Elhamdu lillahi rabbi’l-alemin, ve’l-akibetu lil-muttekin ve’s-salatu ve’s-selamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Bugün, Allah nasip ederse, Ali-İmran Suresi’nin 30. ayetinden itibaren okuyacağız. Burada Allahutaala şöyle buyuruyor: Yevme tecidu kullu nefsin mâ amilet min hayrin muhdâran, ve mâ amilet min sû’ teveddu lev enne beynehâ ve beynehû emeden baîdâ. “İnsanın yaptığı hayrı ve yaptığı kötülüğü hazır bulduğu günde, her nefsin yaptığı iyiliği ve kötülüğü hazır bulduğu günde, kötülük yapan kişi şöyle isteyecek…” Lev enne beynehâ ve beynehû emeden baîdâ. “Keşke yaptığı günahla, kötülükle kendisi arasında uzun bir mesafe olsa da onu gözü görmese.” Ve yuhazzirukumullâhu nefsehu. “Allah sizi, kendine karşı dikkatli olma konusunda uyarıyor.” Vallâhu raûfun bil ibâd. “Allahutaala, kullarına karşı çok merhametlidir.” (3/30) Çok merhametli olduğu için diyor ki: Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ. “İyilikle gelen, yaptığının on katını alacaktır.” Ve men câe bis seyyieti. “Ama kötülük yaparak gelen…” fe lâ yuczâ illâ mislehâ. “Kötülük yapanlar sadece yaptıklarının dengini bulacaklardır karşılık olarak.” (6/160) Bu, En’am Suresi’nin 160. ayeti, okuduğumuz ayet. Ne demek? Demek ki: bir iyilik yaparsanız, on gramlık sevabınız yazılıyor. Ama aynı türden bir kötülük yaparsanız, günahınız bir yazılıyor. Öyleyse, on tane günaha bir sevap denk geliyor. On tane günaha bir tane sevap denk geliyor. Şimdi, Cenab-ı Hakkın ne kadar merhametli olduğunu gösteriyor değil mi? Kullarına karşı ne kadar çok merhametli! Öyleyse, insanın günaha iyice batmış olması lazım ki ahirette cehenneme gitsin. Tabi günahın en büyüğü de biliyorsunuz, şirk günahıdır. Ve maalesef insanların en kolay işlediği günah da şirk günahıdır. Şimdi konuya girmeden önce, Kehf Suresi’nin, yani 18. surenin, 47’den 49’a kadar olan ayetlerine bir bakalım. Ve yevme nuseyyirul cibâl. “O dağları yürüttüğümüz günde…” ki kıyamet günü dediğimiz, yeniden dirilişle yani her şeyin ölümüyle başlıyor, sonsuza kadar devam ediyor. Yani bu dünyadaki gün kavramından farklı. Oradaki gün kavramı, bu dünyadaki gün kavramından farklı. Bunun delili olarak da, tabi isteyeceksiniz, Araf Suresi’nin 32. ayeti… Burada Allahutaala diyor ki: Kul men harrame zînetallâhilletî ahrace li ibâdihî. “De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü haram eden kimmiş?” Vet tayyibâti miner rızk. “Ve rızkın temizlerini kim haram kılmış?” Kul hiye lillezîne âmenû fîl hayâtiddunyâ. “De ki: Allah’ın o güzel rızıkları, güzel nimetleri dünya hayatında, yani şu yaşadığımız hayatta, müminler içindir.” Bu dünyada müminler içindir. Hâlisaten yevmel kıyâmeh. “Kıyamet gününde, sırf müminler içindir.” (7/32) Demek ki o güzel rızıklar, güzel nimetler bu dünyada da bizim içinmiş ama ahirette sadece bizim, inanan insanlar için. Bu dünyada bazıları fakir edebiyatı yapar. Mesela anlatırlar; Ebu Hanife çok güzel atlara binermiş ama güzel elbiseler giyermiş ama içten keçi kılından bir şey giyermiş ki dünyaya fazlaca meyil etmesin. Bu tür şeyler tabi uydurulur, söylenir. Yani dünya nimetlerinden yararlanma, bu dünyada kimin içinmiş? Müminler içinmiş. Ama kâfirler de istifade ediyor. Yani düşünürseniz, Rasulullah (s.a.v.)’ın zamanı ve daha sonraki zaman, gerçekten dünyada iki asır öncesine kadar, en üst seviyede olanlar Müslümanlardır. Sonra Müslümanlıklarını tamamen unuttukları için Cenab-ı Hakk onlara ceza veriyor şimdi. Ahirette de sırf müminler için. İşte burada ahiret diye tercüme ettiğimiz şey “yevmul kıyameh”. Yevmul kıyameh, dediğimiz zaman, yani “kıyamet günü” dediğimiz zaman, bizim zihnimize mahşer günü geliyor, yani öyle zannediyoruz. Tamam, doğru, mahşer günü, kıyamet gününün bir parçasıdır ama o kıyamet günü dediğimiz, yeniden dirilişle başlayıp sonsuza kadar devam eden bir gündür. Yani “gün” kelimesi, Dünya’nın kendi etrafında bir kere dönmesiyle oluşan yirmi dört saatlik bir bölüm değil; Cenab-ı Hakkın kitabında bazen elli bin yıla tekabül ediyor bazen bin yıla tekabül ediyor. İşte göklerin, yerin yaratılışı altı gün deniyor. Onun miktarının ne olduğunu bilmiyoruz. Kıyamet günü de sonsuza kadar devam ediyor. Bunu şundan dolayı anlatma ihtiyacı duydum; ayeti doğru anlayalım diye. Yani şu Kehf Suresi’nin 47. ayetini doğru anlayalım diye. Ve yevme nuseyyirul cibâl. “Dağları yürüttüğümüz gün…” Demek ki tüm insanların ölümünden sonra başlıyor bu iş. Herkes öldükten sonra dağlar yürütülüyor, çukur yerler kapatılıyor sonra Dünya tekrar Âdem (a.s.)’in oluştuğu kıvama dönüşüyor. Bir balçık deryası haline dönüşüyor. İnsanların vücutlarından artan parçacıklar, o balçık deryası içerisinde, Âdem (a.s.)’ın toprakta oluşması gibi oluşuyor. Tıpkı bir ağacın oluşması gibi oluşuyor insanlar yeniden. Bu konulardaki çalışmalar inşallah devam ettirebilirsek… Bu sahada çok büyük bir boşluk var, çok ciddi bir boşluk var. Bir de birçok hurafeler bugün bilim olarak okutuluyor okullarda, üniversitelerde. Onlara karşı da inşallah Kur’an merkezli bir çalışma yaparsak çok güzel neticelere varırız. Şimdi, diyor ki Allahutaala: Ve yevme nuseyyirul cibâl. “Dağları yürüttüğümüz günde…” Ve terâl arda bârizeten. “Yeryüzünün tümüyle ortaya çıktığını göreceksin.” Artık dağların olduğu yer de düz saha haline gelecek. Ve haşernâhum. “Herkesi bir araya toplamış olacağız.” Fe lem nugâdir minhum ehadâ. “Onlardan bir tek kişiyi bile bırakmış olmayacağız.” (18/47) Yani şu yeryüzüne gelip yaşamış olan bir tek kişi bile mahşer yerine gelmekten kurtulamayacaktır, herkes oraya gelecek. Sadece insanlar gelmeyecek, hayvanlar da gelecek. Yani Tekvir Suresi’nde var ya, “Ve izel vuhûşu huşirat.” (81/5) Vahşi hayvanlar bile bir araya getirilecek. Yani dabbe denilen hepsi, bütün canlılar orada bir araya getirilecek. Ve uridû alâ rabbik. “Rabbin huzuruna çıkarılacaklar.” Saffan “Sıralar halinde” (18/48) ki orada melekler de sıraya girmiş olacaklar. Ve câe rabbuke vel meleku saffen saffâ. (89/22) Fecr Suresi’nde var. Cenab-ı Hakkın huzuruna geliyorlar, melekler de sıra sıra. Onlar da dizilmiş vaziyette olacak. Çünkü onlar da imtihana tabi olan varlıklardan. Lekad ci’tumûnâ kemâ halaknâkum. “İşte bize, sizi ilk yarattığımız gibi geldiniz.” (18/48) Onun için ahiretteki dirilişimiz yine etten kemikten oluşan, topraktan yaratılmış olan bir vücutta olacaktır. Şimdi, topraktan yaratılmış deyince insanlar farklı anlıyorlar. İşte bizim her şeyimiz topraktan, su ile toprağın birleşmesi olmasa hiçbir şey olmaz. Yani aramızın vücudunda oluşan yumurta, babamızın vücudunda oluşan meni ve bunların beslenmesi, büyümesi… Bugün hala, soframıza oturun, yediğiniz yiyeceklere bakın topraktan gelmemiş hiç birisi yoktur. Tamamı topraktan gelmedir. O toprağın şekil değiştirmesidir. Dolayısıyla bizim vücudumuzdan ayrılan her parça da tekrar toprak olur. Yani yine aynı… Tıpkı şey gibi işte; mesela bir ağaç, biz hep gözlemliyoruz, ağacı kesiyorsunuz, yakıyorsunuz, kül haline geliyor. Ama o ağacın bir tek tohumu elinizde varsa ya da herhangi bir yerde varsa ya da bir yere düşmüş kaybolmuşsa, bakıyorsunuz ki bir gün o ağaç tekrar bitiyor. Dolayısıyla insanlar da aynı şekilde bitecek. Yalnız şöyle bir şey bazı kimselerin aklına geliyor: insanın bu kadar parçacığı varsa, bir insandan kaç kişi olacak acaba, falan diye akla geliyor. Böyle bir şey mümkün değil. Neden mümkün değil? İnsanın insan olabilmesi için vücuduna ruhunun girmesi lazım. Çünkü herkesin ruhu sadece kendi vücuduna girecek. Bir başka vücuda girmeyecek. Böyle bir durum söz konusu olduğu için bir-iki tane vücudun oluşması mümkün değil. Yani siz bir aracın tohumlarından belki bir orman bile oluşturabilirsiniz ama insanlar öyle değil. Sadece bir tek insan bir vücuttan oluşuyor, o da insanın ruhu ile vücudu ikisi de birer nefis kabul ediliyor. Kuvvirat Suresi’nde, Ve izen nufûsu zuvvicet. Yani “vücut yaratılıp da ruhlar vücudun içinde girdiği zaman” (81/7) kişi artık tekrar bu dünyadaki halini alacak. Yani şu anda şuurunuz, aklınız ne ise, orada da aynı olacak. Tıpkı uyuyup uyanmak gibi. Lekad ci’tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merrah. (18/48) Bir başka ayette de: Lekad ci‘timûnâ furâdâ. “Teker teker geldiniz huzurumuza.” (6/94) Kemâ halaknâkum evvele merrah. “Sizi ilk yaratığımız gibi.” (18/48) Yani biz bu dünyaya hepimiz teker teker geliyoruz değil mi? Yani ikiz olanlar bile önce birincisi geliyor, sonra ikincisi geliyor. İsterse üçüz olsun, fark etmez. Yani bu dünyaya geliş teker teker. Dolayısıyla Allah’ın huzuruna çıkış da yine teker teker olacak. Yani tamam, bütün insanlar bir arada ama herkes yalnız. Çünkü o şeyler, akrabalık bağları tamamen kopmuş vaziyette olacaktır. Kuvvirat Suresi’nde bu da ifade ediliyor. Ve izel ışâru uttılet, deniyor. İşar, “muaşeret” anlamına geliyor. Yani insanların o, birlikte yaşamalarından kaynaklanan duygular ortadan kaldırıldığı zaman. Onun için. Yevme yefirrul mer’u min ehîh. Ve ummihî ve ebîh. Ve sâhıbetihî ve benîh. (80/34,35,36) O gün kişi… En’am 94… Bu arada şunu da ben size söyleyeyim. “Ve izel ışâru uttılet” ayet-i kerimesine çok yanlış anlam verirler tefsir ve meallerde. Yani bunu bir parantez içi bilgi olarak söylemiş olayım. İzeş şemsu kuvvirat’ta… Efendim “on aylık dişi develer serbest bırakıldığı zaman…” Yani hakikaten… Yani bu kadar aklını kaybetmiş ümmete, Cenab-ı Hakk hiç yardım eder mi? Yani aklım almıyor. Şöyle bakın. Siz şöyle lütfen, hiç Arapça bilmenize lüzum yok. Sadece mantığınızı yürütün. Şu yanlışı bir görün. Hatta şeyden, istersen o ayeti bul da bir oku bakalım ne diyor. Kuvvirat Suresi var ya, Tekvir Suresi. Sen bir oku oradan da şey yapalım. İzeş şemsu kuvvirat. (81/1) Ne diyor orada? İlk baştan başla.
Yahya ŞENOL: “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar sallanıp yürütüldüğünde, gebe develer salıverildiğinde…” (81/1,2,3,4)
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Bak işte! Şimdi bak. İlk cümleyi oku. Bu meale göre. Ben kendim meal vermek istemiyorum çünkü o zaman kendi kafama göre veririm, dersiniz ki, sistemi ona göre kurdunuz. Şuna göre düşünün lütfen, oku birinciyi.
Yahya ŞENOL: “Güneş katlanıp dürüldüğünde…”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Güneş dürülmüş, Güneş yok. Hayat olur mu? Güneş yok. Orada “gebe deve salıverme” nereden çıktı Allah aşkına. Yani insan azıcık kafasını çalıştırır.
Bir katılımcı: Gebe olmayanlar salıverilmiyor!
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yok, gebe develer çok değerli ya! Evet, ikinci cümleyi oku.
Yahya ŞENOL: “Yıldızlar kararıp döküldüğünde…”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yıldızlar kararmış, dökülmüş; Güneş dürülmüş. Ee ondan sonra? Üçüncüsü…
Yahya ŞENOL: “Dağlar sallanıp yürütüldüğünde…”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Dağlar yürütülmüş, yıldızlar dökülmüş, Güneş dürülmüş… Yok efendim, gebe deveyi serbest bırakıyormuş. Ya Allah aşkına, böyle bir yerde hayat olur mu? Ya şurada küçücük bir sarsıntı oluyor, insanlar ne yapacaklarını şaşırıyor. Ya Güneş yok, yıldız yok, dağlar yürütülmüş. Böyle bir ortamda insan olur mu? İnsanlar ölmüş olur. Orada da verilen anlama bakınız Allah aşkına. Ne diyor? “Gebe develer salıverildiğinde…” Yani insanlar ölmemiş. Sadece gebe develer, en değerli mallarını bile serbest bırakmış. Ondan sonrası ne?
Yahya ŞENOL: “Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde…” (81/5)
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: “Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde…” Şu mantıksızlığı görüyor musunuz? Şimdi, “huşiret” kelimesi… Bu vahşi hayvanları bir araya getirilmesinin sebebi de aynı. Hayvanlar vahşi ama her birisi kendi derdinde olduğu için birbirlerini görmüyorlar. Şimdi, Arapça açısından, Arapça bilenler açısından söyleyeyim de, işar, eaşera, yuaşiru, muaşera ve işara “birlikte yaşama” anlamına gelir, tamam mı? “Birlikte yaşama” anlamına gelir. Ve izel işaru muaşeret. Yani, birlikte yaşama. Muaşeret kelimesi Türkçemizde de kullanılır yani. Toplu halde yaşama adabı anlamında… Adab-ı muaşeret diye. “O birlikte yaşama ortamı kaldırıldığında.” Onda zaten, bir önceki surede hemen söylüyor Allahutaala, Abese Suresi’nde. Ne diyor? Yevme yefirrul mer’u min ehîhi. 34,35 ve 36. ayetlerde. “O gün kişi, kardeşinden kaçacak.” Peki, Ve ummihî… “anasından” ve ebîhi… “babasından…” (80/34,35) Yani bu dünyada kişi kardeşten, anasından, babasından kaçıyor mu? Bu bir muaşeret yani, topluca yaşamanın kuralı. İşte ortadan kaldırılıyor. Çünkü herkes kendi başının derdine düşüyor, tamam mı? Ve sâhıbetihî ve benîhi. “Eşinden ve oğullarından kaçacak.” Niye? Li kullimriin minhum yevmeizin şe’nun yugnîh. Çünkü “orada her birinin işi başından aşıyor.” (80/36,37) O kadar çok meşguliyeti var ki kimsenin dönüp kimseye bakacak hali yok. Şimdi bunları birleştirdiğiniz zaman “Ve izel ışâru uttılet” ne oluyor? “Birlikte yaşama imkânı ortadan kaldırıldığı zaman.” Şimdi buradan şey yapalım. Tekrar ayet-i kerimeye dönelim. Kehf Suresi’ndeki ayete… Yok, En’am Suresi… 160. ayet… Ve uridû alâ rabbike saffâ lekad ci’tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merrah. (18/48) Cenab-ı Hakkın huzuruna saf saf şey yapılır, ilk yarattığımız gibi bize geldiniz, diyecek Allahutaala. Bu Kehf Suresi. Şimdi burada diyor ki Allahutaala: Ve lekad ci’timûnâ furâdâ. Yani ayetler ayetleri açıklıyor ya. Birinin eksik bıraktığını diğeri açıklıyor. Zaten bir küme, bir Kur’an haline getirdiğimiz zaman oluyor bu. İşte, “bize tek tek geldiniz.” Kemâ halaknâkum evvele merrah. “İlk yarattığımız gibi.” Yani siz bu dünyaya nasıl teker teker geldiyseniz, orada da Allah’ın huzuruna teker teker çıktınız. Öyle sağınızda solunuzda sizi kurtaracak kimse olmayacak. Onu çok iyi kafamıza yerleştirelim. ve teraktum mâ havvelnâkum verâe zuhûrikum. “Sizi hayallerine daldırdığımız şeyleri de arkanızda bıraktınız.” Ne mal var ne makam var ne mevki var ne itibar var, hey gidi hey… Neleri kaybettik, diye düşüneceksin ama hiçbirisi orada olmayacak. Tek başına. Bu dünyaya nasıl geldiysen öyle. Bu dünyaya geldiğin zaman, belki babanın falan malı vardır ama senin o malla bir alakan yoktur. Ondan sonra söyle diyor Cenab-ı Hakk: Ve mâ nerâ meakum şufeâekum. “Yanınızda size şefaat edenler de göremiyoruz.” Hani nerede? Hani sizi Azrail geldiği zaman kurtaracak, kabirde kurtaracak, mahşerde kurtaracak adamlar nerdeler? O kurtaracaklar zaten en kötü durumda olacak o gün, o kurtarıcılar. Ellezîne zeamtum ennehum fîkum şurakâ. “Hani siz zannediyordunuz ki onlar size eşlik edecekler” öyle mi? Neredeler? Lekad tekattaa beynekum. “Bakın aranız paramparça…” Arada hiçbir bağ kalmadı.
Bir katılımcı: Ve izel ışâru uttılet.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ve izel ışâru uttılet. İşte evet, tam o işte. Tekattaa beynekum. “Aranız paramparça oldu.” Hiçbir ilişkiniz kalmadı, o dostluk mostluk hepsi hikaye. Ve dalle ankum mâ kuntum tez’umûn. “O zannettiğiniz şey, hayalini kurduğunuz şey kaybolup gitti.” (6/94) Hiçbir şey yok bak. Eyvah, eyvah ki eyvah! Tekrar geri dönüş de yok. Ne olacak? İşte burada diyor Allahutaala, Kehf Suresi’nde. 48. ayeti okuyorum: Ve uridû alâ rabbike saffen lekad ci’tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merrah. “Sıralar halinde Rabbine arz edilmiş olacaklar. Sizi ilk yarattığımız gibi bize geldiniz.” Bel zeamtum ellen nec’ale lekum mev’ıdâ. “Şöyle bir kurgunuz vardı. Ya Allah bizimle niye yüzleşsin.” Yani niye bizi hesaba çeksin ki! Allah’ın buna ihtiyacı mı var? Ve vudıal kitâb. “Herkesin defteri konmuş.” Teker teker geliyorsunuz ya defterlerinizi görüyorsunuz ne var ne yok. Fe terâl mucrimîn. “O zaman sen günahkarları göreceksin.” Muşfikîne mimmâ fîhi. “O kendi defterlerinin içinde olanlardan dolayı tir tir titriyorlar.” O zaman bir başkasına bakabilir mi? Ve yekûlûne yâ veyletenâ. Şöyle diyor: “Ah başıma gelenler! Ne kötü ne kötü, diyorlar.” Ne yapacaklarını şaşırmışlar. Vah başımıza gelenler! Mâ li hâzâl kitâb. Ya şu deftere bak Allah aşkına. “Bu ne biçim bir defter!” Lâ yugâdiru sagîraten ve lâ kebîraten. Küçük büyük demeden, şunu da yazmış bunu da yazmış. Her şey var ya! “Küçük büyük demeden hepsini toparlamış.” Bütün yaptıklarım burada! Ve vecedû mâ amilû hâdırâ. “Ne yapmışlarsa karşılarında hazır bulacaklardır.” Ve lâ yazlimu rabbuke ehadâ. “Senin Rabbin kimseye zulüm etmez, haksızlık etmez.” (18/49) Ne yapmışsan onu bulacaksın. Ne fazlası var ne eksiği var. Onun için, Ali-İmran Suresi’nin 30. ayetinde Cenab-ı Hakk bize diyor ki: Yevme tecidu kullu nefsin mâ amilet min hayrin muhdâran. “Herkesin yaptığı hayrı karşısında hazır bulduğu gün…” İşte sonra; Ve mâ amilet min sûin. “yaptığı kötülüğü de” buluyor. Ne yapmışsın, hepsini görüyorsun orada. Cennetlikler de görecekler ki Allahutaala’nın ikramının ne kadar büyük olduğunu anlasınlar. Mesela bakacak ki, Allah Allah ben on bir tane sevap yapmışım, karşısında yüz tane de günah yapmışım. Allahutaala benim sevaplarımı ağır bastırdı, buraya geldim. O, on bir tane sevap yüz tane günahtan fazla geldi. Cenab-ı Hakkın ne büyük ikramı varmış, diye görecek insan orada. Teveddu lev enne beynehâ ve beynehû emeden baîdâ. Günahkâr olan diyecek ki, keşke “çok isteyecek ki kendisi ile o yaptığı kötülükler arasında uzunca bir mesafe olsun.” Hiç görmesem keşke, görmek istemiyorum ama görmemek mümkün değil. Ve yuhazzirukumullâhu nefseh. “Allah sizi kendine karşı dikkatli olmanız konusunda uyarır.” Yani, Allah’a karşı yanlış yapmayın. Ama insanlar da en çok Allah’a karşı yanlış yaparlar. Nasıl olsa affeder. Nerden biliyorsun? Bu kitaplar boşuna mı indi? Allah’ın nebileri boşuna mı geldiler? Vallâhu raûfun bil ıbâd. “Allah kullarına karşı pek merhametlidir.” (2/207) Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî. Onlara dedik ki siz Allah’ı seviyor musunuz? Yeryüzüne kime sorsanız Allah’ı seviyor musun? Tabi ki seviyorum, Allah sevilmez mi, elbette! Allahutaala’ya saygımız büyük! Saygın büyük ama hani neticesi? Ben çok seviyorum. Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî. “Onlara de ki: Allah’ı seviyorsanız, (kuru sevgi olmaz) gelin bana uyun!” Bana uyun ki; yuhbibkumullâhu. “Allah da sizi sevsin!” Ve yagfir lekum zunûbekum. “Ve günahınızın üstünü de örtsün, bağışlasın.” Vallâhu gafûrun rahîm. “Allah çok mağfiret eder ve çok merhamelidir.” (3/31) Kul etîûllâhe ver resûl. “Onlara de ki: Allah’a ve elçiye itaat edin.” Çünkü elçi kendi sözünü söylemez, Allah’ın sözünü söyler. Fe in tevellev fe innallâhe lâ yuhibbul kâfirîn. “Eğer yüz çevirir, senden uzaklaşırlarsa, şunu bil ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/32) Yani doğruları görmek istemeyenleri sevmez. Şimdi kâfirlik, hiç de zor bir şey değil. İnsanların maalesef en kolay işlediği suçlardan kâfirlik. Biliyorsunuz kâfir, “örten” demektir. Her zaman hatırlattığımız ayetleri tekrar hatırlatalım. Yani bunlar zihninize iyice yerleşsin. Çünkü maalesef bizde kâfir tanımı da yanlıştır. İşte bizde çocuklukta, imam hatip okulunda okuduk, bilmem nerelerde okuduk, medresede şurada burada okuduk ama kâfirin ne olduğunu bilmiyorduk. Yani yeni yeni, kendi kendimize çalışarak bunu öğrenmeye başladık. Hatta televizyonlarda Avrupa’dan gelen dizilerde, Allah, dedikleri zaman, Allah’a inandıklarını söyledikleri zaman şaşırıyorduk. Allah Allah, bunlar da mı Müslüman? Yani bize öğretmemişlerdi ki, iblis de Allah’a inanır, müşrikler de Allah’a inanır. Çünkü bizdeki din, Kur’an’a göre değildir maalesef. Yani şu kelimeyi hep tekrarlamak istiyorum artık bundan sonra. Abbasilerin başlangıcı İslam’ın bitişidir. Ondan sonra bütün kavramlar değişmiştir. Müslümanlar şirki bilmezler. Müslümanlar, kâfirin kim olduğunu bilmezler. Müslümanlar, müminin kim olduğunu bilmezler. Ondan dolayı herkes kendini mümin zanneder. Çok dikkat etmek lazım. Şimdi Ali-İmran Suresi’ni, yani okuduğumuz surenin 105 ve 106. ayetlerini birlikte tekrar bir okuyalım, bilgilerimizi tazelemek için. Bakın burada diyor ki Allahutaala: Ve lâ tekûnû kellezîne teferrakû. “Fırka fırka ayrılanlar gibi olmayın.” Vahtelefû… “Birbirlerine ihtilaf eden…” Yani farklı görüşlere sapanlar gibi olmayın. Min ba’di mâ câehumul beyyinât. “Onlara o beyyinat geldikten sonra.” “Açık ayetler geldikten sonra ihtilafa düşenler gibi olmayın.” Ve ulâike lehum azâbun azîm. “Onlar için acıklı bir azap vardır.” (3/105) Ayetler gelmiş, okunmuş, gerçeği görmüşsünüz ve sağa sola çekiyorsunuz. Yani dini kendinize uydurmaya başlamışsınız. Kendinizi dine değil, dini kendinize uyduruyorsunuz. İşte burada diyor ki: Yevme tebyaddu vucûhun ve tesveddu vucûh “Bazı yüzlerin ak bazı yüzlerin kara olduğu günde…” Fe emmellezînesveddet vucûhuhum… “Yüzleri kara olanlara şöyle denilecek…” E kefertum ba’de îmânikum “İnandıktan sonra kâfir mi oldunuz?” (3/106) Biliyorsunuz kâfir kelimesinin anlamı neydi? Örtmek. Olmayan şey örtülür mü? Örtmek için, örteceğiniz bir şey olması lazım. İşte kâfirin örttüğü şey imanıdır. Ve kendisini çok da rahat kandırır. Ben Allah’a inanıyorum. Tabi kandırırsın; İslam dinini anlattığı söylenen kitaplarda, “Mümin kim? Allah’a inanan” dendiği zaman. Mümin, Allah’a güvenen kimsedir. Allah ne diyorsa o, diyen insandır. İblis, Allah yoktur, mu diyor? Hiç öyle bir şey var mı? Ya da Mekkeli müşriklerden hangisi, Allah yoktur, diyor? İbrahim (a.s.)’in topluluğundan Allah’ı kabul etmeyen kim var? Yahut da Dünya’daki, ben ateistim, diyenler de dâhil, Allah’a inanmayan kim var? Geleneksel manada inanmak, Kur’an anlamında inanmak değil. Bakın, “inanmak” kelimesinin Türkçemizdeki şeyi “güvenmek”tir. Dersiniz ki, ben o adama on liraya bile inanmam, dersiniz değil mi? Ne manası? Güvenmem demektir. Allah’a inanırım demek, ben Allah’a güvenirim, demektir. Allah vardır, iman değil. Allah birdir, o da iman değil. İblis de aynı şeyleri söylüyor. Allah ne diyorsa odur, diyebiliyor musun? Allahutaala, hayatında birinci sırada yer alıyor mu? Yoksa Allah’ın emirlerini kendi kafana mı uyduruyorsun? Bunlara çok dikkat etmemiz lazım. Bu sebeple, insanı kâfir yapan, insandaki o dünya arzusudur. Yani insandaki dünyalık sevgisi o kadar güçlüdür ki… Çevrenize şöyle bir bakın, dört dörtlük Müslümanların eline üç beş kuruş para geçtiği zaman ne hale geliyorlar. Rıza-i bari için çalışan insanlar, rıza-i pari için çalışmaya başlıyorlar. Bari, yaratıcı yani her şeyi… Pari de para… Bir arkadaşın sözüdür bu. Yani Allah rızasını bırakıp da para rızasına nasıl döndüklerini görün çevrenizde. Ya da mevki ve makam sevgisinin insanları ne hale getirdiğini görün. Sırf karşı taraftaki insan rahatsız olmasın diye Allah’ın rızasını düşünmeyen insanları görün. Bunların hepsinin hesabı sorulacak. Yani bu dünya hiç kimseye kalmıyor ki! Kalsa… Hep burada yaşayacak olsak buraya göre hesap yaparız. Ama gidiyoruz, ne yaparsanız yapın işte yaşlanıyoruz. Her geçen gün biraz daha kabre doğru gidiyoruz. Sonra ölüm dediğin şeyin hangi saniye geleceğini de kimse bilemiyor. Allah’tan başka bilen yok bunu da. O zaman her saniye bu işe hazır olmak zorundayız. Evet, en büyük şey de insanı kâfir eden… İşte bak ayette ne diyor? İnandıktan sonra kâfir mi oldunuz? Peki, o kafir olanlar ne diyorlar? Onlar da kendilerini Allah’a teslim olamamak konusunda zayıf görüyorlar. Mümin olmaları konusunda hiçbir şüpheleri yok da… Biz teslim olamıyoruz, diyorlar. Ah ben de senin gibi yapabilsem… Keşke biz de onun gibi yapabilsek… E yap. Ne manisi var? Yap! Hicr Suresi’nin en başında, 15. surede Allahutaala ne diyor orada? Rubemâ yeveddullezîne keferû lev kânû muslimîn. “O kâfirler, (yani inançlarını dünya menfaatleriyle örten insanlar, yani inancı örtmenin sebebi dünya menfaatidir, başka bir şey değil.) Onlar çok isterler ki keşke Allah’a tam teslim olabilseler.” (15/2) Bak kendilerini tam kâfir sanmıyorlar, kalplerinde o inanç var. Üstünü örtmüşler. Dünya birinci sıraya geçmiş ama hala kendilerini mümin zannediyorlar. İkinci ayet, Hiciv Suresi, 15. sure. Kendilerini hala mümin zannediyorlar. Bir televizyon programındaydı, reenkarnasyon konusunda konuşmuştuk; orada bir kadın canlı yayında kalktı, ben reenkarnasyona inanıyorum, dedi. Ondan sonra, ama Tanrı’ya inanmam, dedi falan. Neyse sonra reklam arasında kadın geldi, hemen kendisini tanıttı, dedi ki, ben 45 yaşındayım. Çünkü en az 60 yaşında gösteriyordu. Ve ilk cümlesi o. Ondan sonra, dedim ki, bak sen, Allah’a kesin olarak inanıyorsun değil mi? dedim. Ooo ben Allah’ıma kurban olmuşum, içim bir rahat olur, şey yapar ama peygambere inanmam, dedi. E tabi, dedim, peygamber olmazsa sana emir ve yasak getiren kimse olmayacak, sen kafana göre takılacaksın. Ben reenkarnasyona inanıyorum, dedi tekrar. Dedim, bak, senin reenkarnasyona falan inandığın yok. Ama sen çok güzel olmak istiyorsun, değil mi? Evet, dedi. Ve sonsuza dek yaşamak istiyorsun. Evet. Yaşamak için onu bir çıkış yolu olarak düşünüyorsun, yoksa reenkarnasyon olacağı senin aklına yatmıyor ama böyle bir çıkış olarak… Doğru söylüyorsun, dedi. Ona dedim ki, bak, böyle ben Allah’ı seviyorumla falan olmaz. O senin dediğin gibi herkes sever. Zaten ateistle Müslümanlar arasındaki fark şudur: ateist der ki, Allah bana her şeyi versin ama emir vermesin. Kâfir öyle söyler. Ama Müslüman der ki, tabii ki Allah her şeyi versin ama elbette ki emir verecek. Emri de başımın üstündedir. Benim için her şeyden üstün olan Allah’ın emridir, diyen kimsedir Müslüman olan. Ve şey de, insanı asıl kâfir yapan İbrahim Suresi’nin yine sık sık tekrarladığımız ayetini okuyalım. Yani ahirette hesabımızı kolay vermek, az önce şey yaptık, bire on falan ama… Şirk günahı olduğu zaman hepsini yakıp bitiriyor. Şirk günahı olmadan ahirete gidersen öyle… Yani bir başka şeyi Allah’tan önce hale getirirsen, tamam. İşte Avrupa’da Din ve Hürriyet konusunda yaptığımız bir toplantıda, ateistlere söylemiştim, Allah’a inanmayan hiç kimse yoktur, diye. Tabi orada birbirlerine baktılar. Sadece birisi şunu sordu: Budistler de Allah’a inanıyor mu? E tabi inanıyorlar, inanmasalar nirvana nereden çıkıyor. Kiminle birleşiyorlar o nirvanada? Hani biz de fenafillah dedikleri, işte o nirvananın buraya yansıyan şeklidir. Oradan gelmiştir, yani bize ait bir kavram değildir. Allah’ta yok olmak ne demek? O ne demek? Allahlaşmak, hâşâ! Şimdi, tabi o zaman problem ne? Madem herkes Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyor. Problem şu: Allah senin için kaçıncı sırada? Senin hayatın için kaçıncı sırada yer alıyor kardeşim. Seni hayatında birinci sırada yer alıyorsa, her şeyde önce Allah’ın rızasını düşünüyorsan sen müminsin, Allah’a güvenen birisisin ve Müslümansın. Yalnız ona kul olursun. Dünya’nın en hür insanı olursun! Ama Allah senin hayatında ikinci plana düşmüşse, birinci planda paranı düşünüyorsan, zengin olayım diyorsan, Allah’ın haram kıldığı yolardan da rahatlıkla zengin olmaya çalışırsın. Çünkü senin için birinci sıra o. Makam ve mevki sahibi olayım diyorsan, ona göre konuşursun. Orası birinci sıraya gelmiş olur. Ve kendini de çok kolay kandırırsın. Bunları bir halledeyim, onu da yaparım. Sanki ebediyen bu dünyada yaşayacaksın. Bu ne demektir? Allah’a güveni yok. Allah’a güveni olsa Allah’ın dediği gibi yapar. İşte burada diyor ki Allahutaala… İşte asıl mesel bu, orada şunu da söyledim, dedim ki: Allah’ı ikinci plana koyduğunuz zaman, birincinin kulu, kölesi olursunuz. Yani Dünya’yı birinciyse Dünya’nın kulu, kölesi olursuz. Artık uyumanız da kalkmanız da her şeyiniz Dünya’dır. Mevki ve makamı birinci sıraya aldıysanız onun kulu, kölesi olursunuz. Bazı kişileri birinci sıraya aldıysanız, onun kulu, kölesi olursunuz. Bütün hürriyetinizi kaybedersiniz, kendinizi de hür zannedersiniz. Ama yalnız Allah’a kul olursanız Dünya’nın en hür, en mutlu en müreffeh adamı olursuz. Yediğinizin de tadını alırsınız, içtiğinizin de… Her şeyin tadını almaya başlarsınız. İşte “kul hiye lillezîne âmenû fîl hayâtid dunyâ” (7/32) daki o nimetler, bu dünyada, hani Araf 32’den okuduk ya az önce, müminler içindir. Onun her birisinin tadını alırsınız. Şimdi burada, insanı kâfir yapan ne? Hani zannederler ki insanı kâfir yapan bilgisizliktir? Değil kardeşim. Bilgisiz, milgisiz bunların hepsi hikaye… Dünya’nın en bilgin adamı da olabilirsin. Ama asıl kötü şey nedir, biliyor musunuz? Şeytan nerede oturuyordu? Doğru yolun üstünde otururdu. Doğru yolun bütün yolunu, yöntemini bilmeyen orada oturabilir mi? Oraya gelen insanları avlamak için şey yapıyor. Niye avlıyor? Kendi menfaatine alet etmek için avlıyor? Peki, doğru yola kim gelir? İnanan insanlar gelir, değil mi? İnanan insanları orada avlamak için, şeytanlar tezgâh kurmuştur. O doğru yolu çok iyi bilmeyen, onun iyi bilgisine sahip olmayan orada oturamaz. Şimdi, o eğer cin şeytanıysa işiniz kolay. Bir, euzü billâhi mineş-şeytânirracîm, dersin, kurtulursun. Ama doğru yolun üstünde oturan insan şeytanıysa, sen, euzu, derken o der ki; ayın öyle mi çıkarılır? Ondan sonra, namaz kılıyım, dersin. Öyle namaz kılınmaz, bak namaz böyle kılınır, der. Gerçekten bilgisine sahiptir de onların hepsi size atılan yemlerdir. Hoşunuza giden cümleler, sizi oradan bir yakaladı mı sizin dünyanızı da ahiretinizi de elinizden alır. Hem de Allah rızası için verirsiniz. Böyle, sizin her şeyinizi yer, kılçığınızı da atar dışarıya. Onlara karşı… Yani din yoluna yöneldiğiniz zaman aklınızı bin kullanmak zorundasınız. Çünkü karşınızda o kadar çok şeytan hoca kılığında, şeyh kılığında, şu bu kılıkta çıkar ki perişan eder sizi. Peki, bunlar kim? Bu şeytanlar kim? Bakın işte burada Allahutaala onu anlatıyor, diyor ki, İbrahim Suresi’nde: Ve veylun lil kâfirîne min azâbin şedîd. “O kafirlerin, o şiddetli azaptan çekecekleri vardır.” (14/2) Kafir, şiddetli azap… Vay hallerine! Peki, bu kâfirler kim? Ellezîne yestehıbbûnel hayâted dunyâ alâl âhırah. “Bunlar dünya hayatını, ahiretten çok seven kimselerdir.” (14/3) Ahireti sevmiyor mu? Sevmiyor mu ahireti? Seviyor ama Dünya’yı daha çok seviyor. İşte, kendimizi nasıl aldatmamamız için bunlara çok dikkat etmemiz. Ahireti seviyor ama Dünya’yı daha çok seviyor. Ondan sonra; ve yasuddûne an sebîlillâh. Dünya’yı çok sevdiği için yavaş yavaş Allah’ın yolundan uzaklaşıyor. Yav kardeşim, tamam ama bu Dünya’da yaşamanın da bir takım kuralları var. Ticaretin kendi kanunları var, kredisiz olmaz bu iş. Faize girmeden olmaz, yapmayın Allah’ı severseniz! Yani, Allah bilmiyor, kendileri biliyor bunu. İnanıyor musuz, yani bu dünyada kredisiz bir ekonomi olacağına? Kredili bir ekonomi olmayacağına kesinlikle inanırım. Olamayacağına… Asla olamayacağına kesinlikle inanırım. Ekonomi, kredisiz olur. Faizsiz olur. Bir kere bir Allah’a güveneceksin. Kâinatı yaratanın koyduğu sistem, sen yaratan kadar biliyor musun burayı? O zaman Allah’a güvenin yok kusura bakma. Ve yasuddûne an sebîlillâh. “Allah’ın yolundan yavaş yavaş uzaklaşmaya başlarlar.” (14/3) Ondan sonra da derler ki; bekâra karı boşamak kolay. Hele gel benim durumuma gir. E olur, tamam. Yani demek istiyorsun, gel benim gibi kâfir ol, görürsün. Allah göstermesin. Ve yebgûnehâ ivecâ. Şimdi Allah’ın yolundan uzaklaşırken de bir “ivec” peşinde koşarlar. Şimdi, “sen Müslümansın, kardeşim senin faizcilikle ne alakan var?” diyememesi için, çok rahat, faize alım-satım görüntüsü verir, tamam. Olur biter.
Bundan birkaç sene evvel Almanya’da Frankfurt’ta bir banka, İslami finans yapmaya karar vermiş. Gayrimenkul finansmanıyla meşgul olan, 75 yıllık mıydı, eski bir banka. Oradan beni aradılar, bize danışman olur musun, diye. Ben de dedim ki, kim var sizin danışmalarınız arasında? Araplardan birkaç kişiyi saydılar. Gitmişler daha önce Dubai’de, Bahreyn’de, Malezya’da birkaç toplantı yapmışlar, iki yıl ön çalışma yapmışlar. Birkaç kişinin adını söylediler. Dedim, kusura bakmayın onların olduğu bir yerde ben bulunmak istemem. Çünkü onlarla çok toplantılara katıldık. Yani onlar, bu ivec konusunda üzerlerine adam yok yani. O faizi, çeşitli kılıflarla caiz göstermek için, üzerlerine yok. Kusura bakmayın, dedim, ben onların bulunduğu bir danışma kurulunda olmak istemem. Neyse sonra tekrar bir telefon ettiler. Peki, sizinle bir görüşsek olmaz mı? Olur, hay hay, buyurun gelin. Geldiler. Topkapı’da bir otelde oturduk akşama kadar. Mustafa Evli de bizim Almanya’da doğup büyümüş arkadaşımız. Oradaki ekonomiyi de iyi bilen bir arkadaşımız. O da tercüme yaptı. Aslında bir Arap getirmişlerdi tercüme etsin diye. Biraz baktım, benim söylediklerimle onların sordukları sorular arasında uyuşmazlık var. Anladım ki Arap düzgün tercüme edemiyor. Konuya hâkim değil. Konuya hâkim olamadığınız zaman kelimeleri güzel aktaramazsınız. Sonra sağ olsun Mustafa Bey devreye girdi. Toplantı baya uzun sürdü. Sonra akşam bir yemeye gittik. Oranın genel müdürüne ve finansman müdürüne sordum: bu şekilde bir şey yapabilir misiniz? Bir de hiçbir kanuni değişmeye ihtiyaç kalmadan, mevcut Alman kanunlarına göre faizsiz finansman yapabilmelerinin yollarını, Allah’a şükür, göstermek nasip oldu onlara. Herhangi bir yasal düzenlemeye gerek kalmadan. Şunu söylediler: bizde yasal düzenlemeler çok zordur, dediler. Tamam. Şimdi orada dedim ki: Peki size ne anlattılar, iki senedir gidiyorsunuz? Efendim iki senedir bize anlattıkları şu: Faizsiz finans falan yapacaksınız, ilan edin. Bir vatandaş gelecek, bana bir tane apartman dairesi ver. Tamam. Ona deyin ki: Ben seni vekil ettim, git apartman dairesini benim adıma al. O da gitsin alsın. Geldikten sonra da siz, başkalarına nasıl finansman yapıyorsanız ona da o şekilde satış adı altında yapın. Birisine 100.000 euro verip 150.000 euro alıyorsunuz, diyelim on yıllığına. Diyelim 50.000 eurosu faizse, buna da 50.000 euro kâr diye alın, olur biter. Peki dedim, niye yapmadınız? İki yıldır bize anlattıkları bu. Peki, dedim, resmen vekil yapacak mısınız onu? Hayır, dedi. Peki, resmen satın alıp da o adama satacak ve ticari riskini üstlenecek misiniz? Hayır, dedi. E böyle saçmalık olur mu? E zaten ondan dolayı biz sana geldik. Biz bunu yapsak, önce kendimiz kabul edemedik ki bunu. İnsanlara karşı rezil oluruz. Kimi kandırıyorsun, diyecekler. İveci görüyor musunuz? Şimdi aklıma geldi, Mekke’de Hilton Oteli vardır, birçoğunuz bilirsiniz, şeyin tam karşısında, en yakın oteldir. Orada bir toplantı yapıyoruz. İslam iktisatçıları, güya işte! Katar’dan gelen Karadaği… Kardavi değil de Karadaği… İki tane, birisi Kardavi birisi Karadaği’dir. Karadaği diyor ki: Gelmeden falanca bankaya uğradım Katar’da, adını söyledi tabi aklımda kalmaz. Siz bu millete borç veriyorsunuz, nasıl veriyorsunuz? Demişler ki: Bir depomuz var, depoya demir doldurduk. Ee? Demiri akşama kadar satıyoruz. Kaç kişiye satıyoruz? Kaç kişi gelirse. Nasıl oluyor? Birisi gelip diyor ki: Bana bir milyon dolar lazım. Tamam, diyor. O demiri, bak sana bir milyon dolara demiri sattım diyor. O da, aldım, diyor, imzalıyor. Yok, bir milyon yüz bin dolara. Kaç aylığına istiyorsun kardeşim? Bir yıllığına diyelim, yüz bin dolar faiz alacak. Şimdi, ona bir milyon yüz bin dolara demir satıyoruz. O demiri bize peşin bir milyon dolara satıyor adam. Gidiyor, tabi oradan çıkarken cebinde bir milyon dolar var. Borcu bir milyon yüz bin dolar. E yüz bin demir bedeli kardeşim, faiz değil ki! Şimdi Ali Muhiddin Karadaği diyor ki: Adama sordum, o demir oradan hiç kıpırdıyor mu? Yok canım, orada duruyor işte. Ya siz kimi kandırıyorsunuz, dedi. Onun danışmanına söyledi, milletin huzurunda. Ortağına… Onun için adını söylemiyorum, şey yapmasın diye. Ya kimi kandırıyorsunuz, dedi. Allah’tan korkun! Allah’tan korkun ya! Niye efendim? Hem her türlü haltı işleyecekler hem de Müslüman adı altında olacak hem de faiz yapmamış olacaklar. Şimdi görüntüde tamam, hakikaten alışveriş. Aldım sattım, ne olacak? Peki, işin gerçeği ne? Ve yebgûnehâ ivecâ. Bir ivec…Öyle bir eğrilik yapıyorlar ki dışardan millete karşı savunacaksınız kendinizi. Ebu Suud’da bunun çeşitleri vardır, bu kadar değil, 15-16 çeşidi vardır. Benim Ticaret ve Faiz kitabını okuyun, görürsünüz orada. Şimdi, ondan sonra ne yapıyor? Allah’ın yolundan uzaklaşıyor. Ne diyor Allahutala: Ulâike fî dalâlin baîd. “Bunlar pek derin sapıklıktadır.” (14/3) Tamam mı? Onun için çok dikkatli olalım. Asıl şey, dini kendimize uydurmaktır ve bunların sayısı çok fazladır. Karşımıza dindar diye çıkarlar. Onun için bunlara, Allah’ın emrine uyun, dediğimiz zaman hep babalarının dinine uymaya çalışırlar. Babalarının da hiç bundan haberi yoktur aslında. Yani babaları dediği de aslında kendi kafalarındaki dine kulp takmaları lazım. Onu da babalarının dini yaparlar. Çok dikkatli olalım. Eğer Dünya’yı ahirete tercih ediyorsak doğru yolda olma şansımız da yoktur. Ahirette hesap karşımızdayken; eyvah, keşke şu yaptıklarımla benim aralarımda kilometrelerce uzaklık olsun, derseniz hiçbir faydası yok. Onun için bu dünyadayken bunun çaresine bakalım. Allah yardımcımız olsun. Şimdi bir ara verelim.