Euzübillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn. Vel-‘âkibetü lil-müttekîn. Vessalâtü ves-selâmü ‘alâ Rasûlinâ Muhammedivve ‘alâ âlihî ve ashâbihî ecme’în.
Ensar Vakfı’nın bir etkinliği varmış. Bu akşam o etkinliği yapmak zorundaymışlar. Hafta içi olunca da size haber verme imkanımız olmadı tabii. Dolayısıyla mecburen buraya indik. Allah razı olsun, yine bize güzel bir yer verdiler. Teşekkür ederiz onlara, sağ olsunlar. E imkanlar ölçüsünde tabii yani. Burada küçük bir yer değil ama öbür taraf biraz daha havadardı. İnşallah haftaya orada devam ederiz Allah nasip ederse.
Bugün A’la Suresine devam edeceğiz. “Sebbihısme rabbikel’a’la.” (A’la 87/1) Bir de geçen haftadan kalan sorular vardı, onları cevaplandırmaya çalışacağız. Bismillahirrahmanirrahim. “Sebbihısme rabbikel’a’la.” (A’la 87/1) Rabbinin en yüce ismini tespih et, ya da yüce rabbinin ismini tespih et. Yani rabbine boyun ey. Onu daha önce zaten okumuştuk. “Elleziy haleka fesevva.” (A’la 87/2) Öyle ki yaratmış ve dengeyi kurmuştur. “Velleziy kaddere feheda.“ (A’la 87/3) Ölçüyü koymuş, yarattığının her birinin içerisine güç ve kuvvet vermiştir. Her bir yarattığının içerisine güç ve kuvvet vermiştir.
Bugün bizim cemaatten birisi bir e-mail göndermiş, Harvard, Harvard Üniversitesi’nde bir hücrenin içerisinin fotoğrafını çekmişler, bir videosunu çekmişler, apayrı bir dünya sanki. Koskoca bir kâinat gibi, küçücük bir hücrenin içerisi koskoca bir kâinat gibi. Biliyoruz ki Allah Teâlâ o hücrenin içerisine o kadar büyük bir güç yerleştirmiş ki, patladığı zaman işte atom bombası oluyor. İşte bu âyette onu gösteriyor yani Allah Teâlâ ölçüyü koydu, yolu gösterdi. Bir hücrenin içerisi bir âlem. Bir de o hücrenin içersindeki âlemler acaba hangilerdir? Ve işte Allah Teâlâ diyor ki; yarattı ve içerisine ölçüyü koydu. Bu ölçü; hem ölçü koydu manasına geliyor kalplere hem de güç ve kuvvet verdi manasına geliyor. Yani her bir şeyin ihtiyacı olan güç ve kuvvet Allah tarafından kendi içersine konmuş. Dolayısıyla mesela o hücre çalışırken, o enerjisini kendi üreterek çalışıyor. İhtiyacı olan şeyleri oraya koymuş.
Biz geçen hafta, ondan önceki hafta, eşyanın dili üzerinde duruyorduk. İlgili bazı âyetleri okuduk. Bir kısım âyetler eksik kaldı. Şimdi onları tamamlamaya çalışacağız. Bakara Suresi’nin 74. âyetinde taşların Allah korkusu çektiği bize anlatılıyor. 2. Sure, 74. âyet. Şimdi burada Yahudilerin kalplerinin kaskatı kesildiğinden bahsediyor Allah Teâlâ. “Sümme kaset kulubüküm mim ba’di zalike fe hiye kel hıcarati” (Bakara 2/74) Yani onlara emirler veriliyor, bir boğayı kesmeleri emrediliyor. Zar zor kesiyorlar. Sonra onunla işte öldürdükleri bir kişinin cesedine vuruluyor ve o kişi tekrar diriliyor. Allah Teâlâ diyor ki; bundan sonra kalpleriniz kas katı oldu. O şimdi taş gibidir. Hatta taştan da katıdır. Niye taştan daha katı? “ve inne minel hıcarati lema yetefecceru minhül enhar” (Bakara 2/74) Çünkü taş vardır, içinden sular fışkırır. Hepiniz görmüşsünüzdür, kayalıkların içerisinden suların fışkırdığını. “ve inne minha lema yeşşekkaku fe yahrucü minhül ma” Ondan kimisi de yarılır içinden su çıkar. Birisinden ırmak çıkar, birisinden yarılır su çıkar. “ve inne minha” (Bakara 2/74) Taş vardır, “lema yehbitu min haşyetillah” (Bakara 2/74) Allah korkusundan yukarıdan aşağıya yuvarlanır. Allah korkusu çeken, taşlar vardır.
Ondan önceki hafta okuduğumuz bir âyeti tekrar hatırlatalım; Allah Teâlâ gökleri yarattığı zaman diyor ki, “erdı’tiya tav’an ev kerha” (Fussilet 41/11) İsteyerek ya da istemeyerek emrime gelin diyor. Onlar ne diyorlar? “eteyna taiıyn” (Fussilet 41/11) Ya Rabbi senin emrine biz isteyerek geldik. Yani istemesen de emrime geleceksin. Bu neyi gösteriyor? Demek ki taşların da istemesi ya da istememesi var. Göklerin ve yerin istemesi ya da istememesi var. Rahman’ın evladı olmuştur dedikleri için, işte Hıristiyanlar İsa (a.s.)’a Allah’ın çocuğu diyorlar ya, Mekkeliler de meleklere Allah’ın kızları diyorlar. Allah’ın çocuğu olduğu iddiasından dolayı gökler yarılacak, yani tepesinden parçalanacak, yer yarılacak, dağlar yerin dibine geçecek gibi oldu diyor. Yani insanların bu yanlış sözlerine göklerin ve yerin ne kadar üzüldüğünü Allah Teâlâ bildiriyor.
Cenab-ı Hak, firavun ve hanedanına ceza verdiği zaman, gökler ve yer hiç üzüntü çekmemiş. Diyor ki Allah; gökler hiç de ağlamadı onlardan dolayı. Demek ki bizim cansız dediğimiz gökler ve yer de birçok şeyler var. Şimdi şurada bir telefon var, cansız. Ama biz bununla konuşuyoruz, işte CD’ler var kaydediliyor. Şimdi Flash Disk’ler çıktı. Bunların her birisi eşya işte. İnsanlar onunla iletişimin yollarını buldukça, birçok şeyler keşfediyorlar. Kim bilir daha neler olacaktır.
Bir de Hasr Suresi’nin ki 59. sure, orayı açalım. Beş yüz kırk dokuzuncu sayfa. Burada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor, 21. âyet; “Lev enzelna hazelkur’ane ‘ala cebelin lereeytehu haşi’an mutesaddi ‘an min haşyetillahi” (Hasr 59/21) Eğer biz bu Kuran’ı bir dağa indirseydik, kesin olarak şunu görecektin; boyun eğmiş, Allah korkusundan parça parça olmuş. Niye? Çünkü Allah’ın emrini mutlaka yerine getirecek dağlar. Ama onların Allah’ın emrini yerine getirme gücü yok. Onlar zayıf. Yerine getirmek için uğraştığı zaman, parça parça olacak.
Ama insanlar, göklerden ve yerden daha güçlü bu açıdan. İnsanlar, göklerden ve yerlerden çok daha güçlü. İnsanlar Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirdikçe, parçalanmayı bırakın; daha mutlu oluyorlar, güçlerine güç katıyorlar. Daha sağlam oluyorlar, daha etkili oluyorlar. Yani burada şu var; gökler ve yer de Allah’ın emrini yerine getirmek zorunda olduğunu biliyor. Onun için gökler ve yer, imtihana tabii tutulmadıkları için, Allah’ın her konudaki emrini yerine getirebilecek güçte değiller. Yani Kurân-ı Kerîm’i tatbik edecek güçleri yok göklerin ve yerlerin. Tatbik için uğraşır ama paramparça olurlar. Tıpkı bir camın üzerine taşıyamayacağı yükü yüklediğiniz zaman parçalanması gibi. Ve diyor ki Allah Teâlâ burada; “ve tilkel’emsalu” (Hasr 59/21) bu örnekler “nadribuha linnasi le’allehum yetefekkerune.“ (Hasr 59/21) Bunu insanlara bu örnekleri veriyoruz belki düşünürler. Düşünün ey insanlar siz Allah tarafından çok güçlü yaratılmışsınızdır. Çok güçlü yaratılmışsınızdır. Baksanıza öylesine güçlü yaratılmış ki, Mekke de sadece o şehir içerisinde yaşayan, işte arada sırada da Yemen’e ve Şam’a kadar ticarete giden bu insanlar, Kurân-ı Kerîm’e sarılmakla elde ettikleri güç ve kuvvetten dolayı o günün dünyasının hâkimi olmuşlar. Sıfır, sıfırın altından başlamışlar, en tepeye çıkmışlar. O zaman burada öyle bir hâkimiyet var ki, bu hesap edilemeyecek bir hâkimiyet. Çünkü öyle bir güç vermiş ki Allah Teâlâ insanlara, öyle kuvvet vermiş ki, Kurân’la birleştiği zaman o insanı kimse tutamaz. Yani o eşyanın içerisine yerleştirilmiş olan atom bombası şu bu hafif kalır. Onu bilmek zorundayız. Ondan dolayı da şimdi şuradan bakayım yazmışsam o âyetleri bulayım; Bu şey …15.25…öyle bir âyet var değil mi? Hı? İbrahim Suresi. Evet, 14. sure, 32–33. âyetler; “Allahüllezı halekas semavati vel erda” (İbrahim 14/32) Allah gökleri ve yeri yaratmış olandır ve “enzele mines semai maen” (İbrahim 14/32) gökten su indirmiştir. “fe ahrace bihı mines semerati rizkal leküm” (İbrahim 14/32) O suyla o ürünlerden sizin için rızıklar çıkarmıştır. “ve sehhara lekümül fülke” (İbrahim 14/32) Gemiyi sizin emrinize vermiştir.
Şimdi Yasin Suresi’nde bir âyet, âyeti kerime var “Ve ayetül lehüm enna hamelna zürriyyetehüm fil fülkil meşhun” (Yasin 36/41) Onlar için bir âyettir, onları dolu gemilerde taşırız. “Ve halakna lehüm mim mislihı ma yarkebun” (Yasin 36/42) Bu gemilerin misli olanları da yaratacağız. Binecekler. Göklerde gidenlerde yerdeki şey denizdeki gemiler gibi değil mi?
Şimdi kuşlar uçuyor, gökte kuş gibi uçmak mı keramet? Yani o rüzgâra, soğuğa, sıcağa, göğüs gererek gitmek mi? yoksa uçağın içerisinde çayını yudumlayarak gitmek midir Keramet? Efendim? Tabii. Yani Allah Teâlâ insanlara öyle bir keramet, keramet nedir? Keramet Allah’ın ikramı demektir. Bu Allah’ın ikramı her insanda vardır. Müslüman, kâfir olmaksızın. Ama bizimkilere keramet dedin mi uçmayı kaçmayı anlıyorlar. Çünkü Allah Teâlâ bir takım yetkiler, güçler vermiş ya, evet gitti gene. Burada bir temassızlık var ama onu evet burada var burada başka yerde değil. Hah! Tamam, tamam düzeldi. Hiç daha karıştırmayın. Cenab-ı Hak bir takım yetkiler, güçler vermiş ya, bu defa Allahlığa soyunuyor insanlar. Kulluk kesmiyor. İlla daha fazlası olacak.
Hâlbuki asıl keramet denizde balık gibi yüzmek değil, denizin üzerinde giden gemilerde keyif çatarak gitmektir. Asıl keramet odur. İlla hava da uçacak, denizde kaçacak. Yahu kardeşim sen ne balıksın ne de uçak şeysin kuşsun. Balıklarında kuşlarında hizmetine yaratıldığı insansın. Sen tenzili rütbeyi mi istiyorsun ne olacak yani? Ama hayır illa ilginç bir takım şeyler olacak. Ve genellikle bu uçmalar, kaçmalar; falancayı görmüşler şöyle yapmış, nerde görmüşler? Kim görmüş? O kişiyi hiç bulamazsınız. Ne kadar araştırırsanız araştırın. Aa söylediler, anlattılar. O kişiyi hiç bulamazsınız çünkü yalan. Yalan. İşte asıl keramet bu; yani Cenab-ı Hakkın bize ikram ettiği şeylerdir keramet. …20.09…diyor Allah Teâlâ. Şurası kesin Âdemoğullarını kerametli yaratmışızdır. Yani ikram, ona ikram bol. Bakın şimdi ikram neymiş? “ve sehhara lekümül enha” (İbrahim 14/32) Nehirleri de sizin için sizin emrinize Allah verdi. Nehirler de bize hizmet ediyor. Peki başka? “Ve sehha lekümüş şemse vel kamera” (İbrahim 14/33) Allah, güneşi ve ayı da sizin emrinize vermiştir. Daha ne istiyorsun? “ve sehhara lekümül leyle ven nehar” (İbrahim 14/33) Gece ve gündüz de sizin emrinizdedir. O zaman ne demek bu? Siz Allah’a kulluk ederseniz, bunlar size hizmet etmek zorunda. Bunlar sizin hizmetçiniz. O zaman onlarla iletişimi kurabilirseniz, onlardan istediğiniz gibi istifade edebilirsiniz. O işin usulünü bilin. Şimdi sizin bir tane Ukraynalı hizmetçiniz olsa, Türkçeyi bilmese nasıl anlaşacaksınız? Öyle işaretlerle. Ama ne zaman dili öğrenirseniz, o zaman istediğiniz emri verirsiniz.
İşte bu göklerle yerin de dilini öğrenmek lazım. Ama burada asıl öğreneceğimiz, bileceğimiz şey şudur; Allah’ın emrine isyan ettikçe, bunlar bizden kaçar. Bunlardan istifademiz zayıflar. …21.54… da vardı. ….22.00…vardı. …22.07… Neyse bulacak şimdi şey. Evet, Lokman Suresi 20. âyet. 31’miydi Lokman? Şimdi burada ne diyor Allah Teâlâ; “E lem terav” (Lokman 31/20) Görmedin mi? Ha? “E lem terav” (Lokman 31/20) Görmediniz mi? “ennellahe sehhara leküm ma fis semavati ve ma fil erdı” (Lokman 31/20) Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah onun hepsini sizin emrinize vermiştir. İnsan ne kadar mühim.
Şimdi ilk yaratılışa geçen hafta ona temas etmiştik. Evvelki hafta hatırlarsanız. Dünya dört günde yaratılıyor. Bütün gıdalar, bütün formüller, bugünkü tabirle bütün yazılım; toprağın içine yerleşti. Belki bir avuç toprak alsanız onda belki bir trilyon program vardır. Dünya dört günde yaratılıyor, yedi kat gökte iki günde yaratılıyor. Dünya yaratıldığı zaman, yaratılışı bittiği zaman gökler henüz duman halinde, yaratılmış değil. Ve insanoğlu bu dünyada, dünyadan çok daha güçlü bir şekilde yaratılıyor. Gökler ve yer insanın emrine veriliyor. Ne demek? Her şeyden yararlanabilirsin işte daha ne istiyorsun. Senin emrinde. Ya şunu bana ver, bunu ver. Allah sana her şeyi vermiş ne istiyorsun? E kullanmasını bilmezsen neye yarar. Bunu bileceksin. Kullanmasını da Yaratanın öğrettiği yoldan öğreneceksin. Şimdi inşallah bu Tübingen’le yapmış olduğumuz bir mutabakat var. Tübingen’le yaptığımız mutabakat var. O mutabakatın üzerine bir takım yeni değişiklikler yaptık. Tam mutabık kaldık ama iki tarafın da imzasından geçmediği için, getirmedim buraya. Herhalde haftaya getiririz inşallah. Orada şöyle bir ifade var, yani hakikaten o mutabakat her taraf için geçerli olabilecek bir mutabakattır. İnsanlar diyalog diyor; işte dinler arası diyalog, kültürler arası diyalog, toplumlar arası diyalog, cemaatler arası diyalog. Peki, bu diyalogun zemini ne? Ortak nokta ne olacak? En büyük problem o.
Şimdi Müslümanlara diyorlar ki siz derseniz ki bizim dinimiz son din, bizim dinimiz hak din; diyalog olmaz. E ne? Bundan vazgeç. E o zaman ne olacak ki. Bizim …21.42…anlatmış. İsmet İnönü ile Churchill kumar oynuyorlarmış, İsmet İnönü kaybetmiş. Bütün parasını her şeyini vermiş. En sonunda demiş ki tamam Türkiye’yi koyuyorum masaya demiş, kumar masasına. Ama demiş, bir şartım var: …26.05… pehlivanın evi hariç. Churchill demiş ki …26.09… gerisini. Gerisini ne yapayım demiş, …26.15… pehlivanın evi olmadıktan sonra.
Şimdi Allah Teâlâ bize her şeyi vermiş. Biz kendi kıymetimizi bilmiyoruz bir kere önce. Kendimizi çok değersiz görüyoruz. Ya kardeşim Allah sana vereceği bütün değeri vermiş daha ne istiyorsun? Gökler sana, yer sana. Allah’ın emrine isyan edersen bak göklerde senden çekilir, yer de. Gök yağmurunu yağdırmaz, yer de bitirmez. Haberin olsun. Yani kurallarına uyacaksın her şeyin. Konan kurallara uyacaksın. Kurallara uymazsan bir şey yok. Yiyeceklerini yaratmış diyor ki; …27.14…isteyenlere eşit uzaklıkta. Çalışırsan var, çalışmazsan yok. Ben Müslüman’ım diye alamazsın, çalışırsan alırsın. Ama göklere ve yere karşı Müslüman’ca yaklaşırsan, bu defa o sana bütün her şeyini verir. Gönülden sana iyilik yapmaya başlar. Onunla iletişimin yollarını bulman lazım. Onunla iletişimin yolu mesela anlatılır; peygamber (s.a.v.) diyor ki Uhut bizi sever, biz Uhut’u severiz diyor. Nasıl oluyor? Demek ki bir sevgi bağı oluşturabiliyor şeyle, eşyayla bir sevgi bağı oluşabiliyor. Yani bunlar şimdi Kurân-ı Kerîm’den çıkan şeylerdir. Hayali şeyler değil tabii. Yani yaratıcı anlatıyor.
“E lem terav ennellahe sehhara leküm ma fis semavati ve ma fil erdı” (Lokman 31/20) Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah size, sizin emrinize vermiştir. Daha ne istiyorsunuz? Ve sizi çok güçlü yapmış, göklerden de güçlü, yerden de güçlüsünüz. Onun için gökler ve yer emaneti kabul edemez hale gelmişlerdir. Şimdi birazdan o âyete geleceğiz biraz sonra. “ve esbeğa aleyküm niamehu” (Lokman 31/20) Nimetlerini sizin üzerinize böyle bir boya gibi yani yağdırmış, her türlü nimet var. Yeter ki kıymetini bilin. Yani ben tahsilliyim, tahsilsizim ayrımı yok. Kardeşim elinde Allah’ın sana verdiği imkânları kullan en iyi ol. İşte Müslümanlar kullanmışlar, dünyanın en iyisi olmuşlardır. Ama ne zaman kullanmayı bırakmışlar, ne zaman babam öyle diyor demeye başlamışlar, sahneden çekilmişlerdir. Tamam, baban öyle desin ama baban hata etmiş olabilir. Bir de sen bak bakalım bu işe. “ve minen nasi mey yücadilü fillahi” (Lokman 31/20) ha “ ve esbeğa aleyküm niamehu zahiratev ve batıneh” (Lokman 31/20) Allah size nimetlerini bol bol vermiş; bazıları hemen ortada alabilirsiniz, bazıları da gizlidir, onu araştırıp bulmanız lazım. “ve minen nasi mey yücadilü fillahi bi ğayri ılmiv” (Lokman 31/20) Ama bazı insanlar vardır ki bilgisizce Allah konusunda mücadele eder durur.
Şimdi dün bir delikanlı gelmiş, böyle neredeyse ağlayacak, böyle sinirden kendisini tutamıyor. Uzunca bir süre Yahya’nın yanında kalmış, herhalde orada kendini tatmin edememiş, sonra benim yanıma geldi. Bir mealden bahsediyor. Diyor ki; Allah’ın âyetlerini Allah’a iftira için kullanıyorlar. Mesela işte gaybı Allah’tan başka kimse bilmez ayetine yanına da bir de Allah’ın evliyası diye parantez içerisine koymuşlar. İşleri çekip çevirenler diye Naziat Suresi’nde Allah’ın evliyası yani gökleri ve yerin yönetiminden sorumlu evliyası falan demişler. Senin Allah’ın evliyası olduğunu kim sana söyledi? Sen kendi kendine gelin güvey oluyorsun. Ama Allah Teâlâ her mümini, namaz kılan her insanı kendi velisi kabul ediyor, herkes evliya.
Allah’a iftira ediyorlar. Allah hakkında mücadele ediyorlar. Efendim Allah’ın gücü yetmez mi? diyorlar. Ya bırak kardeşim, Allah bilmez mi diyor? Ya kardeşim bugün bizim talebelere ders işte son derse geldik son sınıfta, dedim ki; Allah kendi bilgisi ile ilgili ne diyor? Denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz olsa, Allah’ın bilgisini yazsa bitiremez. Bizim Allah’ı hemen burada evet, bu âyetin sonunda, doğru burada bu surenin sonunda. 27’nci? Ha burada “Ve lev enne ma fil erdı min şeceratin aklamüv” (Lokman 31/27) Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, “vel bahru yemüddühu min ba’dihı seb’atü ebhurim” (Lokman 31/27) Deniz ve arkasından da yedi deniz ona destekçi olsa, “ma nefidet kelematüllah” (Lokman 31/27) Allah’ın kelimeleri bitmez. Yani bütün denizleri kullansanız, yedi katı da ona destekçi gelse Allah’ın sözleri bitmez. Peki, talebelere dedim; siz Allah’ın sözlerinden ne kadarını biliyorsunuz? E Allah’ın bildirdiği kadarını. E siz Allah’ın bildirdiğiyle amel edin, size ne bildirmediğinden. Allah kitapta ne diyorsa onu yapın. İşte Kelâmcılar, Allah’ın bilgisini delil alarak hüküm bina ediyorlar. Yahu sen Allah’ın bilgisinden ne biliyorsun ki? İşte şimdi şu Kurân-ı Kerîm bir hokka mürekkeple yazılır, olsun iki hokka yani. Önemli değil. Bir denizden iki hokka mürekkep alsan denizin neyi eksilir? Senin bilgin işte, bunun da ne kadarını biliyorsun? Çok az bir kısmını biliyorsun. Senin bileceğin budur, buna uy. Sana mı kalmış Cenab-ı Hak hakkında ileri geri konuşuyorsun. Allah ne demişse o. Şimdi maalesef öyle yani Allah’ın bildirdikleri dışında o tatmin etmiyor, muhakkak başka şeyler istiyor.
Şimdi gelelim Ahzab Suresi’nin son âyetine 33. sure, dört yüz yirmi sekizinci sayfa. Şimdi şuradan meali bir okuyayım. Bakın mealde ne var? 72. âyet. Biz o emaneti; göklere, yere, dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar. Ondan korktular. Onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor. Yani insan emaneti yüklendi diye halt mı etti ki çok cahil, çok zalim. Gökle yer yüklenmemiş, insan yüklenmiş. Ona teşekkür ederiz denmesi lazım değil mi? Öyle değil mi? Ya insan bir âyeti kerimeye mana verirken, âyetler arası ilişkiye bakar da verir. Evet. Yani göklere ve yere arz ettik, onlar yüklenmediler, insan yüklendi çünkü o çok zalim, çok cahildir. Hani karşındaki hâşâ Allah olmasa denir ki valla tamam istemiyorum, senin olsun. Görevi üstlendik bir de cahil ve zalimlikle suçlanıyoruz der değil mi? Öyle demez mi? Yani hata mı ettik? Diyecek.
Şimdi olay şu, yani öyle bir mana vereceksiniz ki, bu hem âyetler arası ilişkiye uygun olacak, hem de yanlış anlamaya müsait olmayacak. Kurân-ı Kerîm de hiç anlaşılamayan âyetlerden birisi de bu. Şimdi ben bunu nerden, eşyanın dilinden bahsediyoruz ya bakın ne diyor Allah; Emaneti göklere ve yere arz ettik ve dağlara. Evet, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar bunu üstlenmekten kaçındılar. Yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu Allah insana yükledi, ya da “ve hamelehel insan” (Ahzab 33/72) onu insan yüklendi. Aslında Allah yükledi anlamındadır. Mecazen böyle geçiyor. Çünkü o zalim ve cahildir. Şimdi arz etme kelimesi ne? Arz kelimesi bir şeyi işte şu teybi şuraya koyuyorsun. Bunu al demiyorsun, alır mısın? Diyebilirsin. Pazara mal götürülür, arz edilir. Sunulur yani. Pazara mal sunduğunuz zaman, oraya gelen müşterilerin onu alma mecburiyeti var mı? Yok. Şimdi Allah Teâlâ burada göklere ve yere şu emaneti alın dememiş. Alın dese, almamaları söz konusu değil. Ama önlerine koymuş. Bunun önemini görünce bakmışlar, biz buna tahammül edemeyiz. Bu emanet nedir? Bu emanet Allah Teâlâ’nın işte şeyi işte, emirleri, yasakları, o bilgi, medeniyet şu bu. Neyse artık. Onlar onu görünce, üstlenmekten korkmuşlar, çekinmişler, korkmuşlar.
Şimdi şöyle düşünün; gidiyorsunuz bir vitrine, vitrinde bir diyelim bir hanım bir bluz görüyor, böyle içi gidiyor ama bir de fiyatına bakıyor, o zaman da bayılacak gibi oluyor. Mümkün değil yani benim bunu almama imkân yok. Aman aman ben burada durmayayım, çekileyim gideyim diyor. Onun gibi bir şey işte. Arz bu. Yani Allah Teâlâ göklere ve yere sunuyor, insana sunmuyor. İnsana yüklüyor. İnsan yüklendi diye geçiyor ama neden insana yüklüyor diye bir mana verdik? Şu âyetler arası ilişkiler var ya her zaman tekrarlıyoruz, evet, bu âyetler arası ilişki olayı Allah Teâlâ’nın bize yaptığı en büyük ikramdır. Çünkü o ilişkiyle, bu âyetlerin anlamını çözebiliyoruz. Şimdi şeyin sonunu açın; Bakara Suresi’nin sonunu açın ama burayı da kapatmayın. Ellinci sayfa. Bak burada ne diyor Allah; “La yükellifüllahü nefsen illa vüs’aha” (Bakara 2/286) Allah hiç bir kimseye gücünün üzerinde bir yük yüklemez. Şimdi insan kendi mi yüklenmiş oluyor? Allah mı yüklemiş oluyor? Allah yüklemiş oluyor. “leha ma kesebet ve aleyha mektesebet” (Bakara 2/286) Kişinin bir takım yaptığı lehine, bir kısım yaptığı da aleyhinedir. Şimdi ne diyor? “rabbena la tüahızna in nesına ev ahta’na” (Bakara 2/286) Ya rabbi unutur ya da yanılırsak, hata yaparsak bizi sorumlu tutma. “rabbena ve la tahmil aleyna” (Bakara 2/286) Üzerimize yükleme. Biz yüklenmiş değiliz, Allah yüklüyor. İnsan yüklendi o zaman mecaz oluyor, Allah insana yükledi demektir o. Çünkü bunu gösteren çok âyetler var ki, işte burada çok açık “ rabbena ve la tahmil aleyna ısran kema hameltehu alellezıne min kablina” (Bakara 2/286) Bizden öncekilerin üzerine yükledin, çok ağır yükler yükledin; mesela İsrail oğullarına birbirinizi öldürün diye emir verdi ve onlarda öldürdüler. Ya rabbi o ağır yükleri bize yükleme. İnsan mı yükleniyormuş? Allah mı yüklüyormuş? Allah bunu yüklüyorsa demek ki insan taşıyor bunu. Hiç kimseye Allah taşıyamayacağı yükü yüklemez. Sonra ne diyor? “ rabbena ve la tühammilna ma la takate lena bih” (Bakara 2/286) Şimdi diyor ki ya rabbi tamam taşıyamayacağımız yük yüklemezsin onu biliyoruz ama bir de gücümüzü zorlayacak şeyleri de yükleme. Yani zorlansak yapabiliriz ama bizi zora da sokma diye dua ettiriyor bize. Ondan sonra “ va’fü anna vağfir lena verhamna” (Bakara 2/286) Bizi affet, bizim suçumuzu görmezlikten gel ve bize ikramda bulun. Sen bizim mevlamızsın. Kafirlere karşı bize yardım et.
Şimdi burada gördük mü? İnsan üstlenmiyor, Allah insana yüklüyor. Bakın Allah emaneti yani diyelim Kurân-ı Kerîm’i en büyük emanettir o; göklere ve yere sunuyor, alın demiyor. Aynen bir hanımın lüks bir mağazada çok hoşuna giden bir bluzu görüp de bir de fiyatını görünce aman aman aman ben buradan kaçayım demesi gibi. Bu bana yaramaz.
Şimdi bakıyorlar, korkuyorlar, üstlenmekten kaçıyorlar. Allah üstlen demiyor. Bak Allah öbür tarafta ne diyor? Biz bunu bu Kurân’ı dağa yükleseydik, Allah korkusundan parça parça olurdu. Çünkü taşıyamazdı bunu. …42.41… Ama aynı ifadeyle…42.46… öyle miydi? Allah size kitabı indirdi bak. Dağa indirmedi ama bize indirdi. Çünkü bizim buna gücümüz yetiyor. Allah buna buna tahammül etme gücünü bize vermiştir.
Demek ki Cenab-ı Hak bizi çok güçlü yaratmış. Hiç birimiz kendimizi zayıf görmeyelim, dağlardan daha güçlüyüz. Dünyadan daha güçlüyüz. Göklerden, yerden daha güçlüyüz. Allah böyle yaratmış bizi.
Peki, “ innehu kane zalumen cehula” (Ahzab 33/72)’nın manası nedir? İnsan çok zalim, çok cahildir. Öyle mi? İnsan çok zalim çok cahilse, Allah âyetinde demiyor mu? “İnnellahe ye’müruküm en tüeddül emanati ila ehliha” (Nisa 4/58) Nahl Suresinde miydi bu? Nisa mıydı? Bir aç bakalım. Allah size şunu emreder; emanetleri ehil olanlara verin. Ha? Nisa 58’deymiş. Kaçıncı sayfa? Seksen sekizinci sayfa. Bak diyor ki burada “İnnellahe ye’müruküm en tüeddül emanati ila ehliha” (Nisa 4/58) Allah bize emanetleri ehline verin diye emredecek, ama kendi emaneti ehil olmayan birine verecek. Zalim ve cahil olan birisine verecek. Olur mu böyle bir şey? Öyleyse burada anlam verirken çok dikkatli olmak lazım. Allah ilk olarak emaneti kime yükledi? Âdem (a.s.)’a ona bir bakalım. Ona bakalım değil mi? Araf Suresi’nin ilk sayfalarını açalım. “fe tekuna minez zalimın” (Araf 7/19) diye bir şey vardı. Neredeydi? Âdem (a.s.) burada değil. Burada mı? Hah tamam. Tamam buradaymış, buradaymış. Şeyde Bakara’da mıydı o? Ha esas ora tamam. “fe tekuna minez zalimın” (Araf 7/19)
Şimdi bak, Allah Teâlâ ne diyor? Yani tekrar edeyim; âyetlere anlam verirken, âyetler arası ilişki son derece önemlidir. Bak Allah bu şeyde, 19. âyette Araf 19’da Âdem’e emaneti veriyor. Yani ilk emri veriyor. Diyor ki “Ve ya ademüskün ente ve zevcükel cennete” (Araf 7/19) Âdem, sen ve eşin şu cennete yerleşin. Şu bahçeye yerleşin. “fe küla min haysü şi’tüma” (Araf 7/19) istediğiniz yerden yiyin ama “ve la takraba hazihiş şecerate” (Araf 7/19) şu ağaca yaklaşmayın. Yaklaşırsanız ne olur? “fe tekuna minez zalimın” (Araf 7/19) zalimlerden olursunuz.
Yani o ağaca yaklaşmadan önce zalim mi? Yaklaştıktan sonra zalim. Ama şimdi o Ahzab Suresi’nin hani orayı kaybetmeyin demiştim ya son âyetine gelirseniz, çünkü o zalim ve cahildi derseniz, emanet verilmeden önce de zalim ve cahildi manası verilmez mi? O zaman mana ne olacak? Biz ona emaneti yükledik ama o kendini zalim ve cahil haline getirdi, manası odur. O kendini zalim ve cahil yaptı. Arapça da kane fiili sare fiili vardır. Kane bazen sare manasında olur, yani dönüşmek anlamına olur. Zaten Âdem (a.s.) ile ilgili âyette de görüyoruz ki dönüşme. Yani Âdem baştan gayet iyiydi, ne zaman ki o ağaçtan yedi, o zaman zalim hale geldi. İnsanlar bu emanete ehil, göklerden ve yerden daha güçlü. Allah bu emaneti onlara verdiği zaman, emanet için gereken çabayı göstermezse, zalim ve cahil hale dönüşür. Niye zalim? Çünkü yapması gereken doğruları biliyor, yapmıyor. Âdem (a.s.) bilmiyor muydu o ağaçtan yemeyeceğini? Biliyordu ama yedi.
Sonra ne dedi Cenab-ı Hakka; “ rabbena zalemna enfüsena” (Araf 7/23) dedi Allah Teâlâ’ya. Ya rabbi biz zulmettik kendimize dedi. Bakın burada kullanılan iki kelime var; dikkat edin, Arapça bilenler daha çok dikkat etsinler, “innehu kane zalumen cehula” (Ahzab 33/72) İnsan çok zalim ve çok cahil hale geldi. Âdem (a.s.)’da bu kelimeleri kullanıyor. “fe tekuna minez zalimın” (Araf 7/19), “zalemna enfüsena” (Araf 7/23) bak zalim diyor işte Allah Âdem’e zalim hale geldi, yanlış yaptı. Cahil nedir? Buradaki cahil bilmeyen değil, bildiği gibi davranmayandır. Bildiği doğruları yapmayan insandır. Biliyor ama yapmıyor. Yani cahil gibi davranıyor, biliyor aslında. İşte Allah emaneti göklere ve yere arz etti. Bakın işte bak, insanlara yükleyeceğim emanet bu. Gökler ve yer korktu. Biz bunu taşıyamayız, ama Allah onlara emretmedi, onlara emretmedi bu emaneti üstlenin diye. Göklere ve yere arz etti. Bakın işte dediği emanet şu. Görünce korktular, üstlenmekten kaçındılar. Ama Allah onu insana yükledi. Âyette insan yüklendi diyor ama ilgili âyetlere bakacaksın, Allah yükledi diyeceksin. Yani oradaki yüklendi mecazen öyle. Çünkü Âdem (a.s.) ya rabbi gel sen bana madem bu bahçede kalmama müsaade ettin gel şu ağacı da yasakla da bari öyle bir şey demedi değil mi Âdem (a.s.)? Ama sonra emri yerine getirmediği için, kendisini zalim ve cahil hale getirmiştir.
O zaman öyle ise şimdi gelelim sona; Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı zaman dedi ki “lil erdı’tiya tav’an ev kerha” (Fussilet 41/11) Emrime gelin. İster böyle gönüllü olsun ister gönülsüz olsun. Yani isteseniz de istemeseniz de benim emrimi yapacaksınız dedi. Seçim hakkı yok. Bizdeki kader anlayışı bu değil mi? Öyle değil mi? Ya bu gökler ve yer için Allah’ın tayin ettiği kaderdir. Yani onlar için belirlediği bir şeydir, ölçüdür. Ama Allah insanı yarattığı zaman, ne dedi? “İnna hedeynahussebiyle” (İnsan 76/3) insana yolu gösterdik. Bak şu yol var ve şu yol var. “imma şakirav ve imma kefura.” (İnsan 76/3) İster şükreder, teşekkür eder verilen nimetlerin kıymetini bilirsin. Nimetin kıymetini bildin mi sürekli sana verilen nimet artar….51.47… Sürekli artar. Her şey senin emrine verilmiş olur. Bütün dünya senin önünde açılır. Allah sana az bir şey vermişse onun kıymetini bil. Ya neyim var ki deme. Neyim var ki deme. Allah’a hamd olsun bende bu var de. Çok şükür de. Onun bir kıymetini bil, o zaman bak ki Allah daha sana neler verecek.
İster şükreder, teşekkür edersin ister nankörlük edersin. Serbest. İnsan serbest. Gökler, yer serbest mi? İnsanın kaderi bu. Allah, insanın kaderini böyle belirlemiş. Yani insan için ölçüyü böyle koymuş. Kader ölçü demek biliyorsunuz. İnsan için ölçüyü böyle koyduğu için; insan isterse öyle bir şey yapar ki, gökleri, yeri kendi emrine alır. Şimdi buradan şuraya intikal edin. Süleyman (a.s.)’ın meclisinde hani şeyin Belkıs’ın tahtını kim getirir dendiği zaman, kitaptan bilgisi olan kişi ben getiririm dedi. Ben bu âyetleri okuduğum zaman şu aklıma geliyor; bu şahıs sözleriyle getirmiştir, hiç teknoloji bile kullanmamıştır. Ama o sözün nasıl olacağını Allah’ın kitabından, Tevrat’tan araştırarak öğrenmiştir. Biz de onu bulabilsek, biz de çok kolay bir şekilde bu işi hallederiz. O zaman uğraş bul. Allah madem gökleri, yeri senin emrine vermiş, emir vermesini öğren kardeşim. Sen Ukraynalı hizmetçinin dilini öğreniyorsun da kâinat’ın niye dilini öğrenmiyorsun? Öğren, ona göre hareket et. O zaman o zaman dünyanın en büyük ilmi de sende olur, teknolojisi de her şeyi de sende olur. En güzelini de sen yaparsın. Demek ki ben göklerden yerden daha kuvvetliymişim, demek ki bana verilen emanet Allah’ın kitabıymış, demek ki ben buna sarılırsam müthiş bir şekilde şey yaparmışım diyoruz ve dersimizin birinci bölümünü bitiriyoruz.