Dersimize bir hafta ara verdik ama eminim ki geçen haftaki konuşmadan çok memnun olmuşsunuzdur. Ala Suresini okumuştuk, okumaya devam ediyorduk. Yine oradan okuyacağız. Sorular biraz fazla birikmiş. Sure biterse onlara ağırlık vereceğiz inşallah.
Tekrar bütünlük olsun diye Surenin başından hızlıca başlayalım. “Rabbinin en yüce ismini tespih eyle.” Yani Rabbinin adına başka bir şey bulaştırma, Allah’ın yanına başka şeyler katma, yalnızca Cenabı Hakk’ın yüceliğini kavra, Allah’la senin arana herhangi bir şey koyma.
“Yaratan ve bütün insanların organlarını birbirine denk olarak var eden odur. İnsana bir güç ve kuvvet vererek yolunu gösteren odur.” Cenabı Hak bütün yarattığı varlıklar için iki şey oluşturuyor. Birisi bundan iki hafta önce üzerinde durmuştuk. Bütün varlıkların kaderini oluşturuyor. Kader, o varlıkların ölçüsü demek. Sahip olduğu özellikler demek. Buna kader deniyor. Bir de takdir var. Kaddera fiili var. O da ölçüsünü belirlediği varlığın içine güç koymasıdır. Yani diyelim bir otomobili üretiyorsunuz. O otomobili çalıştıracak mekanizmayı da onun içine koyuyorsunuz. Cenabı Hak yarattığı bütün varlıkların içine bir güç koymuştur. Dolayısıyla o kendi kendine hayatiyetini devam ettirir. İşte bu, kaddera fiiliyle ifade edilen şeydir.
Yani iki tane, bir kader olayı var, bütün varlıklar içinde. Ama bu bizim bildiğimiz kader değil. Yani insanlar için, hayvanlar için, cansız varlıklar için Allah’ın oluşturduğu ölçü. Bir de bunun içine güç koyması söz konusu. O da kaddera fiiliyle Cenabı Hak işaret ediyor. “Arkasından da yolu göstermiştir.” Yani Allah insanı belli bir ölçüye göre yaratmış, içine bir güç koymuş, o güçle kendi kararını verebilecek, kendi yolunu çizebilecek yeteneğe kavuşmuş oluyor. O yeteneğe göre Cenabı Hak ona yolunu gösteriyor.
(Bir izleyici anlaşılmıyor. Alınyazısı falan…) Şimdi bu alınyazısı olayı Kuran-ı Kerim’de yok. Bizim geleneksel kader anlayışı ki kelam kitaplarına kadere iman şeklinde girmiştir. Bu da Kuran-ı Kerim’de yok. Peygamberimizin s.a.s. hadisinde kader kelimesi var. Ama kader kelimesinin içini Peygamberimiz doldurmamış. Gerçi bir hadise onu da koyuyorlar. O da Kuran-ı Kerim’e yüzde yüz aykırı olan bir hadistir. İşte, Allahü Teâlâ, ana rahmindeyken insanların sait mi şaki mi olduğunu belirlemiş diye yani iyi bir kişiyse Allah ana rahminde bu kişinin iyi olduğunu yazmışsa ömrünün sonuna kadar bir kafir gibi yaşasa sonunda mutlaka bir tövbe eder, mümin olarak ahrete intikal eder. Eğer orada kafir olarak yazmışsa ömrünün sonuna kadar dört dörtlük Müslüman gibi yaşasa bile ömrünün sonunda mutlaka kafir gibi yaşar, yani bir an için kafir olur o şekilde ölür gider şeklinde bir hadis var ki o hadisin kabul edilmesine imkan yok. Neden imkan yok? Kuran-ı Kerim’e taban taban zıt olan hadistir. Çünkü Allahü Teâlâ diyor ki “Rabbim Allah’tır diyen ve düzgün davrananlar, melekler onların üzerine iner de iner. Korkmayın, üzülmeyin size söz verilen cennetle sevinin der. İnanan ve iyi iş yapanlar, namaz kılan, zekat verenler onların ücretleri Rableri katındadır. Üzerlerine ne bir korku ne de üzüntü olacaktır.”
Şimdi düşünün bu hadis diye rivayet edilen söz doğru olsa ne kadar iyi insan olsanız, ne kadar Salih amel yapsanız da sürekli bir korkunuz bulunacak, acaba ben ana rahmindeyken şaki mi yazıldım, sait mi yazıldım? Şimdi bunu savunanlar şöyle diyor. Nasıl yazıldığımız belli değil onun için amel ediyoruz. Bunun tam tersi de söylenir. Nasıl yazıldığın belli değil, amel etmene ne gerek var? çünkü sen ne kadar iyi amel etsen de netice değişmeyecek, kötü amel ettiğin zaman da değişmeyecek dolayısıyla işte bir tek bu rivayete dayanılarak bir inanç oluşturulmuş. İşte deniyor ki ezelden her insanın ömür boyu ne yapacağı belli.
Ama Allahü Teâlâ öyle demiyor. Cenabı Hak diyor ki, mesela gökleri ve yeri yaratmış, onun kaderini geçen hafta okumuştuk bir kısa özeti olmuş olsun. Onun kaderini belirlemiş, demiş ki göğe yere “İsteyerek ya da istemeyerek gelin.” demiş. Gökler ve yer istese de istemese de Allah’ın emrine uymak zorundalar. İşte bu bizim bildiğimiz kader. Bu sadece gökler ve yerde olandır. Ama insanlar için de Cenabı Hakk’ın söylediği şudur. “Biz ona yolu gösterdik.” Yaratıyor, kişinin ölçüsünü belirliyor. Her insanın ölçüsü farklıdır. İçine de ihtiyacı olan gücü koyuyor ondan sonra bak işte yol bu. “İster teşekkür eder ister nankörlük yaparsın.” Artık bundan sonrası sana kalmış. Yani insanın kaderi, kendi davranışını kendisinin belirlemesi esasına oturtulmuştur. Ondan dolayı da diyor ki Cenabı Hak “Kişinin kendi yaptığının dışındaki kendinin değildir.”
İşte bizim akrabalarımız var çok iyi çalışıyor. E çalışıyorsa ona. Ondan sana ne? Senin buna bir katkın varsa sevin. Mesela şimdi söyleyeyim. Süleymaniye Vakfı çok iyi Allah’a şükür, içeride dışarıda. Tamam da sizin katkınız varsa o katkıyla sevinin, onun dışındaki sizin değildir. Yani kim ne yaparsa kendinin kendi yaptığıdır. Başkasının yaptığı başkasına aittir. Bu tıpkı yemek yemeye benzer. Dünyanın en iyi yemeğini yendiği lokantaya gidin akşama kadar yemek yiyenlere takip edin. Karnınız doyar mı? Kendin yapacaksın. Sen ne yaptın? Asıl mesele o. Mümin Suresinin 40. ayeti. “Kim bir kötülük yaparsa yaptığının karşılığını alır sadece, kim de iyi bir iş yaparsa ister kadın ister erkek olsun fark etmez, imanlı olarak yaparsa işte cennete girecek olanlar onlardır. Orada hesapsız olarak rızıklandırılacaklardır.” İşte bu böyle. Yani kişiye kalmış, sana kalmış kardeşim.
Şimdi, burada tekrar etmekte fayda var çünkü zihinler iyice bu konularla hastalandırılmıştır. Efendim bir ayeti kerimede yok mu? Allahü Teâlâ diyor ki “Allah’ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez de.” Tövbe 51. ayet. “De ki Allah’ın yazdığından başkası başımıza gelmez, o bizim mevlamızdır. İnananlar yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.” Peki, şimdi Allah’ın yazdığından başkası başımıza gelmez, Allah bunu ne zaman yazmış? Bize ne deniyor? Ezelde deniyor değil mi? Peki, ezelde yazılmışsa Cenabı Hak bize bir dua etmemizi emrediyor. “Ya Rabbi bize bu dünyada güzellik yaz.” diye dua etmemiz emrediliyor. Ezelden yazmışsa bu duanın bir anlamı olur mu? Araf 156. Bugün bundan bahsetmeye hiç niyetim yoktu da onun için hazırlıksız geldim. Allah bize emrediyor yani şöyle dememizi: Tabi bu Musa aleyhisselamın duasıdır değil mi? “Ya Rabbi bize bu dünyada bir güzellik yaz, ahirette de öyle.” Ezelden yazıldıysa bu sözün hiçbir anlamı olmaz değil mi? “Çünkü biz sana yöneldik, ondan dolayı güzellik yaz. Biz bunu hak etmeye çalışıyoruz.”
Ondan sonra diyor ki “Bu benim azabımdır. Bunu koyduğum kurala göre bir kişinin başına getirir.” Yani bu kanunu koymuşumdur, o kanuna göre bu azabım kişiye gelir. Yani koyduğum ölçüye göre azabı veririm. Belli bir ölçüsü vardır. Şae fiiliyle ilgili biliyorsunuz bizim internet sitesinde yazılarımız var. Onu okuyun, orada görürsünüz.
“Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” Peki? “O rahmeti yazacağım.” Hani ezeldeydi bu? “Kendini koruyanlar için yazacağım.” Evvela sen kendini koruyacaksın Allah da yazacak. Hak et, Allah onu yazar. Başka? “Zekat verenler için yazacağım.” Hak ettin mi tamam bu deftere kaydolunur. Etmediysen başka deftere yazılır. “Bir de bizim ayetlerimize inananlara bu rahmetimi buraya yazacağım.” Peki, rahmetini Cenabı Hak ne zaman yazar? Ne zaman yazdığını, bak şimdi bir şey için siz gereken gayreti gösterirsiniz eğer Cenabı Hak onun müsaadesini vermezse oluşur mu? Yani sen ne yaparsan yap, elinden gelen bütün gayretleri göstersen de Cenabı Hak’tan emir çıkmazsa senin işin olmaz. Yani bu tıpkı bir işyerinin yönetimi gibidir. Size dilekçeyle başvurulur, siz dilekçenin altını imzalar, uygulanması için emir verirsiniz, o da bir yere kaydolur ondan sonra iş gerçekleşir.
Öbür ayet kaçıncı şeydeydi? Hadid… Son olarak bunu okuyalım. Bunu tekrar tekrar okumakta fayda var. Çünkü zihinlere iyice yerleşmesi lazım değil mi? Ve çok enteresandır bu konuların olmadığını gösteren ayetleri sanki kader varmış gibi ona delil getirirler, genellikle de öyle olur. Yani kader var şüphesiz de ben gelenekte olan şekliyle çünkü kader herkesin bir ölçüsü var. Cenabı Hak onu koyuyor, o manada var. Ama insanları bir eşya haline getiren kader anlayışı ve ona getirilen delillerden bir tanesi şimdi onu okuyacağım bakın, dikkat edin.
“Yeryüzünde veya kendi içinizde hiçbir olay meydana gelmez, onu yaratmadan önce mutlaka bir kitapta kayıtlı olur.” Yani kendi vücudunuzda ya da çevrenizde, yeryüzünde meydana gelen herhangi bir olay biz onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce mutlaka bir deftere kaydederiz. Kayıt ne zamanmış? Yani olayın gerçekleşmesinden önce. Bir şeye önce bir takdir safhası var. Yani ölçülerinin belirlenmesi safhası var. Ama o ne olursa olsun, ölçüsüz hiçbir şey yok yeryüzünde. O ölçünün belirlenmesinden sonra Cenabı Hakk’ın izni çıkıyor yani iradesi çıkıyor sonra izni çıkıyor, sonra kün emri çıkıyor, sonra olmadan evvel, ayrı bir varlık olarak nebraha berie kelimesi, berie. İyileşme, yaranın iyileşmesi şeklinde olur. Niye? Artık eski halinden uzaklaşıyor. Yani nebraha, ayrı bir varlık olarak yaratmak manasına gelir. Bu müsibet bizim Türkçedeki manada değil. Başa gelen, sana dokunan ya da işte yeryüzünde oluşan her şey. İyi de olabilir, kötü de olabilir. Zaten ondan sonraki ayet onu gösteriyor.
Yani “Yeryüzünde ve kendi içinde herhangi bir şey meydana gelmez ki biz onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce bir deftere kaydolunmuş olmasın.” Canım aynı anda katrilyonlar artık bilemediğimiz sayıda olay meydana geliyor. Bunlar nasıl bir deftere kaydolur? “Bunu sen kendi kafana göre hesap etme. Bu Allah’a kolaydır.” Kendine göre düşünme bunu. Bir yere kaydolmadan bu olay meydana gelmez. Peki, kaydolursa ne olur? Kesinlikle gerçekleşir, o zaman “Allah onu bir yere yazdıysa mutlaka yerine gelir.” Yazmadıysa olmaz. Ama ne zaman yazıyor, olay olmadan önce yazıyor. Yazdı mı artık kurtuluş yok. Başına ne gelirse hepsi örnek olur. Şu anda konuşman da örnek olur. Her şey ayrı bir varlık olarak yaratılmadan mutlaka bir yere kaydolur.
Peki, bu Allah için kolaydır. Yazıldı mı kesin olarak meydana gelir. O zaman bir şey başına geldiyse o mutlaka yazılmıştır. Yazılmışsa kurtuluşu yok. öyleyse ah vah etmenin bir anlamı var mı ondan sonra? Ama ondan önce, olmadan önce tedbirini alırsın. Yani olay olmadan önce tedbirini alabilirsin. Gereken şeyi gösterebilirsin. Ama yazım çok önce de olabilir. Mesela Yusuf aleyhisselamın olayları kendisine 46 sene önce rüyasında gösterilmiştir. Bazen öyle de olabilir. Ama bazen de belki çok küçük bir zaman dilimi öncesinde de yazılabilir. Ondan dolayı biz Cenabı Hakk’a dua ediyoruz, ya Rabbi bize güzellikler yaz diye.
Demek ki yazılım ne zamanmış? Olayın olmasından önceymiş. Olduysa artık çırpınmaya lüzum yok. Neyse tamam. Ondan sonra çaresine bakacaksın. Ah vah etmenin bir anlamı yok. O zaman yazana isyanda bulunmuş oluyorsun. Suçluysan günahını çekiyorsun, suçsuzsan sevap kazanırsın başına gelen kötüyse. İyiyse yine sevinmene gerek yok. O bir imtihandır. Başarmaya bak. Onun için devamı ne? “Kaybettiğinize üzülmeyin.” Allah yazmışsa yazmış, bitti. Yani yaratıcının onayından geçmiş bir olay. Niye üzülesin? “Allah’ın verdiği şeyle de şımarmayasınız diye.” Allah verdiyse şımarmanıza lüzum yok. Allah’ın verdiğiyle şımarmayın, elinizden aldığına da üzülmeyin. Bütün bu durumlarda siz kulluğunuzun tadına varın. Yani Allah’a daha iyi kul olmanın yolunu arayın. Çünkü iyi davranırsanız Cenabı Hak daha çok verir arkasından. Kötülük verdiyse onu da iyiliğe çevirin. İyi davranacaksınız. “eğer teşekkür ederseniz mutlaka ilavesini yaparım, artırırım.” diyor.
Şimdi anlaşıldı mı kader konusu? Yani Cenabı Hak bizi bir ölçüye göre yaratmış. Hepimiz için ayrı bir ölçü var. İnsan olsun canlı cansız varlıklar olsun, tüm varlıklara adına şey diyebildiğimiz ki şey dendiği zaman anlaşılamayacak hiçbir varlık yoktur. Adına şey dediğimiz tüm varlıkların Allah hem ölçüsünü belirlemiştir. Hiç ölçüsüz bir şey yoktur. Hem içine bir kuvvet koymuştur, güç koymuştur. İşte görüyorsunuz en küçücük bir atom parçası, onun da daha küçük parçalarında ne güçler keşfediyor insanlar değil mi? Bizim içimize de koymuş, tüm varlıklara da bir güç koymuş. Ona takdir deniyor. Bir, ölçüsünü belirleme, bir de kudret verme manası.
Şimdi buradan bu Ender Bey 23. ayetten anladın mı bak? Musibet, iyiye de kötüye de oluyormuş değil mi? Tamam. “Muhtal ve fakur olan hiç kimseyi Allah sevmez.” Muhtal demek kendisini bir şey zanneden demek, hayal eden. Bazıları kendisini bir şey zanneder. Hiç kendini bir şey zannetme. Bulunduğun konum ne olursa olsun sen Allah’ın kulusun, ne şımar ne üzül, Cenabı Hakk’a karşı hata etmemeye çalış. Daha önce hata ettiysen af dile ve kendini daha iyi hale getirmeye gayret göster. İnşallah anlatabilmişimdir. Kuran’la anlattı mı en zor meseleler bile değil mi, tamam mı? Peki. Ama Kuran dışında bir şeyle anlatırsan işin içinden çıkman mümkün değil.
“İşte kuvvet veren ve yolu gösteren odur.” İnsana bir güç veriyor ve yolu gösteriyor, hangi taraftan gidersen git. “Merayı da çıkaran odur.” Biz mera deriz ya Arapçadır o. Yani koyunların otladığı, hayvanların yayıldığı otlaklar. “Otlağı da çıkaran odur. Sonra Allah onu, o yemyeşil o güzelim ağaçları bakarsınız ki kara kuru çöpe çevirir. Sanki selin önünden toplanmış çöpler gibi olur.” Selin önünden toplanan çöp ne olur? Bir müddet sonra kapkara olur. Onu şey yapanlar bilir. Çünkü o bitkiler suyla birleştiği zaman kapkara olur ve oradan çürür tekrar toprağa karışır. İnsan da öyledir yani yaşlandığın zaman bir müddet sonra bakarsın ki yavaş yavaş o yaprakların sararması gibi senin de şuradaki yapraklar (saçını göstererek) sararmaya başlar. Yaprakların dökülmesi gibi bunlar (saçlar) dökülür. O yeşil olan dalın kuruması gibi sen de kurumaya başlarsın. Sonra eğilmeye başlarsın, sonra da kırılırsın. Sonra da toprağa düşersin toprak olursun.
“Sana biz okuyacağız -ya da- bunu senin zihninde toparlayacağız.” Karaa kelimesinin manası cemadır: Toplamak. Şimdi kıraate de kıraat denilir. Kıraat dediğimiz, okuma dediğimiz şey nedir? Kelimeleri bir araya getirerek, yani kelimeleri bir cümle içinde toplayarak seslendirmektir okuma değil mi? Onun için okumanın içinde bir toplama anlamı vardır. “Onu sana okutacağız.” Yani senin zihninde toplayacağız onu. “Sen de unutmayacaksın bunu.” Bu Kuran-ı Kerim’i. “Allahü Teâlâ’nın unutulmasını takdir ettikleri hariç.” Yani Cenabı Hak bazı şeyleri sana unutturabilir. Bundan da sen sorumlu değilsin. “Allahü Teâlâ açık olanı da bilir, gizli olanı da bilir. Biz senin önünü en kolaya kolaylaştıracağız.” Yani ne demek? Şimdi bizim Türkçede böyle bir ifade yok. En kolaya kolaylaştırmak diye bir ifade yok. Bunun yerine senin işini her gün biraz daha kolaylaştıracağız. Yani gittikçe kolaylaşacak senin işlerin.
Şimdi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin durumuna bakın, Mekke’de bin bir sıkıntılarla başladı ama etrafı insanlarla doldu. Sonra kısa sürede dış ilişkiler, Habeşistan’la ilişki kurdu, Medine’yle ilişki kurdu, gelen çeşitli kabilelerle ilişki kurdu sonra Medine’ye gitti. Medine’ye gittikten sonra kısa sürede Medine’nin hakimiyetini eline geçirdi. Ondan sonra işte Bedir, Uhut, Hendek, Hudeybiye, 8 sene sonra da Mekke’nin tekrar geri alınması. Anormal bir hız. Medine’ye vardığı zaman Medine’deki hem ekonomiyi hem siyasi hayatı Yahudiler kilitlemişlerdi. Ama öyle bir davranış gösterdi ki Yahudileri teker teker Medine’den şey yaptı. Çünkü onlardan hiçbir grup diğerini sevmez. Kuran-ı Kerim’e göre hareket edersen böyle cımbızla alır, çünkü onlardan bir tanesini aldın mı diğerleri bayram eder. Hiç düşünmez ki kendine sıra gelecek. Böyle teker teker hepsini Medine’den çıkardı ve Medine rahatladı. Yani giderek işi kolaylaştı. İşte vefatı sırasında Türkiye’nin 4 katı sayılabilecek bir alanda İslam’ın yayıldığını görüyoruz. Sonra da zaten biliyoruz, o günün dünyasının hemen tamamına Müslümanlar ulaşmışlardı.
“Sen tezkirde bulun.” Hani zikir konusu vardı ya, zikir, tezkir, tezekkür. Zikir neydi? Kuran-ı Kerim’in adıydı değil mi? Başka? Fıtrattan elde edilen bilgilerin adı. Bütün ilahi kitapların ortak adı. O zaman Kuran-ı Kerim’deki bilgilerin doğruluğundan şüphe edilir mi? İşte doğruluğundan şüphe edilmeyen bilgi demektir zikir. Evrensel bilgi yani her insanın kafasına yatan, zihnine oturan, içine yatan bilgi demektir. Bu bilgiyi insanlar iki kaynaktan öğrenir. Ya Allah’ın indirdiği kitaptan, Kuran’dan. Ya da yarattığı kitaptan, kainattan öğrenir. İki tane kaynağı vardır. Bütün insanların öğrendiği kainattaki zikirdir. Yani her insan doğduğu günden itibaren çevresinin öğrencisidir. Oradan öğrendiği doğru bilgiler zikri oluşturur ve bilgilerin evrensel niteliği vardır. Dünyanın neresine giderseniz gidin insanlar benzeri bilgileri çevrelerinden almışlardır. O bilgilerle Allah’ın kitabında olan, birebir örtüşür. Onun için peygamberler hep tezkirde bulunur. İnsanların zihninde oluşan, tabiattan aldıkları zikre vurgu yaparlar. Yani fıtrata vurgu yaparlar. Bütün peygamberlerin yaptığı budur. Fıtrata vurgu. Allah’ın yarattığı kitapla Allah’ın indirdiği kitabı birlikte okuduğunuz zaman müthiş bir ilerleme elde edersiniz. Yani fıtrattaki zikirle Kuran’daki zikri birlikte değerlendirebilirseniz ilimde müthiş bir ilerleme olur, ilimle din ayrımı diye bir şey olmaz.
Zaten bizdeki ilimle din ayrımı Gazzali’yle başlamıştır. Ondan sonra işte o Nizamülmülk Medreseleri falan o zamandan başlamıştır. Biz de onları hep alkışlarız. Sanki çok büyük bir başarıymış gibi bir de dilden dile anlatırız gideriz. Gazzali dini ilimleri diğer ilimlerden ayırmıştır. Dini ilimler, fıtrattan elde edilen ilimlerden ayrı olduğu zaman ne olur düşünün bakalım. İlim olmaz. Tezkir olmaz, peygamberlerin yaptığı olmaz. Çünkü Allahü Teâlâ, Peygamberimize s.a.s. ne diyor? “Fevekkir innema ente müzekkir.” “Sen tezkirde bulun, senin yaptığın sadece budur.” Yani insanların tabiattan elde ettiği bilgilere vurgu yap. Kuran-ı Kerim’deki tüm örnekler fıtrattan alınmıştır. Misal diye geçen bütün o olaylara bakın hep kainattan alınmıştır. Şimdi bütün ilmin kaynağı da odur. Dini ilimlerle diğer ilimleri ayırdığınız zaman bu artık safsata olur, ilim olmaz. İlimse fıtratla ispatlanabilmesi gerekir. Fıtratla ispatlanabiliyorsa dini olan, dini olmayan diye bir ilim olmaz. İlimler, dini olan ve olmayan diye ayrılmaz. Eğer doğru dinse bir kere doğru bilim demektir. Ve bizim Selçuklular, Osmanlılar bu anlayış üzerine gelmişler ve artık sonra da eskilerin ürettikleri tamamen bitince de bu noktalara gelmiş bulunuyoruz.
Evet, bugünler bizim Vakfımızda işte dün de oldu bugün de oldu, saat 2’de Mikail Bayram Hoca var. Profesör Doktor Mikail Bayram. Bu hafta boyunca Vakfımızda sohbetler yapıyor, sohbetlerini internetten canlı olarak veriyoruz. Ben şahsen çok büyük bir zevkle dinliyorum. Enes Hoca bir yere gidecekti, çok istemesine rağmen Hoca geldi diye programını iptal etti, gitmiyor. Yani bunun kıymetini bilmenizi ben şahsen tavsiye ederim. Eğer imkanınız varsa gelin yüz yüze dinleyin. İmkanınız yoksa internetten dinleyin. Saat 2’de Cuma gününe kadar saat 2’de dinleyebilirsiniz. Cumartesi günü de saat 10.30’da inşallah. Yani bu hafta Hoca tümüyle bizim Vakfımızda. Hocanın anlattıklarını bir dinleyin bakalım neler göreceksiniz.
“Tezkirde bulun.” diyor bakın, çok dikkat edin. Allah’ın kitabını anlatırken peygamber ne yapıyor? İnsanların tabiattan aldıkları bilgilere vurgu yapıyor. Tabiattan kaynaklanmayan hiçbir ilim de yoktur. O zaman ilim din ayrımı olur mu? Tüm peygamberlerin yaptığı o. “Sen tezkirde bulun.” Yani o insan bakıyor ki Allah Allah, benim kafamdaki bu kitapta anlatılan.
Şimdi, İslam alemini dikkatli bir şekilde takip ederseniz bu ilmi çalışmalar, yapılan nasihatler, şunlar bunlar hep insanlara baskı yapmaya yöneliktir. İnanmazsan kafir olursun, işte bunu böyle yapmak zorundasın, şunu şöyle yapmak zorundasın, bunu böyle kabul etmen gerekir falan gibi. Böyle çünkü niye? Din bilim ilişkisi bitmiş. İnsan kabul edemiyor, o da biliyor anlattığının kabul edilebilecek türden olmadığını. Ondan sonra arkasından bir sürü psikolojik baskı yaparak kabul ettirmeye çalışıyor. Kaç kişi senin bu psikolojik baskına evet diyecek? Bu şekilde İslam’ı nasıl yaşatacaksın. Yaşatılamıyor işte gördüğünüz gibi.
Ama Allahü Teâlâ ne diyor? Tamam anlat diyor. “Sen tezkirde bulun.” Senin görevin bu. Karşı taraf ister inanır ister inanmaz. Ama anlatacağın şey kişinin kafasında olan şey olacak ki ilişkiyi kursun. Doğruyu anlasın, o senin söylediğinin doğru olduğunu kesin olarak kavrar. İnanıp inanmamak farklı bir konudur. Çünkü inandığı takdirde hayatını değiştirecek adam. Bunu herkes yapamaz.
“Sen tezkirde bulun, eğer tabi hatırlatmak fayda verirse.” Yani sen doğruları söylersin, senin vazifen bu ama karşı tarafın doğruyu anlaması, doğruyu uygulaması demek değildir. Yani şimdi mesela dünyada yalan söylemenin kötü olduğunu bilmeyen yoktur ama yalan söylemeyen de hemen hemen yoktur. Bir şeyin doğru olduğunu bilmek başkadır, doğruyu kabul etmek başkadır. Şimdi çok değişik tefsirler var. Ben bir ara bir tefsirde görmüştüm ama bir daha da bulamadım. İşte “Şurası bir gerçektir ki hatırlatmanın mutlaka faydası olur.” diye. Bazıları “Anlatma faydalı olduğu sürece.” diyor. Ama şu var, peygamberlerin asıl görevi tezkir olduğu için burada bir muhayyerlik yok. Yani faydalı olacağına inanıyorsan tezkirde bulun, inanmıyorsun bulunma değil. Mutlaka tezkirde bulunacaksın. Yani o insanın zihnindeki o bilgileri harekete geçirecek birtakım şeyler yapacaksın. Adam diyecek ki hakikaten söylediği doğru. Kendi en azından ağzıyla söylemese bile içinden bunu diyecek, kabul edip etmemesi kendine kalmış bir şey.
“Allah’tan korkan aklını başına alacaktır.” Yani o zihnindeki bilgileri harekete geçirecek ve bir sonuca varacaktır. “Senin yaptığın bu uyarıdan kenara kaçacaktır…” Kim? “…o en şaki, en kötü davranışta bulunan.” Kötülüğü tercih eden kişi kenara kaçacaktır. Senin yaptığının yanlış olduğundan dolayı değil, hesabına gelmediğinden dolayı. Çünkü o kötülük yapamayacak, adam kötülük yapmaya karar vermiş senin dediğin gibi davranırsa yapamayacak, o zaman uzak kalacak. “O en büyük ateşe sokulacak olandır. Sonra bu kişi o ateşin içerisinde ne ölecek ne de hayat sürecektir.” Hani o ateşin içinde yanıp da ölse tamam. Ölmeyecek ama hayat da sürmeyecek. Yani yaşadığının bir anlamı da olmayacak. Bir rahatlık yüzü de görmeyecek.
“Kendini arındıran umduğuna kavuşmuş olur.” Bazıları işi oluruna bırakır. Çünkü kendini hiç sıkıntıya sokmak istemez. Sabahleyin kalkmak istemez, abdest alıp namaz kılmak istemez, kendisine zor gelir, her bir günahlardan kaçmaz, şunu yapmaz bunu yapmaz. Bu iş öyle değil. Bu dünya imtihan yeridir, öyle kendini gevşek bırakmaya, sere serpe bırakmaya hakkın yok. Neyle emrolunduysan onu mutlaka yapacaksın. Keyfi bir şey yok.
“Rabbinin adını zikreden, Rabbinin adını kafasına yerleştiren, yani Allah’ın büyüklüğünü, gücünü kavrayan ve salla” şimdi sallaya namaz kılma diye mana verebiliriz. Ama namazdan daha önemlisi duadır. Çünkü namaz da duadır. Namazın içinde de dua var. İnsanlar asıl yanılmayı duada yaparlar. Allah’la ilişkilerinde yaparlar. Doğrudan doğruya Allah’tan istemeleri gerekirken araya aracı tefeci koyarlar. Allahü Teâlâ kişiye şahdamarından daha yakınken Cenabı Hakk’ı kendilerinden uzak görüp araya aracı koyarak işi halletmeye çalışırlar.
“Hayır, aslında siz şu yüz yüze olduğunuz hayatı tercih ediyorsunuz.” Şu anı tercih ediyorsunuz. Zaten günah işleme mantığı odur. Şimdi canım namaz kılmak istiyor ama şimdi kim kalkıp abdest alacak? Daha sonra kılarım. Bak şu anı, şu anın zevkinden fedakarlık etmek istemiyorsun, sonraya atıyorsun. Yani şimdi şunu yapayım sonra tövbe ederim. Günahı öne alıyor tövbeyi geri bırakıyorsun. Sonra yaşayacağını nereden biliyorsun. Halbuki tövbeyi öne al. Bakarsın bir daha fırsat olmaz. İbadeti öne alman lazım. Şimdi dünya kelimesinin anlamı şudur. Dünya, en yakın demektir. Ha, yaşadığımız hayatın adına da dünya hayatı denir, o da doğru çünkü yüz yüze olduğumuz hayat bu. Ahiret de sonraki demektir. Dikkat edin veresiye almak, peşin almaktan daha kolaydır. Sonra nasıl olsa öderim der. Şu anda paran yoksa sonra nereden olacak. Ya olur bir yerden. Nereden? E olur. Peki, veresiyemi kaldır arkama derler ondan sonra da hadi bakalım işin içinden çıkamıyorum dersin. Hadi bu dünyada bu işi halledersin de ahirette nasıl halledeceksin? Onun için yani dünya, en yakın. Ahiret, hemen onun arkası. Çünkü bir saniye sonra ölebilirsin değil mi? Gerçek manada ahiret de …. (anlaşılmıyor)
Öyleyse sen şu anı değerlendirmeye bak. Çünkü geçen geçmiştir, geri getiremezsin. Geleceğin gelip gelmeyeceği belli değildir. Ama an, bu andır. Şu anını en iyi şekilde değerlendirmeye bak. İyi insanlar böyle yapar. Ama öbürleri canım şimdi bir zevkime bakayım ben, hayatımı yaşayayım da sonra bir şeyler yaparız. İşte bu günah mantığıdır. Bunu yapmamak lazım. “Ama ahiret daha hayırlı ve kalıcıdır.” Süreklidir. Bütün zevkleri orada tadabilirsiniz. Ama burası imtihan yeridir.
“O elbette öncekilerin sahifelerindedir, İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde.” Musa aleyhisselamın sahifelerinin adına ne diyoruz? Tevrat. İbrahim aleyhisselamın kitabı da öyle bir kitaptır. Kaç peygambere kitap inmiş Kuran-ı Kerim’de? Hepsine inmiştir. Enam Suresinde tam 18 peygambere kitap verildiğinden bahsediliyor. O şeylerin 100 suhuf falan onların kaynağı yoktur. Gökten 104 kitap indi 4 tanesi tamam, 4 tanesi için var da o 100 suhuf falan onların son derece zayıftır kaynakları. Öyle akait kitabına geçecek kuvvette bilgi değildir. Ama mesela Enam Suresinde 18 tane peygamber sayılmış, bunların hepsine kitap, hüküm ve peygamberlik verilmiştir. Nebi ne demek? Nereden haber veriyor? Allah’tan haber vermeyen peygamber var mı? Onun için bütün peygamberler nebidir. Nebi, vahiy alan demektir. Ha bu Enam kaçıncı ayetti? 83 ve devamı ayetler. Bu 89.
Şimdi bizde nebi ve resul anlayışı da Kuran-ı Kerim’e aykırı bir anlayıştır. Nebi vahiy alan demektir. Resul, aldığı vahyi tebliğ eden demektir. Yani vahyi alırken nebi, anlatırken resul. Biz nebi olabilir miyiz? Olamayız. Resul olabilir miyiz? Oluruz. Allah’ın peygamberine gelmiş olan şu Kuran-ı Kerim’i, Allah’ın ayetini Allah’ın kuluna anlattığınız zaman resul olmuş olursun. Çünkü Allah’ın resulü de onu yapıyordu. Ama nebi olamazsın. Dolayısıyla Kuran-ı Kerim’de resulen nebiyya, nebi olan resul vardır. Bir de nebi olmayan resul vardır. Mesela Yasin Suresinde “O şehir halkına onları örnek ver. Onlara elçiler geldi.” Kim bu? İsa aleyhisselamın gönderdiği elçiler. Allah’ın kitabını anlatan insanlar. Hadiseyi Kuran-ı Kerim’e göre öğrenirseniz bütün yanlış bilgiler tashih edilebilir.
Peki, böylece dersimizin birinci bölümünü bitirdik. İkinci bölümde sorulara cevap vermeye gayret edeceğiz.