu anda Ankara İlahiyat Fakültesi dekanı Nesim Yazıcı adında arkadaşımız, o zaman Beyoğlu Müftülüğünde murakıplık görevi yapıyor, doktora yapıyor, Fransızcası da iyi. Nesim beye, bu da orada, bununla bir ilgilen dedim. Allah razı olsun ilgilendi. Uzunca bir süre gitti geldi, namaz kılmasını, Kur’an okumasını, bütün detayları, uçuyordu adam zevkten. Sonra da adam memleketine gitti. Nesim beye sordum, hala ilişkisinin devam ettiğini söyledi yanlış hatırlamıyorsam. İşte böyle, şimdi iyi ilişkiler içerisinde olmak son derece önemli. Yani birisi size, suyu taşa dökersiniz ama o orada kalmaz, orada bir çukurda olsa bile bir hayvan gelir onu içer. Dolayısıyla biz muhatabımızın durumu ne olursa olsun, buna devam etmemiz lazım…