Abdülaziz Bayındır:
“Elif-Lam-Mim. Kitap budur. Onda insanların şüphelenmesini gerektiren hiçbir şey yoktur. (2:1-2)” Şimdi bu “La raybe fih” Müslümanlarla ilgili bir kayıt değil. Tüm insanlarla ilgili… Bu kitabı kim okursa okusun anlayan herkes bunun Allah’ın kitabını olduğu hususunda en küçük şüpheye kapılmaz. Ama “Çekinenler için/kendini koruyanlar için yol gösterir. (2:2)” Herkese göstermez. Herkes bunun Allahın kitabı olduğunu anlar da herkese yol göstermez. O “muttakiler” kimdir? “Gayba inananlar. Namazı kılanlar ve kendilerine verilen rızıktan infak edenlerdir. (2:3)” Şimdi biz burada “gayba inananlar” dedik biraz sonra onu açacağız. Bizim verdiğimiz mana “gayba inananlar” değil. Şimdi burada iki tane arkadaşımız var. Onları şartlandırmamak için geleneksel mana veriyorum. “Bir de sana indirilmiş olana inananlardır ve senden önce indirilmiş olana inananlardır. Onlar ahiret konusunda da kesin bir kanaate sahiplerdir. (2:4) Bunlar rablerinin yol üzerinde olanlardır ve umduklarına kavuşacak olanlar da onlardır. (2:5)”
Şimdi böylece kısa bir mealini verdik. Ayeti kerimeleri biraz daha geniş anlamaya çalışacağız. Şimdi bu surenin başında “elif-lam-mim” var. Buna hepiniz biliyorsunuz “huruf-u mukatta” denir. Mukatta demek kesik demek. Katı, kesmek, mukatta kesilmiş demek. Yani birinin diğeriyle ilişkisi kesilmiş harfler. Mesela şimdi burada eğer “elif-lam-mim” şeklinde okuyacağımız bize öğretilmeseydi onu nasıl okurduk? “Elem” diye okurduk değil mi? Elem diye okumuyoruz Elif-Lam-Mim diyoruz. Yani harfleri teker teker sayıyoruz. Mesela Amerika Birleşik Devletleri: A. B. D… Bunu kısalttığımız zaman “A.B.D.” diye okuyoruz değil mi? Ama biz bunu ayrı ayrı harfler olarak okumazsak nasıl okuruz? “Abd” deriz. İşte o nasıl “A.B.D.” ve abd nasıl diyorsak bu da onun gibi… Mukatta denmesi yani aralarındaki, onlar birleşerek tek bir kelimeyi meydana getirmiyor, her bir harf tek başına okunuyor. Elif. Lam. Mim. Birinin diğeriyle alakası yok. Peki, bunun manası ne? Şimdi bakın. Kuranı Kerim’e giriyorsunuz. İşte Fatiha’yı okuyorsunuz, giriş suresi. İlk harfler geliyor ve diyorsunuz ki “bunların manası bilinemez”. Bütün tefsirler böyle yazar. Diyorsunuz ki bunların manası bilinemez. Manası bilinemez kelimelerle niye başlar bu Kuranı Kerim? Manası bilinemez. Şimdi siz kendinizi bir an için Mekke’deki peygamberimizin muhatabı olan müşrikler gibi düşünün. Diyor ki “Bu Allahın kitabıdır” ve anlaşılmaz bir kelimeyle başlıyor. Ne derler? Ne der bu insanlar? Niye böyle acayip bir kelimelerle başlıyor. Bakın mesela Mekke’den böyle bir itirazda bulunan olmamıştır. Yani ne demek “Ya Muhammed sen Allahın kitabı diyorsun anlaşılmaz şeylerle sureye başlıyorsun!” diyen hiç kimse olmamıştır.
Size daha önce anlatmıştım. Medine-i Münevvere’de oranın “tefsirde zirve” dedikleri bir âlimiyle yaptığımız bir konuşma vardı. “Müteşabih” ayetler deniyor bu tür ayetlere. Müteşabih kelimesinin anlamı “biri diğerine benzeyen” demektir. Kuranı Kerim’de sekiz ayette müteşabih geçiyor. Bunların yedi tanesine tefsirciler “biri diğerine benzeyen iki şey” diye anlam veriyorlar. Sekizincisi olan Ali-İmran Suresi’nin 7. Ayeti’ne[1] “hiçbir şeye benzemeyen” diye mana veriyorlar. Hiçbir şeye benzetemediğiniz için manasını da bilemiyorsunuz. Şimdi orada, yeri geldiği zaman detayını anlatırız da, o âlimle yaptığımız görüşmenin bir bölümünde müteşabih ayet anlaşılamaz diye geleneksel mana bu. Aksini söyleyen yok. “Anlaşılamayan ayet” deniyor. Bana dedi ki “hadi elif-lam-mim’in manasını söyle bakayım!” dedi. Birçok örnekler verdi, anlamlarını söyledim. Elif-lam-mim’in manasını söyle dedi. Dedim ki “Bak sen dört ciltlik Kuran ansiklopedisi yazmışsın. Bir de Kuran tefsirin var.” Ve de emekli bir profesör. Yaşı 70’in üzerinde… “Şimdiye kadar dedim bu kelimelerin anlamı ile ilgili olarak peygamberimiz hayattayken Mekkeli müşriklerin sorduğu herhangi bir soruya rastladın mı?” dedim. Hayır dedi. Peki, “Mekkeli müşrikler peygamberimizi susturmak için bahane aramıyorlar mıydı?” Öyle değil mi? “Böyle bir şey olsaydı dedim bunu en büyük fırsat olarak bilmezler miydi?” “Bilirlerdi” dedi. “Peki, o sahabeden peygamberimize bu konuda soru soran var mıydı?” dedim. Yok dedi. “Peki, sizin bu müteşabih dediğiniz kavram efendim bu kelimelere anlam verilemez şeklindeki sözler ne zaman başladı? Arap olmayanların ilim sahasına girmesiyle başlamadı mı?” dedim. Çünkü Araplar savaşta da yeni fethedilen yerlerin idaresiyle meşgulken ilim sahası boş kaldı. Arap olmayanlar İslami ilimler sahasına girdiler. “O zaman başlamadı mı?” dedim. “Evet, o zaman başladı” dedi. “Peki, siz çok sonraları insanların ortaya problem olmayan bir şeyi problem gibi göstermesini esas alarak siz Kuranı Kerim’i anlamaya nasıl çalışırsınız?” dedim. Tabii adam cevap veremedi. Sonra da dedi ki “Canım anlaşılıyor manası.” Nedir? “Bakıyor adam elifi biliyor, lamı biliyorum, mimi biliyorum. Allah Allah? Niye anlayamadım? Ha bu dikkat toplamak için…” Muhatabın dikkatini topluyorsunuz, sonra mesajı veriyorsunuz. “İşte bak gördün mü manası varmış!” dedim. Elif-lam-mim. Bu dikkat toplamak için. “Zalikel kitap” Dolayısıyla bu ha-mim, ya-sin hepsi böyledir.
Kısaca da söyleyeyim. Müteşabih demek biri diğerine benzeyen demektir. Mesela şurada erkekler var, hanımlar var. Hanımların birbirine benzeyen tarafları olduğu için birisini gördüğümüz zaman “bu hanımdır” diyoruz. Erkeklerin de birbirine benzeyen tarafı olduğu için bir erkeği gördüğümüz zaman zihnimizdeki diğer erkeklere benzeterek “bu erkektir” diyoruz öyle değil mi? İşte iki şeyin birbirine benzemesi o şeyi tanımamız içindir. Öyle değil mi? Şimdi diyorsun ki ben mühendisim değil mi? (Katılımcıya soruyor) Mühendis misiniz? Teknikersiniz. Peki, mühendisle teknikerin farkları var ama ortak noktaları da var değil mi? Şimdi ortak noktalarından dolayı hepsine “teknik adam” deniyor, farklılıklarından dolayı birisine mühendis birisine (tekniker). Ondan sonra mühendisler arasındaki farklardan dolayı birisi inşaat mühendisi, birisi elektronik mühendisi birisi makine mühendisi deniyor. Sizin meslek neydi? (Katılımcıya soruyor) Esnaf mühendis! Tamam. Şimdi sen de yaptığın işten dolayı bir isim alıyorsun. Şimdi bu benzerlikler tanımak için gereklidir. Dolayısıyla ayetler birbirine benzer şekilde indirilmiştir. O benzer ayetlerden hareketle Kuranı Kerim’i anlarsınız. O müteşabih ayetler… Şimdi Allah bir ayeti bir başka ayetle açıklar. Diyor ki cenabı hak Hud Suresi’nin 11. surenin ilk ayetlerinde ben bu ayetleri çok sık tekrarlıyorum son zamanlarda çok da tekrarlamaya devam edeceğim. Çünkü Müslümanların en temel yanlışı buradadır. Orada Allahütealâ diyor ki: “Elif-Lam-Ra. Bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem kılınmıştır. (11:1)” Muhkem ne demek biliyor musun? Hüküm ifade eden ayetler. Mesela biraz sonra okuyacağız. (Bakara 3. Ayeti okuyor.) Şimdi geleneksel mana “gayba inanırlar”. Ne demek? Nasıl gayba inanırlar? Bunun farklı mana olduğunu hep birlikte göreceğiz de. Şimdi burada cümle olarak anlaşılıyor ama manada bir sürü sorular ortaya çıkıyor. İşte Allahütealâ diyor ki: “…ayetleri muhkem kılınmış sonra açıklanmıştır. (11:1)” Açıklayan kim? “Hakim ve Habir tarafından açıklanmıştır.(11:1)” Hakim, Habir olan kim? Allah. O zaman açıklamayı kim yapmış? Allahütealâ yapmış. Önce muhkem yani kısa, öz anlaşılır, sonra da diyor açıklanmıştır. Kim tarafından? Allah tarafından. Bunu niye Allahütealâ yapmış? “Allahtan başkasına kul olmayasınız diye. (11:2)” Çünkü Allahtan başkası açıklama yaparsa siz o açıklamayı Allahın açıklaması gibi kabul etmek zorundasınız. Orada bir kısım yeni şeyler çıkar helal çıkar, haram çıkar falan. O zaman ona da kul olmuş olursunuz Allahla beraber. Allahütealâ bunu asla kabul etmez. Allahın hiçbir zaman affetmeyeceği günah da budur ve maalesef inşallah göreceğiz bizim derslere sürekli katılanlar her derste görüyorlar. Müslümanların uleması şu anda derken aklımıza gelen kişileri kastediyorum. Yoksa bunların içerisinde çok ciddi duruş sergileyenler de olmuş. Cenabı hak onlara elbette ki rahmetiyle mukabele edecektir. Cenabıhak onların hepsinden razı olsun. Şimdi bunlar tutmuş açıklamayı kendileri yapmışlar ve bir sürü haramlar, helaller, farzlar, vacipler koymuşlardır ve Müslümanlar bunları Allahın emri Allahın yasağı gibi algılayarak uyguluyorlar bunları. İşte Allahütealâ böyle olmasın diye diyor: “Ben açıklıyorum.” Fakat Allahütealâ’nın açıklamasını esas alan şu anda elimizdeki kitaplardan herhangi birisine ben rastlayamadım. Belki mutlaka vardır göremediğimiz kütüphanelerin herhangi bir köşesinde duruyordur ama muhakkak olması lazım…
Şimdi ondan sonra diyor ki Allahütealâ “İşte kitap bu. (2:2)” Kitap bu. Bir kitapta ne arıyorsanız hepsi bunda işte… “İçerisinde şüpheleneceğiniz hiçbir şey yoktur. (2:2)” Şüpheye yer yoktur. Peki, kimin için? “La raybe fih” dendiği zaman herhangi bir şüphe olmaz demektir. Yani bir gayri Müslim okuduğu zaman şüphe etmez, bir müslüman da okuduğu zaman şüphe etmez. Hangi konuda? Bu kitabın Allahın kitabı olduğu konusunda şüphe etmez. Ama ne zaman şüphe etmez? Bu kitabı olduğu gibi anlarsa… Allahın anlattığı gibi anlarsa şüphe etmez. Peki ya bugün? Bugün bizim anladığımız gibi olursa şüphe eder mi etmez mi? Yani şimdi şu bugünkü mealler… Her zaman verdiğimiz bir örnek var. Kolay olduğu için hep bu örneği veriyorum. Bir de akılda kalsın diye. Siz de zaman zaman kullanasınız diye. 14. Surenin 4. Ayetini açın.[2] (Bir katılımcıya verilen meali okutturuyor) Demek ki her peygamberi kendi milletinin diliyle göndermiş. Peygamberimiz Arapça dille gönderilmiş bunun sebebi neymiş? Kendilerine apaçık anlatsın diye gönderilmiş. Çünkü Arap olmayan olsa anlamaz. Devam et. Peki, şimdi sana sorayım. Soruma cevap ver. Şimdi bizim Müslümanlar böyle yerlerde korka korka cevap verirler de sen öyle değil objektif cevap ver teknik adam olduğun için daha rahat cevap verirsin. Gerçi teknik adamlar konularında biraz daha fazla tutucu oluyorlar ama inşallah sen öyle olmazsın. Şimdi diyor ki Allahütealâ orada (mealde): “sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır dilediğini yola getirir.” Şimdi ben sana soruyorum. Allah dilediğini sapıklıkta bırakıp dilediğini yola getiriyorsa niye peygamber gönderiyor? Cevabın var mı? Şimdi bakın metin bu. Şimdi aslında şu bu diye yorum yaparsanız muhatabınız de ki kardeşim ben senin sözünü istemiyorum. O Allahın sözü demiyor musun? Sen ona göre cevap ver niye sen kendini Allahın yanlışını sen mi doğrultacaksın demez mi? “Dilediğini sapıklıkta bırakır dilediğini yola getirir.” Devamını oku. “Güçlü olan hakim olan odur.” İşte tamam güçlü olduğu için benim de gücüm yetmediği için istediğini yapmış. E kardeşim diyecek sana bak baştan diyorsun ki senin ayet diye nitelediğin o cümlede diyor ki: “Biz her elçiyi kendi kavminin diliyle göndeririz ki onlara her şeyi açık açık anlatsın.” Buraya kadarını anladım güzel. Ama bundan sonra diyor ki orada, bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır dilediğini de yola getirir. Peki, Allah dilediğini sapıklıkta bırakıp dilediğini yola getiriyorsa niye peygamber gönderiyor? Sonra o peygamberin o kavmin diliyle gelmesinin anlamı ne? Türkiye’ye İngilizce söyleyen birisi gelse ne fark eder? Madem Allah dilediğini yola getiriyor dilediğini sapıklıkta bırakıyor… Sonra açıklasa ne olur açıklamasa ne olur? “Her şeyi açıklasın” diye geçiyor ya… Sonra peki kardeşim diyecek bu saçmalıklar yumağı nasıl Allahın sözü olur? Bir de diyorsun ki “şüphe yoktur”… Ne cevap verirsiniz siz buna? (Bir katılımcı cevap veriyor ama iyi duyulmuyor.) Ondan sonra diyecek ki bu şahıs “Peki hani “la raybe fih” diye yazıyor en başında. Yani sen daha acayip şeyler söyledin yani böyle tutarsız bir söz her şeyi mükemmel yaratan Allahın sözü olur mu?” Ve sana diyecek ki senin bir saçını telini al bak orada bir tutarsızlık bulabilir misin? Kâinatın her tarafına bak diyecek. Allahın yarattığı her şeyde müthiş bir tutarlılık varken Allahın sözü dediğiniz kitapta tutarsızlık, siz o tutarsızlıklarla dolu kitaba nasıl Allahın sözü diyorsunuz?” derse ne cevap vereceksiniz? (Bir katılımcı cevap veriyor ama iyi duyulmuyor.) Şimdi ayetin birisinde diyor ki Allah: “Kendisine yöneleni yola getirir. (13:27)” diyor. Ayetin birisinde diyor ki “Allah kâfirleri yola getirmez. (5:67)” diyor. Dilediğini saptırır dilediğini yola getirir ifadesi geçti ya diyor ki orada: “Allah kâfirleri yola getirmez. (5:67)”, “Fasıkları yola getirmez. (9:24)”, “Zalimleri yola getirmez.(9:199)”, Müşrikleri yola getirmez… Peki, kimi yola getirecek? Mekkelileri düşünün. Mekkeliler kâfir, müşrik… Mesela Hz. Ömer’in yola gelmemiş olması gerekir. Çünkü Allah kâfirleri yola getirmez diye yazıyor.
Ben burada şunu anlatmak istiyorum. Kuranı Kerim gerçekten “la raybe fih” bir kitaptır hiç şüphesiz. Allahın kitabıdır. Bu kitap üzerinde kimse şüphe edemez. Ama bizim zamanla meydana getirdiğimiz meallere kadar inmiş olan o büyük hatalar, affedilmez hatalar meallere kadar inmiş ve bu Kuranı Kerim’i şüphe edilir hale getirmiştir. Şimdi az önceki ayetin meali ne biliyor musunuz? “Şae” fiili var orada şae fiilinin anlamı “şey etmek”. Şey de Arapçada Türkçede olduğu gibi uygulanamayacağı hiçbir konu yoktur. Allahütealâ’ya da şey denir insanlara da şey denir. Türkçe de denmez da Allahütealâ’ya şey, Arapçada denir. Mesela ayeti kerimede “Onun misli olan bir şey yoktur. (42:11)” der cenabı hak. Ve eylemlerin hepsine şey denir, ne kadar fiil varsa hepsine şey denir. Dolayısıyla “şey” neyle beraberse ona göre anlam verilmesi lazım. “Fe yudillullâhu men yeşâu” diye geçiyor İbrahim 14. suresinin 4. Ayetinde, oraya Arapça bakımından verilmesi şart olan anlam şu: “Allah dalaleti tercih edeni sapıklıkta bırakır. (14:4)” “Hidayeti tercih…” Hidayetle beraber ya şae fiili. O hangisiyle beraberse o anlam verilmesi gerekir. Hidayeti tercih edeni, hidayet için çalışanı, şey edeni… Şey yapmak Türkçede de vardır, hidayet için şey yapanı yani gayret göstereni, dalalet için şey yapanı, gayret göstereni… Dalalet için gayret göstereni dalalette bırakır, hidayet için gayret göstereni de yola getirir. O gayret gösterir Cenabıhak yola getirir. O gayret gösterir Allah sapıklıkta bırakır. Sapıklıkta kalmak daha büyük gayreti gerektirir. Hidayete gelmek daha az gayret ister. Çünkü doğruyu kabul ettiğiniz zaman bütün vücudunuz sizinle beraberdir. İçiniz dışınız her şey rahat olur. Kafanız rahat olur. Ama dalaleti tercih ettiğiniz zaman önce sizin vücudunuz isyan eder. Bir türlü içinize yatmaz… Bu ayette anlatılan o Allahütealâ diyor ki orada: “Her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara her şeyi açıklasın. (14:4) ” Her şeyi açıklayacak ki bu insan neyi tercih edeceğini, hangi konuda çalışacağını bilsin değil mi? Benim bilmem lazım öyle ezbere olur mu? Her şeyi açıklar, o da “Ha” der, anlar gerçeği, ondan sonra ya hidayet için gereken gayretleri gösterir, ya da karşı çıkar “yaşam biçimimi bozmak istemiyorum, ilişkilerimi bozmak istemiyorum” der karşı çıkar ve dalalette direnir. Allahütealâ da “sen hangisini tercih ediyorsan ben onu veririm” der. Şimdi burada anlaşılmayacak bir şey var mı? Ayetin manası bu…
(Bir katılımcı “…hata mı yapmışlar?” diye soruyor) Buna hata denirse eğer, hata değil ki bu. Ne olmuş biliyor musunuz? Zamanla Emeviler zamanında bu ortaya çıkmış, sonra Abbasiler bunu canla başla devam ettirmişler. Kendi yaptıkları hataları Kuranı Kerim’e mal etmek için “kader” diye bir inanç ortaya çıkarmışlar. O inancı Kuran’dan delillendirmek için de birçok kelimenin anlamını değiştirmişlerdir. İşte onlardan birisi de bu “şae” kelimesidir. Sonra da insanlar çok rahat bir şekilde bunu yürüyüp (sürdürüp) gidiyorlar. Şimdi bizim sıkıntımızı anlıyor musunuz? Bakın burada “la raybe fih” hiç şüphesiz… Şimdi burada “hakkında şüphe edilemez” ifadesine uygun düştü mü Ayeti Kerime? Tam bir bütünlük var mı? Ve burada hiçbir ilave ya da çıkarma yapmadık, kelimenin anlamı bu ve ilginç olan da şu çok daha şaşırtıcı olan şu. Mesela siz şae kelimesi ile ilgili sözlüklere bakın şeyden sonra Ragıp el-İsfahani’nin ki 5. Asırda “El Müfredat’ında” var ama o da korka korka yazdığı belli okuduğunuz zaman. Ondan sonra sözlüklerde de bu kelimenin anlamı değiştirilmiş. Sözlüklere de baktığınız zaman bulamıyorsunuz. Ama Allah şükür ki Cenabıhak Kuranı Kerimi öyle bir kitap olarak indirmiş ki, siz isteseniz onu sözlük olarak da kullanabiliyorsunuz eğer iyi bir uzmanlığınız varsa. Şimdi ben anlatabildim mi? Evet kuranı kerim la raybe fih hiç şüphesiz. Ama verilen yanlış anlamlarla şüphelenilir bir kitap haline getirilmiştir anlatabildim mi? Dolayısıyla işte şimdi Ceyhun’un da söyledi gibi gittim hocaya anlattım hocaya sorsan ne olacak? Bizim Mustafa Çavdar bir ara gidip hep bu ayeti soruyordu hocalara. Hocam ben beklerim bir hafta sonra geleyim manasını söyler misin? Bir hafta değil istersen on sene sonra gel. Hangi kitaba baksa farklı bir mana göremeyecek ki hoca.
Evet, şimdi devam ediyoruz bu “la raybe fih” ne demek biliyor musunuz? Bu çok önemli bir husus… Şimdi Peygamberler geldikleri toplumda o topluma az önce okuduğumuz ayeti kerime işte yani “her şeyi açıklıyor” ya… O topluma yaptığı açıklamayı o insanların tabiattan elde ettikleri bilgililere göre yapıyor. Yani şimdi siz ilk doğduğunuz günden itibaren çevrenizin öğrencisisiniz öyle değil mi? Çevrenizin öğrencisisiniz. Nerede doğarsanız doğun nerde büyürseniz büyüyün çevrenizin öğrencisisiniz. Orada yetişiyorsunuz orda gelişiyorsunuz, orada büyüyorsunuz ve orada doğru bilgiler elde ediyorsunuz. O elde etmiş olduğunuz doğru bilgiler sizin hayatı yaşamanıza sebep oluyor. Mesela terli olarak dışarı çıkarsam hasta olurum diyorsun çıkmıyorsun. İşte dinlenmeliyim diyorsun dinleniyorsun, yani bir sürü şeyler var. Dolayısıyla, o doğru bilgilerle o doğru bilgilere Kuranı Kerim “zikir” diyor. O doğru bilgileri isterseniz eğitimli bir kişi olarak okuldan öğrenin, isterseniz eğitim görmemiş bir kişi olarak tabiattan öğrenin. Buna zikir deniyor. Kuranı Kerim’in adı da zikir… Zikir kelimesinin anlamı yavaş yavaş, azar azar elde edilmiş olan bilgilerin zihinde toparlanması yani zihni bir kap gibi düşünün azar azar, damla damla gelmiş, orada toparlanmış ve onun her an kullanıma tutulmasıdır. Çünkü sizin hayatınızla doğrudan ilgili bilgiler. Her an kullanıma hazır tutulmasıdır. O bilgiyi dile getirmek de zikirdir, o bilgiyi aklınızda döndürmeniz de zikirdir. Şimdi zihinde tutulması gereken en önemli bilgi de Kuran’daki bilgidir. Tabiattaki bilgiyle kurandaki bilgi arasında da bir uyuşmazlık olmaz. Dolayısıyla insanlar Kuranı Kerim’i okudukları zaman kendilerini keşfettiklerini anlarlar. Ama az önce örneğini verdiğim gibi yanlış anlamlandırılan ayetleri gördüğü zaman da hiç üzerinde durmaz geçer imanlı insan. Burada bir hikmet vardır anlayamıyorum falan der geçer. Öbürleriyle çünkü tatmin olur. Ama bir kişi kötü niyetliyse hep bunları gider söyler. Baksana der siz Allahın ayeti diyorsunuz… Onların da olmaması gerekir. Eğer Allahın kitabıysa bunda herhangi bir şüpheye yer olmaması lazım. Zaten ayette öyle diyor la raybe fih diyor şüpheye yer yok diyor.
Şimdi peygamberler geldikleri zaman onların görevleri “tezkirdir”. Yani insanlara bildikleri bilgilere göre hitap ederler. Mesela insanlar Allahütealâ’nın varlığını ve birliğini ittifakla bilirler. Allahtan başka bir şeyi Allahla aralarına koyarlar. Peygamberler der ki peki buna dair bir deliliniz var mı? Hepsi de yok der. O zaman öyleyse aklınıza başınıza alın der. Peygamberlerin görevi “tezkir” insanların görevi “tezekkürdür”. Peygamberlerin görevi insanlardaki bu bilgiyi harekete geçirmek, insanların görevi de o bilgiye göre düşünmektir. O bilgiye göre düşündükleri zaman kendilerini Kuran’da bulurlar. Bakarlar ki bu kitap sıradan bir kitap değil. Bu gerçekten Allahın kitabı… O Allahın kitabıysa bunu getiren kim olur? Allahın peygamberi. İşte o zaman onun peygamberliği “babam öyle diyor”dan çıkar “okuldaki kitapta böyle yazıyor”dan çıkar sizin kendi kanaatiniz haline gelir. İşte la raybe fih meselesi o bakımdan çok önemlidir.
La raybe fihliğin en şeyi tabiattaki bilgilerle kurandaki bilgilerin bire bir örtüşmesidir. O zaman tabiat dediğiniz nedir? Yani kendi vücudumuz tabiatın bir parçası, şu çevre gördüğümüz her şey. Bunlar tüm bilimin kaynağı değil mi? Tabiat dediğimiz şey tüm bilimin kaynağı değil mi? Her şeyin kaynağı o. O zaman öyleyse Kuranı Kerim’deki bilgiler hiçbir ilimle ters düşmez. Ama az önce o ayeti kerimeyi o manayı verenler de âlimler değil mi? Onlar da âlim. Ama ters düşmedi mi Kuran’a? Diğer ilim adamlarından da yanlış yorumlar yapanlar vardır onlar da ters düşer. Fakat doğruluğu kesinleşmiş evrenselleşmiş hiçbir bilgi Kuranı Kerim’e ters düşmez. Dolayısıyla Kuranı Kerim’i okuyan her insan bun anladığı zaman” Bu Allahın kitabıdır” der, ama ondan sonra? Allahın kitabıdır demek kolay. Yani müslüman olmak çok kolay bir şeydir. Yani şöyle bir bardak suyu içmek gibidir. Ne kadar güzel suymuş dersin, çok güzel. Ama adam içki alışkanlığına kapılmışsa bu suyu içmemeye içki içmeye devam eder. Şimdi kendi alışkanlığını kendi yaşam tarzını terk etmek istemiyorsa başka şeyler yapar ve bununla üzerinde şüphe ortaya çıkarmaya çalışır inanmaz. Yani aslında doğru olduğunu pek ala bilir ama inanmaz. Ne yapar biliyor musunuz? O da şöyle üstünü örtmeye çalışır. Burada bir örtü var burada Kuranı Kerim var şöyle örter. Kuran’ın okunmasını istemez yanında. Çünkü okunduğu zaman gerçekler hatırlanıyor ve kendi yaşam tarzına ters düşüyor örter üstünü. Üstünü örten kişiye ne deniyor Mustafa hoca? Kâfir deniyor. Burada Kuran olduğunu siz görmeyebilirsiniz. Ama ben örten kişi olarak bilmiyor muyum? Dolayısıyla o kâfir dediğimiz insanların hepsinin içinde iman vardır. Olmayan şey örtülmez ki? Hepsinin içinde iman vardır ama hesaplarına gelmediği için örtmüşlerdir. Ben şimdi şunu örttüm. Tekrar örteyim. Şimdi Kuranı Kerim’i örttüm. Ben bunu örtülü tutmaya çalışıyorum. Şiddetli bir rüzgâr olsa beni buradan atan bir rüzgâr olsa bu örtüyü tutmaya devam edebilir miyim? Ne olur? Örtü açılır. Açıldığı zaman Kuran gözükür. İşte o insanlar da sıkıştıkları zaman “Allah Allah” derler çünkü artık örtünün bir anlamı kalmıyor. Alttaki inanç ortaya çıkıyor. Bu sebeple bu örtülü ya kendi neyi örttüğünü biliyor ya. Böyle insanlar der ki “sen benim kalbime bak”. Benim kalbimde inancının olduğunu biliyor ya kalbime bak. Kardeşim ben senin kalbine niye bakayım oraya Allah bakar. Benim bakacak halim yok ki oraya Allah bakar. Ben senin davranışlarına bakarım. Dışarıya yansıyan kısmına bakarım. İşte herkesin içini Allah bilir falan gibi şeyler söylerler. Dolayısıyla la raybe fih meselesi yani bizim vazifemiz insanları müslüman etmek değil doğruları anlatmaktır. Adam doğruları anlar. E örtecekse örter engel olamazsın. Onun için kâfir olur. Görmezlikten gelir. Kâfir demek “görmezlikten gelen kimse” demektir.
Şimdi “huden lin muttekin” diyor, bakın işte bu onu anlatıyor. Bu kitabın Allahın kitabı olduğu konusunda kimsenin şüphesi olmaz. O zaman insanlara dini anlatırken neyle anlatmamız lazım? Kuran’la anlatacaksın. Çünkü hiç şüphe etmeyecek bir şey. Ama benim sözümden şüphe etmeye hakkı vardır değil mi? İşte bak falanca âlimin sözü diye az önce şey yaptık âlimlerin sözlerini. Onlarda hata olur. Yani şimdi siz bir teknik eleman olarak teknik adam olarak en iyi üretimi en güzel üretimi de yapsanız Allahın yarattığıyla sizin üretiminizin arasında sayılamayacak kadar fark olmuyor mu? Herkes anlar ki bu Allahın yarattığıdır, bu şeydir. Ve hiç kimse de Allahın yarattığıyla yarışmaya giremez böyle bir cesaret de hiç kimsede yoktur. İşte ama gerçeği anlamak başkadır, yani doğruları herkes bilir ama herkes yapmaz. İnsanlara deseniz ki yalan söylemek iyimdir kötümüdür? En kötüsü bile kötüdür demez mi? En yalancı da… Yalancı kişi mesela oğluna nasihat eder o”ğlum bak yalan söylemek çok kötü bir şeydir sakın yapma ha ben yapmam”. İşte o da yalan. “Ben yapmam” dediği yalan. İşte o anda yalan söylüyor. Çocuğuna nasihat ederken yalan söylüyor. Peki, şimdi yalan söylemek çok kötü de insanlar söylemiyor mu? Kötü olduğunu herkes kabul eder de bunu yapmazlar mı? Yapmayan çok azdır. İşte Allahın kitabının doğru olduğunu kabul etmek başka bir şeydir, yani bu kitabın Allahın kitabı olduğunu anlamak başka bir şeydir buna uymak başka bir şeydir. Uyabilmek için ne diyor “hudel lin müttakin” bu mütkkakiler yol gösterir başkasına değil. Bu kitap muttakilere… Muttaki ne demek? Muttaki Türkçe karşılığı… Şimdi “korkan” diye tercüme ediliyor, bu kelimenin bir anlamı. “Kendini koruyan” diye tercüme ediliyor, bu biraz daha kapsamlı bir anlam. Fakat öyle bir şey olması lazım ki “korkuyla karışık bir saygı” olması lazım… Biz arkadaşlarımızla düşündük, düşündük Türkçede bu ne olur? “Çekinme” kelimesi olur diye düşündük. “Ben falan adamdan çekinirim” dediğiniz zaman korkuyla karışık bir saygı anlaşılıyor mu? Ben çekinirim. Korkuyla karışık bir saygı… O zaman çekinen insanlar için yol gösterir. Peki, bir de tarif etmiş Allahütealâ o çekinen insanlar kimdir. Demek ki bir kere tekrar edeyim Kuranı Kerimin Allahın kitabı olduğunu herkes anlar ama Kuranı Kerim herkese yol göstermez. Ona uyacaksın ki sana yol göstersin. Uymazsan bir şey olmaz. Şimdi şu su insanın susuzluğunu giderir. Tamam, içmediğin zaman susuzluğunu gidermez ki. Bunun susuzluğu giderdiğine inanmak başka, bunu içip de susuzluğumu bununla gidermek başkadır.
Şimdi o muttakiler gayba inanan insanlardır diye tercüme ediliyor değil mi? Bakar mısın öyle mi yazmış. Görmediği halde inanan diyor gayba inanan. Şimdi “görmediği halde inanan”… Burada şöyle bir açıklama yapıyorlar. Kitapta açıklama yok. Mesela o Diyanet’in Meali’nde Diyanet Vakfı’nın mealinde diyorlar ki “inanılması gereken şeyler” diye geçiyor. Yani Allah’a inanırız Allahı görmeyiz. Peygambere inanırız peygamberi görmüş değiliz. Ahirete inanırız ahreti görmüş değiliz. Böyle geçiyor var mı yanınızda o mealden? Diyanet Vakfı’nın mealinden var mı? Oku bakalım yüksek sesle gaybla ilgili açıklamayı. (Katılımcı okuyor, hoca tekrar ediyor.) Sözlükte görme duygusuyla algılanamayan şey demektir. Şimdi şu bilgisayarın kapağının arkasındakini ben göremediğim için bana gaybdır ama siz görüyorsunuz size gayb değildir. Zaten Türkçede de “Ben gözlüğümü kaybettim gören var mı?” dersin. Kaybetmek kelimesi var ya aynı. İşte gayb göremediğimiz şeye deniyor. Duyu organlarının kapsamına girmeyen gizli her şey… Allaha inanmak başka? Meleklere inanmak. Ahiret gününe inanmak. Cennet ve cehenneme inanmak gayb konuları arasındadır. Ve kadere inanmak… Bir de kaderi katıyorlar. Bir kere kader inancı Kuranı Kerimde yok. Ayetlere bakarsanız görürsünüz. Onu inşallah yeri geldikçe ilgili ayetleri okudukça anlatmaya çalışırız.
Şimdi burada “görmediğin şeye inanacaksın” diye bir ifade kullanılıyor. Şimdi görmedin şey bir gözünle görmediğin bir de duyu organlarıyla göremediğin bir şey. Peki, bir orada inanç esanslarından bahsetti. Bak mesela dedi ki “…sana indirilene inanan…” Kuranı Kerime inanan demek değil mi? “…senden önce indirilmiş olanlara inananlar…” şimdi Kuranı Kerime inanıyorsa bir insan Kuran’ın içinde olan her şeye inanması gerekmez mi? Kuranda Allah inancı yok mu? Hepsi var. Burada saymış zaten bunu. Ahirete de önce vurgu yapmış, “…ahiret konusunda kesin kanaati olan insanlardır. (2:4)” E burada inanması gereken her şeyi saydı. O zaman “yuminune bin gayb” ne demektir? Biz şimdi Allahütealâ’yı gayblardan sayarız. Allaha inanmak, Muhammet’e (sav) inanmak orada gayblardan saydı. Peki, biz inancımızı hangi kelimeyle ifade ediyoruz? (Katılımcı kelime-i şehadet getiriyor) Tamam, “eşhedü” ne demek? Ben şahidim demek değil mi? Bir insan görmediği şeye şahitlik eder mi? Gayb görmediğin şeydir şahitlik edemezsin. Sen mahkemeye girdin hâkim sordu: “Bu olayı gördün mü?” yok görmedim ama ben gayba inanan adamım şahitlik ederim. Ne yapar hâkim seni? Öyle şey olur mu? Görmediğin şeye şahitlik edemezsin. Zaten gayb kelimesinin şehadet kelimesidir. Şahadet gözüken demektir. Gayb gözükmeyen demektir. Peki, “eşhedü enla ilahe illallah” diyoruz. “Ben şahidim ki Allahtan başka ilah yoktur” diyorsun. Şahidim… Ne demek ben bunun bardak olduğunu içindekinin su olduğuna şahitlik ederim. İçinde başka bir şey de olabilir sıvı. (İçiyor) O zaman ki ben şahitlik ederim ki bu sudur. Tattım da. İşte o derece şahitlik etmek gerekir. Allahtan başka ilah olmadığına. Aksi takdirde bakın mesela Allahütealâ bir ayette diyor ki İsra Suresi’nde: “Bilgi sahibi olmadığın şeye körü körüne uyma. (17:36)” Şimdi görmediğin, idrak edemediğin şey hakkında bilgi sahibi olabilir misin? “Bilgi sahibi olmadığın şeye körü körüne uyma” diyor. Ondan sonra diyor ki “Kulak göz ve gönül bütün bunlar ondan sorumlu tutulacaktır. (17:36)” Onun için bizde eşhedü kelimesi esastır. Mesela Hıristiyanlıkla bizim farkımız ne? Hıristiyanlık izah edemez inançlarını, ondan sonra der ki “sen bu işi bize bırak”. “Sizin inancınızı kilise korur” der. “Biz sizi vaftiz edelim sizin işiniz tamam” der. Ama bizde öyle değil, bizde kimse kimseyi dine kabul ya da dinden çıkarma yetkisine sahip değildir.
İnsan eşhedü demek zorundadır. Eşhedü diyecek. Ben şahitlik ederim. Yani gözümle görmüş elimle tutmuş gibi bilirim ki Allahtan başka ilah yoktur. Yeryüzünde her insan kendi gözlemleriyle Allahın varlığını ve birliğini bilir. Bir kere bu iki kere iki dörttür. İçinizde öğretmen varsa öğrencilerinize lütfen bakın. Öğrencileriniz buluğ çağına kadar size soru sorarlar. Buluğdan sonra sormazlar. Anne babalar… Buluğa kadar Allah’la ilgili soru sorar çocuklar buluğdan sonra sormazlar dikkat edin. Buluğda sorumluluk başlamıyor mu? Buluğ çağında herkes Allahın varlığı konusunda kesin bir kanaate varır. Her insan. Onun için eşhedü diyebilir. Neye göre der? Şimdi iki şekilde görme vardır. Yedi kere yedi kaç eder? Kırk dokuz. Gözünle görüyor musun yoksa aklınla mı görüyorsun? Aklınla görüyorsun. İki şekilde görme var, bir gözünüzle görmek vardır o “basar” derler. “İşte şunu gördüm.” Bir de aklınızla görmek vardır ona da “basiret” denir. Yani şimdi yedi kere yedi kırk dokuz olarak uzman şeklinde mahkemeye bilgi versen hâkim bunu kabul eder. Uzmanlık çünkü alanın. O şahitlik sayılır. Şimdi insanlar bütün kâinatı görerek, yaratılmışları görerek yaratana gidiyorlar. Basiretleriyle Allahı görüyorlar onun için eşhedü diyorlar. İnsanlar Kuranı Kerimi okuyup anladıkları zaman bunu getirenin Allahın peygamberi olması gerektiğini kesin olarak anlıyorlar. Yoksa bir başkası yapamaz bunu. O basiretleri ile gördükleri için eşhedü diyorlar. Dolayısıyla kendi basiretleriyle görmezse kendisi Kuranı Kerimi okuyup da “Ha bu anca peygamber tarafından getirilir bunu bir insan yazamaz bu ancak Allahın kitabıdır öyleyse bize bunu getiren de Allahın elçisi olmalıdır.” kanaatine varmışsa ancak o zaman eşhedü der. Onun dışında “babam öyle diyor” der o da pek bir işe yaramaz tamam mı? Basiretle, akıl gözüyle gördüğü şeylerdir o. Bazı şeyleri de kafa gözüyle görürsünüz. Ama hayata bakın mesela dün siz mahkemede şahitlik yaptığınız zaman dünkü olaya şahitlik yapmıyor musunuz? O dünkü olayı tekrar getirip de yaşatmak mümkün mü? Onu akıl gözünüzle görüyorsunuz. Evet, o zaman dünya gözüyle görünüz ama akıl gözüne intikal etti o artık. Şimdi onu bilgi olarak anlatıyorsunuz. Yarınla ilgili de bir sürü şeyler var o da akıl gözünüzle gördüklerinizdir. Baş gözünüzle şu anı görüyorsunuz. O zaman her ikisi de çok önemli. Her ikisinde de bir şahitlik ederiz.
O zaman, “eşhedü enla ilahe illallah” dediğimiz zaman akıl gözümüzle bütün dünyada insanlar Allahın varlığı konusunda kimsenin şüphesi yok. Ama Allahtan başka ilah dedikleri şeyler konusunda hiç kimsenin delili yoktur. Mesela birkaç kere anlattım burada tekrar edeyim. Almanya’dan gelmiş bir profesör papaza sordum ki yanında kırk kadar da master-doktora öğrencisi vardı. Dedim ki siz “İsa Tanrı’dır” diyorsunuz. “Evet, öyledir” dedi. Pek İsa’nın tanrılığına dair bir deliliniz var mı dedim? Yoktur dedi. Peki, Allaha da inanıyorsunuz. “Elbette” dedi. Peki, Allahın varlığına ve birliğine dair deliliniz var mı? “Çook!” dedi. Dedim ki peki hiç deliliniz olmadan birisine Tanrı diyorsunuz. Yarın Allahın huzurunda siz kendinizi nasıl savunacaksınız? Adam hemen ortamı değiştirmeye çalıştı. Dolayısıyla hiç kimse o putlara tapan şu bu hiç kimse o araya koyduğu aracılarla ilgili bir delile sahip olamadığı için babam öyle diyor dedem öyle diyor der. Ama kendisine ait bir bilgi değildir. Eşhedü diyebilmek çok ciddi bir olaydır. İşte imanın gaybda olmasıyla iman şahadette olacak demek ki iman ettiğiniz konular sizin kesin bilgi sahibi olduğunuz konular olması lazım. Aksi takdirde gayba taş atmış olursunuz Allah bunu kabul etmiyor. Pek i gaybda iman ne demektir? Gayb insanın kalbidir. İman kişinin kalbinde olur. Kalbinde. Bak biraz sonra gelecek öbür tarafta bazıları inanmadım, kâfir diyor. Kalbindeki o imanı kapatıyor. Bazıları o imanı kapattığı halde müminim diyor ikiyüzlülük yapıyor. İman kalpte olur. “Yümimnune bin gayb” demek kalpte inanan insanlar demektir. İnşallah ara verdikten sonra sorularınızla devam ederiz.
Yazıya geçiren: Efe MISIRLI ([email protected])
[1] “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kuran’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. (3:7)”
[2] Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir; güçlü olan, Hakim olan O’dur. (14/4) – DİB Meali