ABDULAZİZ BAYINDIR: Hayırlı sabahlar değerli izleyiciler. Bugün yeni bir programda karşınızdayız. Konumuzun ana başlığı: Dinde Helal va Haram Koyma Yetkisi. Tabi diyebilirsiniz ki; bu din kimin dini? Eğer Allah’ın dini ise helal-haram koyma yetkisi de Ona ait olur. Hiç şüphesiz öyledir. Ama sizler de zaman zaman biliyorsunuz kuranda olmayan, Resulullah’ın ağızından çıkmamış olan bir sürü haramlar vardır. Bir sürü yasaklar vardır. Ve bunlar zamanla mezhepler tarafından oluşturulmuştur. Mezhepler bu yasaklarına elbette ki bir dini kılıf hazırlamak zorundalar. Ondan dolayı da kuranı bir şekilde kendi arzularına uydurmaları gerekiyor. Kuran olmuyorsa Resulullah kullanılmaya çalışılıyor. Ondan dolayı da önce kavramlar anlamsızlaştırılıyor ve bakıyorsunuz ki yeni bir yapı oluşmuş. Biz bu yeni yapıyı her defasında bu ekranlardan sizlere anlatıyoruz. Bugün islam alemi o yeni yapının sıkıntısını çekiyor. Dün cuma namazına gitmiş olanlar bilirler: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı ve camilerde okunan bir hutbe vardı. O hutbe vesilesiyle bu konu gündeme gelmiş oldu. Bu konuyu gündeme getirmiş oldukları için Diyanet İşleri Başkanlığına teşekkür ediyorum. Yani çünkü bunun ciddi anlamda tartışılması lazım. Ama bir açıdan da bir başka memnuniyetimi burada söyleyeyim. Ben 1976’da Erzurum Atatürk Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi’nden mezun oldum. O zaman bizim talebeliğimiz yıllarında Hanefi mezhebinde olan bir kişi Şafi mezhebinin bazı görüşlerini uygulayabilir mi diye tartışılıyordu. Hayrettin Karaman Hoca bu konuda uygulanabilir dediği için o zaman bize Onu düşman olarak gösteriyorlardı. Ve ondan dolayı çok büyük hücumlara uğramıştı. 76’da İstanbul Müftülüğüne gelince burada Hayrettin Hoca ile beraber çalışmak nasib oldu. Yıllarca beraber olduk. 77’den itibaren. Hayrettin Hoca şunu söyledi. Dedi ki; “bana yapılan hücumlarda o kadar sıkılmışım ki şu başımın arka tarafı tamamen yara oldu ve sular aktı”. Gerçekten gazetelerde hakkında yazılar yazıldı. Neymiş; Hanefi mezhebinde olan bir kişi namaz kılarken yada abdest aldıktan sonra bir yeri kanasa Şafi mezhebinde kan abdesti bozmadığına göre Şafi’ye uyarak namazını kılsa olur mu? Olur. Bunu söylediği için bu kadar hucumlara maruz kalmıştı hedef olmuştu. Şimdi artık o noktalar aşıldı. Artık bunu Türkiye’de tartışan hiç kimse yok. Şimdi öyle bir noktaya geldi ki: kuran yanda, acaba nebimiz de haram-helal koyma yetkisine sahip mi değil mi? Bu çok ciddi bir seviyeyi gösteriyor. Bunun tartışmaya açılmış olması çok güzel bir şey. Dünkü hutbede anlatılan görüşlere elbette katılmıyoruz. Onun için bugünkü dersi o konuya tahsis ettik. Ama önce isterseniz Yahya’dan hutbenin ilgili bölümlerini dinleyelim. Çünkü belki dinlememiş olanlarınız vardır.
YAHYA ŞENOL; Dün yani 12 Şubat 2016 Cuma günü Türkiye genelinde bir hutbe okundu ve bu, Diyanet İ. Başkanlığı internet sitesinde de yayınlandı. Oradan ulaşılabiliyor. Hutbenin başlığı: Peygambere İman Tevhidin bir gereğidir. Başlık bu. Gerçekten önemli bir konu. Fakat bildiğimiz kadarıyla bu güne kadar peygambere veya peygamberlere iman etmenin imanın gereklerinden olmadığını söyleyen herhangi bir islam alimi veya bir islam mezhebi, islam cemaati ben en azından kendi adıma söyleyeyim duymadım. Peygamberlere iman, imanın şartı değildir diye. Dolayısıyla bu zaten genel bir kabuldür. Ayetlerle de sabittir. Bizim amnetu diye o formülde bildiğimiz gibi “amnetu billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusulihi” Allah’ın elçilerine iman, imanın olmazsa olmaz şartlarından biri. Dolayısıyla bu başlığı duyduğumuzda biz de zannettik böyle önemli bir konuyu yeniden hatırlasın millet diye sunacaklar. Ve öyle başladılar fakat iki-üç paragraf sonra konu öyle bir yere geldi ki peygambere iman bakın normalde islami ilimlerde akaidin konusudur. Akaid, farklı bir bilim dalıdır. Yani inanılacak iman esaslarının incelendiği ilim dalıdır. Tam bu anlatılırken bir anda konu peygambere imandan hadislere imana çevrildi. Hadisler, hadis veya usulü fıkıhın konusu. Dolayısıyla iki farklı ilim dalından bir defa çok keskin bir geçiş yapıldı. Başlıkla içerik bu manada tutmuyor bi defa. Öncelikle bunu söyleyerek ben başlamak istedim sözlerime. Dediğimiz gibi baş taraflar güzel fakat peygambere iman anlatılırken bir anda “kuran bize yeter diyenlerin çekecekleri var” falan gibi bir anda sanki birilerine bir cevap sadedinde kaleme alınmış bir metin olduğu izlenimi doğurdu. Ne demişler ben buradan okumaya çalışayım. Denmiş ki; “hayat kitabımız olan kuran, peygamberimizin diliyle bizlere ulaşmıştır. Onun örnekliğinde hayat bulmuş, okunmuş, anlaşılmış ve uygulanmıştır. Kuranı yaşanan bir kitaba dönüştüren peygamberimizdir”. Buraya kadar problem yok. “Vahyin ağırlığını ilk karşılayan, ilahi kuralları ilk açıklayan, insanlara Allah’ın muradını duyuran Peygamber efendimizdir”. Sorun buradan başlıyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Allah’ın muradı demek Allah ne demek istediğini anlatamıyor. Bu çok temel bir husustur ve asıl kayma burada başlar.
YAHYA ŞENOL: Bununla söylemek istedikleri şimdiki cümlelerde geliyor. Diyorlar ki; “Yüce Rabbimiz kuranda bize namaz kılmayı, oruç tutmayı, zakat vermeyi, hac yapmayı emretmiştir. Ancak namazın vakitlerini, rekat sayılarını ve nasıl kılınacağını bize Edendimiz öğretmiştir”. Yani kurana bakarak siz bunları yapamazsınız. Bunu söylemiş oluyorlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Halbuki Resulullah’ın anlattığı siz çok iyi biliyorsunuz ki kuran namaz vakitleri konusunda o kadar ayrıntı vermiştir ki ancak o kadar olur. Ama metodu bilmezseniz hiç bir şey öğrenemezsiniz.
YAHYA ŞENOL: Orucun ne şekilde ve nasıl tutulacağını, zekatın hangi mallardan ve ne kadar verileceğini, haccın menasikini bizlere hep Peygamberimiz öğretmiştir. Kısacası ibadet hayatımız Onun örnekliğinde şekillenmiştir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Son cümle güzel ama iyilerle kötüler birbirlerine karıştırılıyor.
YAHYA ŞENOL: “Kardeşlerim! Bize kuran yeter anlayışı ile Peygamberimiz’i, Onun siretini ve sünnetini dikkate almadan müslümanca yaşamaya çalışmak mümkün değildir. Bu duruş kuranın bizzat kendisine aykırıdır. Çünkü Yüce Rabbimiz kerim kitabımızda bize kendisi ile birlikte resulüne inanmayı ve tâbi olmayı emreder. Peygamberimiz’in helal kıldığını helal haram kıldığını haram saymamızı ister” ki dersimizin ana konusu bu olacak. “Dolayısıyla Peygamberimiz’e inanmayan” böyle bir müslüman olabilir mi zaten! Bunun camilerde anlatılmasının sebebi hikmeti nedir? Cuma namazına gelip de peygambere inanmayan bir kişi olabilir mi zaten? “Peygamberimize inanmayan, Onun siretini ve sünnetini benimsemeyen bir anlayış islam anlayışı olamaz. Peygambere iman etmeden kuran ile sünnetin arasına mesafe konularak ebedi kurtuluşa ulaşılamaz”. Yine iman meselesi. İmanla zaten kimsenin bir sıkıntısı yok. “Resulü ekremin şerefli sözleri olmadan kuran anlaşılamaz ve yaşanamaz”. Ve bunların bütün üzerinde filizlendiği temel de şimdiki rivayet. “Bizi bu konuda ikaz eden de yine bizzat Efendimizdir. O şöyle buyurur; sakın sizden birinizi emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde köşesine yaslanmış olarak cahilce ‘biz Allah’ın kitabında ne bulursak uyarız, hadis tanımayız derken bulmayayım” demiş Peygamberimiz. Kaynak: İbni Mâce ve Tirmizi. Hadis kitaplarında böyle bir rivayet varmış. “Mış”ı özellikle kullandım. Biraz sonra biz de bunu temellendirmeye çalışacağız ve kaynaklarımızda bu hutbeyi hazırlayanların ve hepimizin çok yakından tanıdığı insanlar olacak.
YAHYA ŞENOL: Araf suresi kuranın 7.suresi. İlk ayetlerini okuyalım. Allah burada şöyle diyor. ARAF, 1.. Ayet: Elif lam mim sad. ARAF 2.. Ayet: Kitabün ünzile ileyke: bu sana indirilmiş olan kitaptır”, “fe la yekün fı sadrike haracüm minhü: bu kitaptan dolayı içinde sıkıntı olmasın”. Niye indirilmiştir? “li tünzira bihı: bununla uyarıda bulunasın diye”, “ve zikra lil mü’minın; müminler için de zikra olsun” yani akıllarından çıkarmayacakları, sürekli akılda tutup uygulayacakları bir bilgi olsun. Ondan somra da “unzile ileyke” derken tekil “sana” diyor, sonra da hepimize hitaben Allah şöyle diyor; ARAF 3.. Ayet: İttebiu: ey müminler, uyun”. Resulullah’ın kendisi de dahil. Çünkü O da mümindir. İlk önce inanan Odur. Onun için “amenar resuli” önce resul inanmıştır sonra biz. İlk önce Ona inmiştir sonra bize tebliğ edilmiştir. “ittebiu ma ünzile ileyküm mir rabbiküm: Rabbiniz’den size indirilen ne ise”. Allah ne dediyse ona uyun. “ve la tettebiu min dunihı evliya: Allah’ın hemen yakınından Allah ile kendi aranıza bir takım veliler, dostlar koyarak onlara uymayın”. Çünkü öteden beri İblis doğru yolda oturur, Allah’a yakın olduğunu göstererek araya bir sürü şeyler sokuşturmaya çalışır. “kalılem ma tezekkerun: bilginizi ne kadar az kullanıyorsunuz”. İşte bugün me kadar az kullanıldığının ifadesi var. Resul kelimesi burada çok önemli. Resul, biz sadece elçi diye tercüme ederiz türkçemizde ama arap dilinde elçi ve elçilik gereği yapılan şeye resul denir. Yani şimdi şu kitaba da resul denir. “Atiullahe ve atiur resul” diyor Allah Nisa suresinin 59.ayetinde. “Allah’a ve resule itaat edin”. MuhammedSav aramızda değil ama bu emir bizim için de geçerli. O resul risalettir yani buna itaat edin. Çünkü O burada olsaydı zaten bunu anlatacaktı. Onun için resul kelimesinin arapça karşılığı hatta dildeki birinci karşılığı risalettir. Sözlüklere bakarlarsa görürler. İkinci karşılığı elçilik demek. Elçilik gereği söylenen söz yada Resulullah’ın getirmiş olduğu kuran. İkinci anlamı da Onu getiren kişi demektir. Resulullah Sav yani Allah’ın elçisi son nebisi bize hem kitabı hem hikmeti öğretmiştir. Mesela Bakara 151. ayette Allah diyor ki; “Kema erselna fıküm rasulem: içinize bir elçi gönderdik”, “minküm: sizden bir elçi”, “yetlu aleyküm ayatina: size ayetlerimizi okuyor”, “ve yüzekkıküm: sizi geliştiriyor”, “ve yüallimükümül kitabe vel hıkmete: size kitabı ve hikmeti öğretiyor”. Kitap: kuran. Bu. Hikmet de bundan çıkarılan hükümler. Dolayısıyla MuhammedSav elbetteki kurandan hükümler çıkarmıştır. Ama Onun söyledikleri sözlerin tamamı kurandan alınmadır. Sorgulanabilir. Zaten karşı taraf da onu anlar çok rahat bir şekilde. Her insan Allah’ın bir ayetidir çünkü. Onu anlayabilir. Yanlışları hemen hissedebilir. İşte Resulullah’ın Allah’ın resulü sıfatıyla bize öğrettiği iki şey var: birisi kitap: kuran. Biri de tamamen kuran ayetlerinden oluşan kurandan hüküm çıkarma metodu hikmet. Hükümü çıkarırken hata yapılabilir. O başka ama metodda hata yapılmaz. Dolayısıyla ResulullahSav kitabı tebliğin yanında kurandan çıkardığı hükümleri de tebliğ etmiştir. Onun için Ondan gelen sözler bu metoda göre. Bu metodu bilmezseniz o sözleri de kuranla bağdaştırmanız çok zor olur. Bilmeden bu olmaz. Onun için bu ekranlarda Erdem Uygan ile Fatih Orum 15 günde bir kök programı yapıyorlar bu metodu anlatmak için. Ama malesef islam alemi bu metodu sahabeden sonra tamamen unutmuştur. Dolayısıyla böyle bir noktadayız. Az önce hutbede okunan, adına elike denen. Elike me demek? Koltuk. Biriniz böyle koltuğunda oturup da Allah’ın kitabında ne bulursam ona uyarım balkasına uyarım derken bulmayayım demiş şeklinde. Tabii ki Allah’ın kitabında ayetler var ve ayetlerden nasıl hüküö çıkarılacağı yani hikmet. Şöyle anlayalım; Allah’ın tabiattaki ayetleridir. Bizim mutfağımıza gelen yiyeceklerin her birisi Allah’ın tabiattaki bir ayetidir. O gıdalardan nasıl yemek yapılacağı da hikmettir. Eğer o gıdalardan yemek yapmasını bilmiyorsanız bir çok gıda mutfağınızda çürür, siz de aç kalırsınız. Onun için Resulullah Sav ayetlerden nasıl hüküm çıkarılacağını da bize öğretmiştir. Onu saklı tutarak ki elbette ki onu bilen resul böyle bir hadis söyler mi söylemez mi o konuda Fatih Orum’u dinleyeceğiz.
FATİH ORUM; Hutbede sözü edilen rivayet ki bizim literatürümüz de buna erike rivayeti denilmekte. Öyle meşhur olmuş. Çünkü içerisinde geçen, biraz önce Hocam’ın da atıfta bulunduğu “koltuğa yaslanmak” ifadesi erike kuranda da “eraik: koltuklar, döşekler” anlamında geçmekte. Oradan hareketle bu ismi almış. Şimdi benim elimde bir makale var bu rivayetin tahliline tahsis kılınmış bir makale. Makalenin ismi: “Polemik Türü Rivayetlerin Gerçek Mahiyeti”. Makalenin müellifi Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar. Bu makale İslamiyat Dergisi 1998 yılı sayı 3. Orada yayınlanmış. M. Emin Özafşar Hoca hadis ilimlerinde oldukça emek vermiş, eserleri olan ve bugün de Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevi yapmakta. Şu an D.İşleri Başkan Yardımcısı’dır kendisi. Ankara İlahiyat’ın hadis hocalarındandır ve bu konuda hakikaten çok kayda değer çalışmaları vardır. İşte ben birkaç dakikada bu erike rivayetinin bu işin ehli tarafından yani M. Emin Özafşar Hoca tarafından nasıl tahlil edildiğini nasıl ele alındığını sizlere aktaracağım. Polemik türü rivayet demek, dini ilimlerde işte bu hadis olabilir, kelam olabilir, fıkıh olabilir: ilmi disiplinlerin kendi tezlerini savunmak, karşı tezlere karşı da bir itirazda bulunmak için bir takım rivayetleri çokça kullanmalarını ifade eden bir kavram polemik. Joker gibi hemen masada sıkıştığınızda ortaya attığınız bir takım rivayetler var, bunlara polemik türü rivayetler. “Peki şuna ne diyeceksin ? Böyle buyrulmuştur” denilerek tartışmayı bir anda bitirmek yada seyrini değiştirmek için kullanılan rivayetler. İşte Hoca, o rivayetlerden birisi olarak da bu hadisi ele alıyor. Ve bu rivayetin ilk kez İmam Şafi ile Resulullah’a nispet edilecek şekilde yani tasarrufu bir şekilde literatürümize girdiğinden bahsediyor. Yani İmam Şafi bunu kullanıyor ama nerde kullanıyor? Risale’de sünnetin meşruiyetini temellendirmek için kullanıyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Er Risale diye bir kitabı var İmam Şafi’nin. İslam hukuk metodolojisi diyebileceğimiz usulü fıkıh konusunda ilk yazılan eser olarak kabul ediliyor. Orada geçiyor bu.
FATİH ORUM; Yine İbni Hibban muhaddis. Resulullah’tan sadır olan her şeyin vahiy ürünü olduğunu delillendirmek için eserinde bir bab başlığı açıyor ve bu rivayeti ele alıyor orada. Bütüm hadisler vahiy kaynaklıdır düşüncesini bununla temellendiriyor. Darimi, yine muhaddis. “Essunnetu kâdiyetun alel kitab” diye bir ifade vardır. Sünnet kitaba kâdidir yani önceliği vardır. Son sözü o söyler, hükmü o verir şeklindeki rivayeti temellendirirken bunu kullanıyor yine Darimi kitabında.
ABDULAZİZ BAYINDIR; İstersen burada belki izleyicilerimiz yanlış anlamasın diye şunu şey yapalım. Resulullah’ın söylediği bütün sözler vahiy kaynaklıdır. Yani kuran kaynaklıdır. Ama Onu kurandan çıkardığı hükümler dediğiniz zaman anlam farklı olur, kuranın yanında kendisine indirilmiş ikinci bir vahiy dediğiniz zaman farklı olur. İşte bu, kuranın yanında ikinci bir vahiy sözüne delil getiriliyor. Öyle olunca ayet ile hadis arasında çelişki ortaya çıktığı zaman ikisi de Allah tarafından gelmiş vahiy, hangisini tercih edeceğiz? O zaman Resulullah’ın sözünü. Çünkü uygulamacıdır diyorlar son sözü O söyler. Niye Resulullah? Çünkü Onun ağızından çıkan sözlerin bir kısmı kuran olarak yazdırılmış bir kısmı da ‘vahiy gayrı metluv’ deniyor ki biraz sonra Vedat’ın da bu konuda konuşması olacak. Yani namazda okunmayan, sadece tek farkı namazda okunmayan ayrı bir vahiy şeklinde müthiş bir algı operasyonu yapılıyor. Müthiş bir algı operasyonu yapılıyor. Evet Resulullah kurandan hüküm olarak çıkarmıştır. Kurandan hüküm olarak çıkarınca bize örnektir, biz de çıkarabiliriz. Ama kendisine ikinci bir vahiy olarak geldiği zaman bize vahiy gelmeyeceğine göre bizim bu konuda onu örnek almamız imkansızlaşıyor. Zaten bu yapı Resulullah’ı örnek olmaktan çıkarmış, onun yerine başkalarının konmasını sağlamıştır.
FATİH ORUM: Ve burada ismini zikredemeyeceğimiz daha pek çok müellif bu rivayeti kullanmışlarıdır. Günğmüzde de kullanılmıştır. Yani günümüzde sünnetim meşruiyetine dair bütün makaleler, tebliğler, kitaplar hepine baktığınızda bu rivayet karşınıza çıkar ve en nihayetinde dün cuma namazına giden herkesin karşısına çıktı. Ne var bunda gelebilir, tabi ki insanlar bu rivayeti kullanabilirler, temellendirebilirler denebilir. İşte asıl iş orada başlıyor. Peki bu kullanılan rivayet bu işin ilmini bilen yani hadis yöntemini usulünü bilen kişiler tarafından bu rivayet nasıl ele alınıyor? Asıl önemli olan bu. Şimdi biliyorsunuz herhangi bir rivayetin bir Resulullah’a isnad zinciri vardır. Ben şundan duydum, O şundan duydu, O şundan duydu, O da en nihayetinde Resulullah’tan duymuş ki Resulullah şöyle söylemiş. Bir isand zinciri. O rivayetin Resulullah’a ulaşmasına kadar ki geçen bütün kişilerin adı zikredilir ve bu kişilerin nasıl kişiler olduğu: güvenilir mi? Yani bir takım kriterleri yerine getiriyor mu getir miyor mu? Hadis usulü bunlarla ilgilenir ve bunlara nir takım şeyler koyar. İşte, bu hadis zayıftır, sahihtir gibi. İşte meseleyi bu yönden ele alanlar bu rivayeti Resulullah’a iki kişinin isnad ettiğini görüyorlar. Yani 2 kişi; “ben Resulullah’tan duydum” diyor ve ondan sonra devam ediyor. Bunlardan bir tanesi Ebu Rafi isminde bir sahabe. Diğeri de Miktan Bin Mâ’dikerib isimli sahabe. Bunlar kanalı ile Resulullah şöyle dedi diye bu rivayet zikrediliyor. Ancak ilk ravi yani Ebu Râfi: bu kişinin biyografisini ele alan hiç bir kaynak bu admın Hayber Savaşı’na gittiğine dair tek bir kelime kullnmıyorlar. Olayım gerçekleştiği yer Hayber Savaşı. Bu rivayet Hayber Savaşı sırasında Resulullah böyle söyledi deniliyor ancak bunu Resulullah’a nisbet eden bu râvinin hiç bir kaynakta bu savaşa iştirak ettiğine dair kayıt yok.
ABDULAZİZ BAYINDIR; Yani Ondan duymasına imkan yok. İmkansız.
FATİH ORUM; İkincisi Miktam dedik. Diyelim ki bu olmadı, peki ikinci kaynaktan Resulullah’a nisbeti doğrulanamaz mı?Onunki daha da kötü. Bu adamın Peygamberimiz’i görüp görmediği dahi şüpheliymiş. Hayber Gazvesi sırasında bu kişinin 9, en fazla 10 yaşında olma ihtimalinden bahsediliyor bu savaşın olduğu dönemde. İkincisi çok daha vahim durumda.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Daha vahimi şudur; Hayber ile ilgili İbni Abbas’tan bir sürü rivayet gelir. İbni Abbas o zaman Mekke’de idi. Medine’de olma ihtimali yoktu. Olsaydı da zaten 5-6 yaşlarında yada 7-8 yaşlarında bir çocuktu.
FATİH ORUM: Yani hadis otoriteleri bu rivayetin isnadında yani Resulullah’a isnadında bir problem olduğunu, dolayısıyla en azından isnad açısından bir sıkıntı olduğunu söylüyorlar. Peki o zaman isnadı bırakalım, diğer türden bu rivayet sahih olabilir mi? Yani şöyle: Hayber Savaşı oldu, tamam bu bir vakıa. Hayber savaşında Resulullah böyle bir şey söylemiş olabilir mi meselesine gelince. Teste tabi tutuluyor rivayet. Bu rivayette geçen Resulullah ehli eşşek etine yani evcil olarak o hayvanların etinin yenmesini haram kıldığına dair rivayet bizim kaynaklarımızda çok kişi tarafından kullanılıyor. Mesela Hanefi kaynaklarında Ebu Yusuf ve İmam Muhammed o etin yenmesinin haram olduğunu söylüyor ama o rivayette geçen, işte “koltuğuna yaslanmış, ben Allah’ın kitabına bakarım, onun dışında hiç bir şeyle ilgilenmem” diyen kişi ile ilgili o bölüme hiç atıfta bulunmuyorlar. Buhari, Hayber Savaşı ile ilgili en fazla ayrıntının geçtiği hadis kitabı. Buhari bu rivayeti veriyor yani “o hayvanların etinin yenmesinin yenmesi”ne dair rivayeti veriyor ama erike rivayeti ile ilgili tek bir satır yok. Çünkü-biraz sonra söyleyeceğiz-bunun üzerine monte edilmiş o rivayet. O kısım. Mesela İbni Kayyım, İbni Abdilber ve pek çok kişi hatta biraz önce söylediğimiz o Ebu Râfi kanalı ile mesela Resulullah’a nisbet edilen o rivayette ravilerden bir tanesi Malik Bin Enes’tir ama Onun Muvattası’nda bu rivayer yoktur. Adamın ismi geçiyor raviler arasında ama adamın kendi hadis kitabında bu rivayet yok. Bir şekilde bir düzen kurulmuş isnad zincirinde. Ve tarih kitapları Hayber olayını ayrıntılı bir şekilde bize anlatıyorlar. Hatta Hayber’de Resulullah’ın bir hutbe irad ettiğini anlatıyorlar. Ne onların savaş ile ilgili malumatı ne de Resulullah’ın orda irad ettiği hutbede erike rivayeti ile ilgili hiç bir şey yok. Peki nedir bu? Nasıl eklemlenmiş ve niçin eklemlenmişe gelince; Mehmet Emin Özafşar Hoca’nın burada bir tespiti var. Diyor ki; “sahabe Resulullah’ın Hayber’de koymuş olduğu bu yasağın mahiyeti konusunda ihtilaf etmişler”. Bazıları bunu anlayamamışlar demeye getiriyor. Olabilir, Peygamber böyle bir yasak koydu ama bu yasak gerçekten kuranın koyduğu gibi bir yasak mıydı? Devam eden bir şey miydi? Yoksa bu geçici bir takım şartlara binaen miydi? Bazı sahabeler ki burada isimleri verilyor. Bazılarının bunu hep yasak haram olduğunu, kat’i bir hüküm bildirdiğini söylediklerini ama bununla birlikte bazılarının da; hayır, bu geçici bir şeydi, o dönemde orada bazı şartlara binaen Resulullah böyle söyledi. Ganimet dağıtılmadan bir takım insanlar bu ganimet mallarını paylaşmaya başladı, Resulullah bunun önüne geçmek istedi, onun için böyle bir yasak koydu. Haram değil yasak. Bu defa bu konuda bşr tartışma olunca birileri; hayır, Nebi böyle bir haram kılmıştır dedikten sonra o erike rivayetini buna ekliyorlar. Diyorlar ki; “nitekim orada şunu söyledi; kim yastığına rastladı görürsem bir gün, ben Allah’ın kitabı yeter, Resulullah’ın sünnetini kabul etmem, işte ona tehdit içeren ifadeler, böyle birini sakın görmeyeyim şeklinde. Bu rivayete eklemlendiğine dair bir tespitle..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sonuç olarak böyle bir rivayet yok.
FATİH ORUM: Polemik türü tartışmalar dedik ya? Birilerine cevap vermek için gerçekte olmuş bir hadiseye bir takım şeyler ekleyerek onu farklı bir boyuta sokulmuş. Bir hadis hocasının tespitleri bunlar. Bu hadis hocası Mehmet Emin Özafşar Hoca da bugün Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Nasıl bir sonuca varıyor? En son söylediği cümle ne?
FATİH ORUM: En son söylediği; bu daha sonra Hayber’deki bu olayın üzerine birileri tarafından eklemlenmiş ve bir tartılma ürünü olarak ortaya atılmış bir rivayettir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Resulullah’a ait bir söz değildir. Yani uydurmadır.
FATİH ORUM: Hem senet açısından hem de vakıa açısından.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şu anda Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Bey de bir hadis hocasıdır. Onun da bu konuda bir yazısı vardı galiba. İstersen sen de onu bir özetle.
YAHYA ŞENOL: Fatih Hocamız başkan yardımcısı Mehmet Emin Özafşar Hoca’nın görüşünü aktardı. Bizzat başkanın kendisi de Mehmet Görmez Hoca da bir hadis prefösörü ve şu an kendisinin kendi adını taşıyan bir internet sitesi var. Mehmetgormez.com. Adı soyadı, sadece “ö”nün noktaları yok. Orada Hoca’nın makaleleri, tebliğleri, konferansları, herşeyi mevcut bulunuyor. Orada tebliğler bölümüne tıkladığımız zaman sünnetin kaynak değerini temellendirme sorunu diye bir tebliğ var. Biraz önce çıkardım. İnternetten arkadaşlar ulaştırmışlar. “Sünnetin kaynak değerini temellendirme sorunu”. Doçent iken sunduğu bir tebliğ ve bugün dipnotuna göre sünnetin kaynak değerini temellendirme sorunu İsam tarafından da basılmış kitapta da bir bölümmüş bu. Orada Mehmet Görmez Hoca sünnetin teşri fonksyonu yani kitap yanında kaynak değerini tartışırken sıra bu rivayete geliyor. Bugün hutbelerde bize okunan rivayetin değerlendirmesini yapıyor. Ve şu an yardımcısı olan Mehmet Emin Özafşar Hoca’nın makalesine sürekli atıflarda bulunuyor. Diyor ki; bu diyor İmam Şafi ile birlikte sünnetin kaynak değerini temellendirmek için kullanılan argümanlardan birisi bildiğimiz gibi bu erike hadisidir. “Koltuğuna yaslanmış bir şekilde sizden birini bulmayayım” falan. Burada Fatih Hocamız’ın aktardığı bütün şeyleri kabul etmiş bir şekilde Mehmet Hoca buraya koyuyor diyor ki; işte bakın iki kişi sayılıyor sahabeden, bir Ebu Rafi biri Mikdan Bin Ma’dikerib. İkisi de Huneyn savaşına katılmamış. Olay Hayber’de geçiyor ama bunlar Hayber’de yok. Bu bir defa sorunlu. İkincisi; Hayber’i anlatan diğer bütün hadis ve siyer kaynaklarında, tarih kaynaklarında bu ibare yok. Diğer bütün ayrıntılar var burası yok. Bunun da daha sonradan buraya eklenlemdiği anlaşılıyor. Ve sonra bütün bu delil ve ondan önce kendi makalesinde sıraladığı delillerden sonra Mehmet Görmez Hoca diyor ki haklı olarak 8. sayfasında. Hepiniz bunu indirdiğinizde aynı yerde göreceksiniz. 8.sayfanın sonuna doğru diyor ki; “gerek vahiyle gerekse kuran ile ve gerekse hadisle yapılan bu temellendirmelerin sorunlar taşıdığı muhakkaktır. İşin garibi, modern zamanlarda da aynı temellendirmelere başvurulmuş olmasıdır”. Hala diyor devam ediyorlar. Mehmet Hoca’nın hadis metodolojisine dair müstakil kitabı da var. O da okunduğu zaman dünkü hutbenin gerek başkan Mehmet Görmez Hoca ve gerekse yardımcısı M.Emin Özafşar Hoca tarafından kabul edilmesi mümkün değil. Bu durumda iki sonuç ortaya çıkıyor:
1- Şöyle olabilir: diyebilir ki hocalarımız çıkıp; “sizin okuduklarınız bizim eski kitaplarımız, eski makalelerimiz, eski tebliğlerimiz. Biz zamanında o görüşteydik ancak Diyanet’e geldikten sonra biz görüşlerimizi değiştirdik. Son görüşümüz hutbede olduğu gibidir”. Ya bunu diyecekler yada diyecekler ki; “biz başkan ve başkan yardımcısı olarak bu hutbeyi ya görmedik”. Olabilir, insan. Herşey hocaların kontrolünden geçmiyordur. Veya sehven altına imza atılmıştır. “Biz bunun Diyanet tarafından benimsenmediğini, hele hele bir de halka dinin herkes tarafından kabul edilmiş temel bir gerçeği olarak sunulmasını kabul etmiyoruz diye açıklama yapmaları gerekir. Biz onu beklemek konusunda haksız mıyız? Hocam eski görüşünüz mü hala geçerli? O zaman bu ne? Bu ise o zaman bunlar ne? Bu konuda bir açıklama bekliyoruz. Hatta o makalenin sonunda 10.sayfada da Memet Görmez Hoca diyor ki; “bize göre sünnet bir delil ve hüküm olarak değil bir asıl olarak kuran ile temellendirilebilir”. Yabi sünnet daima kuran ışığında anlaşılmalı. Ama hutbede söylenen: kuran, sünnet ışığında anlaşılmalı.
ABDULAZİZ BAYINDIR; Bu problem maalesef çok eskidir. Biz bunu burada sık sık gündeme getiriyoruz. Şurada bizim Kitap ve Hikmet dergimizin 8.sayısında bunu “Nebiyi ve Ulemayı Tanrılaştırma” diye bir yazımız var. Orada tüm delilleri ile ortaya koyduk. Malesef Emevi döneminde çok ciddi sapmalar olmuş. Abbasi döneminde bu resmen artık kabul edilmiş ve mezhep imamları o görüşte olmayabilirler. Çok büyük bir ihtimaldir ama şu anda bize gelen mezheplerde artık bunlar kabul edilmiş, kimsenin itiraz etmeyeceği noktalara getirilmiştir. C. Hakka çok şükredelim ki elimizde kuran var da biz bunları ortaya koyma fırsatı buluyoruz. Zaten son zamanlarda Türkiye’de görülen sıkıntılar da o. Mesela bir yerde sınıfa girip talebeye anlatıyoruz. İlk defa bizimle karşılaşan talabe önceden zihinleri bizim aleyhimize hazırlanmış oluyor. Talebeye diyoruz ki açın önünüzdeki kuranı. Açıyorlar. İşte şu, şu ayetler. Biraz bakıyor, hiç birisinin bir itirazı kalmıyor. Çünkü elimizde kuran var hemen gösterebiliyoruz. Bugün Türkiye’de de bu çok ciddi anlamda halka mâlolmaya başladı. Eski yapı can çekişiyor. İnşallah kısa sürede onlar da artık gitmeleri gereken yere tamamen giderler. Bu ilahiyat fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, dünyanın her tarafındaki islam üniversiteleri inşallah bundan kurtulurlar. Bu aslında sonradan oluşan, Emevi döneminde oluşan yapı aslında yahudi yapısının islam alemine montesinden ibarettir. Yahudi, hıristiyan ve sasani. İşin temelinde yahudi var, Sasaniler de tabi İran’daki durum. İran’da buna benzer bir anlayış var. Önce yahudi anlayışını Vedat Yılmaz’dan dinleyeceğiz. Yani Tevratın yanına vahiy mahsülü dedikleri ve bizim sünnet karşılığı pardon hadis. Hadis söz demektir. Sözlü Tevrat dedikleri bir şey var.
YAHYA ŞENOL: Bir dakikalık unuttuğum, mutlaka aktarmam gereken bir şey belirtmek istiyorum. Erike hadisine yoğunlaştık ya. Bu erike hadisini dün metinde parantez içine konmadan bir ibare koymuşlar. Hadisin metninde olmayan bir ifade var. Hutbeden okuyorum. Hutbede rivayet şöyle verilmiş; “sakın sizden birinizi emrettiğim yada yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde köşesine yaslanmış olarak cahilce; ‘biz Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız”. Hadis burada bitiyor. Bütün kaynaklarda. Kendilerinin buraya verdiği İbni Mace’ye baktık Tirmizi’de baktık, Mehmet Emin Özafşar Hoca’nın makalesindeki diğer bütün tarîklerine de baktık rivayetin, “hadis tanımayız derken bulmayayım” diye “hadis tanımayız” cümlesini de yapıştırmışlar buraya. Bir algı operasyonu var burada. Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, hadis tanımayız!”. Bir de ünlem işareti de koymuşlar. Bugün bazı akımların tamam bunu söyleyenler var. Hadisi biz tümden reddediyoruz asla kabul etmiyoruz diyenler azınlık da olsa var. Belli ki onlar hedef alınarak hazırlanmış ama Resulullah böyle bir şey dememiş? Hadis tanımayız ibaresi yok rivayetlerde. Sizin kendi yorumunuz ise anlaşılmadığını düşünüyorsanız parantez içine alır veya dipnota düşürürsünüz bunu. Hadisin sanki orjinalinde varmış gibi yazmanın peki mantığı nedir?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yeni bir uydurma hadis oldu.
FATİH ORUM; Erike hadisi nasıl oraya eklendi ise bakın eklemleme hala devam ediyor.
YAHYA ŞENOL: 2016 yılında hala hadis uydurmaya devam ediliyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Zaten mesele şu, işin esası şu: güçlü kişiler, bugün Diyanet İşleri Başkanlığı dediğiniz zaman vatandaşın gözünde çok farklı bir yapısı var. Ve çok iyi biliyorsunuz ki namaz vakitleri konusunda yüzde yüz yanlışlar ama yüzde yüz bakın… En küçük haklı tarafları yok. Eğer güçleri yetiyorsa çıksınlar tartışalım. Yapamazlar. Mümkün değil. Bakın bu ekranlardan tekrar tekrar ilan ediyorum. Ama Türkiye’de uygulanan takvim o. Bugün hala sabah ezanları vaktinden önce okunuyor. Yatsı ezanları da okunduğu zaman yatsı bitmiş oluyor. Niye peki uygulanıyor? Çünkü devleti temsil ediyor. Çünkü siyasi otorite var. İşte o siyasi otoriteyi elinde bulundurmanın gücü ile bu hadisler uydurulmuştur zamanında. Şimdi de uydurulmaya devam ediyor görüyorsunuz. Arkasından bir cümle ilave ediliyor. Otoriteyi ellerinde tuttukları için uydurmaya devam ediyorlar. Neyse elbette ki hakk çok daha güçlüdür. Sabırlı olmak lazım. Tekrar ediyorum; emevi dönemi gerçekten çok ciddi bir kırılma dönemidir. Abbasi dönemi de yeni yapılanmanın artıl iyice kökleştiği dönemdir. Yani bizim yaptığımız araştırmalara göre Emevi döneminde ciddi bir direksyon kırılması var, Abbasi döneminde de artık yol tamamen değiştirilmiş. Yani artık birkaç tane kırıntı bir takım şeylerle halka islam budur denmiş gidiyor. İşte o hadis anlayışı hikmet tamamen terk edildiği için müslümanlar çözüm üretemez hale gelmişlerdir. Bugün bakın islam alemine. Türkiye’ye bakın. İkide bir siyasiler Avrupa kriterleri diyorlar. Niye? Çünkü kendilerine verecekleri bir örnek yok. Çünkü hikmet kaybolmuş. İslam alemine bakın:çözümü islamda arayan yok. Suriye’den Irak’tan, başka yerlerden göç edenler Avrupa’ya sığınıyorlar. Çünkü müslümanların islamdan bir ümidi kalmamış. Bu geleneksel islami yapı, islamı çözüm üretenden sorun üreten yapıya büründürmüştür. O yapı oluşturulurken de yahudilerin hadis anlayışı tamamen monte edilmiştir.
VEDAT YILMAZ: Yahudilik son derece köklü ve teorik açıdan da kitap merkezli bir dindir. Yanş hangi mezhebe mensup bir yahudiye sorasanız dinin kaynağı nedir diye, vereceği tek cevap vardır: Tevrat. Teorik açıdan bu böyledir. Hal böyle olunca dini kendine uydurmak isteyenler ve hurafelerini dine sokmak isteyenlerin Tevrat kelimesini kullanması gerekiyor orada bi defa. Çünkü tüm yahudiler açısından kaynak Tevrattır. Dolayısıyla Tevrat kelimesini kullanarak yeni bir kaynak ihdas edilmiş dinin içerisine. Buna da mişnatora denilmiş. Yani ikinci Tevrat. Buna sözlü Tevrat da deniliyor. Bu mişnatorahın da yani ikinci bir kaynak olarak yazılı Tevratın yanında alternatif bir kaynak olarak ortaya çıkmış olan bu kaynağın da aynı yazışı Tevrat gibi yani levhalara yazılmış Tevrat gibi MusaAs’a verilmiş bir kaynak olduğu söylenmektedir. Bunun daha sonraları bir takım ulemalar tarafından içtihatların yer aldığı bir görüş değil, tam aksine bunun da tıpkı yazılı Tevrat gibi MusAs’a Sina Dağı’nda verildiği kabul edilmiştir. Bu sözlü Tevrat, tıpkı bizim hadis usulümüz gibi bir isnad sistemi dahilinde kuşaktan kuşağa aktarıldığı düşünülmektedir. Ancak şöyle bir şey var; mesela ikinci yüzyılda yaşamış Taanim denilen bir tefsir alimi, fıkıh alimi bir görüş ortaya kpyduğunda bu kişinin bu görüşü kendinden söylemediği, aslında MusaAs’a Sina Dağı’nda verilen Tevratın bir parçası olduğuna inanılır. Bu adamın da bu görüşü ortaya koyarken kendi ilmi ile içtihat yaparak bunu ortaya koymadığı, kendisinden önceki nesillerin aktardığı sözlü Tevratın bir parçası olarak bunu ortaya kouduğuna inanılır. Sözlü Tevrata baktığımız zaman yazılı Tevrat ile ciddi derecede çeliştiğini görüyoruz. Örneğin yazılı Tevrat içerisinde adam öldürmek çok büyük bir günah olmasına rağmen sözlü Tevratın içerisinde yahudi olmayanların öldürülmesi adeta ibadet kabul edilmiştir. Yine yazılı Tevratın içerisinde hırsızlık yapmak çok büyük bir günah iken sözlü Tevrata baktığımız zaman yahudi olmayan bir kişiden çalmakta hiç bir sakınca olmadığı yazmakta. Yine yazılı Tevratın içerisinde göze göz, dişe diş gibi yaralanmalarda kısas söz konusu iken sözlü Tevratın içerisinde yaralanmalarda diyet sözkonusudur. Bunun gibi pek çok yazılı Tevratın içerisinde açık olan hükümler sözlü Tevratın içerisinde tamamen farklı ele alınmıştır. Tamamen farklı bir şekilde hüküm verilmiştir. Ancak enteresan olan şey, her ikisinin de MusaAs’a verildiğinin kabul edilmiş olması.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Birisi vahyi metluv, birisi vahyi gayrı metluv.
VEDAT YILMAZ: İkisinde de Tevrat kelimesi kullanılıyor. Tevrat kelimesini kullanmak zorundalar çünkü dinin kaynağı Tevrat’tır zaten. Bunu hiç kimse inkar edemez. Bizim geleneğimizde de Allah; “size vahyedilene uyun” dendiği için vahiy kelimesi kullanılmıştır. Vahyi metluv denmiş, vahyi gayrı metluv denmiş. Yazılı vahiy denilmiş,yazılı olmayan vahiy denilmiş.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Metluv demelerinin sebebi şu: namaz kılarken tilavet farz ya. Namazda hadis okunmaz. Ne okunur? Fatiha okursunuz ve bir ayet okursunuz. İşte metluv ile gayrı metluv arasındaki tek fark yani gayrı metluv demelerinin sebebi namazda sure ve zammı sure olarak okunmamasıdır. Onun dışında hiç bir fark gözetmezler. Sözlü Tevrat ile yazılı Tevrat arasında fark gözetiyorlar mı?
VEDAT YILMAZ: Sözlü Tevrat daha üstün.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Peki sözlü Tevrat’ı ibadette okuyorlar mı?
VEDAT YILMAZ: Yok. Sözlü Tevrat ibadette okunmaz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bizdeki de hadis anlayışı birebir yahudilerden alınmıştır dememin sebebi bu. Aynısı
VEDAT YILMAZ: İsterseniz Baki Adam’ın kitabından bir bölüm okuyayım sözlü Tevrat ile yazılı Tevratın yahudilik dinindeki mahiyeti ile alakalı. Bâki Adam’ın Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat isimli eserinden.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bâki Adam, Ankara İlahiyat Fakültesi hocalarından.
VEDAT YILMAZ: Prefesördür. Önde gelen dinler tarihçilerinden birisidir. “Sözlü Tevratın sistemleşip kurumlaşmasından sonra yazılı Tevrat yorumlanabilir bir metin olmaktan çıkmış, ibadette okunan bir kutsal dua kitabı haline gelmiştir. Bundan sonra artık tek nas kaynağı sözlü Tevrat olmuştur. Yeni ortaya çıkan bir meselenin çözümü yazılı Tevrat da değil geleneksel sözlü Tevrat da aranmıştır. Rabbani yahudilikte herhangi bir meselede hüküm verme hususunda ilk ve son söz sözlü Tevrat’ın olmuştur”.
ABDULAZİZ BAYINDIR; İlk ve son söz! Bizde de bunun karşılığı olarak ne diyorlar: “essunnetu kâdiyetun alel kitab”. Belki Fatih hatırlamaz da ama şimdi söylersem hatırlayabilir: doktora yaparken bu konuları konuşuyorduk. Çünkü kendisi kıyas konusunda doktora yaptı. İbni Hazm’ın hatırladın mı şimdi El İkam’ından şöyle bir şey okumuştuk. Diyordu ki; “sünnette aynen kuran gibidir ama Resulullah Allah’ın muradını bize bildirir”. Neyi? Yani Allah bu sözü söylemiş ama niye söylemiş. Bir filmde var: “niye yaptın” diyor, “yaptım ama hele bir sor ki niye yaptım”. En sonunda “sormayacağım” diyor. Aynen onu akla getiriyor. Efendim diyor Allah’ın muradını bildirir diyor El İhkam diye kitapta İbni Hazm. Allah’ın muradını bildiriyorsa demek ki kurandan bir şey anlamayacaksın. Ne olacak? Son söz sünnetin olacak kuranın değil. Ondan dolayı da mesela Evzai’ye mâlettikleri bir söz vardır: “essunnetu kâdiyetun alel kitab: sünnet son sözü söyler”. Yani sünnete dedimi gerisine bakılmaz. Ama sünnet kelimesi de çok problemli bir kelimedir. Çünkü sünnet kuranda Allah tarafından elçi gönderilen toplumlarda kullanılan değişmez kanun demektir. Resulullah’ın sözlerine de değişmez kanun kelimesini monte etmişlerdir. Sünnet kelimesini Resulullah’ın sözlerinde de o manada sünnet kelimesi yoktur. Monte etmişler ve çok ciddi bir algı operasyonu yapmışlardır.
VEDAT YILMAZ: Hocam bu konu ile ilgili daha fazla detaylı bilgi bulmak isteyenler 12.sayımıza bakabilirler Kitap Ve Hikmet dergisinin.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Az önce dedim ki; Sasani, yahudi ve Roma: bu üçlü islamın işini bitirmişlerdir. Müslümanların bürokratlarının olmamasından kaynaklanan, bir tarafta 1500 yıllık tarihi olan Sasaniler, bir tarafta 1000 yıllık tarihi olan Romalılar, bir tarafta çok eski tarihi olan yahudiler var. Bunlar çok usta bir operasyonla din anlayışını değiştirmişlerdir. Bugünkü şiada ‘yaşayan müçtehid’ diye bir kavram var. Şimdi bakın Aydın Mülayim’den, bizim Azeri dilindeki sitenin yöneticisi olan Aydın Mülayim’den bu konu ile alakalı şiilerin görüşünü dinleyelim.
AYDIN MÜLAYİM: Şialara baktığımızda diğer mezheplerde diğer dinlerde olduğu gibi kuranı devre dışı çıkarmak için isteyerek de istemeyerek de yapılmış bir çok şeyler. Mesela Nisa suresi 59.ayette bildirildiği gibi “atiullahe ve atiurresul” kelimesini yani Allah’ın resulüne itaati ve bir de imamlara itaati şart koşmuşlardır. Bu kayıtsız itaati yaptırmak için insanlara masumiyet diye bir vasıf yüklemişlerdir. İsmet sıfatı. Yani günah işlemez sıfatı. Ve imanlarının da şialarda 5.şartı olarak yani bir ek şart olarak da bunu görürler.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sen meseleyi çok iyi bildiğin için izleyicilerimizin de iyi bildiğini zannediyorsun. Siz İran’a gidenleriniz yada bir İran televizyonunu veya radyosunu dinleyenleriniz şunu duymuşsunuzdur: ezan okunurken eşhedu enne muhammeden resulullah’tan sonra eşhedu enne Aliyen veliyullah derler. Şimdi siz ben şahidim ki Ali Allah’ın velisidir. Dersiniz ki bir müslüman tabş ki Allah’ın velisi. Ali dediğin zaman tabi ki veli bir kuldur dersiniz ama bu öyle değil. Bu bir iman şartıdır. Bunu demiyen, kesinlikle kafirdir. Şiilere göre kesinlikle kafirdir. Onun için imanın şartıdır bu.
AYDIN MÜLAYİM; İmamlık makamını da ilahi bir makama kadar yükseltirler. Herkes la ilahe illallah diyebilir Hocam’ın dediği gibi ancak herkes Aliyul veliyullah diyemez.
ABDULAZİZ BAYINDIR; La ilahe illallah demek Muhammedun resulullah demek yetmez. Ali veliyullahtır diyeceksin ki ancak o zaman müslüman olasın ama bu da boşuna değik. Bunu zaman zaman anlatıyoruz. Orada Ali aslında Hz.Ali değildir. Ama ona girmeyelim bugün.
AYDIN MÜLAYİM: İmamet, peygamberlik ve ilahi bir makamdır. Sadece bir farkı var diyorlar. Bu da ona vahiy gelmemesi. İmamlara vahiy gelmemesi. Peygambere vahiy geliyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Derler ama aslında uygulama öyle değildir.
AYDIN MÜLAYİM: Evet. Ve biliyorsunuz Ehli sünnetin Buharisi’nin yerine geçen şialarda Kuleyni’nin hadis kitapları var Küleyni diye birisinin. En sahih kaynak.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bizde Buhari ne ise onlarda da Kuleyni aynı.
A.MÜLAYİM: Kuleyni’den şöyle bir rivayet naklediyorlar imamlara itaat konusunda. İmamlara itaatin ne kadar önemli olduğu konusunda. Şöyle diyorlar; “kim imamların imamlığını inkar ederse Allah’ı tanımayı inkar etmiştir”. Kuleyni’nin 1.cildinde. “İmamlara itaat Allah’a itaattır”. Ancak şu anda imamlar göğe çekildiği için onların yerine bunları temsil edecek bir makam icat ettiler ki bu masum imamın vekili olarak bütün yetkileri onlara verdiler. Yani buna “velayeti fakih” denir. Şialarda böyle hiyerarşik bir sistem var. Din adamları sistemi. Bu sistemin en başında ‘velayetul fakih’ geliyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Fakih yani müçtehidin bir temsilcisi olması. Zaten 12 tane imam var biliyorsunuz. Ama yaşayan müçtehid imamın temsilcisidir. Aslında o kendisi yok ama temsilcisi burada.
AYDIN MÜLAYİM: Ve İmam Humeyni’ye göre de bir kitabında yazıyor diyor ki; “bu, Allah tarafından verilmiş bir yetkidir” diyor velayetül fakih. Velayetul fakih anlatırken de şöyle bir tarifi var onun kendi eserinde. Velayetul Fakih eserinde söylüyor. Diyor ki; “velayetul fakih, halkı yönetme ve yönlendirme bakımından Allah resulünün ve müminlerin emiri olan Hz.Ali’nin yetkilerine sahiptir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Onun vekili olmuş oluyor.
AYDIN MÜLAYİM: Müslümanlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptirler. Ancak tabi İran’da bazı ulemalar buna karşı da çıkıyor. Çıkanlar da vardır. Ve şunu da naklederek bitireyim. Hz.Peygamber ve emirel müminin Ali’nin tasarruf hakkı ile imam aynıyken, fakihin tasarruf hakkı aynıdır. Bunlar arasında hiç bir fark yoktur. Onlar Allah tarafından peygamberlere bildirilmiş. Peygamberler de bütün imamlara bildirmiş. İmamlar da onları yönetiyorlar. Yani imamlar şu anda velayetul fakihi yönlendiren onlardır. Şöyle bir hadis naklederler mehdinin zuhuru. Diyorlar ki; “eğer imamın hücceti bir an kalkarsa yeryüzünden, yeryüzü dalgalanır ve herkesi boğar mahfeder”.
ABDULAZİZ BAYINDIR; Şimdi burada bizim Kitap Ve Hikmet dergimizin 7. sayısında ‘Halifelik Makamı Ve Teokrasi diye bir yazı var. Burada Muhammed Rıza El Muzaffer, Akaidul İmamiye. İmamiye denen şia akaidi. Şia İnançları diye Türkçeye tercüme edilmiş. Abdulbaki Gölpınarlı tercüme etmiş. Orada imamları anlatıyor. Burada şimdi Aydın Hoca’nın söylediği gibi şu anda yaşayan müçtehid dedikleri kişilerin yetkisi AliRa’ın yetkisi olduğunu söyledikleri için yani yaşayan müçtehid var ya. Bakın burada diyor ki; “imamlık ancak Allah’tan nas ile yahut imamdan önceki imamın onun imametini beyanı ile tahakkuk eder. Onların buyrukları Allah’ın buyruklarıdır”. Son kısmı okuyorum. Çünkü vakit yok. “Onların emri Allah’ın emridir”.
AYDIN MÜLAYİM: Kendi eserinde özel bir başlık var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Zaten onların kitaplarından ifadelere hiç dokunmadan okuyorum. Abdulbaki Gölpınarlı’nın tercümesinden. “Onların buyrukları Allah’ın buyruklarıdır. Yasakları Onun yasaklarıdır. Onlara itaat Allah’a itaattir. Onlara isyan Allah’a isyandır. Onları seven Allah’ı sever. Onlara düşman olan Allah’a düşman olur. Onların emirlerini reddetmek caiz değildir”. Bunun benzeri Hanefiler’de de var. Aynısı değil de benzeri var. Bakın mesela Kerhî vardır eski Hanefi müçtehidlerden. Ulemadan. Müçtehid demeyelim de. Çünkü orada müçtehid inancı biraz farklı. Diyor ki. Bunu Hukuki İslamiye Fıkhıyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen: buradan okuyorum. Bunun 1.cildinde. 294.sayfa.15.paragraf. “Hanefi müçtehidlerin sözlerine muhalif görülen her ayet ya nesh edilmiş mensuh sayılır veya o değil de başkası tercih edilmiş olur”. Ayet tercih edilmemiş başkası tercih edilmiş olur. “Aralarını uyuşturmak için tevile hamledilirse daha iyi olur” diyor. Bakın ayet okuyacaksınız Hanefi ulemasının görüşüne aykırı. Yok diyor. Şimdi uygulamaya geldiğimiz zaman biz burada defalarca konuştuk, anlattık. Uygulamada mesela bugün konu Diyanet İşleri Başkanlığı olduğu için ve son derece önemli olduğu için bir hatıramı söyleyeyim. Ankara Kızılcahamam’da Ali Bardakoğlu Diyanet İ. Başkanı bizi bir toplantıya çağırdılar. Akşam özel sohbet oluyor tabi. Yani resmi kısımda değil. Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinin önemli bir bölümü ile özel bir sohbet yaptık. Orada Hanefi mezhebinin talak ile ilgili yani erkeğin karısını boşaması ile ilgili kitaplarda yer alan hükümlerinin kuran ile ve Resulullah’ın uygulaması ile ilgili uzaktan yakından alakası olmadığını onlara anlattık. Bakın yüzde yüz aykırıdır. Bugün Hanefi mezhebinde. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eğitim merkezlerinde okunan El Hidaye kitabını açsın bir de kuranın Talak suresini açsın baksınlar. Orada hiç kimse itiraz etmedi. Aslında Şafi, Maliki, Hambeli mezheplerinin görüşleri de aynıdır. Yüzde yüz kurana aykırıdır. Peki ondan sonra Diyenet değiştirdi mi fetvasını? Hayır. Birkaç gün önce buraya Mustafa Said Yazıcıoğlu Hoca geldi. Dedi ki; “birisi karısını boşamış bana geldi. Ya Hocam, çok üzgünüm. Ne oldu? Bir boş bulundum karıyı boşadım”. O, tenkitçi yaklaşıma sahip bir zattır. Diyor ki; “ben ona “hadi kardeşim sen de hiç bir şey yok hadi git bir daha yapma diyecektim sonra vazgeçtim, Din İşleri Yüksek Kuruluna gönderdim dedim ki bunu bir dinleyin. Sonra merak ettim. Ne yaptınız? “Onun kurtuluşu yok, artık karısından ayrıldı bir daha birleşemez” dediler. Diyor ki geçen işte bir hafta olmadı buraya geleli. “O adamı da bulamadım. Adresi yok telefonu yok ben nereden arasam bulsam. O gün bu gün içimde bir yaradır” diyor. “Ya ben niye gönderdim Onu onalara?”. Bütün bu şeylerden sonra hüküm kimindir? Hüküm koyma yetkisi kuranda kime aittir onu Yahya’dan dinleyelim sonra bir özetleriz sonra şeyimizi bitiririz inşallah.
YAHYA ŞENOL: Bu, özellikle tabi helal ve haram belirleme yetkisi. Helal ve haram dinin en temel konularının başında geliyor. Bizim bütün usül kitaplarımızda özellikle helalin de haramın da sadece ve sadece Allah tarafından belirleneceği ittifakla kabul edilmiştir. Öyle denir. Sadece derler ki; Allah’ın izni dahilinde Resulullah da bir takım helaller ve haramlar koyabilir ama Ona bu vasfın verilmesi C. Hakk gibi mutlak değil mecazidir. Öyle tevil ederler. Söylerler ama kural olarak ilke olarak helal ve haram Allah tarafından belirlenir derler. Fakat dediğimiz gibi bir ayetten, özellikle-biraz sonra okuyacağız-Araf suresi 157.ayetten yola çıkarak resulün de helal ve haram kılma yetkisinin olduğu ama bunun da Ona Allah tarafından vahyedildiği gayrı metluv yoluyla verildiği kabul edilir. Yine aslına bakarsanız helali haramı Allah yukarıda belirliyor da kuranda yok, onu CebrailAs ikinci bir vahiyle vahyi gayrımetluv suretiyle bildiriyor. Yoksa Resulullah mutlak manada kendi başına helali haram, haramı helal kılamaz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani yahudilerin metodu ile.
YAHYA ŞENOL: Öyle söylüyorlar. Vahyi Gayrı metluv aslında ana çerçevemiz. Fakat biz ayetlere baktığımız zaman C. Hakkın bu konuda çok büyük bir hassasiyet, özen gösterdiği ayetlerden çok net bir şekilde anlaşılıyor. İnsanlara C.Hakk asla böyle bir hak tanımıyor. Mesela 10/Yunus suresi 59-60.ayetlerinde kınıyor o dönemin Mekke müşriklerini. Bugün de hala aynı şey devam ediyor. YUNUS, 59.. Ayet: Kul e raeytüm ma enzelellahü leküm mir rizkın: şu, Allah’ın indirdiği rızıklara bir bakın”, “fe cealtüm minhü haramev ve halala; kimine kfanıza göre helal kimine kafanıza göre haram diyorsunuz”. Siz belirlemeye kalkmışsınız helalleri haramları. “kul: deki onlara”. Resulullah’a söyletiyor. “allahü ezine leküm em alellahi tefterun: bu konuda Allah mı size bir izin verdi yoksa iftira mı ediyorsunuz?”. Demek ki bir şeyin helal ve haram olduğu noktasında iki şey önemli. Ya bu konuda size Allah açıkça yetki verecek git sen de benim adıma helal ve haram koy yada diğeri, sen Allah’a iftira ediyorsun. Bir diğer ayetimiz 16/Nahl suresi 116-117 ayetleri ki en temel ayetlerdendir helal ve haram konusunda. Buyurur ki C. Hakk yine insanları kınama sadedinde NAHL 116.. Ayet: Ve la tekulu lima tesıfü elsinetükümül kezibe haza halalüv ve haza haramül li tefteru alellahil kezib: Allah’a mâletmek için/Allah böyle dedi diyebilmek için o dillerinizin özenle bezediği yalanlarla şu helal şu haram diye söylemeyin”. Size düşen, şu helal şu haramdır demek değik. Haram ve helal ne onu Allah nerde ne demiş onu bulmak. Kendi kafanıza göre helal ve haram beyanında bulunamazsınız. Böyle yaparsanız Allah’a iftira atmış olursunuz. “innellezıne yefterune alellahil kezibe la yüflihun; Allah’a bir yalanı mâledenler de asla kurtulamaz, umduklarına kavuşamazlar”. Peki ne olur? Kafanıza göre helaller haramlar koyduğunuzda bu dünyada azbuçuk bir şeyler kazanırsınız. 117. ayette C. Hakk buyuruyor ki; NAHL, 117.. Ayet: Metaun kalılüv ve lehüm azabün elım”. az bir şey kazanırsınız. Günümüzde halen haramı ne kadar çok arttıran insan, hoca varsa onlar makbul. Bakın bunu çevrenizde gözlemleyebilirsiniz. Allah’ın haram kılmadıklarını haram kılan ne kadar adam varsa millet onların peşinde. Yeter ki haram desinler, en makbul hoca onlar. Helal? “Bu da çok gevşek hoca yaa. O helal bu helal”. Halbuki eşyada asıl olan helalliktir zaten . Haramlığına bir şeyin delil aranır. Bir şey haram değilse helaldir. Dolayısıyla haramları arttırmak bakın C. Hakk da burada “metaun kalila” evet size dünyada bir şeyler kazandırabilir ama “ve lehum azabun elim” öbür dünyada can yakıcı azab var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sadece öbür dünyada değil bu dünyada da. Bu dünyada da azabu elim var. “Ve hum fil ahireti” demiyor ayette. Bu dünyada da çeker.
YAHYA ŞENOL; Maide suresi 87.ayette bu sefer müslümanlar kınanıyor. Müminler. Buyuruyor ki C. Hak: MAİDE, 87.. Ayet: Ya eyyühellezıne amenu: ey iman edenler”, “la tüharrimu tayyibati ma ehallellahü leküm: Allah’ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın”, “ve la ta’tedu: bu konuda aşırıya gitmeyin”. Demek ki bakın haramlık noktasında sıkıntı olacak. Bu haram bu haram diye haramların sayısı arttırışarak sınır aşılacak. Bu konuda aşırı gitmeyin. “innellahe le yühıbbül mu’tedın: Allah aşırı gidenleri sevmez”. Hocam’ın ifade ettiği bugün Avrupa’da belki içimizde de vardır, ekranları başında dinleyenler mutlaka vardır. Böyle böyle listelerle alışverişe çıkmak zorundalar. Helal arıyorlar. Halbuki haram arman lazımdı. Haramlar belli: şu, şu, gerisi helal. Bir ayetimiz daha var. Araf suresi 32.ayet. Yine bu konunun temelini oluşturuyor. Buyuruyor ki C. Hakk: ARAF 32.. Ayet: Kul: de ki”, “men harrame zınetellahilletı ahrace li ıbadihı vet tayyibati miner rızk: Allah’ın kulları için çıkarmış olduğu güzel süsleri ve temiz rızıkları kim haram kılabilir?”. Resulullah’a söyletmesi ilginç değil mi? “Kim haram kılabilir”. Diyebilirler ki; sen. Senin böyle bir hakkın yok mu ya Resulallah? Olsaydı derlerdi. Allah bir de sen haşa. Kim: men. Kim yapabilir böyle bir şeyi? “kul hiye lillezıne amenu fil hayatid dünya: bunlar dünya hayatında iman edenler için”. Haram araştırmaya gerek yok. Peki nerden çıkıyor hutbedeki şu ifade? Buyurmuş ki hutbeyi yazanlar bize; “kerim kitabımız Peygamberimiz’in helal kıldığını helal, haram kıldığını haram saymamızı ister”. Bu neyi çağrıştırıyor bize? Allah kuranda bir takım helaller ve haramlar indirmiştir. Biz müslümanlar olarak onlara uymak zorundayız ama bir de peygamberimiz gelmiş O da bir takım helaller ve haramlarda bulunmuş, kuran diyor ki siz de ona uyun. Atıfta bulunduğu ayet Araf suresinin 157. ayeti. İşte bu tartışmaların aslında özünü teşkil eden ayet. Burada gerçekten de helal ve haram yani tahlil ve tahrim fiilleri resule nisbet ediliyor. Buyuruyor ki C. Hakk; ARAF 157.. Ayet: Ellezıne yettebiuner rasulen nebiyyel ümmiyyellezı yecidune mektuben ındehüm fit Tevrati vel incıli: o yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o ümmi nebi resule uyanlar”. Onları anlatıyor. “ye’müruhüm bil ma’rufi” bakın “o resul onlara marufu emrediyor”, “ve yenhahüm anil münkeri” münkeri: kötü olan çirkin olan şeyleri yasaklıyor”, “ve yühıllü lehümüt tayyibati: tayyib: temiz olan şeyleri helal”, “ve yüharrimü aleyhimül habaise: pis olan şeyleri haram kılıyor”, “ve yedau anhüm ısrahüm: yeni bir peygambere inanma zorunluluklarını kaldırıyor”, “vel ağlalelletı kanet aleyhim: o âna kadar içlerinde bulundukları o ağır yükleri de kaldırıp atıyor”, “fellezıne amenu bihı ve azzeruhü ve nesaruhü: kim ona inanır, destek olur yardım ederse”, “vetteveun nurallezı ünzile meahu: ve onunla birlikte indirilen şu nura tâbi olursa onlar kurtulacaklardır” buyruluyor. Şimdi. Deniyor ki; “yuhillu lehumut tayyibat ve yuharrimu alimul habais”. “işte bakın peygambere helal ve haram kılma Allah tarafından bu ayetle izin verilmiştir. Bu yetki bu ayetle verilmiştir”. Halbuki başında da Hocamız söyledi. Bunun temel kırılma noktası nebi ve resul ayrımının yok edilmesidir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Biliyorsunuz Zeki Bayraktar Hoca’nın bu konusa güzel bir çalışması var. Birkaç baskı yaptı değil mi? Ama o kitap biraz kalın. Dedi ki; “biraz daha ince olsun, insanlar bir yerden bir yere giderken toplu taşıma araçlarında okusunlar diye Fatih Orum Hoca bunu şey yaptı. Bir anlat.
FATİH ORUM: Nebi Ve Resul. Seri halinde bunları inşallah yayınlayacağız. Kuranın ürettiği kavramlar serisi. Erdem Bey ile HilalTv’de Pazartesi akşamları yayın yaptığımız programın böyle küçük kitapçıklar halinde bir seri yapacağız. Belki 15-20 kavram. Böylelikle zor gibi görünen konular. Ana çatısı ile yapılmış hizmete sunulmuş olacak inşallah. Bu ilk kitap ama 4. sayısı Nebi Ve Resul.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Nebi ile resul arasında çok ciddi bir fark var. O fark malesef karıştırılmış, tam tersine çevrilmiştir gelenekte. Kitaplara baktığınız zaman ben şu ana kadar doğru bir mana veren birisine rastlamadım. Konumuz o değil ki bugün Diyanet Vakfı’nın islam Ansiklopedisi’nin onunla ilgili yazısını şurada özetleyelim ama arzu edenler bakabilirler.
YAHYA ŞENOL: Bu ayette bakın helal ve haram kılma fiili hatta öncesinde “emri bil maruf ve nehyi aniş münker” fiilleri de bizzat resule isnad edilmiş. Resul kime deniyordu? Resul: bakım mecellenin ben bizzat orjinal maddesinden okuyayım. Çok net güzel bir tarif yapmış çünkü. Diyor ki; “Risalet neye denir? Elçilik yani risalet. Bir kimse tasarrufta dahli bulunmaksızın bir kimsenin sözünü diğere tebliğ etmektir. Yani Hocam’ın beni bir görev için Aydın Hoca’ya gönderdiğini düşünün. Ben ne denmiş ise bana onu hiçbir ekleme ve çıkarma yapmadan ulaştırdığım anda bu risalet görevi yani elçilik görevini yapmış oluyorum. İşte “ol kimeye resul ol ki mesneye mürsil diğer mürselin neyh” mesajı götüren kişiye resul denir. Resul, kendisini gönderen kişinin sözüne hiç bir tasarruf yetkisine sahip değildir. Dolayısıyla resul yani peygamber dediğimiz zaman resul Allah’ın sözünü hiç bir ilave ve çıkarma yapmadan…
ABDULAZİZ BAYINDIR; Peygamber kelimesi çok rahatsız edici bir kelime gerçekten. Karmakarışık oluyor. Resul ile nebiyi karıştırmışlar bir peygamber. Hiç bir şey anlaşılmıyor.
YAHYA ŞENOL; Allah Ona ne demişse insanlara ulaştıran kişi. Dolayısıyla bakın maruf ne ise Allah onu melek CebrailAs ile Resulullah’a iletiyor, Resulullah da bizim aynı cinsten olmamız hasebiyle resulluğunu bize karşı yapıyor. Allah’ın sözünü bize iletiyor. Marufu emrediyor. Yani işte şunlar yapılacak. Münkerden yasaklıyor. Zina yapmayacaksınız, hırsızlık yapmayacaksınız, adam öldürmeyeceksiniz. Bunları kim emrediyor? Allah. C.Hakkın münkeri yasaklamasını Resulullah tebliğ etmiş oluyor. Temiz rızıkların helal kılınması,pis olan şeylerin haram kılınması da C. Hakk tarafından yapılmıştır. Resul geliyor Mekke’de o günkü muhataplarına diyor ki; “ey insanlar, sizin kendi başınıza haram kıldıklarınız değil Allah’ın size kıldığı şunlar şunlar haramdır” deyip Enam suresinin 145.ayetini Nahl suresinin 115.ayetini okuyor. Mekke’den Medine’ye hicret ediyor Bakara suresinin 173.ve Maide suresinin 3.ayetini Allah gönderiyor O da okuyor. Dolayısıyla haram kılan burada Resulullah değil. Onun haramını insanlara helalini insanlara ulaştıran kişi. Dolayısıyla buradan Resulullah’a yetki verildiği falan çıkmaz. Mesela Fatih Hocamız’ın kitabında vardı yine. İsmailAs için C. Hakk buyurur ki; “ve kane ye’mur ehlehu bis salati ve zekat: bu kitapta İsmail’i de an. O sözüne sadık bir kulumuzdu. O ehline/ailesine/halkına namazı ve zekatı emrederdi”. Allah emretmediği halde mi O gidiyor diyor ki; “namaz kılın, zekat verin” diye? Bu emir Allah’tan gelen emir. Yani orada İsmailAs’ın emretmesi Allah’ın emrini onlara bildirmesi. Aynı şey İsmailAs’a izafe ediliyor. Yahudilere biliyorsunuz bir takım yiyecekler ceza olarak haram kılınmıştı ya Enam suresinin 146.ayetinde anlatılırdı bu. İsaAs geldiğinde buyuruyor ki; “ben geldim” ne için? “Musaddikan lima beyne yedeyhim minet Tevrat: önümde bulduğum Tevrat’ı tasdik etmek üzere” ama “ve li uhille lekum bazellezi hurrimet aleykum: size daha önce haram kılınmış olan bir takım şeyleri de helal kılmaya geldim”. Şimdi Allah helal kılmayacak da İsaAs mı helal kılmaya gelmiş. Bakmayım Allah haram kılmış ama ben size helal kılacağım! Böyle bir şey mi var? Allah bana bu gönderdi bu kitabı ki bu kitapla birlikte bir takım haramlarınız artık kalkıyor. Müjde! Dolayısıyla resulün de son, Muhammed MustafaSav’in de tayyibatı helal habaisi haram kılması, önceki ümmetlerden kalan son kırıntıları da artık tamamen bertaraf etmesi. Yahudilikte bir takım haramlar var, hıristiyanlıkta bir takım helaller var. Mesela incilden domuz etini kaldırmışlar biliyorsunuz. Resulullah geliyor diyor ki; hayır haramdır o. Bak haram. Peki haram kılan kim? Allah. Resul olarak burada Ona ayrı bir yetki verilmemiş. Son ayetimizi okuyayım fazla vaktinizi almadan. Peki Tahrim suresi diye bir sure var kuranda. Bakın adı Tahrim. Haram kılma suresi. Ve bu surenin ilk ayeti TAHRİM, 1.. Ayet: Ya eyyuhennebiyyu: ey nebi”, “lime tuharrimu ma ehallellahu lek: sen niçin Allah’ın sana helal kıldığı şeyleri haram kılıyorsun?”, “tebteğıy merdate ezvacike; eşlerinin rızasını kazanmak için”. Bakın nebi diyor. “Ya eyyuher resul” demiyor. Mevzuyu anlatmaya gerek yok. Resulullah neyi haram kımıştı kendine? Allah’ın helal kıldığı bir şeyi. Şimdilik o kadar bilelim. Ama haram kılma yetkisi olsaydı ve siz bu ayetin muhatabı olsaydınız C. Hakka demez miydiniz; “ya Rabbi Araf 157 var ya? Sen bana o yetkiyi vermiştin niye kızıyorsun şimdi? Madem yetkim vardı haram kıldım”. Hayır yoktu ki yetkin. TAHRİM, 1.. Ayet: Ya eyyuhennebiyyu lime tuharrimu ma ehallellahu” Allah bir şeyi helal kılmış sen nasıl haram kılabilirsin onu. Böyle bir yetkün var mı?
ABDULAZİZ BAYINDIR; Ayetin tefsirinde de bal şerbeti falan filan şey yapıyorlar. Öyle değil. Bu vesileyle şey yapalım izleyicilerimiz de öğrenmiş olsunlar. Hikmet kaybolduğu için bunlar da anlaşılmıyor. Bir keresinde hakikaten kuranı çok önemseyen bir tefsir hocası bir yerde konuşma yapıyordu ben de dinliyorum. Tuttu, Resulullah’ın helal-haram koyma yetkisi vardır dedi ve Araf 157’yi okudu. Konuşma sırasında sordum galiba yada daha sonra. Peki (TAHRİM, 1.. Ayet:) “lime tuharrimu ma ehallellahu” ne olacak dedim, hemen yüzünü döndü gitti. Böyle bir cevap olur mu? Halbuki bem Onun jürisinde bulunmuş bir hocasıyım aynı zamanda. Ama bana karşı tavrına bakın yani. Burada hikmet kayboldu dedik ya değerli seyirciler. Hikmet kaybolunca bu ayetler anlaşılmıyor. O ayette ne diyor? “Ya eyyuhennebiyyu” diye başlıyor. Resul değil. Araf 157’de nebi olan resul ifadesi kullanılıyor. Kendisine vahiy gelen resul. Resullük vurgusu yapılıyor. Tabi kğ resul/elçi (Yahya’nın çok güzel anlattığı gibi) elçi, kendi sözünü söyleyen kişiye denmez. Kendisini elçi gönderen kişinin sözünü söyleyene denir. Onun için ayette Allah “ve ma aler resuli illa belağ” der. Elçilere tebliğden başka bir görev düşmez der. Burada “sana Allah’ın”, “lime tuharrimu ma ehallellahu leke” arapça bilenler lütfen dikkat etsinler. “Sana has olarak Allah’ın helal kıldığı” herkese değil. “lime tuharrimu ma ehallellahu” demiyor “lime tuharrimu ma ehallellahu leke” ifadesini kullanıyor. Peki Ona özel olarak helal kıldığı ne ki Resulullah onu kendisine helal kılmış? Bakın Ahzab suresinin 50. ayetini lütfen açın. 33. sure 50.ayet. Bende 425. sayfada. Burada diyor ki Allah: AHZAB 50.. Ayet: Ya eyyühen nebiyyü inna ahlelna leke”. Bakın “ehallellahu leke” – “ahlelna leke” arapça bilmeyen bile sesten anlar benzediğini. “Sana helal kıldık”, “sana has olarak helal kıldık” diyor. Zaten ayetin sonunda da “halisatel leke min dumil mu’minin” yalnız sana, müminlere değil haa diyor. Diğer müminlere değil sadece sana. Burada şunu söylüyor; “ve ma meleket yemınüke memma efaellahü aleyke: Allah’ın sana fey olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariye”. Fey demek hediye. Savaş esiri değil yani. Savaş esirlerine bu yapılamaz. Resulullah’a Mısır’dan gönderilen Mariye. O, yanlız sana helal. Onun için müminlerin cariyelerin cinselliğinden nikahsız yararlanması imkansız. Resulullah’a sadece Mariye ve bu ayetle helal kılınmıştır. Sadece sana has müminlere değil diye arkasında var. Hafsa validemiz ÖmerRa’ın kızı Resulullah’ın eşi. Mariye’yi kıskanıyor. Çünkü güzel bir kadınmış. Resulullah diyor ki; “peki ben Onunla ilişkiyi kessem bir daha ilişkide bulunmak istemesem yani tamamen bitirsem seni memnun eder mi?” diyor. Onhn üzerine bu ayet geliyor. Diyor ki; “Allah’ın sana has olarak helal kıldığı şeyi niye haram kılıyorsun?”. Bak kendisine bile yasaklama yetkisi yok bırakın başkalarını. Burada nebi sıfatıyla var. Peki nebi sıfatıyla Enfal suresinin 67. ayeti. Orada diyor ki; ENFAL 67.. Ayet: Ma kane li nebiyyin ey yekune lehu esra: hiç bir nebinin esir almaya hakkı yoktur, sen esir aldın”, “hatta yüshıne fil ard: savaş meydanında hakimiyetini tam kurmadan” hiç bir nebi asla esir alamaz sen aldın. Peki Resulullah’ın her sözü kendisine vahiy ise Allah önce Ona esir aldıracak sonra da Onu ayıplayacak mı? Böyle şey mi olur? Ondan sonra diyor ki; “türıdune aradad dünya” müminlere diyor ki; niye itiraz etmedin demiş oluyor Allah. Siz dünyalık istiyorsunuz, elinize bir şeyler geçsin istiyorsunuz,“vallahü yürıdül ahırah: Allah sonrasını istiyor”. Allah, tam hakimiyet kurmadan esir alma hakkı verdi mi? Bakın nebi sıfatı ile suçluyır. Dikkat edin. Onun için nebi-resul son derece önemli bir kavramdır. İzleyicilerimizden özellikle rica ediyorum lütfen şu küçücük bir kitapçık. Daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler elbette ki Zeji Bayraktar Hoca’nın kitabınu okumalıllar ama şunu niye küçük yaptık? Kolayca alsın okusunlar. Nebi ve resul farkını kavradığınız zaman tüm sisteminizin değiştiğini göreceksiniz. Kur’an’ı nasıl anladığımızı net bir şekilde kavramış olacağız. Şimdi gelelim baş tarafa. Evet dün kitap ile sünnetin sanki iki ayru kaynak olduğuna dair bir hutbe okundu. Ama bu, ilahiyat fakültelerinde biz talebe iken bize öğretilen şeydi. İmam hatip okullarında da bize öğretiliyor. Bugün dünyanım her tarafındaki şeylerde bu böyle yapılıyor. Hatta sünnet kuranın üzerine çıkarılmıştır. Ondan dolatiyı islam alemi işte Allah’ın cezasına çarptırılmış vaziyette şu anda. Problem çözme imkanını kaybetmiştir. Ondan dolayı çareyi başka yerlerde arar hale gelmiştir. Bir kere öncelikle mutlaka ama mutlaka hikmeti yeniden müslümanların keşfetmesi lazım. Allah’a çok şükür Fatih Orum bu konuda yazdığı kitap var Kuranı Anlama Usulü diye. 2. baskısıydı değil mi? Bizim vakfımızın yayınlarında yayınlanıyor. Onu mutlaka okunmasını tavsiye ediyorum. Son derece önemlidir. Ben şunu istiyorum; Türkiye’de yakın zamanda bir çok ulema birlikleri kuruldu. İşte önce Türkiye Alimler Birliği kuruldu. Ben gerçekten sevindim. Dedim inşallah bizim bu çalışmalarımızı tartışmaya açarlar. Ama bu güne kadar hiç bir faaliyet olmadı. Ehli Sünnet Alimler Birliği kuruldu. İnşallah şu ehli sünnet dedikleri şeyi bir savunurlar da bir görürüz. Yok. Türkiye’de Ehli Beyt Alimler Birliği var. Yani şia. Onlardan da bir şey çıkmadı. Türkiye’de evvelki gün bir davetten öğrendim: Yusuf El Karadavi’nin başkanlığını yönettiği Dünya İslam Alimler Birliği’nin merkezinin İstanbul’a taşınacağını duydum. Şimdi ben bu alimlerin tamamına buradan çağrı yapıyorum. Bunlar son derece önemli meselelerdir. Eğer bizim bir kusurumuz varsa tamam. Bunları hep birlikte müzakereye açalım. Artık islam alemi bu bataktan çıksın. Problem üretir olmaktan çıksın çözüm üretir hale gelsin. Allah, dersin en başında okuduğum ayette Araf suresinin ilk ayetlerinde şöyle diyor. O ayetlerle bitirmiş olalım sohbetimizi. Diyor ki; ARAF 1.. Ayet: Elif lam mim sad
ARAF 2.. Ayet: Kitabün ünzile ileyke: bu sana indirilmiş bir kitaptır”, “fe la yekün fı sadrike haracüm minhü: bunda olan herhangi bir şeyden dolayı sakın içinde sıkıntı oluşmasın”, “li tünzira bihı: bununla insanları uyarasın diye”, “ve zikra lil mü’minın: müminler için de zikra olsun”. Kafalarından asla çıkarmayacakları bilgi olsun diye. Halbuki ikinci sıraya itilmiş oldu gelenekte malesef.
ARAF 3.. Ayet: İttebiu ma ünzile ileyküm mir rabbiküm” hepimize söylüyor Allah; “size indirilen ne ise ona uyun”. Allah’ın kitabı ve kitaptan çıkarılan hikmeti unutmamak lazım. Çok önemlidir çünkü. “ve la tettebiu min dunihı evliya: bunun dışında(kitabın dışında) yakın gördüğünüz şeylere uymayın”. Kitabı esas alın. “kalılem ma tezekkerun: ne kadar az bilginizi kullanıyorsunuz”. Onjn için değerli izleyiciler bu din sahası imtihanın en zor geçirildiği sahadır. Başka yerlerde aklınızı bir kullanıyorsanız din sahasında bin kullanmak zorundasınız. Sizin karşınıza çıkanlar sen anlamazsın diyorsa siz de değin ki kusura bakmayın anlamadığım şeyden Allah beni sorumlu tutmaz, ben anlamak zorundayım, sen de bildiğini iddia ediyorsan bana anlat, ilgili ayetleri oku deyin ve her hocayı mutlaka ama mutlaka tenkid süzgecinden geçirin.