Elhamdulillahi rabbil alemin vel akıbetulilmuttakin essalatu vesselamu ala resulune muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.
Ramazan başından beri normal derslerimizi devam ettirmiyoruz. Bugün de zekâtla ilgili Tövbe suresinin 60 ıncı ayetini okuyacağız. Sonra bu konuyla ilgili sorular olursa cevaplandırmaya çalışacağız. Burada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. “İnnemes sadekatu lilfukarai vel mesakini vel amiline aleyha vel muellefeti gulubuhum ve fir rikabi vel ğarimine ve fi sebilillahi vebnis sebil, feridatem minallah, vallahu alimun hâkim” “Sadakalar; fakirler, miskinler, sadakalar konusunda çalışanlar, kalpleri İslama ısındırılanlar, hürriyetini kaybetmiş kişiler, borçlular, Allah yolunda ve yolcular uğrunda harcamak içindir. Bütün bunlar Allahtan bir farz olmak üzeredir. Allah bilir ve doğru karar verir”(9/60). Burada sekiz harcama kalemi var. Önce sadaka kelimesini açıklayalım. Sadaka, doğru olma anlamına gelir. Yani içi dışına uygun, sözü fiiline uygun kişidir. Doğru yani dürüst kişidir. Bu dürüst kişinin yapmış olduğu işe de sadaka denir. Dürüstlüğünün gereği yaptığı iştir. Yeryüzünde kime sorsanız Allah’ı mı çok seversin malını mı? İster Müslüman olsun ister kâfir olsun vereceği cevap elbette Allah’tır. Bizi yaratanı yaratılmıştan daha az mı seveceğiz, der. Peki, böyleyse şu malını Allah rızası için şu kişiye ver, dediğiniz zaman ne yapar? Aynı rahatlıkta olmaz değil mi? Verirse özü sözüne uygun olmuş olur. İşte o sadık olur. Onun verdiği şeyde sadaka olur. Bunlar Allah rızası için verilebilecek şeylerdir. Tabii bunların bir kısmı zekât haline yani şuan ki uygulanan vergi sistemi haline geldiği zaman o kişinin gönlüne bırakılmaz. Zorlada alınır. Çünkü Allah-u Teâlâ Peygamberimize şöyle emrediyor. “Huz min emvalihim sadegaten tutahhiruhum ve tuzekkihim biha” “onların mallarından sadaka al”(9/103). Hem verin emri var, hem al emri var. “onları temizlersin ve bununla onları arındırırsın” “ve salli aleyhim” “onlara da dua et”. “inne salateke sekenul lehum” “çünkü senin duan onları rahatlatır”(9/103). Tövbe suresinin 60 ıncı ayetinde Allah-u Teâlâ sekiz sınıf saymış. Fakirler, miskinler, bu iş için çalışanlar, kalpleri ısındırılanlar olmak üzere bu dört sınıfın başında ‘lam harfi ceri’ kullanılıyor. Onlara bizzat kişiler olarak veriliyor. Fakirin, miskinin, bu konuda çalışanların ve kalpleri ısındırılacak kişilerin kendisine veriyorsunuz. Ondan sonra ki dört sınıfın başında da ‘fi harfi ceri’ var. Yani fon oluşturmayı hatırlatan bir harftir. Köleler yani hürriyetini kaybetmiş olanlar, borçlular, Allah yolunda ve yolcular uğrunda harcanmak üzere dört kalemde fondan harcamak için fi harfi ceri ile ifade ediliyor.
Her konuda olduğu gibi zekât konusunda da çok ciddi yanlışlarla karşı karşıya kalıyoruz. Her defasında bu yanlışları söylemek gerçekten beni rahatsız ediyor. Yani gönül ister ki şimdiye kadar doğru dürüst gelmiş olsun da bizde burada bu tip şeylerden bahsetmeyelim. Meseleyi daha iyi anlamaya çalışalım. Ama ne yapalım ki gerçekler öyle değil. Bunların böyle olmasından kaynaklanan çok ciddi problemler var. Hamd olsun burada da bir çizgi tutturuldu. Yanlışlar söyleniyor. Kuran ışığında doğru bildiğimiz yanlışlar olarak açıklıyoruz. Bunların bir kısmını kitap olarak neşrettik. Kitapta 38 tane konu var. Bunun on katı kadar da yazamadıklarımız var. Yazamadıklarımızı devamlı sohbetlerde dile getiriyoruz ki yazmak nasip olmazsa en azından videolarda olur. işte yazamadıklarımızdan birisi de bu konudur. Hani yazmak nasip olmazsa dersi birisi dinler. Belki başkaları yazar. Önümde Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali var. Ömer Nasuhi Bilmen’in özelliği şudur. Konusunu çok iyi bilir ve kalemi çok kuvvetlidir. İnsan olarak hata edebilir. Elbette her insanda hata olur. O kaçınılmaz bir şeydir. Ama bu kitapları en az hatayla yazmıştır. Mesela ben 1976’da İstanbul Müftülüğüne yeni tayin edildiğim zaman herhalde yeniliğin verdiği hazla Türkçe kitapları fazla değerli bulmuyor, sorulan soruları Arapça kitaplardan cevaplandırmaya çalışıyordum. Sonra bir de Ömer Nasuhi Hocanın kitaplarına bakayım dedim. Mesela Büyük İslam İlmihaline bir bakıyordum. Bakıyorum ki onlarca kitapta saatlerce okuyarak gördüklerim var, oralarda hiç görmediklerim de var. Ve çok güzel bir kompozisyonla buraya yazmış. Onun için Allah rahmet eylesin. Ömer Nasuhi Bilmen gerçekten çok büyük bir hizmet yapmış. Yalnız şimdi yapacağım tenkit Ömer Nasuhi Bilmen ile ilgili değildir. O geleneği naklediyor. Bizim geleneğimizde şüpheci bir bakış yoktur. Teslimiyetçi bir bakış vardır. Hâlbuki ilim adamının şüpheci olma mecburiyeti vardır. Çünkü insanlar hatadan uzak olamazlar. Biz buralarda esip savuruyoruz. Eminim bizim o kadar çok hatamız vardır ki. Ama bizim şöyle bir avantajımız var. Bu vakfımızda çok sayıda ilim adamı var. Mesela yanımdaki arkadaşlarım özellikle dikkatle takip ediyorlar. Burada ben konuşurken hata yaparsam anında müdahale ediyorlar. Ama onlarında farkına varamadıkları hatalar oluyordur tabii. Olmaz olur mu? Ya da şüphelendiğimiz şeyler oluyor. Acaba bu nasıldır diye araştırıyoruz. Salı akşamları bu sohbet olduğu için Salı ve Pazar hariç haftanın diğer günleri şu masanın etrafında mutlaka bir yirmi konu detaylı bir şekilde tartışıyoruz. Tartışılırken de o konunun Kuranda ki temelleri araştırılır. Orada ki metotta hangi ayet hangi ayeti açıklamış. Ayetler arası ilişkiler dikkate alınarak konu açıklanır. Peygamberimizin (s.a.v) de örnekliğine başvurulur. Yani Kuranda yoksa sünnet değil. Kuranda bulduk acaba doğru mu bulduk, bir de Peygamber Efendimize bakalım niyetiyle bakıyoruz. Oradan da tasdik edildiğimiz zaman biz bu işi doğru anladık diyebiliyoruz. İşte bizim böyle bir kârımız var. Onun için bir farklı çizgi ortaya çıkıyor. Ömer Nasuhi Hocanın yetiştiği dönemlerde ki geleneğin devamında bizde okuduk tabii. Orada sorgulama diye bir şey yoktur. Teslimiyet vardır. Orada şunu aşılarlardı. Teslimiyetçi Düşünce: Bizim ulemamız kıyamete kadar olacak bütün konuların çözümünü bulmuşlardır. Kitaplarına yazmışlardır. Artık bundan sonra yapılacak tek şey kitapları okuyup insanlara anlatmaktır. Abdülaziz Bayındır: Dolayısıyla yeni bir çalışmaya gerek yok anlamı çıkıyor. Bunlar Üniversite sıralarındayken söylenen sözlerdi. İmam hatipte ya da medresede değil. Kaynağı oralardı ama bu yanlış düşünce yukarılara kadar intikal etmiş. Üniversitenin bir faydası vardı. Bu söze karşı olanlarda vardı ama dışlanmazdı. Ama aşağılara yani medrese imam hatip gibi yerlere gittiğiniz zaman karşı olan dışlanır. İşte Ömer Nasuhi Hoca bu gelenekteki bilgileri çok güzel toparlamış. Yoksa bu Hocanın kitaplarında bir tane ayet bulmazsınız. Kullansa da konunun özüyle fazla alakalı değildir. Hadiste bulamazsınız. Ne bunda bulabilirsiniz. Ne Hukuku İslamiye Kamusunda bulabilirsiniz. Birkaç tane olabilir ama konu ayet ve hadis üzerine oturtulmamıştır. Konu eski ulemanın görüşleri üzerine oturtulmuştur. Ve onlar doğru kabul edilmiştir. Kuran ve sünnetin yerini ulemanın görüşü almıştır. Dolayısıyla Ömer Nasuhi Hoca onları güzel bir şekilde derlemiştir.
Ayette sekiz sınıf sayıldı. Büyük İslam İlmihalinde ne diyor? Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Zekât verilecek kimseler; Müslüman fakirler, miskinler, borçlular, yolcular, mükatepler, mücahidler ve amiller olmak üzere yedi kısımdır. Abdülaziz Bayındır: Kuranda ki sekiz kısım ne oldu? Yediye düştü. Hemen kafadan yediye düştü. Ne eksildi burada? “muellefeti kulub” “kalpleri ısındırılanlar”(9/60). “Muellefeti kulubu” niçin çıkardıklarını da buradan inşallah söyleyeceğiz. Peki diğerlerini ne yapmış? Şuradan takip edelim. Fakiri tanımlıyor. Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Fakir, ihtiyacından fazla olarak nisap miktarı bir mala sahip olmayan kimsedir. Abdülaziz Bayındır: ihtiyacından fazla evi var, arabası var veya yok fark etmez yani. İhtiyacından fazla artan nisap miktarı olmayan kişidir. Bunun sıfır noktası nedir? En üst noktası ihtiyacından fazla nisap miktarı malı olmayandır. Onun altı ne olur? Hiçbir şey olmamak olur. Yani sıfırdan oraya kadar olan kısım fakir olur değil mi? İkinci grup ne? Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Miskin, hiçbir şeye sahip olmayıp yemesi ve giymesi için dilenmeye muhtaç olan yoksul kimselerdir. Abdülaziz Bayındır: ikinci bir sınıf mı yoksa bu da birinci yani fakir sınıfının içerisine girecek olan bir durum mu? Bir katılımcı: Buda fakir. Abdülaziz Bayındır: Evet ikisi de fakir olur. Her ikisi de bu gruba girer. Şimdi üçüncü gruba geliyoruz. Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Borçlu, bundan maksat borcundan fazla nisap miktarı bir mala sahip olmayan veya kendisinin de başkasın da malı varsa da alması mümkün olmayan kimselerdir. Abdülaziz Bayındır: Alması mümkün değilse yok demektir. Yani borcundan fazla nisap miktarı mala sahip olmayan kişidir diyor. Fakirden bir farkı var mı? Yani adamın diyelim ki yüz milyar borcu var. Yüz bir milyarda malı var. Bir milyarı var. O bir milyar ile de geçinecek. İşte ihtiyaçlarını karşılayacak. Buna ne denir? Fakir. Bakın ikinci bir sınıf geldi mi? Sekiz sınıf da kaça düşüyor ona dikkat edin. Yani sekizi kafadan yediye düşürdü. Devam edelim. Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Yolcu, bundan maksat malı memleketinde kalıp elinde bir şey bulunmayan garip kimsedir. Abdülaziz Bayındır: O andaki haline bak işte elinde bir şey yoksa yine fakir değil mi? Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Mükatep… Abdülaziz Bayındır: Ayette mükatep diye bir kelime yok. Ayette “rikab” yani köleler var. Burada ki fi harfi cerini görmemişler. Hep sekiz sınıfında lam harfi ceriyle devam ettiğini düşündükleri için temlik diye şart koşarlar. Yani fakirin bizzat eline vereceksin derler. Fon oluşturma mantığı yoktur. Fakirin eline bizzat vereceksin dedikleri için köleler buna uymuyor. Çünkü köleye verdiğiniz zaman kölenin sahibine vermiş sayılıyorsunuz. Köle bir mala sahip olacak durumda değildir. Fon oluşturma mantığını kaldırdığınız zaman böyle oluyor. O zaman öyle bir köle olmalı ki ona verdiğiniz zaman sahibine değil köleye vermiş olasınız. Ona da mükatep köle denir. Nedir o? Sahibiyle ‘ben şu kadar para getirirsem beni azat edeceksin’ diye bir antlaşma imzalamış olan bir köledir. Ona verilir. Onun için ona mükatep diyor. Hâlbuki ayette mükatep kelimesi yok. Bunun sebebi de o fi harfi cerinin görülmemesidir. Sonra “fi sebilillah” kavramını mücahit diye daraltmışlar. “Fi sebilillah” son derece geniş bir kavramdır. Bütün kamu harcamalarını içine alır. Ama mücahit diye daraltmış. Mücahit diye yapılan tanıma bakın. Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Bundan maksat Allah yolunda gönüllü olarak savaşa katılmak istediği halde yiyecekten silahtan ve diğer şeylerden mahrum olan kimsedir. Abdülaziz Bayındır: savaşa katılmak istiyor. Yiyeceği yok silahı yok ve diğer şeyleri yok. Nedir bu? Bir katılımcı: Fakir. Abdülaziz Bayındır: Buda fakirdir. Bir katılımcı: Hocam sadece savaş için mi? Abdülaziz Bayındır: Sadece öyle diye sınırlamış. Cihad sadece savaş değil elbette. Ama öyle almış. Siz adama savaş sırasında obüs topu alacaksınız. O anda parası olmayacak ancak o zaman zekâttan alabileceksiniz. Oda o anda her şeyini öğrenecek de düşmana karşı kullanacak değil mi? O anda öğrenecek çünkü o ana kadar almanız bu kitaplara göre caiz değil. Çünkü o fi harfi ceri görülmemiş. Hepsi lam harfi ceriyle anlaşılmış. Yani adamın eline vereceksin. Yoksa önceden zekât alıp gerekli yatırımları yapmak yani silahını üretmek, eğitimini yaptırmak diye bir şey yok. Ama o fi harfi ceri görülseydi bunların hepsini yapabilirdik. Ne oldu? O da fakir olacak. O anda savaşa girecek silahım yok. Ağabey bana zekâtından bir tane kalaşnikof alır mısın diyecek. Oda olur alayım deyip aldığında nasıl kullanacak? Bilmiyorum ama bir tetik varmış oraya basacağım diye cevap verir herhalde. Buraya kadar tamamen bir sınıf sayıldı. Fakir. Yedinci sıraya koyduğuna ancak ikinci sınıf oluyor. Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali: Amil, bundan maksat idareci tarafından meydandaki zekât mallarının zekâtlarını toplamakla görevlendirilen kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Meydandaki zekât malı dediği Peygamberimizden sonra zekât mallarını emvali zahiri ve emvali batını diye ikiye ayırmışlar. Ticaret malları ve para emvali Bâtıni sınıfına girer diyorlar. Bu sınıftaki zekât kişinin kendi gönlüne kalmış. Ne kadar verirse verir ona sen karışmayacaksın. Tarım ürünleri, gümrüklerden geçen mallar yani bir yerden bir yere nakledilen mallar ve hayvanlar emvali zahiri sınıfına girer diyorlar. O gümrük kelimesi de bugün ki gümrük manasında değildir. O zaman şehirlerarasında da gümrükler var. Yani ticaret yolları üzerinde giden mallardır. Bunların zekâtını almak için görevlendirilen kimselere de zekât verilir. O zaman emvali Bâtıni’nin zekâtını alanlara bir şey yok. Mesela birisine kuran kursumuz var diyorsun. Bütün vaktini buraya tahsis et. Ama sakın buradan bir şey alma diyorsun. Çok güzelde ben robot değilim. Maalesef benim karnımda acıkıyor. Benim sırtımda çıplak kalıyor. Benim çocuklarımda bir şey istiyor. Bekârsam benimde evlenme hakkım var. Bende evlenmek istiyorum. O zaman sen nasıl tutarsında ayetin genel hükmünü küçük bir yere tahsis edersin. Malları emvali zahire ve emvali Bâtıni diye ayırmak sana nerden geldi? Hz Osman öyle yapmış diyorlar. Yapmış olabilir. O günün bir ihtiyacıdır. Hz Osman’ın sözü kitap mıdır, sünnet midir? Allah aşkına yapmayın ya. Hatada etmiş olabilir. Ya da o gün için çok doğru olabilir. Bugün için değildir. Şimdi sekiz sınıf kaça düştü? Bir katılımcı: İki… Abdülaziz Bayındır: Aslında bire düştü. Yani ticaret malları ve para söz konusu olduğu zaman bire düştü. Fakat tarım ürünlerini birisi gidecek ve toplayıp getirecek. Mecbursunuz. Hayvancılıktan gidip toplayıp getirecek. Gümrükler üzerinde de bazı insanlar bulunacak. Yolların güvenliğini sağlasın diye bazı kimseleri oraya koymuşlar. Topladıkları bütün zekâtları kendilerine almışlar. Bir katılımcı: Ne yapacak? İhtiyacı var. Abdülaziz Bayındır: Hayır, o zekâta karşılık yol güvenliğini sağlıyor. Hata üzerine hatalar. Ve Kuranı Kerimde İslam devletinin geliri olabilecek zekât ve ganimet vardır başka bir şey yoktur.
Ganimete göre bir bütçe yapılabilir mi? Örneğin bu sene Amerika’yı fethedeceğiz. Oradan kaç lira alırız? Herhalde işte yüz trilyon dolar alırız. Bütçe yüz trilyon dolardır. Maaşlara zam yapalım. Nereden? Amerika’yı fethedeceğiz ya. Hiç yenilme ihtimali yok sanki. Şimdi bütçe kala kala fetihlerdeki ganimetlere kalmıştır. Öyle olunca da savaşlar İslamı yayma savaşları olmaktan çıkmış, yayılma savaşı, insanları egemenlik altına alma savaşı haline dönüşmüştür. Artık fethedilen yerlerde insanların Müslüman olmalarıyla uğraşılmamış, Müslüman olmaları bazı zamanlar yasaklanmıştır. Niye yasaklanıyor? Çünkü Müslüman olduğu takdirde vergi azalacak. Cizye alamayacaksınız. Haraç alamayacaksın. İş nereden nereye gelmiş. Sonrada diyoruz ki neden İslamiyet bu halde falan filan. Bir katılımcı: Osmanlı da mı? Abdülaziz Bayındır: Osmanlı ile alakası yok. Emevilerden beri böyle. Yani bu anlatılanların Osmanlı veya Selçuklu ile ilgisi yok. Ama onlarda hiç sorgulamadan aynen devam ettirmişler. Yöneticilerin suçu yok. Yöneticilere islam bu diyorlar. Onlarda tamam öyleyse onu yapalım diyorlar.
Bizim İslam Muhakeme Hukuku diye bir kitabımız vardı. Harvard ve İngiltere de okutulur. Ama Türkiye de hiçbir yerde yok. Bende de yok yani. Bir tane var onu da sağda solda saklıyorum. Bizim doktora yaptığımız kitaptır. Onu bitirmiştik. O zamanlar enterasan bir şey olmuştu. Osmanlılarda Muhakeme Hukuku diye Kültür Bakanlığına gönderdik. Arşivden yapılan bir çalışmaydı. Kültür Bakanlığından almaya değer görülmemiştir diye bir cevap geldi. İki üç saniye sonra Harvard’dan bir yazı geldi. Kitabınızın basıldığını duyduk. Şu adrese 25 tane ödemeli gönderirseniz çok memnun oluruz. Şunu görüyor musunuz?
Edebiyat fakültesinin dekanı vardı. Melehat Hanım mıydı neydi? Bugün telefon etti beni ziyarete geldi. Baktı, çok da gençmişsin dedi. Neden icap etti dedim. Amerika da nereye gittiysem seni sordular her tarafta dedi. Ben bu adamı niye tanımıyorum diye şimdi de geldim baktım ki çok genç bir adamsın. Tarih üzerine bizi çağırdılar da gitmedik. Ne yapacağım? Tarihçi olmak istemiyorum ama inşallah fırsat olursa kitabı bastırmak lazım. Şimdi orada şu var. Yani ondan okusaydık. Maddesini falan söylerdik. Aklımda kalan şekliyle söyleyeyim. Bizim padişahlar kanunname yaparken şeriatın kendilerine verdiği hakkı kullanmışlardır. Yani öyle kitapta sünnette olan hususlara karışmamışlardır. Çünkü fıkıhta öyle bir boş saha bırakılıyor. Burada yetki senindir deniyor. Onlarda onu kullanmışlar. Tabii şeriata uygun olarak o tip şeyler her zaman yapılabilir. Orada şöyle bir madde var. ‘Âlimler eğitim-öğretim, fetva ve görüş açıklama konularında hürdürler’. Bu hususlarda onları takip edip cezalandırma yetkisi hiç kimseye verilmemiştir. Hiçbir hâkimin böyle bir yetkisi yoktur. Yani cezai konularda da bir suç işlerlerse yine yargı yetkisi yok. Hukuki konularda var, ceza konusunda yok. Yani Osmanlıda dokunulmazlık ulemaya tanınmıştır. Sadece şunu yazarlar. Eğer bir fiili durum olup kaçmasından korkulursa mahalli idarenin sadece tutuklama yetkisi vardır. Ama orada da yargılama yetkisi yoktur. Durumu divana yani padişahlığa bildirecekler. O divanda durumu görüşülecek. Eğer yargılanma kararı çıkarılırsa oradaki hâkim yargılayamıyor. Onun için özel bir hâkim tayin ederler. Sırf o olayı yargılaması için. Buna muvalla derler. Tayin edilen hâkim o âlimi özel olarak yargılar. Yani Osmanlı, ulemaya rahat çalışması için çok geniş bir yetki vermiştir. Bu yetkinin amacı âlimler fetvalarını çok rahat bir şekilde versin. Dolayısıyla yöneticiler ellerinden gelen bütün kolaylığı göstermişler. Ama bundan istifade edememişlerse yönetici ne yapsın? Siz olsaydınız ne yaparsınız? Onlar gereken her kolaylığı göstermiş. Hatta bir belge görmüştüm de nerede bilmiyorum. Belki bir gün bir yerden çıkar. İstanbul Müftülüğünden fotokopisini aldığımı zannediyorum. Cumhuriyet dönemlerine yakın bir zamanda bir şikâyetname gördüm. Manisa’nın Demirci ilçesinden bir âlimi şikâyet ediyorlar. Şikâyet edenler oranın önde gelen daire müdürleri ve önde gelen eşrafı. Falan zat buraya gelip yüce devletimizin son zamanlardaki çıkardığı kanunlar aleyhine konuşuyor. Bu zat tamamen kötülüğe hizmet ediyor, diyorlar. O zatta, ülkemizi Avrupa’ya dönüştürüyorlar, böyle olduğu takdirde İslam elden gider diye adam çok açık bir şekilde konuşuyor. Devletin bütünlüğünü zedeleyecek, insanları isyana yöneltecek konuşmalar yapıyor diye şikâyet ediyorlar. Buradan Manisa kadısına yazı yazılmış. Onunda bir kopyası eklenmiş. İşte sizden şu şu kimseler şu âlimle ilgili şu şikâyette bulunuyorlar. Durumu tahkik edin ve bize bildirin. O hocayı çağırında sorgulayın yok. Öyle bir olay yok. Adamın dokunulmazlığı devam ediyor. Yani devlet konuya bakarken bile ulemaya dokunulmazlık devam ediyor. Ve bilirsiniz ki şeyhülislamlar baştan kaydı hayat yani ölünceye kadar şeyhülislam olmak üzere getirilirlerdi. Sonradan değişti. Yani devlet gerekeni yapmış ama ulema bunun kıymetini bilmemiş. Yoksa bu Osmanlının ya da Selçuklunun hatası değil. Yani bir yerden beri gelen artık kemikleşmiş bir şeydir. Ömer Nasuhi Bilmen’in yazdıkları o zamandan kaynaklanıyor.
‘Muellefeti kulub’u şuradan okuyayım. Ömer Nasuhi Bilmen: Dini celili İslam kuvvet bulup tarafı ilahiden desteklendiğinden dolayı muellefeti kuluba cemile gösterilmesine hacet kalmadığı cihetle… Abdülaziz Bayındır: Yani İslamiyet kuvvetlendi. Artık insanların gönüllerinin alınmasına ihtiyaç kalmadı. Ömer Nasuhi Bilmen: Hz. Sıddık’ın zamanı hilafetinden itibaren… Abdülaziz Bayındır: Yani Ebubekir (r.a) halifeliği zamanından itibaren… Ömer Nasuhi Bilmen: Bunlara zekât verilmez olmuştur. Bu hususta icma vardır. Abdülaziz Bayındır: İcma vardır dediği de icma, bütün ulemayı tavaf etmiştir demek. Böyle bir icma yok. Halil Gönenç’in Şafiiler İlmihalinden icma olmadığını hemen size göstereyim. Yani bu kelimeler o kadar yanıltıcı ki. Bir katılımcı: Kurana rağmen icma olur mu ki? Abdülaziz Bayındır: İşte zaten onu söyleyeceksiniz de yani oda yok. Yani Kurana rağmen olsa onu da söyleyeceğiz de. Halil Gönenç’in Şafii İlmihalinde yazdıklarını okuyayım. Zekâtın taksim edileceği yerleri anlatıyor. Sekizinci sınıf olarak da ‘kalpleri islama ısındırılanlar’ diyor. Hani icma vardı. İşte Şafii mezhebinde sayılmış. O icma sahabe döneminde dediniz mi, herkes ittifak edecek artık hiç kimse ondan aykırısını söyleyemeyecek. Böyle bir olay yok. Sonra daha kötüsünü yapıyor. Ömer Nasuhi Bilmen: Bu konudaki emrin… Abdülaziz Bayındır: “muellefeti kulub”a zekât verilmesi hakkındaki emir, neyin emri? Bir katılımcı: Kuranın… Abdülaziz Bayındır: Kuranın emri değil mi? Ömer Nasuhi Bilmen: Mensuh. Abdülaziz Bayındır: Yani nesih edilmiş. Nesih eden kimdir? Bir katılımcı: Ulema… Abdülaziz Bayındır: Ulemadır. İcma ile nesh etmiş. Tarihselci diye adlandırılan Kurana bakış zihniyeti vardır. Biz tabii tarihselcilere son derece kızıyoruz. İşte bundan daha iyi tarihselcilik olmaz. Okuyacağım şeyden anlayacaksınız. Ömer Nasuhi Bilmen: Veya zamanla mukayyet olduğuna kayil olanlar vardır. Abdülaziz Bayındır: Yani o ayetin hükmü belli bir zamanla sınırlıdır. Şimdi tarihselciler diyor ki Avrupalılar Kuranı Allahın kitabı saymıyorlar. Kuranı Allahın kitabı saymaz da Muhammed’in (s.a.v) yazdığı kitap sayarsanız o zaman dersiniz ki bu bir devlet adamıdır. O evrensel olamaz. Zaman üstü olamaz dersiniz. Yani şimdi kendi zihninizde düşünün. Falan tarihte bir adam bir kitap yazmış. Kendi şartları içerisinde değerlendirirsiniz. Değil mi? Dersiniz ki bu kişi yaşadığı bölgede oranın kültürüne, ihtiyaçlarına, geleneklerine göre bir kitap yazmış. O kitabı bu güne getiremeyiz, dersiniz. Ama ondan istifade edebiliriz. Bir takım güzel prensipleri vardır, alabiliriz. Bazı hususlar daha önemlidir. İşte Avrupalılar Kuranı Kerimi böyle kabul ederler. Allahın kitabı saymayınca onun tarihselliğinin manası odur. Derler ki Kuran hükümleri tarihin bir döneminde bir coğrafyada uygulanmıştır. Şuanda onun bazı prensipleri alınır ama olduğu gibi alınmaz, diyorlar. Aynı mantıkla Büyük İslam İlmihalinde mensuhtur, diyor. Nesih edilmiştir, diyor. Yani hükmü ortadan kaldırılmıştır. Burada hükmü kaldıran kim? Bu bir cinayet değil mi? Ya bunu buraya nasıl yazarsınız. Bir katılımcı: Hocam kasıtlı mı olmuş? Abdülaziz Bayındır: Neyse o ahretteki şey. Yani onun hesabını biz soracak değiliz. Sadece durumu size anlatıyoruz. Hesabını Allah soracak. Ve diyor ki Ömer Nasuhi Bilmen: Belli bir zamanla sınırlı olduğu görüşünde olanlarda vardır. Abdülaziz Bayındır: Yani o zamanmış, zaman geçmiş bitmiş. Yani tarihsel. Peki, neden sadece ‘muellefeti kulub’ tarihsel ki? Aslında İslam hızla yayılıyor. “Muellefeti kulub” fonuna en çok ihtiyaç duyulduğu bir zamandır. O zaman Sasanileri savaşta yenmişsiniz, ağalarının, paşalarının itibarları sıfırlanmış. “muellefeti kulub” fonundan verselerdi, çok güzel olurdu. Peygamberimiz Mekke’de öyle yapmıştı. Muaviye, Ebu Sufyan, Safvan bin Ümeyye gibi oranın en zenginlerine verdi. “muellefeti kulub” fonundan çok bol verdi. Böylece onlara bakarak diğer insanların gönülleri ısındı. Aynı şekilde sende Bizans’ı fethetmişsin, onun ağalarına, paşalarına ver. Sasanileri fethetmişsin ağalarına, paşalarına ver ki o insanlar halkı sizin aleyhinize örgütlemesinler. Şu anda ki sonuçlar aslında onların örgütlemelerinin sonucudur. Askeri olarak karşı koyamamışlar ama bürokrasi olarak İslamiyet’in içini boşaltmışlar. Şuanda bizim okuduğumuz onlardan gelenlerdir. Neyse, maalesef böyle şeylerle sizin vaktinizi almak zorunda kalıyoruz.
Kuranı Kerimde olanlara gelelim. Aslında benim içinde bu zekât konusu iyi bilmediğim konulardan bir tanesidir. İyi bilmediğim kelimesinin manası şudur. Kuranda ki zekâtla ilgili bütün ayetleri ortaya döküp ilişkiler ağını oluşturamadık. Çünkü bütün eski bilgileri gözden geçiriyoruz. Konu o kadar çok yayılıyor ki. Hangi birisinin altından çıkacaksınız. Bu konuda ramazandan ramazana geliyor. Elimdeki zekât kitabını bir öğrenci master tezi olarak hazırladı. Bu kişi doktora yapacaktı. Bir türlü imtihanı başarıp gelemiyor. Hani doktora yaptırırken çok kolay oluyor. Şuraya bak, buraya bak, diyorsun o da getiriyor. Doktora yaptırdığınız zaman değerlendirmesi kolay oluyordu. İnşallah nasip olurda yapar. Mevcut bilgilerime göre şu ayeti kerimeyi okuyalım. Ama dediğim gibi bu konuda çok çalışmak lazım. Az önce devletin ana gelir kalemi olan zekâtın devletin elinden alındığını söylemiştik. Onun yerine bir ganimet kalmış. Ganimete göre de bütçe yapamadığımız için devlet kalmıyor. Yani hazine daraldığı için falan yere sefer yapacağız. Böyle İslamiyet yayılmaz ki. İlk sahabeler dünyanın neresine gitmişlerse o bölgeler hala Müslüman mı? Bir katılımcı: Evet… Abdülaziz Bayındır: Neyle gitmişler? Bir Fatiha suresiyle gitmişler. Kuran muran yok. Bir Fatiha suresiyle gitmişler. Fatihanın dışında birkaç tane ayet bilen var, yok yani. Kaç tane hafız vardı? Zaten bilenleri Medine den çıkarmıyorlardı. İstişare yapacağız size ihtiyacımız var diye bırakmıyorlardı. Hz Osman zamanına kadar çıkmalarına müsaade edilmedi. Birkaç sure bilen insanlar gidiyor. Bakın Enes Hoca Orta Asya’nın uç noktalarından buraya gelmiş. Onların o bölgeleri sahabelerle Müslüman olmuş değil mi? Doğu Türkistan Maveraünnehir bölgesi değil mi? Öyle deniyor. İşte Özbekistan. Kazakistan, Türkmenistan, İran’ın büyük bir bölümü, Pakistan, Hindistan, Azerbaycan oradan yukarıya doğru çıkın Tataristan ve Türkiye’nin doğusu yani Kayseri’den doğu tarafı, Kuzey Afrika gibi yerlere gitmişler. Ya bunların gittikleri her yer bugün hala Müslüman. Peki, bunlardan sonra Tarık bin Ziyad nereye gitti? Bir katılımcı: İspanya… Abdülaziz Bayındır: Müslümanlık ispanya da niye kalmadı? O kadar yüksek, parlak medeniyet oluşturdular da neden Müslümanlık kalmadı? Çünkü oraya Kuran gitmedi. İşte ilmihallerde okuduğum Müslümanlık gitti. O zamanlar oraya Kuran gitmedi. Mushaf olarak Kuran gitmiş. Sahabe dönemine göre daha çok Kuran vardı. Sahabenin elinde Kuranın kendisi yoktu. İşte bir Kuran nüshası vardı. Oda Hz Hafsa’nın evinde saklanıyordu. Bir tane nüshaydı. Daha sonra herkesin evinde bugün ki gibi Kuranı kerim oldu ama neye yarar ki? Kuranı güzel kaplara koyacaksın, sabaha kadar ayakta duracaksın, Müslüman olacaksın. Ve bunu da sanki iyi bir şey yapmış gibi ballandıra ballandıra anlatacaksın. Ama o insanlar okudukları ayetleri özümsemişlerdi. Ve gittikleri yerlerde bunu söyledikleri zaman oraya bahar geliyordu. Herkes kendini buluyordu. Daha bırakır mı adam Müslümanlığı? İşte tarihte felsefenin en yoğun olduğu yer İskenderiye, Şam niye bunlar ebediyen iddialarını bırakmak zorunda kaldılar? Balkanlarda dört yüz yıl Osmanlı kaldı oraya İslam diyebiliyor musunuz? Oraya Anadolu’dan aile götürmek zorunda kaldı. Hâlbuki sahabeler kimseyi bırakmıyorlardı, gitmeyin diyorlardı. Burada kalın. Gitmedikleri halde namlarının gitmesi onların Müslüman olmasına yetiyordu. Biz şimdi Aksaray’dan Anadolu’dan Müslüman aileleri Avrupa’ya taşıdık. Ama tekrar onları geri almak zorunda kaldık değil mi? Yani kimseye dokunmamışlar, sonra hadi Allaha ısmarladık diyerek gelmişler. Çünkü Kuranda ki din anlayışı yok. Kuranda ki din anlayışı fıtrattır. Yani senin Kosova’daki ya da Doğu Türkistan’daki ya da falan yerde ki filan yerdeki hangi dine mensup olursa olsun insanlar hayatı boyunca Allahın ayetlerini okuyor. Ama onu yanlış adlandırmışlar. Allahın kainattaki ayetlerini zaten herkes okuyor. Sen de ona Kuran ayetini gösterdiğin zaman kendi kendine gerçekten ya çok doğru, diyebiliyor. Eski düşüncelerini bırakıyor. Buna zaten benim içim yatmıyordu, zaten rahatsız oluyordum diyor. Her şeyini bırakıyor ve dört elle sarılıyor. Ama onu değil de şu ilmihallerdeki dini götürdüğün zaman kim kabul eder ki? Sen bunu nasıl uygulayacaksın? Şimdi Mehmet Bey akşam bu Abdülaziz Hocanın derdi ne diyor. Ne olacak yani? Herkesin canını sıkan şeyleri konuşan bir adamın şahsi bir beklentisi olmaz. Ama dert Kuranı Kerimdir. Ve çok büyüktür. Bu Müslümanları adam etme hareketidir. Kurana dönüş hareketidir.
“İnnemes sadegatu lilfugarai” “sadakalar fakirler içindir”(9/60). Allah-u Teâlâ sadaka kelimesini kullanıyor. Yani zekâtı da içine alıyor. Diğerlerini de içine alıyor. Ama sonunda “feridatem minallah” geldiği için “Allahtan farz olarak”(9/60) o zaman ne oluyor? Sadece zekât dediğimiz şey oluyor. “Fakirler içindir” (9/60). Zekât nisabına sahip olmayacak kişiye fakir deriz. Ona zekât verirsiniz onu zekât verecek duruma getirirsiniz. Böylece gelecek sene o zekât vermeye başlar. Sen ona zekât verirsin diğer sene oda başkalarına zekât verecek duruma gelir. Onu adam edeceksiniz, ayağa kaldıracaksınız. Peki, “vel mesakin” “miskinler içindir”(9/60). Şimdi ilmihalde yemek için dilenmeye muhtaç olan kişidir, diyor. Öyle değil ki. Kuranı kerimde miskinin tarifi var. Peygamber Efendimizin sahih hadislerinde miskinin tarifi var. Ve sözlükte miskinin tarifi var. Sen bütün bunları bırakıp nereden bu noktaya ulaşıyorsun ki? Az önce okuduk ya. Birkaç lokma bulamayan, günlük yiyeceği içinde dilenmeye muhtaç olan kişiye miskin diyor. Miskin; sakin olmak, bitmek, susmak, dinmek, hareketine son vermek anlamlarına gelir. Şimdi bir adamın işini kaybettiğini düşünün. Ne der? Her şey bitti. Öyle der değil mi? Ben artık bitiğim kardeşim, der. Kendisine ilim verilen bir kul ve Musa (a.s) olayı olarak bilinen bir olay var ya orada geçiyor(18/79). Hani kendisine ilim verilen bir kul gemiyi deliyor. Musa’da (a.s) niye deldin, diyor. Oda anlatıyor. “Emmes sefinetu” “o gemi” “fekanet limesakine” “birkaç miskinindi”(18/79). Yani bir gemi bir günlük yiyeceği bulamayan birkaç kişinindi öyle mi? Yani adam gemi sahibi olacak ama günlük yiyeceği olmayacak. Öyle mi? Bir katılımcı: 52:04 52:07. Abdülaziz Bayındır: O ayrı bir konu. Sen şimdi gemi sahibi olarak itiraz edebilirsin. Diyeceksin ki ben miskin değilim. Yani ayeti anlamaya çalışıyoruz. Bu ne demektir? Devam ediyoruz. “yea’melune fil bahri” “denizde çalışıyorlar gemileriyle”. “feeradtu en eibeha” “onu ayıplı hale getirmeye çalıştım, istedim”. “ve kane veraehum melik” “çünkü arkalarında bir kral vardı”. “yeé’huzu kulle sefinetin ğasba” “rastladığı gemileri gasp edip alırdı”(18/79). Onu da yaralı gördü mü, almayacak. Şimdi o anda bunlar miskin değil. Bu ne demek? Eğer bu gemi bu adamların elinden giderse yapacak bir işleri kalmayacak demektir. Ne demek yani sözlük manasına bakın. Bir katılımcı: Peki neden başka çalışacak imkânları olmadığı için mi? Abdülaziz Bayındır: Başka bildikleri bir iş yok. Bildikleri iş var, bir de gemileri var. Ellerinden alındı mı ne olacak? İşsiz kalacaklar. İşsiz kalan bir adam ne yapar? Gidecek yeri olur mu? Bak kelime manası sakin olmak yani hareketsiz olmak. Bir katılımcı: Tembel… Abdülaziz Bayındır: Yok tembel değil. Yapacak bir şeyi yok, ne yapsın adam? Cebinde beş kuruş parası yoksa gitsin 53:49 53:51 yemek yesin. Herkes de bunu armatör olarak tanıyor. Çoluğunun çocuğunun belli bir harcama düzeyi var. Diyelim ki çocukları özel okullarda okuyor. Birden bire işsiz kalıyor. Ne olacak gelip bundan yardım isterler ama kendisi yardıma muhtaçtır kimseye de bir şey söyleyemez. Bu ayette olan o ama sadece o değil ki falanca yerde işinden olmuş. İster aylığı yüz lira olsun ister yüz bin lira olsun. Ne fark eder? Adam işinden olmuş. Zaten aylığını aldığı zaman yetiremiyor, almadığı zaman ne yapacak? İşte bu bir işsizlik fonudur. Gördünüz mü? Peygamberimiz ne diyor? Yani bunu doğru anlayıp anlamadığımızı peygamberimizle test etmemiz lazım. Sağlamasını onunla yapmak zorundayız. Ne diyor Peygamber Efendimiz? O halkı dolaşıp kendisine bir iki lokma, bir iki hurma verdiği dilenci miskin değildir. Bizimkilerin dediği ne? Tam bunun tersini yapmamış mı? Peygamber böyle diyor. Ve sahih hadistir. Buhari’de, Nesai’de ve benim bilgisayarımda var. Böyle bu manada on beş, yirmi tane sahih hadis var. Halkı dolaşıp halkın kendisine bir iki lokma, bir iki hurma verdiği dilenci miskin değildir. Miskin, kendisini geçindirecek gınaya malik olmayan yani kendini geçindirecek kadar bir zenginliği olmayandır. Yani o seviyesini devam ettirecek. Adam güzel bir evde oturuyor diyelim. Bu kadar evde niye oturuyorsun, çık diyorlar. Düne kadar kimse öyle bir şey demiyordu ama birden bire böyle oldu kardeşim. Ben şimdi bütün toplumda ki itibarımı sıfırlasam ne olur? Ne olur yani bütünüyle çökersin. Görünürde bakarsın ki koskoca köşkte oturuyor ama miskindir. Bir katılımcı: 56:02 56:05. Abdülaziz Bayındır: Hayır, herkes yardım istemeye ona gelir. Peygamberimizin tarifi, kendine sadaka vermek için zarureti bilinmeyen. Vereceğiz ama ne durumda olduğunu bilmiyoruz. Kendiside kalkıp halktan istemeyen iffetli nezih kimsedir. Ya şimdi bakın bunların toplumdaki sosyal statüsünü bozmadan bu görevi Allah devlete veriyor. Devlet olduğu zaman devletten istemek kolaydır. Ama halktan isteyemezsiniz. Oda kendi imkanlarıyla araştırır, zaten bilir. Getirir verirsin. Senin sosyal statün bozulmaz. Çok kısa bir süre sonra o da durumu düzelerek başkalarına yardım edecek düzeye gelir. Bu içi su dolu kuyu gibidir. Eski emme basma tulumbaları hatırlayın. Tulumbaya bir bardak su döktün mü, oradan tonlarca su alırsın. Miskine zekat verme aynen tulumba örneğine benzer. Ama ne yapıyorsun? Diyorsun ki sen çık kardeşim, başka eve geç, çocuklarında orada okumasın. Ne demektir? Bu pompayı söküp atalım demektir. Ondan sonra kovayla biraz zor çıkarırsın oradan. Öyle bir adamın yetişip oraya gelmesi kolay mı? Şimdi bir ara beyaz gömlekli işsizler vardı. Yani adam eğitimli, belli seviyelere gelmiş, işini kaybetmiş. Ne kadar kolay? Bunların kişiliklerini sıfıra düşüreceksiniz. Şimdi şu muhteşemliğe bakın. Bu tarifi nereden yaptık. Kurandan ve sünnetten yani ayetten ve sahih hadisten yaptık. Zaten o hadis sahih olmasa bile ayete birebir uyduğu için sahihtir. Çünkü hadisler için sahihtir, değildir sözü metne bakılarak söylenmiyor. Senedine bakılarak söyleniyor. Metin çok doğru olduğu halde senedi eksik olabilir. Senedi çok doğru olduğu halde metni yanlış olabilir. Evet, şimdi bu ihtişamı gördünüz değil mi? Mesela sosyal devlet deniyor. Bundan daha sosyal devlet olur mu? Ama siz baştan bu devletin elinden bunları almışsınız. Devlette bunu kaybettiği için birkaç kere söylemek için hazırlandım söyleyemedim. Avarız diye vergiler koymuşlardır. Yani geçici vergidir. Ama kalıcı olmak zorunda çünkü devletin başka geliri yok ki. Devlet ne yapsın? Zekât alamıyor, savaşa da çıkamıyor. Avarız vergisi koyuyor. Ne yapacak? Devletin bir şekilde ayakta durması gerekiyor. Bu defa vergi devam ediyor. Bu defada birçok haksız vergiler oluyor. Bu seferde halka baskı yapılıyor. Halkta isyan ediyor. Devletin hakkı olan zekâtta zayi oluyor.
“vel amiline aleyha” “zekât işlerinde çalışanlara”(9/60) da verilir. Mesela bir insan zekât topluyorsa, zekâtı gerekli yerlere harcıyorsa veya onunla ilgili işlerde çalışıyorsa mesela bir Kuran kursunda talebelerle uğraşıyorsa, adı Kuran kursu olmasın üniversitede olsun fark etmez öğretmenlik yapıyorsa tabii ki verecesin. Efendim üniversitenin gideri genel bütçeden karşılanıyor. Peki, genel bütçenin geliri nereden karşılanıyor? Oraya nereden koyacaksın o parayı. Bir katılımcı: Devlet koyacak. Abdülaziz Bayındır: Nereden koyacaksın? Devlet nereden alacak? Bir katılımcı: Halktan alacak. Abdülaziz Bayındır: İşte oraya koyduğun zaman sistem çalışıyor. Bu vergi memurlarının aldığı en fazla sekizde birdir. Mesela bugün, Anadolu’nun birçok ilinde toplanan vergiler, vergi memuru maaşına yetmiyormuş diye söylüyorlar. Belki bu sistem uygulandığında bu tür olumsuzluklar yaşanmayacak.
“ve muellefeti kulubuhum” “ve kalpleri ısındırılanlar”(9/60). Isındırılanlar genel bir ifadedir. Müslüman, kâfir olma şartı yok. Bunu zamanında dört sınıfa ayırmışlar. Büyük İslam İlmihali: Birincisi, daha yeni Müslüman olup imanı zayıf olan kimselerdir. Kendisine zekât verilir ki Müslümanlığı takviye bulsun. Abdülaziz Bayındır: Eğer İslamı anlatacaksanız, yayacaksanız bu tip insanlar her zaman olmaz mı? Büyük İslam İlmihali: İkinci grup islamiyeti kabul edip kavmi arasında şerefli olan kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Müslümanlığı kabul etmiş ama itibarlı. Büyük İslam İlmihali: Kendisine zekât verilmekle başkalarının Müslüman olmaları gayesi tatbik edilir. Abdülaziz Bayındır: Adam o şerefli konumunu devam ettirmesi için zekâttan veriyorsun. Bu defa oranın sosyal yapısını bozmuyorsun. Diğer insanlarında Müslüman olmasına sebep oluyorsun. Büyük İslam İlmihali: Üçüncü sınıf imanı kuvvetli olan Müslümandır. Abdülaziz Bayındır: Sapasağlam imanı var. Büyük İslam İlmihali: Kendisine zekât verilmekle 01:01:50 kalan bir takım gayrimüslümlerin şerlerini defetmesi kendisinden beklenir. Abdülaziz Bayındır: Veriyorsun para git şu zekât parasıyla şu sınır boyunu koru diyorsun. Al sana ordu kuruluş mantığı. Ya da al bu parayı islamiyeti yay diyorsun. Bir katılımcı: Televizyon kur. Abdülaziz Bayındır: Televizyon kur. Zenginlere bir yemek ver diyorsun. Git anlat. Git Avrupa da milleti topla, ceplerine harçlık koy ve İslamı anlat. İşte bu muellefeti kulubtur. Bu fon kaldırılabilir mi? Büyük İslam İlmihali: Dördüncü sınıf zekât verilmesine mani olanın şerlerinden ehli islamı korumaya kudreti olan kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Yani bugün tanıtım fonu dediğimiz şeydir.
“Ve fir rikab” “şimdi köleler”(9/60). Burada köle kelimesi geçmiyor. Boyun kelimesi geçiyor. Yani boynu eğri insanlar. Kölenin de boynu eğridir. Yani dik duramaz. Birçok Müslümanlar işte falan hapishanelerde inim inim inliyorlar. Parayı bastırırsınız. Adamları kurtarırsınız. Bu tip şeylerde hiçbir zaman için eksik olmaz.
“vel ğarimine” “ve borçlular”(9/60). Şimdi borçlular derken bizim kitaplara bakın, az önce okumuştuk. Diyelim benim bir fabrikam var. On bin tanede işçi çalıştırıyorum, borçlanmışım. Tamam, ben fabrikayı satarsam borcumu da öderim. Ömür boyu rahatta yaşarım. Şimdi bizim bu ilmihal kitapları, o malları satması gerekir diyor. Ya niye satsın? Şurada on bin kişi işsiz kalacak. Ve memlekette bir sürü üretim olmayacak. Aynen o kuyudaki bir bardak su gibi zekât fonundan getirsin bu adamın borcunu kapatsın. Gelecek sene ondan zaten on katı zekât alırsın. Almasan bile bu kadar işçide çalışmaya devam eder. O kadar aile geçiniyor.
“ve fi sebilillah” “Allahın yolunda”(9/60). Bu çok geniş bir kelimedir. Şimdi vakit iyice daraldı. Onun üzerinde fazla duramayacağım. Kuranı Kerim okurken “fi sebilillah” kelimelerini gördüğünüz yerde bakın neden bahsediliyor? Anlatmaya lüzum yok. Onların içerisinde burada anlattıkları cihad yani sıcak savaş çok küçük bir yer kaplar. Bunu tutmuşlar sıcak savaş diye sınırlamışlar. Bu mantığa göre adam savaşa giderken silah alacak. Kardeşim barış zamanında ben bu silahları alıp eğitim göreceğim ki savaş zamanında bir işe yarasın. Yoksa öbürleri bu adamları teker teker vururlar.
“vebnis sebil” “ve yolcular için”(9/60). Yani yol güvenliği. Şimdi anlatırlar, eski kitaplarda var. Biraz uygulanmış. Memleketinizden çıkıyormuşsunuz, tüm İslam ülkesini gezip geliyorsunuz. Cebinden bir kuruş masraf yok. Çünkü her gittiğiniz yerde “vebnis sebil” fonundan onu işletmişler. Yemekler pişiyor, yemek yiyorsunuz, yatıyorsunuz, kalkıyorsunuz, atınıza bakılıyor. Devam ediyorsunuz. Muhteşem bir şey yani… Bir katılımcı: Gezi için 01:05:53 01:05:57. Abdülaziz Bayındır: Bilhassa ilim yolcuları beş kuruş para vermeden bütün dünyayı dolaşabiliyorlar. Bir katılımcı: “Lil fukaraillezîne uhsıru fi sebilillahi” (2/273). Abdülaziz Bayındır: O işte miskinler. “Lil fukaraillezîne uhsıru fi sebilillahi la yestetiune darben fil ard, yahsebuhumul cahilu ağniyae minetteaffuf” “kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır”(2/273). İşte onlar miskin oluyor. Yani “fi sebilillah” Allah yoluna kendini hasretmiş. Din hizmetine kendini vermiş. Kamu hizmetine vermiş, sadece din hizmeti olması gerekmez. “Fi sebilillah” kamuya hizmet, yani tüm topluma hizmettir. Kendini kamu hizmetine hasretmiş olanlardır. Çoluk çocuğuna ayıracak bir şeyi yok. Bununla geçinmesi gerekiyor. Onu da zekâttan karşılayacak. Allah özellikle onlara verin diyor(2/273). Bir katılımcı: 01:06:44 01:06:46. Abdülaziz Bayındır: Elbette verilir. Yani vakit dar olduğundan kısaca durduk. Şu sekiz sınıfın tamamı devletin bütün ihtiyaçları içindir. Ama sekiz sınıfı da Allah, tek tek vurgulamış ki yetkililer keyiflerine göre şuraya buraya harcamasın. O zaman siz ciddi manada ayakta durursunuz. O zaman siz çok rahat bir şekilde yeryüzünde hâkimiyetinizi devam ettirirsiniz. Allah yardımcımız olsun.