Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Vel âkibetu lil muttakîn. Vessalâtu vessalâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn
Subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm.
Bugün Muzzemmil suresine devam etmiyoruz. Ana rahmindeki sakat ceninin alınıp alınmayacağı ile ilgili bir ders yapacağız. Bunun sebebi bu hafta sonu yaptığımız bir toplantı. İlahiyat fakültelerinin İslam hukuku ana bilim dallarının her yıl yapılan koordinasyon toplantılarından bu seneki İzmir’de yapıldı. İzmir İlahiyat Fakültesi. Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin organizasyonuyla.
Orada konu ana rahmindeki sakat ceninin alınıp alınamayacağı şeklinde belirlenmiş. İki arkadaşımız bu konuda tebliğ hazırlamış. İki tane de tabip tebliğ hazırlamış. Birisi genetik uzmanı bir profesör, diğeri de kadın doğum uzmanı. Onları da saydığımız zaman dört tane tebliğ var. Beş tane de müzakereci vardı. Toplantı biraz geç başladı ulaşımda meydana gelen pürüzler sebebiyle. Dolayısıyla orada biz ancak üç dakikalık bir konuşma fırsatı bulabildik.
Yalnız tabi şunu gördük, her konuda olduğu gibi bu konuya da bizim yaklaşımımızla arkadaşlarımızın yaklaşımında temel bir fark var. Biz de bu günü bu konuya ayıralım, sıcağı sıcağına bu konuyla ilgili orada söyleme fırsatı bulamadığımız bir takım şeyleri söyleyelim. Hem de sitemizde böyle bir sohbet olmuş olsun dedik.
Allah-u Teâlâ ana rahmindeki ceninin üç safhasından bahsediyor. Diyor ki bu İnfitâr suresinde (7. ayet): “Ellezî halakake fe sevvâke fe adelek.” “Seni yaratmış olan Odur. Sonra düzenlemiş, sonra denkleştirmiştir.” Üç safha; yaratma, düzenleme, denkleştirme. İnsanın yaratılışı, bu konuda fazla ders yaptığımız için onun üzerinde fazla durmayacağız; işte yapışkan bir çamurdan başlatılmıştır. İsterseniz siz elinizdeki Kur’an-ı Kerimlerden 32. sureyi, Secde suresini açın; birçok yeri oradan takip edelim. 416. sayfa.
Burada Allah-u Teâlâ diyor ki: “Ellezî ahsene kulle şey’in halakahu” “Yarattığı her şeyi pek güzel yaratmıştır.”, “ve bedee halkal insâni min tîn.” “İnsanı yaratmayı da tînden başlatmıştır.” (Secde 7). Tîn, sulanmış toprak demektir. İşte şurada resimde gördüğünüz. Yani koskoca bir sebze bahçesi ve sulanmış. Ayakkabılarla buraya girerseniz kolay kolay çıkamazsınız; Yani ayakkabınızı bırakıp çıkabilirsiniz. Onun için çizmeyle girilir böyle yerlere. Yani yapışkan bir çamur halini alır.
İşte insanın yaratılması böyle başlamıştır. Çünkü suyla toprak birleşmediği sürece gıdalar olmaz. Gıdalar olmazsa anamızın babamızın vücudunda sperm ve yumurta olmaz. Onlar olmazsa döllenme olmaz, onlar olmazsa hayat olmaz. Onun için bizim her birimiz çamurdan yaratılmışızdır.
Sofranıza oturduğunuz zaman, diyelim sabahleyin oturdunuz, sofradaki ekmek… Toprak sulanmadığı takdirde onun buğdayı olmaz değil mi? E peyniriniz var… Toprak sulanmadığı takdirde ot bitmez; yani en azından yağmur yağacak toprağa ot bitecek, o otu hayvan yiyecek, ondan süt alacaksınız, sütten peynir yapacaksınız. Yine sulanmış toprağa gidiyor. Zeytin aynı şekilde, etiniz aynı şekilde, sebzelerinizin tamamı aynı şekilde.
Dolayısıyla bütün insanlar sulanmış topraktan beslenirler. Yaratılışımız oradan başlamıştır. Allah-u Teala bir ayeti kerimede diyor ki: “Keyfe tekfurûne billâhi ve kuntum emvâta” “Siz Allaha karşı nasıl kâfirlik eder, nasıl Allahı tanımazlık edersiniz? Hepiniz ölüler halindeydiniz.” (Bakara 28). Yani her bir parçacığınız toprağın bir yerinde serpili vaziyetteydi. Belki kâinatın ilk yaratıldığı günden beri. “fe ahyâkum” “Sizi diriltti.” (Bakara 28). Tıpkı toprakta bir bitkinin bitmesi gibi. O suyla toprak birleştiği zaman o bitkiyi oluşturacak gıdalar onun gövdesine gelir ve orada bitki oluşur.
Biz de aynen bitkiler gibi bitmişizdir. Çünkü Allah-u Teâlâ “ve enbetekum nebata” öyle miydi ayet?
Enes Hoca: “enbetekum minel ardi nebâtâ.”
“ve enbetekum…” Şeyde, Nuh suresindeydi değil mi? Ve (Allâhu) enbetekum minel ardi nebâtâ.” “Sizi yerden bir bitki gibi bitirmiştir Allah.” Hani diğer bitkilerden farkımız, onlar da toprakla suyun birleşmesinden besleniyorlar; onlar doğrudan, biz dolaylı olarak. Bir başka farkımız da, onlar sabit bir yerde kalıyorlar kökleri toprağın içerisinde; biz dolaşıyoruz, kökleri toprağın içinde olan bitkilerden gelen ikinci gıdalarla besleniyoruz. İkinci ya da üçüncü derece gıdalarla besleniyoruz. Nuh suresi 17. ayet imiş.
Şimdi, “Ellezî halakake” “Seni yaratmış olan Odur.” (İnfitâr 7). İşte yaratılış topraktan başlıyor. Sonra babanın vücudunda ve ananın vücudunda bir öz oluşuyor. Onun için ayetin devamı, işte “ve bedee halkal insâni min tîn.” “İnsanın yaratılışını tînden başlatmıştır.” Yani tîn dediğimiz, tekrar edeyim sulanmış toprak.
“Summe ceale neslehu min sulâletin…” “Sonra insan soyunu bir özden…”, “… min mâin mehîn.” “… zayıf bir sudan yaratmıştır.” (Secde 8). Çünkü uzun süre yaşamaz. Annenin yumurtası da, babanın spermi de uzun süre yaşamaz. Kısa sürede ölür. Onun için zayıftır. “Zayıf bir sudan yaratmıştır.” İşte bu yaratılışın bütün safhalarını Allah-u Teâlâ anlatıyor Mu’minûn suresinde. Burada zaten görüyorsunuz.
“Ve lekad halaknel insâne min sulâletin min tîn.” “İnsanı çamurdan süzülmüş bir özden yarattık.” “Summe cealnâhu nutfeten fî karârin mekîn.” “Sonra onu sağlam bir kararda döllenmiş yumurta haline getirdik.” (Mu’minûn 12 ve 13).
Çünkü o sağlam bir yer ana rahmi. Allah-u Teâlâ ana rahmini her ay çocuğa hazır vaziyete getiriyor. Rahim cidarı çocuk için hazırlanıyor, rahme bir tane yumurta salıveriliyor, o yumurtanın etrafı hormonlarla besleniyor. Eğer o ay döllenme olursa, o rahmin cidarı o dölü geliştiriyor, döllenen yumurta, biraz sonra göreceğiz, önce ikiye sonra dörde sonra sekize sonra on altıya katlanıyor. Ama döllenme olmazsa, rahmin çemberindeki o oluşum parçalanıyor, arkadan kanlarla o hücrelerin ağzı temizleniyor, itiliyor ve aybaşı hali oluyor. O ay döllenme olmadı, oradakilerin tamamı temizleniyor, bu defa yeni bir döllenme için rahim hazırlığa başlıyor. Her ay bu olay tekrarlanıyor.
Bu değişim hali de kadına bir eziyet olduğu için de Allah kadına o zaman bir takım ruhsatlar veriyor. Yani ruhsat değil kolaylıklar tanıyor. Mesela namaz kılması gerekmiyor, kılmadığı namazdan da sorumlu olmuyor. Eşiyle de ilişkiye girmesini Cenab-ı Hak yasaklıyor. Çünkü eziyet dönemidir.
Şimdi mesela bakın şurada, şurası rahmin ağız tarafı, şuradan spermler gelip şuradaki yumurtayla birleşince döllenme oluyor. Şurada yumurta ikiye bölünüyor. Her birinde diğerinde olan özelliğin aynısı var. Şurada dörde, şurada sekize, tabi bu on altıya çıkmış hali galiba. Yok, sekiz… Şurada on altı, şurada otuz iki ve şurada da rahmin cidarına yapışıyor. İşte şu noktaya gelmesine Kur’an-ı Kerim alaka diyor.
Alaka… Hani Türkçemizde de kullanılır, benim şu adamla bir alakam… Benim seninle bir alakam yok; yani bir ilgim, bağlantım. Bak işte rahim duvarıyla bir bağlantı kuruyor. Rahim duvarına yapışıyor. Asılıyor o duvarla. Sonra bu alaka, işte şurada olduğu gibi daha da büyüyor tabi. Göbek kordonu da oluşmaya başlıyor, rahim duvarına asılma o şekilde oluyor. Yani bir bağla bağlanıyor.
Hani dikkat edin, benim seninle ne alakam var yahu aramızda hangi bağlar var dersiniz. İşte bu rahim kordonuyla bağlandığı için Allah-u Teâlâ ona alaka diyor. Bakın! Kullanılan kelimeler insanların günlük hayatında kullandığı kelimelerdir. Her hangi bir tıp eğitimi falan görmesine gerek olmadan hemen anlayabileceği ifadelerdir. Ki tıbben de çok doğru ifadelerdir.
Ondan sonra da diyor ki, “fe halaknel alakate mudgaten” “O alakayı da bir mudga olarak değiştirdik.” (Mu’minûn 14). Yeni şekle büründürdük. Mudga demek bir çiğnem et parçası demektir. Ağzınıza bir et aldınız çiğnediniz, ağzınızdan çıkardınız; işte bu o görüntü bak, dikkat ederseniz. Şuraya bakın. Bu gerçek şeylerdir ama tabi çok büyütülmüş bir resimdir bu. yani görülebilsin diye. Ha bunun kesiti de buradır. Dışarıdan bir çiğnem et parçası gibi gözüküyor ama, mesela 26. gündür bu. Hamileliğin 26. gününde çekilmiş olan resimdir.
Bakın gözü var. Gözü daha oluşmamış ama yeri belli. İşte burnu belli, kafası belli. İşte burada omurgasının yerleri belli. Kalbinin yeri belli. İşte bütün iç organları falan oluşmaya başlamış. Bu biraz daha yakından çekimi. Bak mudgayı Allah anlatıyor. Mudgayı da detaylandırıyor. İşte yani bir çiğnem et parçasının çok daha yakından çekimi. Az önce uzaktan baktığınız zaman öyle oluyor.
Diyor ki Allah Hac suresinde 5. ayette. “min mudgatin muhallekatin ve gayri muhalleka” Yani yaratılışı belli belirsiz. Bak dikkat ediyor musunuz? Yani baktığınız zaman bir çocuk gibi gözüküyor. El var, ayak var, işte burnunun yeri beli, gözünün yeri belli. Ama biraz uzaktan bakarsanız bunların hiç birini görmüyorsunuz. İyice büyüteceksiniz, yaklaşacaksınız falan. Yaratılışı belli belirsiz bir mudga. Uzaktan baktın mı bir çiğnem et parçası gibi gözüküyor.
Sonra diyor ki: “fe halaknel mudgate ızâmen” “Sonra da Biz o bir çiğnemlik et parçası gibi gözükeni kemikler haline getiririz” diyor. (Mu’minûn 14). İşte burada da bakın hep kemiktir artık. Kafatası kemiği, çene kemiği, kollardaki şeyler, kaburgalar. Bunlar gerçek resimlerdir. Ana rahminde, yani yapma taklit şeyler değil. Ondan sonra… Bak burada da bir şey var. 42 günlük çocuğun ana rahminde kalbinin atışını görüyorsunuz. Bunları sürekli doktorlar görüyorlar.
Ve üç tane karanlık içerisinde diyor Allah-u Teâlâ, “yahlukukum fî butûni ummehâtikum halkan min ba’di halkın fî zulumâtin selâs.” (Zumer 6). Şimdi doktorlar bunu farklı şekilde değerlendiriyorlar. O onların meslekleri ile ilgili. O bizi ilgilendirmiyor. Burada ifadeler her insanı ilgilendiren şekilde olan ifadeler dikkat ederseniz. Onların dedikleri de doğrudur ama şu da doğrudur. İşte birisi rahim cidarı, üç tane karanlık yer. İkincisi şeyin içerisindeki kesecik. Ondan sonra da karın cidarı. Bir karın, iki rahim, üç rahmin içerisinde çocuk bir keseciğin içerisinde şey yapıyor. Oluşuyor.
Ve işte burada çocuk dört aylık. On altı haftalık. Allah bu safhayı şöyle anlatıyor:
“fe kesevnel izâme lahma” “Kemiklere et giydirdik.” (Mu’minûn 14). İnsanın vücudu zaten et ve kemikten ibarettir. Yani genel tanımı budur. İşte burada çocuk on altı haftalıkken bir yetişkinde olan her şeye sahiptir. Artık hıçkırabilir, afedersiniz dışkısını yapmaya başlar, iç organları tamamen gelişmiştir. Kulağı, gözü, her şeyi tamamdır.
“Ellezî halakake fe sevvâke” (İnfitâr 7). Burada da öyle şey yapıyor. Diyor ki Allah burada, Mu’minûn suresi 14. ayette. “fe kesevnel izâme lahmen” “Ve kemiklere et giydirdik.” Etli kemik haline geldiler. “summe enşe’nâhu halkan âhar” “Sonra onu…” Bu zamana kadar sıradan bir cenin ana rahminde. Görüntüsü insan.
Ömer Bey bana bir şey getirecekti. Ömer Çetinkaya. Getirmedin değil mi? Getirdin mi? Daha sonra… Bak borcunu hatırlatıyorum ona göre. Yoksa haciz gönderirim. Şimdi, onun getireceği bilgiler şöyle. Ne diyordun sen?
Ömer Çetinkaya: Genler yüzde… Yani dörtte üçü köpek, dörtte ikisi … , dörtte biri diğer hayvanlar, dörtte biri, bir tanesi sadece insan geni.
Yani evet, yani hayvan, diğer canlılara çok benzer bir vaziyette. Bir geni sadece farklı oluyor diye şey yapmışsın.
Şimdi, görüntü insan ama henüz insan olmuş değil. Tam insan olmuş değil. İşte ona ayette Allah-u Teâlâ “fe sevvâke” diye tanımlıyor. Sevvâke, denkleştirmek. Nedir? Görüntü olarak denkleştiriyorsunuz. Yani birisinin resmini yapıyorsunuz ya da heykelini yapıyorsunuz, öyle gibi düşünün, tam birebir. Görüntü olarak birebir insan ve kişinin avucunun içine sığacak kadar büyümüş. Tüm varlığı bir avuç içine sığacak kadar büyümüş. Birebir insan. Bir insanda olan bütün fonksiyonlar var artık.
İşte bu andan itibaren diyor Allah: “summe enşe’nâhu halkan âhar” “Bundan sonra onu yeni bir yaratık olarak inşa ettik.” Oluşturduk. (Mu’minûn 14). Bundan sonra yeni yaratık, farklı bir yaratık. Yeni demeyelim de, farklı bir yaratık. O zaman kadar bütün canlılarla aynı özellikleri taşıyor. O zamandan itibaren farklılaşıyor. Yani insan oluyor. On altı hafta.
Ömer Çetinkaya: Dört aydan sonra oluyor.
Evet, on altı hafta. İnsan oluyor.
Şimdi, oradaki kadın doğum uzmanı ile görüştüm. Bir de ondan sonra bir başka kadın doğum uzmanı ile görüştüm. Bir özel toplantıda. O, İzmir’de. Dedim ki; çocuklar tam olarak, yani yaratılışta yapı ne zaman tamamlanıyor? Dediler ki, ikisi de dedi ki, on iki haftalıkken tamamlanıyor. Bu on altı hafta olmalı dedim. Onlardan bir tanesi dedi ki, valla biz sadece dış görünüşe bakıyoruz. Belki iç organları on altı haftada tamamlanıyor. Çünkü dedi, biz çocuğa on altı haftadan itibaren müdahale edebiliyoruz dedi.
Şimdi, sonra bizim asistan internet sitelerini araştırmış ve bana bir bilgi gönderdi. On altıncı haftada iç organları da, nefes alması da, her şeyi tamı tamına normal bir insan haline geliyor. Her şeyiyle. İşte sevvâhu o. Tabi görüntü çok küçük ama normal insanda bulunan her şey onda da var. Ondan sonra farklılaşıyor. Farklılaşmasının nasıl olduğunu Allah-u Teâlâ anlatıyor. “Summe sevvâhu” Görüntü olarak, her şey olarak diğer insanlarla eşitledi. “ve nefeha fîhi min rûhihî.” “Ve onun içerisine (Allah) ruhundan üfledi.” (Secde 9).
Ruhundan üflenmesiyle… Bak o zaman kadar ruh yok. Şimdi, bizim oradaki arkadaşlarımızın hemen tamamı ruh ile canı birbirinden ayırmıyorlar bunu gördüm. Onlara dedim ki, siz bana şöyle bir müsaade edin şunu bir anlatayım. Ama müsaade edilmedi. Şimdi anlatıyorum. Belki onlardan da dinleyen olursa dinlesin. Ruhla canı aynı zannediyor arkadaşlarımız. Peki şuraya gelinceye kadar bu çocuk cansız mı? Kimse cansız diyebilir mi? Bu noktada Allah diyor ki: “Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî.” Bu noktada ruh üfleniyor. Ve bu on altı haftalıkken. Yani yaklaşık yüz yirmi güne yakın bir süre içerisinde.
Bu noktadayken ruh üfleniyor ve bu noktadan itibaren “ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh.” “Sizin için işitmeyi, görmeyi ve kalpleri oluşturdu.” (Secde 9). Peki şu ana kadar bu çocuğun gözü var mı? Var. E göz görmek içindir. Kalbi var. İşitmesi de var. O zamana kadar ki işitmesi, görmesi, kalbi… Kalp kan pompalamadan başka bir iş yapmıyor o zamana kadar. Göz görmeden başka bir işe ayarlanmış değil. Kulak da sıradan, diğer canlıların işitmesi gibi işitiyor. Ama bu andan itibaren, işitirken artık şu anda sizin işittiğiniz gibi işitmeye başlıyor. İşittiklerine birer anlam vermeye başlıyor. Yani oradan öğrenmeye başlıyor, yani öğrenme o anda başlıyor.
E görme işi, bir hayvan da görür bir insan da görür. Hayvanların bulunduğu yere bir tabancayla gitsin birisi ya da eline bir bıçak alsın gitsin. Şöyle sığır dolu bir yere bıçakla girin, o sığırlar o bıçaktan rahatsız olurlar mı? Olurlar mı? Ha olmazlar. Hâlbuki o bıçakla adam onları kesmeye gitmiştir. Elindeki bıçağı görmezler mi? Görürler. Ama insanların olduğu yere birisi öyle bir bıçakla ya da tabancayla geldiği zaman insanlar rahatsız olur. Çünkü o insanlar hem o anda olanı görürler, hem öncesini görürler, hem sonrasını görürler.
Ya niye rahatsız oldun kardeşim?.. Bu tabancayla dün işte, duyuyoruz adam öldürüyorlar, ya sen de aynısını yaparsan… Bak bu öncesini görmektir. Ya bundan sonra ya sen de aynısını yaparsan… Sonrasını görmektir. O anla birlikte öncesini ve sonrasını görebilmenin adına basar denir, basiret denir.
O andan itibaren basiret oluşmaya başlıyor. E bir de kalp oluşmaya başlıyor. Yani kanı vücuda pompalama dışında bir karar organı; yani sevginin, nefretin, çeşitli kararların mekânı olarak kalp oluşuyor. Ve bu ruhun üflenmesiyle birlikte oluşuyor. O zaman bugünkü şekilde biz bunu şöyle izah edebiliriz size. Şimdi önümde bir bilgisayar var değil mi? Bu bilgisayarı fabrikası yapıyor. Bu bilgisayarın kendisi insanların cesedidir. Cesedi gibidir yani. Bir de elektrik olması gerekiyor değil mi çalışması için? Elektrik de insanın canı gibidir. Canlı.
Peki bilgisayarı aldınız, elektriği de taktınız. Bu bilgisayar çalışır mı? Yani ondan istifade edebilir misiniz? Evet Abdullah! Ne yapmak lazım? Program yüklemek lazım. Bilgisayarın yapısı tamamlanmadan program yüklenir mi? Yüklenmez. İşte Allah da… Yani ruh da o yüklenen program gibidir. Çünkü ruh yüklendiği andan itibaren görme değişiyor, işitme değişiyor, algılama değişiyor ve kalp değişiyor. Değişik fonksiyonlar. İnsanı insan eden özellikler başlıyor. Ve insanın aldığı ve verdiği bütün bilgiler bu üç organdan oluyor. Göz, kulak ve kalpten oluyor. Buralardan gidip geliyor.
Yani evet, akıl çok önemli ama akıl kalpten ayrı şey yapamıyor. Çünkü kalp menfaatleri organize ediyor. Akıl da menfaatlere uygun şey yapıyor. Kendisini ya zorluyor, ya kalp akla uyuyor ya akıl kalbe uyuyor. Kalp akla uyuyorsa çok doğru giderler, dürüst yaparlar. Ama akıl kalbe uyarsa, yani duygu hâkimiyeti altına giderse, menfaatleri için bir takım şeylerinden vazgeçerse, o zaman da kötü bir insan haline gelir. Onun için Allah-u Teâlâ “Akıllarını kullanmayanların üzerine pisliği yığarım” diyor. (Yûnus 100).
Şimdi, asıl bilgiler bilgisayarda mı olur programlarda mı? Programlarda olur. Onun için bilgisayar burada durur, onu çeker alır gidersin. Bir diskete yükler gidersin. İşte esasen insanı insan yapan şey ruh. Bütün bilgiler onun üzerinde. Şimdi, insanla hayvanın farkı program yüklü bilgisayarla buzdolabının farkı gibidir. Buzdolabı elektrik ve mekanikle çalışır. Başka bir şeye ihtiyaç yok. Ama bilgisayar elektrik ve mekanikle çalışmaz. Mutlaka program olması gerekir. İşte insanı insan yapan ruh böyle bir şeydir. Elbette ki birebir olmaz ama anlayabilmek için verecek başka bir örnek de yok.
Ve nasıl ki bilgisayarın yapısı tamamlanmadan program yüklenmiyorsa, insanın vücudu da tamı tamına diğer insanlara eşitlenmeden program yüklenmiyor. Program yüklendiği an tam bir bilgisayar olur. Gerçek manada bilgisayar olur, her türlü bilgiyi yükleyebilirsiniz. Şey de öyle işte. Onun için Allah o safhaya, ruhun üflenmesinden sonraki safhaya adelek diyor; denkleştirdi seni. Kime? Diğer insanlara denkleştirdi.
Yaratılış, eşitlenme. Eşitlenme, tam görüntü… Şey olarak, yapısal olarak eşitlenme. Ve denklenme, ruhun da üflenmesiyle beraber tam bir insan olma. Onun için duyarsınız; işte çocuk annesinin karnında üzülüyor, seviniyor, işte annesini dinliyor falan diye anlatırlar. E tabi ki dinler. İşte Kur’an-ı Kerim de böyle.
Şimdi burada şu net olarak ortaya çıkıyor, on altı haftalıktan sonra o çocukla dışarıdaki çocuk arasında hiçbir fark yok. Dışarıdaki çocuk arasında hiçbir fark yok. Bu tam bir insan olduğuna göre ona müdahale ne olur? Dışarıdakine de müdahale olur. Zaten bunlar bu Down sendromu dedikleri şeyleri de on altı haftadan sonra tespit ediyorlar. Efendim bu çocuğu aldırmalısınız. Aldırmasak ne olur? Ölü doğar. E doğsun, ölü doğsun, hiç olmazsa annesine müdahale edilmiş olmaz. Bir sürü ilaçlarla, şunlarla, bunlarla. Ya güzel doğarsa ne olacak?
Şimdi, orada işte sakat doğumlarla ilgili bir takım şeyler söylendi. Dedik ki, kardeşim çok kesin hani bir takım bilgiler olursa biz ona göre konuşuruz. Ama benim şahsen o kadar çok karşılaştığım olay var ki; bu çocuk beyinsiz diyor, bu çocuk bilmem ne diyor ve bize geldikleri zaman ona müdahale etmeyin diyoruz. Çünkü on altı haftadan sonra o tam bir insan olmuştur. Ve çoğusu bana teşekkür ziyareti yapıyor, teşekkür ediyor. Hocam Allah razı olsun…
Ben bunu oradaki arkadaşlara anlattım. Hepsinin de aynı şekilde hatıraları var. Anlattılar onlar da. O zaman bir ihtimale dayanarak hareket edilmez. Şimdi, orada genetik uzmanı Orhan Terzioğlu galiba, adında bir profesör konuştu. Diyor ki… Tabi bunlar da inançlı insanlar yani öyle sıradan insanlar değil. Diyor ki, Allah-u Teâlâ genlerimizi birer kütüphane haline getirmiş. Dolayısıyla biz genlerde bir insanın bütün hayatını okuyabiliyoruz diyorlar. İşte, hastalığını da okuyabiliyoruz, sağlığını da, gelişmesini de, her şeyini orada görebiliyoruz.
İşte bu yüzde bin beş yüz doğrudur. İki trilyonda bir hata ihtimali var. Peki siz bunu ne zaman?.. Tabi bu sözlere inanmak zor. Niye zor? İki triyon deneme yapmış olacaksınız ve bir tane hata tespit edeceksiniz, iki trilyonda bir olacak. Efendim yirmi beş yaşında şu hastalık olur diyorsunuz. Şu anda kardeşim genetik bilimi ihdas edileli yirmi beş sene olmadı daha. Dolayısıyla böyle biraz belki kendi içinde doğru olabilir ama doğruları takdimde de farklı bir yöntem şey yapmak lazım. Dinleyicileri de düşünmek gerekir, tatmin etmek gerekir.
Yahya Şenol: On altıncı haftadan önceye mi müdahale serbest?
Şimdi tabi Yahya’nın sorduğunu siz de soracaksınız elbette, on altıncı haftadan önce müdahale serbest mi diye. Bizim ulemada, bilhassa Hanefi mezhebi uleması on altı haftadan önceye fetva verirler. Yani verenler de vardır vermeyenler de. Bu fetvayı verirken bu ayetlere dayanmazlar. Bununla ilgili bir hadisi şerif vardır. İşte, yüz yirminci günde ruh üflenir diye. O hadisin de yapısında ciddi şüpheler var gerçekten. Dolayısıyla haklı olarak oradaki arkadaşlar dediler ki, biz bu yüz yirmi güne nasıl güvenelim dediler.
O yüz yirmi güne güvenmek gerekiyor. Çünkü, hah, bakın şurada, Lokman suresinin 14. ayetinde Allah-u Teala şöyle diyor: “Ve vassaynel insâne bi vâlideyhi.” “Biz insana annesine babasına karşı iyi davranmayı tavsiye ettik.”, “hamelethu ummuhu vehnen alâ vehnin” “Annesi onu bin bir güçlükle taşıdı.” İnsanı. Ne zamandan itibaren bu güçlük başlar? Tam insan olduğu andan itibaren. Zaten insan kelimesi geçiyor. Yani halk-ı âhar olduğu zaman. “ve fisâluhu fî âmeyni” “Annesinden tamamen ayrılması iki yıl sürer.” Bu iki yıl çocuğun süt emme yaşıdır. Yani süt emebileceği zamandır.
Ondan sonraki ayette Ahkâf suresinin 15. ayeti. “Ve vassaynel insâne” Gene insan kelimesi geçiyor. Diyor “İnsana tavsiye ettik.”, “bi vâlideyhi ihsân” “Annesine babasına iyi davranmayı.”, “hamelethu ummuhu kurhen ve vadaathu kurhâ” Burada hamileliğini ve doğumunu birlikte anlatıyor. İnsan olarak taşıdığı süreyi ve doğumunu. Yukarıda sadece taşımayı ayrı anlattı. Ayrılmayı anlattı, onu süte hamlediyor.
Burada da diyor ki, “ve hamluhu” Zaten açıkça söylüyor. Kadının onu insan olarak taşıması, “ve fisâluhu” Onun annesinden tamamen ayrılması, “selâsûne şehren.” “otuz aydır.” (Ahkâf 15). Şimdi, süt emmesi iki yıl, yirmi dört ay eder değil mi? Hamilelik ile birlikte otuz ay olunca hamilelik kaç ay olur? Altı ay olur. Altı ay insan olarak hamileliği. Yani dört aydan sonra. Yani on altı haftadan sonra altı ay. Şimdi, on hafta yetmiş gün eder değil mi? Altı kere yedi kırk iki, yüz on iki gün ediyor. Yüz on iki gün.
Şimdi yüz on iki gün, üç ay yirmi iki gün mü ediyor? Altı ay daha, dokuz ay yirmi iki gün ediyor yaklaşık. Dokuz ay on günle zaten onun arasında inerçıkar. Değişir yani, hepsi dokuz ay on gün olması şey yapmıyor. İşte bu ayeti kerimede anne rahminde tam bir insan olarak, yani bütün duygularıyla, ruhuyla, her şeyiyle tam bir insan olarak kalış süresi altı ay diye belirtildiği için on aydır ortalama. Ki bunlar kameri aydır. Bu şey ayı değil. Miladi takvime göre olan ay değil yani. Doktorlar da öyle söylediler, biz bu tür şeyleri kameri aya göre hesap ederiz dediler.
Kameri ayda biliyorsunuz ki dokuz ayda aşağı yukarı on, on bir gün fark eder yani diğerine göre. On iki ayda on bir gün eder ama o ayların durumuna göre, zaten işte hesap ettik, dokuz ay…
Yahya Şenol: On, on iki gün falan fazla çıktı.
Ha, yirmi iki gün, ha. Şimdi, arkadaşlara tabi çok kısa söylemiştim orada. Burada anlatılan, bir çocuk anne karnında ruhu da üflenmiş tam bir insan olarak altı ay kalıyor. Zaten geleneğimizde onun için hamile kadınlara karşı son derece nazik davranılır. Çünkü orada sadece kadının şeyi yok, taşıdığı çocuğun da hakkı var. Anneye bağırıp da sert davrandığınız zaman çocuk da ondan etkileniyor. Çünkü tam bir insan olmuş artık.
Evet. Şimdi, şimdi siz canın ve ruhun farkı net bir şekilde ortaya çıktı mı? Şeyden sonra, on altı haftadan sonra ancak o Down sendromu dedikleri, yani çocuğun bir… Yani ciddi sakatlığı diye tanımlayabileceğimiz durum on altı haftadan sonra belirleniyor. O zaman bizde biz sakat insanları öldürüyorsak onu da öldürmeliyiz. Sakat insanları öldürme hakkımız var mı? Sakat diye… Yok. O zaman ona da hakkımız yoktur.
Ha, şöyle bir durum olabilir. Annenin sağlığı çok ciddi bir tehlike içerisinde olur. ya çocuğu alacaksınız anneyi kurtaracaksınız, o da doktorlar arası iyi bir konsültasyon olması lazım. Çok ciddi bir karardır. Ciddi bir tehlike söz konusudur. Anne de çocuk da birlikte ölecek gibi bir durum vardır, bir tanesini kurtarmak için, doktorlar arasında da tam bir konsültasyon olur, görüş birliği olursa ona cevaz verilebilir.
Ha, onun dışındaki on altı haftalığa kadar müdahale de, işte bir takım zaruretler varsa, ciddi zaruretler varsa, mesela tecavüze uğrama olayları vardır ya da daha başka şeyler vardır. İşte o zaman buna bir takım zaruretlerle müsaade edilebilir. Fakat işlin esası asla müdahale etmemektir. Temeli odur. Ama Allah-u Teâlâ burada mademki on altı haftadan sonra tam bir insan haline geldiğini belirtiyor, bunun bize bir şeyler söylemesi lazım.
İşte bizim… Orada da söyledim, biz burada sürekli konuşuyoruz kendi aramızda; bizim temel hatamız şu, mesela arkadaşlar konuşuyorlar, efendim diyorlar biz diyorlar aslında burası bizim sahamız değil. Burada doktorlar konuşmalı, biz burada konuşmamalıyız diyorlar. Hayır, niye değil? Allah-u Teâlâ dini nasıl tarif ediyordu? Sık sık burada tekrarlıyorum. Bu tür yerlerde iyice anlıyorum ki bunu çok daha fazla, her derste tekrarlamak lazım. Çünkü bizim dini tanımlamamızda ciddi bir problem var. Biz kendi kafamıza göre bir din tanımlaması yapıyoruz. Ama Allahın tanımladığı din 30. surenin 30. ayetinde olan dindir. Yani Rum suresinin 30. ayeti.
“Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ.” “Yüzünü dosdoğru bu dine çevir.”, “fıtratallâh” “Allahın fıtratına”, “elletî fataran nâse aleyhâ.” “Öyle ki, insanları da ona göre yaratmıştır.” Yani bu din fıtrattır. İslam dini fıtrattır. Fıtrat ne demek? İşte fıtrat şu demek, bak göstereyim ben size. Şimdi, fatara kelimesinin anlamı bir şeyi yarmak, ikiye bölmek. Şimdi, şurada bir döllenme oluyor ana rahminde. Bundan sonra bir fatara oldu. Ne oldu? İkiye bölündü. Tekrar bir fatara oldu dörde bölündü. Tekrar bir fatara, sekiz. Tekrar böyle… Sekiz, on altı, otuz iki, altmış dört, yüz yirmi sekiz katlanarak gidiyor.
İşte fıtrat bu bölünmenin adı. Bu bölünmeyi oluşturan, geliştiren, değiştiren kanun ve kurallardır fıtrat. Bu kanun ve kurallar nasıl ana rahmindeki çocukta varsa, göklerde de var yerde de var. Çünkü Allah “fâtıras semâvâti vel ard” diyor (Yûsuf 101). “Gökleri ve yeri fâtır olan.” Yani bölerek geliştiren. O zaman fıtrat ne demek oluyor? Tüm varlıklarda geçerli olan kanun demek olur. İşte tüm varlıklarda geçerli olan kanunun yazılış şekli de budur, Kur’an-ı Kerimdir. Dolayısıyla bu Kur’anın ilgilenmediği hiçbir alan yoktur.
Ama şu var; eğer incelediğimiz ilim genetikse, o konuda iyi genetik uzmanları gelecek, Kur’anı iyi bilenler gelecek, Arapçayı çok iyi bilenler gelecek. Genetik uzmanları bu meseleyi anlatacak, onlar da zihinlerindeki Kur’an bilgileriyle ilgili olabilecek ayetleri getirip onların önüne koyacaklar, kendi Arapça bilgileriyle onları anlatacaklar, onlar da bunlar şeylerini, kendi genetikleri ile ilgili şeyi geliştirecekler. Ya da iktisatsa ya da artık ne bileyim uçak sanayi ise ya da şu. Ne olursa olsun o konunun uzmanları ile birlikte Kur’an-ı Kerime bakılırsa bulunur.
Ama yanlış olan şu, bizde bir kere hoca olmayan Kur’andan zaten anlamaz(!). Hocalara gelince, onlar da her şeyden anlarlar(!). Yani Kur’an-ı Kerimde olan şeyler onların tekelindedir. Siz ne anlarsınız derler. O zaman kendileri de bir şey anlamadığı için, anlattıkları da kimseyi tatmin etmediği için Kur’an-ı Kerimi bir kenara koyarlar.
Şimdi, orada birisi kalktı dedi ki; ya dedi işte siz Kur’an-ı Kerimi şey yaparsanız dedi, her konuda uygun ayetler bulabilirsiniz dedi. Hemen yakaladım, dedim ki, sana istediğin kadar süre; bir sene mi, beş sene mi, on sene mi? Kaç kişiyle birlikte çalışıyorsan çalış; sen arzu ettiğin bir konuyu, söylediğin gibi Kur’andaki ayetlerle ispatla, istediğin ödülü vereceğim sana. Var mısın dedim. Ya işte, falan böyle diyor, filan… Falan filanla olmaz… Bu Kur’an-ı Kerimi işlevsiz hale getirmektir.
İstediklerini söyletiyorlarmış! Söyletirsin, gayet kolay. Bir kişinin söylediklerinin başını kes, sonunu kes, ortadan bir tane kelime çek… Mesela şöyle diyeyim, bir olay anlatayım. Keşşâf diye meşhur bir tefsir vardır. Zemahşerî’nin Keşşâf’ı. Şimdi, Zemahşerî bu Keşşâfta Yusuf (A.S) ile Züleyha arasında geçen olayla alakalı uydurulmuş hikâyeleri ve hurafeleri anlatıyor. Diyor ki; bir kısmı şöyle diyor, bir kısmı böyle diyor, bunlar Allah ve Resulune iftirayı dinlerinin temeli yapmış kimselerdir diyor. Keşşâf böyle yapmış.
Şimdi, tasavvufla ilgili kitaplar Keşşâf’ın tenkit ettiği cümleyi olduğu gibi almışlar, değerlendirmesini hiç almamışlar, Keşşâf böyle demiştir diyorlar. İşte, büyük tefsir alimi, efendim Mutezile mezhebine mensup olmasına rağmen böyle demiştir. Ya adam onu… Diyor ki, Allaha ve Resulune iftirayı kendi dinleri haline getirmiş olanlar böyle yapıyorlar diyor. E, demesi için de ne dediklerini yazması lazım. Canım siz böyle bir değerlendirme yaparsanız, Kur’ana da istediğinizi söyletirsiniz, ne bileyim…
Mesela Firavun dedi ki: “Ben sizin en büyük rabbinizim.” Yok mu Kur’anda? “Fe kâle ene rabbukumul a’lâ.” (Nâziât 24). Kaldırın o şeyi. Allah müsaade etmiş ben sizin en büyük rabbinizim demeyi, bak işte ayette de var dersiniz olur ne olacak? yani sapmak isteyenlere yollar açık. Ama bu hiçbir akıllının yapabileceği bir şey değildir.
Sonuç olarak dersimizi bitirmiş olalım. Mesela buradan da bilgisayar teknolojisiyle uğraşanlara aklıma gelen bir şeyi söyleyeyim. Allah-u Teâlâ, ana rahminde çocuk on altı haftalık olduğu zaman ona ruh üflediğini belirtiyor ki ilgili ayetleri okuduk. O ruh ne oluyor? İnsan uyuduğu zaman ruh çıkıp gidiyor. İster ana rahminde uyusun, ister dışarıda uyusun fark etmez. Allah-u Teâlâ Zumer suresinin 42. Ayetinde diyor ki: “Allâhu yeteveffel enfuse hîne mevtihâ velletî lem temut fî menâmihâ.” “Allah ruhu ölümü sırasında çeker alır…” Tıpkı bilgisayarı artık kullanmıyorum dediğiniz zaman, oradaki bütün bilgilerinizi çekip aldığınız gibi. Bunun modası geçti, artık bunu kullanmıyorum dediğiniz zaman öyle yapmıyor musunuz? Bütün bilgileri çekip aldığınız gibi…
Bilgiler aslında o programlardadır, bilgisayarın kendinde değil. Ölümü sırasında ruhu çeker alır. Bütün bilgiler o ruhta. O vücut da çürür gider, hiç önemli değil. “velletî lem temut fî menâmihâ.” “Ölmemiş kişinin ruhunu da uykusunda iken alır.”, “fe yumsikulletî kadâ aleyhel mevt” “Ölümüne karar verdiğini tutar.” O ruhu tutar çünkü ruhun artık gideceği yer yok. Yani o programın yükleneceği bilgisayar kalmamış. “ve yursilul uhrâ ilâ ecelin musemmâ.” “Diğerini belli bir süreye kadar serbest bırakır.” Yani insan uyandığı zaman ruh tekrar gelir bedene girer.
Şimdi, bilgisayar teknolojisini kullanacaklara şunu söyleyeceğim. Vücut uyuduğu zaman, çalışmadığı zaman ruh nasıl gidiyorsa, öyle bir şey oluşturmaları lazım ki, bilgisayar çalışmadığı an bütün bilgileri çekip alasınız oradan. Çünkü aksi takdirde bozulmalar oluyor, bilgileriniz kayboluyor. Söylediğim bu tamam mı? İşte Kur’an teknolojiyi böyle yönlendirir.
Şimdi, bakın! Kur’an-ı Kerime uyduğunuz zaman hep siz önde olursunuz. Uymazsanız başkaları olur.
Şimdi, ölünce ne oluyor? Yani bütün bilgiler nasıl programdaysa, bütün bilgiler de ruhta. İnsan öldüğü zaman belli bir yere gidiyor, tekrar geri dönmek yok. Anlıyor ki pabuç pahalı. İş kötü. Onu görünce, bak şey oluyor işte, Mu’minûn suresinin 99. Ayetindeki durum oluyor. “Hattâ izâ câe ehadehumul mevtu kâle rabbirciûn.” “ehadehumul mevt” “Onlardan birine ölüm geldiği zaman…” Bunlar, yukarıdaki bağlantıdan okursanız kâfir olan insanlardır. “… diyecek ki, Yarabbi beni geri çeviriniz.” Konuşan nedir? Ruh. Çünkü bütün bilgiler onda. Ölen cesette bir şey yok. Bütün bilgiler onda.
Şimdi iyice anlaşıldı mı ruh meselesi. Bunu kafanıza iyice koyun çünkü bilinmiyor maalesef. “Leallî a’melu sâlihan fîmâ terektu” diyor. “Terk ettiğim dünyada belki iyi bir iş yaparım.” (Mu’minûn 100). Beni tekrar dünyaya çevirir misiniz Yarabbi diyor. “Kella” Allah cevaplıyor. “Asla” diyor. “innehâ kelimetun huve kâiluhâ” “Bu onun söylediği bir sözdür.”, “ve min verâihim berzahun ilâ yevmi yub’asûn.” “Yeniden dirilecekleri güne kadar arkalarında bir engel vardır.”
Yeniden dirilecekleri zaman kadar ruh geri gitmeyecek. Yani yeni bir bilgisayar yapılıncaya kadar program yüklenemeyecek. Tamam mı? Ve bu program her bilgisayara yüklenen programlardan değil; kendisine ancak yüklenir, başkasına yüklenemez. Kendi vücudu yeniden dirilmedikten sonra olmaz.
Orada o genetik profesörü dedi ki; 1943’de ölmüş olan, işte adını da söyledi, bir hanım, bir hastalıktan dolayı ölmüş; onun hastalığını iyice öğrenmek için izin aldık, gittik kabrini açtık, genlerini aldık şimdi onu inceliyoruz diyor. Peki …? Yaşayan bir insanın geni kadar canlı dedi. Buyurun!.. İşte, insanlar… Ve bütün özelliklerini taşıyor. Bozulmuş falan değil. İşte, insanlar yeniden yaratıldıkları zaman Allah-u Teâlâ parmak uçlarındaki özellikler de dâhil her şey eski halini alacak diyor.
“Ve izen nufûsu zuvvicet.” diyor (Tekvîr 7). İşte, yeniden yaratılışta o ruh gelecek, canlı bedene girecek ve kişi tamam, sanki yataktan kalkmış gibi kendisini hissedecek. “Ve nufiha fîs sûri fe izâ hum minel ecdâsi ilâ rabbihim yensilûn.” (Yâsîn 51). Bir de bakacaksınız ki, kabirlerinden kalkmışlar, Allahın istediği tarafa doğru hızla gidiyorlar. Kâlû yâ veylenâ men beasenâ min merkadinâ” (Yâsîn 52). Diyecekler ki, yahu ne oldu bize? Bizi uykumuzdan kim uyandırdı? Uykudan uyandığını zannediyor.
Evet şimdi, dolayısıyla böylece yeni bir ufuk turu şey yapmış olduk. Kısaca özetleyelim. On altıncı haftaya kadar çocuk ana rahminde her hangi bir cenin. On altıncı haftada tamı tamına görüntü olarak insan dönüşüyor, İnfitâr suresindeki “Ellezî halakek”. On altıncı haftadan önceki durum “fe sevvâke”, diğer insanlarla eşitledi. Yani aynı organlara sahip hale getirdi. Sonra ruh üflenince “fe adelek”, sizi denkleştirdi. Tam bir insan oldu.
O zaman, on altıncı haftadan itibaren ana rahmindeki çocuğa müdahale yaşayan bir insana müdahale gibidir. Onu aldırmak, onu öldürmek, tam bir insanı öldürmek gibidir. Bu konuda son derece dikkatli olmak lazım. On altıncı haftadan önce de, çok ciddi bir problem varsa o zaman olabilir.
Böylece bugünkü dersimizi de bitirdik. Şey, Ataullah habire yazdığına göre bir takım sorular var demektir. Onu ikinci bölümde inşallah sizlerin de sorularıyla birlikte cevaplandırırız.