Elhamdülillahi rabbil alemin vel akibetü lil müttakin vessalatü vessalamü ala rasulina muhammedin ve ala alihi vessahbihi ecmain.
Abdülaziz Bayındır: Bugün Kur’an’a ve geleneğe göre nebi ve rasul kavramları üzerinde duracağız. Çalıştığımız ve araştırma yaptığımız zaman yeni yeni buluşlara ulaşıyoruz. Daha önce bildiğimiz bir çok şeyin aslında yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Bizde şöyle bir kanaat oluşmaya başladı: Bir çok temel terim gerçek anlamından farklı bir anlamda kullanılmaya başlanmış.
Abdülaziz Bayındır: Cenabı Hak Kur’an’ı Kerim’de yahudileri kelimeleri asıl yerlerinde değil de başka yerde kullanmakla suçluyor. “Eharifunel kelime amma va’dııhı” diyor. Yani kelimeleri asıl yerlerinden başka taraflara doğru çekiyorlar diye. Biz bunu çok görüyoruz. mesela bütün peygamberlere kitap ve hikmet indiğini Allahu Teala ısrarla tekrarladığı halde, Peygamberimiz (s.a.v.)’in bize kitabı ve hikmeti öğrettiği vurgulandığı halde bizim geleneğimizde hikmetle ilgili her hangi bir çalışma yok. Hikmet dediğimiz zaman sadece felsefeye ait bir kavram anlaşılıyor. Halbuki Kur’an üzerinde durulduğu kadar hikmet üzerinde de durulması lazım.
Abdülaziz Bayındır: Sonra sünnet diye bir kavram ortaya çıkarılmış. Sünnet deyince kanun anlaşılır. Mesela; “Sünnetallahe hilleti kad halet min kabl.” Kur’an’ı Kerim’de yani bundan önce devam eden ve önceden de var olan Allah’ın sünneti, Allah’ın kanunu. Şimdi kitabın yanına sünnet kelimesini koyduğunuz zaman, sünneti de Rasulullah’ın sünneti şekline çevirdiğiniz zaman zihinlerde ister istemez kitaba denk ikinci bir kaynak ortaya çıkarılmış oluyor. Ama daha sonra farz ve sünnet şeklinde, mükelleflerin fiilleriyle ilgili kavramlar ortaya çıkarılınca zihinler karışıyor. Bu defa sünnet asıl anlamından yani kanun anlamından bir başka anlama doğru kaydırılmış oluyor.
Abdülaziz Bayındır: İşte bunun gibi, mesela Kur’an’ı Kerim’in üzerinde ısrarla durduğu bir şirk kavramı vardır. Hikmet nasıl bizim literatürümüzden çıkarılmışsa, şirk de maalesef kelmın literatüründen çıkarılmış. Öyle değil mi Osman bey? Maalesef!
Abdülaziz Bayındır: Yani şimdi böyle bir İslam aleminden ne beklersiniz? Yani siz kalkıyorsunuz, mesela kendi açımdan düşünüyorum. Şu anda Tarikatçılığa Bakış kitabının yedinci baskısının hazırlıklarını yapıyoruz. Bir zamanlar çok ileri seviyede gibi gördüğümüz kitabı şimdi yeniden gözden geçirince yeni çalışmalarla ciddi bir farklılaşmanın oluştuğunu müşehade ediyorum. Ve kendime baktığım zaman nereden nereye diyorum. Yani siz mesela hiç bir peygamber Allahu Teala’nın varlığını ispatla meşgul olmadığı halde kelamın ana konusu isbatı vacip. E buna hiç kimsenin ihtiyacı yok.
Abdülaziz Bayındır: Şimdi buradan hareketle bakıyorsunuz ki Türkiye’de koskoca bir cemaat dinsizliğe karşı hıristiyanlarla işbirliği etmeyi çok önemli bir hizmet olarak düşünüyor. Dinsizlik dediği de ateizm, yani Tanrı’nın varlığını kabul etmemek şeklinde. Yav böyle bir olay yok ki! Yani şimdi Don Kişot’ça bir mücadele yani hayallerle mücadele ortaya çıkıyor. Siz hıristiyanlarla nasıl işbirliği yapabilirsiniz, şirke batmış bir topluluk? Sonra onu öne alıp, siz onun arkasından ona destek verir? Derken müslümanlardaki bu büyük şaşkınlık gerçekten insanı hayretlere düşürüyor. Ve maalesef bu şaşkınlığı doğuran da bizim ilim kitabı dediğimiz elimizdeki kitaplar. Hani tarikatlarla mücadele ederken, yav bunlar zaten fazlaca önemsemeyin, bunlar ilim adamı değiller falan şeklinde tepkilerle karşılaşıyorduk. Cemaatlerle uğraşırken de benzer tepkiler. Ama sonra bakıyorsunuz ki sizi siz yapan, mesela benim diplomamda İslam hukuku yazar. Ve biz de o zamanlar işte mezheplerin kitaplarını okuduk. Hükümlerini hangi delillerden çıkardığını görünce kendimizi bir şeyler zannetmeye başlamıştık. Ooo, kaynakları da biliyoruz, sebepleri de biliyoruz falan. Şimdi baktık ki o da bizim için büyük bir aldatmacaymış.
Abdülaziz Bayındır: Şimdi fazlaca uzatmadan bu terimler üzerinde çalışmaları sürdürmek icap ediyor ama bu öyle o kadar da kolay bir çalışma değil. Şimdi Dr. Fatih Orum, size Kur’an ve geleneğe göre nebi ve rasul kavramlarını sunacak. Burada göreceksiniz ki yüzde yüz bir zıtlık var. Yani Kur’an’ın rasüle yüklediği mana ile geleneğin rasüle yüklediği mana, Kur’an’ın nebiye yüklediği mana ile geleneğin nebiye yüklediği mana arasında yüzde yüz bir zıtlık var. Ve bu zıtlık aslında öyle göründüğü noktada kalmıyor, ilişkiler ağını genişlettiğiniz zaman sistemi ciddi manada sorgulanır hale getiriyor. İnşallah bu kavram çalışmalarını mümkün olduğunca devam ettireceğiz ama dediğim gibi o kadar kolay değil. Yani şu nebi ve rasul yazısı bu noktaya gelinceye kadar kaç yıllık bir çalışma oluyor. Cenabı Hak’kın lütfuyla yapabildiğimiz kadar yapacağız. Şimdi evet Dr. Fatih Orum’u dinliyoruz.
Fatih Orum: Sizin bıraktığınız yerden hocam ben alayım. Daha özel anlamda rasül ve nebi kavramının pratik olarak, yani böyle bir kavram kargaşası varsa bunun pratik bir değeri var mı? Yani olabilir, yanlış kullanılmış olabilir, kitaplarda da bu şekliyle geçmiş olabilir. Bunun ne gibi bir zararı var veyahut bu iki kavramın gerçekte sahip olduğu manayı ortaya çıkartmanın pratik bir değeri var mı, yok mu?
Fatih Orum: Şimdi bizim fıkıh dediğimiz külliyatta veya işte onun teolojisini oluşturan fıkıh usulü eserlerinde deliller hiyerarşisi diye hepimizin bildiği bir sıralama vardır. Kitap, sünnet, işte icma, kıyas vs. Burada sünnet bölümünde Peygamberimiz’in yetkisi tanımlanır, onun bizim için taşıdığı değer incelenir. Ve O’ndan bize aktarılan rivayetlerin kaynak olup olmaması veya kaynaksa hangi kriterlerle kaynak olduğu konuşulur. Ve burada şöyle bir şey vardır, hemen hemen herkezin ittifak ettiği bir düşünce vardır. Peygamberimiz’e itaat şarttır, iman etmek şarttır, O’na ittiba etmek şarttır. Çünkü Kur’an’ı Kerim bunları emrediyor. Peygamberimiz’e iman etmeyen…
Abdülaziz Bayındır: Allah’a itaat, rasule itaat değil mi?
Fatih Orum: O’na iman etmek, O’na itaat etmek, O’na ittiba etmek, Allah’a iman, itaat, ittiba etmektir. O’na muhalefet, Allah’a muhalefettir. Dolayısıyla O’nun verdiği her şey, nehyettiği, emrettiği, helal kıldığı, haram kıldığı her şey bizzat Allah’ın helal haram kılması, emretmesi gibidir. Dolayısıyla bir şaridir. Şari vasfı vardır Peygamberimiz’in. İşte Kur’an’ı Kerim’de Peygamberimiz’e…
Abdülaziz Bayındır: İstersen burada bir şeye açıklık getirelim. Çünkü bizi ilim adamları dinlemiyor. Şimdi sen üniversite hocasısın, bu şari ne demek? Yani Allah’ın yanında şeriat koyan bir kişi demek. O zaman rasul yani elçi olmaktan çıkıyor, ikinci bir hüküm kaynağı haline gelmiş oluyor ki bu da inancımız açısından asla kabul edilebilecek bir yapı değil ama tabii onu bir başka şekilde düzeltmeye çalışıyorlar.
Fatih Orum: Yani bu işin temelinde, yani Peygamberimiz’i veyahut tüm nebileri, peygamberleri algılamanın temelinde onları nasıl konumlandıracağız? Kur’an’ı Kerim onlara itaati, onlara iman etmeyi emrederken burada bir ayrım var mı, onların emrettiği şeyler nelerdir, Kur’an dışında emrettikleri, nehyettikleri var mıdır? Mesele bu. İşte Kur’an’ı Kerim, rasul ve nebi kelimesini farklı farklı yerlerde kullanıyor. O zaman problem şu: Rasul ve nebi kelimesi aynı anlama gelen iki kavram mı? Yoksa farklı anlamlara mı geliyor? Farklı anlamlara geliyorsa bunun ümmet için yani Kur’an’ın muhatabları için bir anlamı var mı, yok mu? Pratik değeri bu. Onun için mesele çok çok önemli. Mesela bizim fıkıh usulü eserlerimizde böyle bir konu her halde yok desek çok abartmış olmayız. Böyle bir meseleyi böyle bir alt yapıda…
Abdülaziz Bayındır: Ben hiç görmedim, sen hiç gördün mü şimdiye kadar? Nebi rasul var da usulü fıkıhda yok yani.
Servet Bayındır: Yani belki Şafi’nin Er Risale’sindeki mücadelesini diyelim veya çabasını, bir anlamda her ne kadar o dillendirmemiş ise de bu bizim düşündüğümüz ayrımı sanki temellendirme çabası olarak belki değerlendirilebilir? Yani şöyle bir durum var. Yani şöyle bir itiraz var daha doğrusu, bu özellikle ilahiyat çevresinde. Yani siz durup dururken neden pişmiş aşa su katıyorsunuz? Yani nereden çıktı, bu da nereden çıktı, bu zaten kelamın bir konusudur? Dolayısıyla fıkıhçılar ne işiniz var sizin bu alana el atıyorsunuz? Hele ki usulü fıkıhda bunu bir konu olarak işlemeye çalışıyorsunuz diye bir itiraz var. Burada tabii usulü fıkıhta kitap, az önce Fatih hocanın ifade ettiği gibi kitaptan sonra sünnet meselesi geliyor. Ama orada kitapla sünnet arasındaki denge diyelim veya ilişki nasıl kurulacak? Aslında mesela Zekittin Şaban’da olmak üzere bir çoğunda buna temas ediliyor ama temas edilirken, temizleyelim derken daha da berbat ediyorlar. İşi daha da karıştırıyorlar. Bu anlamda çok önemli fakat dediğimiz gibi nebi ve rasül kavramlarını müstakil bir şekilde ele alıp bunu özellikle fıkıhta, kelamda değil, bir de fıkıhta ne gibi mevcut karmaşıklığın problemlere yol açtığı ve bu iki kavramı ayrı ayrı ele alır da ortaya koyarsak ne gibi sonuçlara varabileceğimiz konusunda maalesef böyle bir çalışmaya rastlayamadık şimdiye kadar.
Abdülaziz Bayındır: Şimdi bir de belki şunu söylemek icap eder. Az önce Fatih onu özet olarak geçti de konuşmakta fayda var. Şimdi ayeti kerimelerde “atiullahe ve atiurrasül” diyor. “Allah’a itaat edin, rasule itaat edin” diyor. Usulü fıkıh kitaplarında da deniyor ki: Bakın “atiu” kelimesi tekrarlandı. Allah’a itaat edin, rasule itaat edin denince demek ki iki ayrı itaat kaynağı var. Allah’a itaat edinde Kur’an’ı Kerim, rasule itaat edinde de Rasulullah’ın sünneti ortaya çıkyor. Ve buna dayanarak işte Rasulullah’ın sünnetiyle de farz, haram her türlü şeyler konabilir. İşte ikinci bir şari ifadesini kullanmasının sebebi o. Ondan sonra “ve atiurrasule ve kad ataallah, kim rasule itaat ederse Allah’a itaat etmiştir” ayeti kerimesinden…
Servet Bayındır: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Mesela rasul sıfatıyla “yuhirru lehumul tayyibat ve yuharri aleyhumul habais, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar.” (Araf 7/157). Bütün bunları bir araya getirdikten sonra deniyor ki: Bakın işte rasulün haram helal kılma yetkisi var, Kur’an’ı Kerim’le sabit. İşte rasule itaat, Allah’a itaatle aynı değerlendiriliyor. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in yani burada tabii bir şey ortaya çıkıyor. Bir şirk yapılanması olarak ortaya çıkıyor. Allah bir şari, rasul ikinci şari. Şirk yapılanması olmasın diye de deniyor ki bu da Allah’ın Peygamber’e yaptığı ikinci bir vahiydir. E bunun da delili yok! O zaman şeyde, “vema yentiku anil heva” (Necm 53/3) ayeti kerimesi bağlantılarından kopartılarak, halbuki o tamamen Kur’an’ı Kerim’in inişiyle alakalıdır, bağlantılarından kopartılarak buna delil olarak getiriliyor. Halbuki o rasul anlayışı ki biraz sonra Fatih anlatacak onu çok önemli. Halbuki burada rasül ne? Kur’an’ı Kerim rasüle nasıl bir görev yüklüyor? Diyor ki Allahu Teala: Esteuzubillah. Ma alerrasuli illel belağ, rasule tebliğden başka bir şey düşmez” (Maide 5/99) diyor.
Fatih Orum: Bu şeyin hemen devamındaki ifade: “Kul atiullahe ve atiurrasul fe intevellev fe innema aleyhi ma hummile ve aleykum ma hummiltum ve intudiuhu tehdedu vema alerrasuli illel belağul mubin.” (Nur 24/54).
Abdülaziz Bayındır: Tamam tam ver manasını mealini de eksik kalmasın.
Fatih Orum: Yani Nur Suresindeydi galiba: “Kul atiullahe ve atiurrasul, Allah’a ve o rasule itaat edin, fe intevellev, eğer yüz çevirir geri döner bunu reddederseniz, fe innema aleyhi ma hummile ve aleykum ma hummiltum, O’na düşen o.
Abdülaziz Bayındır: O’na düşen kendine yüklenen görev.
Fatih Orum: “Size düşen de size.”
Abdülaziz Bayındır: Size düşen de size yüklenen görev. “Ma hummile” çünkü O’na yüklenen bir görev var.
Fatih Orum: “Ve intudiuhu.” Bu defa zamir teke iniyor. “tehdedu.”
Abdülaziz Bayındır: Hah, çünkü O’na itaat ederseniz, yani rasule itaat ederseniz yola gelirsiniz. “Vema alerrasuli illel belağ.”
Fatih Orum: O’na düşen…
Abdülaziz Bayındır: “İllel belağul mubin” değil mi? “Açıkça bir tebliğden ibarettir rasule düşen.” Şimdi bu ne demek oluyor?
Fatih Orum: Geriden alınırsa yani geriden alınırsa…
Katılımcı: Nur Suresi 54. ayet.
Abdülaziz Bayındır: Nur Suresi 54. ayet. Şimdi rasul, elçidir. Kendi sözünü söyleyen kişiye elçi denmez. Elçi kendini görevlendiren kişinin sözünü söyleyene denir. Kendinden her hangi bir şey katamaz. Her hangi bir şeyi de eksiltemez. Neyse olduğu gibi tebliğ etmesi lazım. Onun için Allahu Teala diyor ki: “Ya eyyüherrasul, ey rasul” diyor. “Belliğma unzile ileyke mirrabbik, rabbinden sana indirilen neyse onu tebliğ et.” Neyse onu tebliğ et. Yani çıkarma ya da ilave yok. “Ve illem tefal fema belleğte risaletehu, bunu yapmadığın zaman Allah’ın sana yüklediği elçilik görevini tam yapmış olmazsın.” (Maide 5/67). O zaman elçi kendi sözünü söylemiyorsa, elçiye itaat aslında elçiye itaat midir? Onu gönderene itaattir. Ondan dolayı Allahu Teala “Fe men yutiurrasule fe kad ataallah” diyor. “Kim rasule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” Öyleyse rasulün haram kıldığı, kendi haram kıldığı mıdır? Onu elçi gönderen kimse onun haram kıldığıdır. Onun yaptığı sadece tebliğdir. Türkçemiz’de de vardır, elçiye zeval olmaz. Ne demek? Yani siz bu işi bana yüklemeyin, yani ben sadece üstlendiğim görevi yerine getiriyorum, bu benim sizden istediğim bir şey değil demiş oluyor.
Abdülaziz Bayındır: O zaman elçi ayrı bir otorite olmuyor. Ayrı bir kaynak olmuyor. Şimdi biraz sonra Fatih hocadan detaylarını izleyeceğiz, Allah elçi sıfatı, mesela rasül sıfatı ile Peygamberimiz’in Araf 157’de “yuhirru lehumul tayyibat ve yuharri aleyhumul habais,” rasül sıfatıyla “onlara temiz şeyleri helal pis şeyleri haram kılar” diyor. Niye? Kendi sözü değil ki, helal haram kılan o değil. Onu gönderendir, o sadece onu tebliğ ediyor, başka bir şey yapmıyor. Ama nebi sıfatıyla, nebi sıfatıyla olduğu zaman iş değişiyor. O zaman kişiselleşiyor, çünkü nebi sadece vahiy alırken nebi, ama ondan sonra nebi olarak adlandırılmaya devam ediyor. Yani yirmidört saat nebi. Ama yirmidört saat bir ayet okuyarak tebliğ etmiyor değil mi Peygamberimiz? Ne zaman rasül olur? Allah’ın bir ayetini karşısındakine tebliğ ettiği zaman rasüldür. Ama onun dışında nebidir. Tıpkı bir öğretmen, yirmidört saat öğretmendir ama yirmidört saat ders vermez. O ders vermeye rasüllük derseniz, yirmidört saat öğretmenlik derseniz, o dersteki hatası başka bir şeydir, öğretmen olarak yaptığı hata başka bir şeydir.
Abdülaziz Bayındır: O açıdan bakıyorsunuz ki, rasül sıfatıyla temizleri helal, pisleri haram kılar diye vasıflandırılan o rasüle nebi sıfatıyla “ya eyyühennebiyyu lime teharrimu ma ehallalahu lek” deniyor. “Ey nebi, Allah’ın sana helal kıldığını niye haram kılıyorsun” (Tahrim 66/1) diyor.
Fatih Orum: Yani eğer buradaki sıkıntı risaletle ilgili bir sıkıntı olsaydı zaten onun işini bitirirdik diyor. Bitirmediğine göre oradaki sıkıntı rasüllük sıfatıyla ilgili değil.
Abdülaziz Bayındır: Eğer rasüllük sıfatıyla Allah’ın helal kıldığını haram kılsaydı Peygamber Efendimiz, o zaman Cenabı Hak onun ne diyor? Onun diyor damarını koparırdık diyor. Olmaz çünkü o zaman kendi yaptığını Allah’a maletmiş olacak. Bu çok ağır bir suç olurdu. “Velev tekavvele aleyna bağzal ekavil le ahazna minhu bil yemin, sümme lekada’na minhul vetin. Hel o” diyor, “bize bazı sözler ilave etseydi, onu sıkı bir şekilde yakalar, onun şah damarını koparırdık” (Hakka 69/44-45) diyor. Çünkü rasül sıfatıyla hiç bir hata yapamaz. Çünkü Allah böyle diyor. Ama onun dışında hata yapabilir. Bir insan olarak yani nebi yirmidört saat nebidir. Ama yirmidört saat rasül değildir. Bu bakımdan bu iki kavram son derece hayati önem taşıyor. Sistemi baştan aşağıya gözden geçirmeyi gerektiren bir kavramdır. Evet devam et bakalım.
Servet Bayındır: İsterseniz az önceki o, bu tür nebi ve rasül kavramları ayrıştırılmadan bu şekildeki, mevcut gelenekteki anlayışın mesela bir sakıncasını ben bizzat, bu Youtube’da da çok yaygın olarak var. Güney Afrika’lı Abdurrahman Filip denen bir zat var. Kendisi geleneksel bir fıkıh hocası. Ve İngilizce olarak fıkıh usülü dersi veriyor, anlatıyor. Youtube’da var. Bir batılı bir hıristiyan kuruluş diyelim, hocanın bu derslerini almış. İşte rasüle itaat, vesair konulardaki bizim geleneği anlatıyor. “Vema yentuku anil heva”yı da okuyor, bunları da anlatıyor. Oradan kesiyor, bak diyor, ne diyor? İşte rasül helal koyan, haram koyan, Muhammed helal koyan, haram koyan. Haa, bak bunlar bize müşrik diyorlar. İşte asıl müşrik bunlar. Bizim İsa bile haram ve helal koymaz ancak rabbinden aldığıyla koyar diyorlar. Ve böyle keserek ve çok haklı bir şekilde bunu Youtube’da yaygın olarak kullanıyor.
Abdülaziz Bayındır: Çok haklı.
Fatih Orum: İkinci olarak önemi bu meselenin meallerde ortaya çıkıyor, meal ve tefsirlerde. Yani Kur’an’ı Kerim’in metninde rasul ve nebi kelimeleri geçiyor. Bunlar tercüme edilirken çoğu zaman her hangi bir şeyi, fark gözetilmeden peygamber olarak, gelişi güzel peygamber olarak tercüme ediliyor meallerde. Oysa Kur’an’ı Kerim’de geçtiği yere göre buna bazen aslı şekliyle, yani nebi, bazen rasül, bazen de belki işte eğer biz peygamberi vahiy alan ve kendisine kitap indirilen kişi olarak kabul edeceksek, o kelimeyi kullanacaksak, bazen de peygamber olarak geçmeli. Ancak bu, mutlaka dikkat edilmeli meallerde. Rasüllük sıfatına vurgu yapan bir ayetin meali, tercümesi, orada peygamber olarak tercüme edilirse, orada asıl üzerinde vurgulanması gereken en önemli şey belki gözden kaçırılmış olacak. Bu da bir zihin karışıklığına sebep olacaktır. O halde iki önemli şeyi var bunun. Birincisi, peygamber algısının doğru olarak konumlandırılması için bu iki kavramın anlamlarının doğru tespiti. İkincisi de pratik olarak daha da işte herkesi ilgilendiren meal ve tefsirlerde bu kelimelerin tercümesinin önemi.
Fatih Orum: Şimdi rasül kelimesi sözlüklerde yavaşça gitmek anlamına geldiğini gördük. Yavaşça gitmek. Ancak Kur’an’ı Kerim’de yavaşça gitmek anlamında kullanım alanı yok. Hadiste var. “Ala rislukuma” mıydı, öyle bir ifade. Acele etmeden yavaşça gitmek. Rasül kelimesi Kur’an’ı Kerim’de çeşitli türevleriyle birlikte hep göndermek anlamında. Göndermek. Allah’ın bir şeyi göndermesi veya bir kişinin bir başka kişiyi göndermesi anlamında kullanılıyor rasül kelimesi. Rasele fiili. Rasül kelimesi de şimdi burada Lisanul Arab’da rasül kelimesi hem risalet anlamında hem de mürsel, yani elçi anlamında kullanılır. Diyor ki Kur’an’ı Kerim’de de aslında buna uygun bir kullanım alanı var. Yani rasül kelimesi doğrudan risalete de gönderilebiliyor kullanımdan yana. Yani bizzat o elçinin kendisi değil, o elçinin getirdiği şey anlamında, mesaj anlamında.
Fatih Orum: Mesela bir ayette, “velemma ca ehum kitabun min indillahi musaddikul lima meahum.” Kitap kelimesi geçiyor. Yani bunu risalet olarak anlarsak kitabı, “velemma ca ehum kitabun min indillahi musaddikul lima meahum.” (Bakara 2/89) Bir başka ayette de “velemma ca ehum rasulün min indillahi musaddikul lima meahum.” (Bakara 101) İfade aynı, sadece birisinde kitap, birisinde rasül kelimesi geçiyor. Yani onların ellerindekini tastik eden, Allah tarafından gönderilen kitap. Veya Allah tarafından onların ellerindekini tastik etmek için gönderilen rasül. Her ikisi de aynı şeyde geçiyor. Birinde kitap, birinde rasül. Dolayısıyla rasül kelimesi esasında bizzat kişinin şahsıyla alakalı değil, onun taşıdığı şey, mesaj anlamında. Kur’an’ı Kerim’de böylesi bir kullanım alanı var. Dolayısıyla rasül kelimesi geçtiğinde o kişinin şahsından ziyade, o kişinin getirmiş olduğu, tebliğ etmiş olduğu mesaj olarak anlamak daha doğru oluyor.
Fatih Orum: Lisanul Arab’da da rasül kelimesine hem risale hem mürsel anlamında gelir diyor. Şeyde de, Kur’an’ı Kerim’de de bu aslında tastik ediliyor gibi, kullanım olarak.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Fatih Orum: Bakara 89 ve Bakara 101. “Velemma ca ehum kitabun min indillahi musaddikul lima meahum” ve “velemma ca ehum rasulün min indillahi musaddikul lima meahum.”
Abdülaziz Bayındır: Zaten bu ister istemez tabii rasül şey oluyor, kelime olarak ne diyorlar ona?
Fatih Orum: Kelime olarak, yavaşça gitmek anlamında ancak Kur’an’ı Kerim’de bu şekliyle kullanım yok.
Abdülaziz Bayındır: Yani o yoksa mastar mı diyorlar?
Fatih Orum: Biz buna şey dedik, ismi meful anlamında, mürsel.
Abdülaziz Bayındır: Ha tamam.
Fatih Orum: Kelime olarak rasül bu iken nebi kelimesinde asıl sıkıntı var. Nebi kelimesi…
Yahya Şenol: Yani Türkçe’ye nasıl çeviriyoruz rasülü?
Fatih Orum: Elçi. Ama bu elçinin geri planında o elçinin getirdiği şey aslında.
Abdülaziz Bayındır: Elçilik gereği gelen şeyler.
Fatih Orum: Her zaman o arka planı düşünerek bu kelimeye anlam vermeliyiz. Elçi ama o elçinin getirdiği şey. Arka planında o var.
Abdülaziz Bayındır: Zaten eğer söyleyecek bir sözü yoksa ona elçi denmez ki. Yani söyleyecek sözü olacak ki elçi olsun. Yoksa niye elçi olsun? Onu elçi yapan kendisine yüklenen sözdür.
Fatih Orum: Nebi kelimesi genelde, genel temayül nebe’e, yani haber veren. Haber vermek fiilinden, en nebiyyü, haber veren kişi anlamında kullanılıyor. Ancak bizim tercih ettiğimiz kullanım nebeve kökünden, nebe’e değil nebeve, sonu vavla biten bu kökten gelen, nebiyyün. Yine nebe’eden gelenle nebeveden gelenle aynı ama kökleri farklı. Değeri yükseltilmiş kişi. Yine Lisanul Arab’da bir ifade var. Bu nebiyyün ifadesinin nebeveden, yani değeri yükseltilmiş kişi anlamından gelen kalıptan olduğunu söyleyen ve Kur’an’da geçen peygamber anlamında nebi kelimesinin de esasında bu kökten türediğini söyleyenler olduğunu ifade ediyor. Kur’an’ı Kerim’de de esasında bu anlamı tastik eden kullanımlar var. Mesela Kur’an’ı Kerim’de enbee, haber vermek anlamındaki ayetlerde peygamberlikle bir irtibat kurulmuyor. Yani Allah peygambere bir haber veriyor, peygamber de onu bildiriyor. Oysa peygamberi peygamber yapan “ennebiyyü evla bil mü’minine min en fisihim” mesela. İşte onu değerli kılan, diğer insanlara göre işte onu daha saygın kılan şey onun vahiy alması. “Kul innema ene beşerüm mislikum yuha ileyye ennema ilahikum.” (Fussilet 41/6) Yani ben bir beşerim ancak beni sizden farklı kılan bana vahiyedilmesi. O halde nebi kelimesi, kendisine vahiy indirilmesi ve kitap verilmesi ile değeri yükseltilmiş kişi anlamında kullanılıyor, Kur’an’ı Kerim’de.
Fatih Orum: Hakikaten öyle. Mesela “lekad mennallahu alel mü’minine izvaes ve fihim rasulen min en fusihim” diyor. Yani sizin içinizden bir rasül göndermesiyle Allah aslında size büyük bir lütufta bulundu. Nebinin gönderilmiş olması insanlara bir lütuf. Niçin? Çünkü bu kendisine vahiy indirilmesi ve kitap verilmesiyle değeri yükseltilmiş kişidir çünkü.
Abdülaziz Bayındır: Orada rasüle o kelimeyi, içinde rasül gönderilmiştir, nebi demedi.
Fatih Orum: Nebi demedi.
Abdülaziz Bayındır: Evet.
Fatih Orum: Peygamberimiz için kullanıldığını.
Abdülaziz Bayındır: Şüphesiz tabii de şimdi izleyiciler hemen onu anlamakta zorluk çekebilirler. Çünkü yepyeni bir konu bu. Bazen biri diğerinin yerinde de kullanılıyor. Ama mesela orada kendisine kitap gönderilenler, bizde gelenekte rasül kimdir dendiği zaman kendisine bir kitap ve şeriat verilen kişidir denir. Nebi kimdir? Nebi de önceki rasülün şeriatını tatbikle görevli olan kişidir denir. Halbuki Kur’an’ı Kerim’de bunun tam tersi. Mesela Kur’an’ı Kerim’de Allahu Teala’nın kendisine vahiy yaptığı kişiler dışında hiç kimseye nebi demediği ama kendi kitabını tebliğle görevli olmayan kişilere de nebi dediği vardır. Şimdi onu anlatacak,. Evet. Pardon rasül dediği vardır, yanlış söyledim.
Fatih Orum: Mesela işte bir kişinin, bir insanın, bir başka insanı göndermesi. Mesela Yusuf peygamberin kıssasında anlatılan. Orada elçi er rasul, “ve kalel meliku’tuni bihi felemma ca ehurrasul.” (Yusuf 12/50). Mesela bu kendisine peygamberlik verilmiş bir kişi değil. Normalde bir kişinin bir kişiye…
Abdülaziz Bayındır: Kralın elçisi.
Fatih Orum: Gibi, mesela. O anlamda kullanılıyor. Veyahut işte Yasin Suresinde veya Şuara Suresinde murseller ifadesi geçiyor. Buradaki mürsel yani rasül anlamında elçi de yine biz anlıyoruz ki Allah’ın bu risaletini bir peygamberin telkiniyle veyahut gönüllü olarak başka yere tebliğ etmekle memur kişilere de Kur’an’ı Kerim mürsel ya da rasül kavramını kullanıyor. Ama hiç bir yerde, kendisine kitap verilmeyen, bir peygamberlik verilmeyen kişiye nebi kelimesini kullanmıyor, Kur’an’ı Kerim.
Abdülaziz Bayındır: Bu son derece mühim. Yani bunu tekrar etmek lazım. Kur’an’ı Kerim’de rasül, Allah’ın vahyetmediği kişiler için kullanılıyor. İşte Yusuf (a.s)’a gelen kralın elçisi, “felemma ca ehurrasul kalerci’ ila rabbik.” (Yusuf 12/50). Yani “o rasül, o kralın elçisi geldiği zaman dedi ki rabbine dön, efendine dön ve onlara sor bakalım, ellerini kesen kadınların derdi neymiş” diyor. Yusuf Suresi 50. ayet. Yine Belkıs’ın Süleyman (a.s.)’a gönderdiği elçilerden bahsedilir. Mürsel kelimesi orada kullanılır.
Fatih Orum: 27’ye 35.
Abdülaziz Bayındır: Evet, 27. sure, Neml Suresinin 35. ayetinde. Belkıs mü’min bir kadın değildi o zaman, sonradan müslüman olmuştur. O kral da mü’min bir insan değildi, Yusuf (a.s.)’a şey göderen. Dolayısıyla onların görevlendirdikleri kişilere rasül kelimesini Kur’an’ı Kerim kullanıyor. Yine Kur’an’ı Kerim’de bakıyorsunuz ki mesela, Nuh kavmine sadece Nuh (a.s.) nebi olarak gelmiştir ama “kezzebet kavmü nuhinil mürselin” diyor. “Nuh kavmi mürselleri yalanladı.” (Şuara 26/105). Bir tane nebi var, çok sayıda rasul var. Yani ne demek? Çünkü rasül kendinden bir şey katmadan tebliğ edendir. Nuh (a.s.)’a indirilen kitabı gidip de her hangi bir yerde anlatan kişi rasül olmuş olur. Ne olur? Nuh (a.s.) hem nebi hem rasül olur, ki bütün peygamberler hem nebi hem rasüldür. Niye? Yani hem vahiy alır, hem tebliğ ederler. Ama onun dışındakiler, yani Allah’ın kitabını tebliğ ediyorlarsa sadece rasül olurlar. Nebi olmazlar. Bak nebiliğin bittiğine dair ayet vardır. “Ma kene muhammedün eba ehadin min ricalikum velakin rasülallahi, Muhammed sizin erkeklerinizden birisinin babası değildir ama Allah’ın rasülüdür, ve hatemen nebiyyin, ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab 33/40). Nebilik onunla bitmiştir. Artık hiç kimse bana vahiy geliyor, işte bu kitap arştan alınmadır, şudur falan gibi, işte bize yazdırıldı gibi kelimeleri söylerse artık hesabını Cenabı Hak’ka versin. Müslümanları hiç bir şekilde, uzaktan yakından ilgilendiren bir şey değildir. Yani bu müslümanlıkla alakalı bir ifade değildir. Çünkü nebilik Muhammed (a.s.)’la bitmiştir. Ama rasüllük son müslümana kadar devam eden bir görevdir. Yani Allah’ın kitabını tebliğ görevi. Bu şu ya da bu kişi değil, bir ayet bilene bir ayeti tebliğ kadar bir görevi olur. Kur’an’ı kerim’in tamamını bilene o kadar bir görevi olur. Karşı tarafın anlayıp kavrayacağı şekilde ona bildirmektir. Yoksa ben ona gittim, oturdum, Kur’an okudum şeklinde değil.
Abdülaziz Bayındır: Mesela bir hoca var. Japonya’da şimdi. Gelmiş böyle ballandıra ballandıra anlatıyor. Diyor ki, akşama kadar kaç tane japonu müslüman yapıyorum. Ne oluyor? Japon geliyormuş, japona diyormuş ki, gel kafir. O da diyormuş ki gel kafir. Geliyormuş buraya. Otur bakayım, japon da diyormuş otur bakayım. Bunu taklit ediyor ya, görüntüsü gayet güzel bir ihtiyar. Söyle bakayım benimle beraber, o da söyle bakayım benimle beraber. Eşhedüenla ilahe illallah. Şimdi son bitiyor, japona diyor, sen şimdi müslüman oldun. O da diyor ki sen şimdi müslüman oldun diyor. Eve gidiyor, bak bu gün da kaç kişiye kelimeyi şahadet getirttim diyor, onları müslüman ettim. Yav böyle bir komik şeyler. O değil, karşı tarafın anlayıp kavrayabileceği şekilde Allah’ın ayetini bildirirsen o zaman o görevi yapmış olursun.
Fatih Orum: Bu rasül kelimesi, ayrıca Kur’an’ı Kerim’de mesela Cebrail (a.s.) için kullanılıyor. Ölüm melekleri için kullanılıyor. Müjde veren melekler için, helak haberi getiren melekler için, amelleri yazan melekler için hep bu rasül kelimesi kullanılıyor. Dolayısıyla bu işte rasül kelimesi Kur’an’ı Kerim’de nerelerde, hangi anlamlarda kullanılıyorsa, tercümelerde buna çok dikkat etmek gerekiyor. Ama nebi kelimesi sadece ve sadece kendisine vahyedilen ve kitap indirilen kişi anlamında kullanılıyor.
Abdülaziz Bayındır: Geleneğin tam tersine yani. Tam zıddına.
Fatih Orum: Şimdi sizin biraz önce okuduğunuz ayetten devam edeceğiz. “Ma kene muhammedün eba ehadin min ricalikum velakin rasülallahi ve hatemen nebiyyin.” Şimdi şöyle de bir iddia var: Şayet rasüllük kapısının kıyamete kadar açık olacağını söylerseniz, işte bir sürü yalancı peygamberin kendisine vahiy indirilen insanın çıkmasının da yolunu açmış olursunuz. Dolayısıyla işte nebilik bitmiştir, rasüllük bitmemiştir şeklinde bir ifade riskli bir ifadedir, gibi itirazlar da var. Oysa, burada şu var: Nebiye, kendisine vahyedilen ve kitap indirilen kişi dersek ve nebiliğin de artık Peygamberimiz’le bittiğini söylersek, hiç kimsenin ben peygamberim, ben gönderilmiş kişiyim, bana kitap indiriliyor, vahiy indiriliyor diye ortaya çıkmasının artık bir gerekçesi olmayacak. Çünkü Kur’an’ı Kerim “vemen ezlemü mimmeniftera aleyhi keziben ev kale uhiyr ileyye.” İşte “kim bana kitap verildi bana vahyediliyordu diye ortaya çıkarsa bundan daha zalim, daha kötü kim olabilir” (Enam 6/93) şeklinde ciddi bir uyarısı var.
Abdülaziz Bayındır: Şimdi şey yapıyor, bir kelime oyunu yapıyorlar. Vahiy değil de ilham diyorlar. İlhamla sanki kitap yazılırmış. Bu kitap bize ilham edildi diyorlar. Ama neticede yine Allah’ın kitabı haline getiriyorlar, bizim kalemimizden çıkan Allah’ın kitabı. Bunu hep yapıyorlar yani. İnsanların cehenneme gitme hürriyetine engel olacak değiliz yani. Bizim yaptığımız şey, cennete gitmek isteyenlere yol göstermektir. Başka bir şey değil.
Yahya Şenol: Enam Suresi 93. ayetmiş o.
Abdülaziz Bayındır: Enam 93, evet.
Fatih Orum: Şimdi Kur’an’ı Kerim, nebiye vahiy indirildiğini ve kitap verildiğini söylüyor. “İnna evhayna ileyke kema evhayna ila nuhin vennebiyyine mim bağdihi ve evhayna ila ibrahime ve ismaile…” şeklinde devam ediyor. Yani “sana vahyettik, tıpkı Nuh’a ve ondan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi.” (Nisa 4/163) Ondan sonra nebilerin isimlerini sayıyor. Bir başka ayette de…
Yahya Şenol: Bu ayet numaralarını da söyle.
Fatih Orum: Şimdi Nisa 163 ve 165. ayetler. Bu en son okuduğum. Bir defa Meryem Suresinin 30. ayetinde de “kale inni abdullah ataniyel kitabe ve cealeni nebiyya” diyor. “Allah bana kitap verdi…”
Abdülaziz Bayındır: “Ben Allah’ın kuluyum ve Allah bana kitap verdi.”
Fatih Orum: “Ben Allah’ın kuluyum ve Allah bana kitap verdi ve beni nebi yaptı.” Nebi yaptı. Yani kendine kitap verildiğini ve kendisinin nebi olduğunu söylüyor. Oysa bizim geleneksel anlayışta nebiye kitap verilmiyor. Sadece rasüle kitap veriliyor. Nebi, daha önce kendisine kitap indirilmiş bir peygamberin şeriatini devam ettiren, onu tebliğ eden kişi olarak tanımlanıyor.
Yahya Şenol: Örnek mesela, hangi peygamber sadece nebi? Resül olmuyor mesela?
Abdülaziz Bayındır: Mesela İsmail (a.s.). İsmail (a.s.) nebi olur değil mi? Rasül olmaz.
Yahya Şenol: Tam tersi onlara göre.
Abdülaziz Bayındır: Hayır, nebi olur, onlara göre. Rasül olmaz. İsmail (a.s.).
Fatih Orum: Çünkü kitap yok.
Abdülaziz Bayındır: Geleneğe göre rasül değildir, nebidir.
Yahya Şenol: Babasına verileni tebliğ ettiği için nebidir.
Abdülaziz Bayındır: Ama Allah ne diyor İsmail (a.s.)’la ilgili?
Fatih Orum: “Rasülen nebiyya.”
Abdülaziz Bayındır: “Vezkur fil kitabi ismail innehu kane sadikal va’di ve kane rasülen nebiyya. Bu kitapta İsmail’den de söz et. O sözünde duran kişiydi.” Çünkü babasına beni şeyde göreceksin dedi yani o kesme olayında. Benim sabrettiğimi göreceksin dedi ve sabretti. Yani sözünde durdu. “Sadikal va’d ve kane rasülen nebiyya, nebi olan rasüldü.”
Fatih Orum: Nebi olan. O ifade de çok önemli. Nebi olan rasül. Tam tersi ifade yok Kur’an’ı Kerim’de.
Abdülaziz Bayındır: Evet.
Yahya Şenol: Harun (a.s.) için de aynı ifade var mı?
Abdülaziz Bayındır: Mesela “ve kane rasülen nebiyya….”
Fatih Orum: İfadesi var. “Nebi olan rasul,” nebi olan rasül.
Abdülaziz Bayındır: Nebiyyen rasüla yok. Rasulen nebiyya var ama nebiyyen rasüla yok.
Fatih Orum: Çünkü rasüllük, nebi olmanın olmazsa olmaz bir vasfıdır. Yani rasül olmayan bir nebi tahayyül edilemez. Yani kendisine indirileni tebliğ etmeyen bir peygamber, bir nebi düşünülemez. Ama tam tersi olabilir. Yani kendisine kitap indirilmediği halde risaleti tebliğ eden, yani nebi olmayan rasül mümkün.
Abdülaziz Bayındır: Olmak zorunda zaten. O da Allah’ın emridir.
Yahya Şenol: Ama her nebi, o şeyi söyleyin.
Fatih Orum: Her nebi rasüldür. Ama her rasül nebi değildir.
Yahya Şenol: Yani nebi daha özel, daha az oluyor o zaman sayıca da?
Fatih Orum: Evet. Evet öyle oluyor.
Abdülaziz Bayındır: Nebi daha az oluyor, rasül daha çok oluyor. Milyonlarca rasül yani Allah’ın indirdiğini tebliğ eden. Zaten Allah her mü’mine bu görevi vermiş.
Yahya Şenol: Yani her nebi, mutlaka Allah’ın nebisi ama her rasül, Allah’ın rasülü değil.
Fatih Orum: Değil.
Yahya Şenol: Oluyor değil mi öyle?
Abdülaziz Bayındır: Doğru oluyor tabii. İşte şeyde mesela kralın rasülü işte ya da Belkıs’ın rasülü.
Servet Bayındır: Pekiyi, Antakya’ya gidenler?
Abdülaziz Bayındır: Antakya’ya gidenler mesela şeyin rasülleri, İsa (a.s.)’ın rasülleri.
Fatih Orum: Peygamberimiz’in hadislerinde mesela buna delalet eden ifadeler var. Peygamberimiz işte çok meşhur bir şey var ya, diyalog, Muaz Bin Cebel’le ilgili. Onun sonunda diyor ki işte rasül, rasülillah ifadesi…
Abdülaziz Bayındır: “Elhamdülillahillezi veffaka rasüle rasulillah.”
Servet Bayındır: Hani Peygamberimiz’in krallara gönderdiği şeylerde hep rasül ifadesi geçiyor.
Abdülaziz Bayındır: Rasüle rasulillah, Allah’ın rasülünün rasulü. Yani peygamberin gönderdiği elçi. Oralarda hiç nebi kelimesi yok.
Fatih Orum: Dolayısıyla birisi risaleti tebliğ ettiğinde aslında o mecazen bir rasüllük görevi yapıyor. Kendisine peygamberlik verilmemiş olsa dahi.
Abdülaziz Bayındır: Ya zaten rasüllükte o ayeti vahiy alma diye bir şart yok. Orada birisinin sözü. İşte Allah Teala’nın sözü Kur’an’ı Kerim’de var olduğu için, artık alınmış bitmiş. Alıp Kur’an’dan tebliğ edersiniz, olur biter.
Servet Bayındır: Burada belki anti parantez şimdi “vema alelrasuli illel belağ” ifadelerinden şu sonucu da her halde çıkarabiliriz. Yani bu gün veya işte Peygamberimiz’den sonra her hangi bir insan, ben risalet görevinde bulunuyorum, yani ben Kur’an’ı Kerim’i alıp anlatıyorum diyen bir kişinin tek yapacağı şey, Kur’an’ı Kerim’i doğrudan anlatmak. Kendisinden bir şey katması mümkün değildir. Yani illa peygambere değil de bu ibare, herkes için, her kitabı anlatanı bağlayıcı bir ifade.
Fatih Orum: Zaten, “ve iz ehazellahü mısakellezine utül kitabe le tubeyyinünnahü linnasi vela tektumune.” (Ali İmran 3/187). Yani bir eksitme, bir artırma, tahrif, şu bu olmadan başkalarına ileteceksin diyor. Yani yüklenen görev esasında o.
Abdülaziz Bayındır: Şimdi bak onu ben biraz daha açayım. O çok güzel bir şey. Burada da bir şeye dikkat çekeyim ben size. Bu az önce Fatih hocanın okuduğu ayet Ali İmran 187. ayetti. “Ve iz ehazellahü mısakellezine utül kitab, Allah kendisine kitap verilenlerden kesin söz aldı.” Şimdi biz de kendisine kitap verilenlerdeniz de işte elimizdeki de Allah’ın kitabıdır. “Le tubeyyinünnahü linnas, onu mutlaka insanlara beyan edeceksiniz.” Beyan da karşı tarafın diliyle anlatmaktır. Zaten o da başka ayetlerde var. “Vela tektumune” diyerek de onu açıklamış oluyor, “gizlemeyeceksiniz” diyor. Şimdi bu tübeyyin, tebyin kelimesi Muhammed (s.a.v.) için de aynen geçiyor.
Abdülaziz Bayındır: Bak diyor ki: “Ve ma erselna min kablike illa ricalen nuhıy ileyhim fes’elu ehlez zikri in küntüm la ta’lemun. Senden önce gönderdiğimiz elçiler, kendisine vahiy yaptığımız erkeklerden başkası değildi, bilmiyorsan ehli zikre sor.” (Nahl 16/43). Ehli zikir demek, zikir kelimesi bütün ilahi kitapların ortak adıdır. “Haza zikru men mai ve zikru men kabli” diye Kur’an’ı Kerim benimle beraber olanların ve benden önce olanların zikridir. Ehli zikir de önceki kitapların kendisine indirilmiş olan kişilere sor diyor. “Bil beyyinati vez zubur, o elçileri açık belgelerle ve kitaplarla göndermişizdir, ve enzelna ileykez zikri, ya Muhammed sana da bu zikri,” buna da zikir deniyor. Tevrat da zikir, İncil de zikir, bu da zikir. “Sana da bu zikri indirdik. Litübeyyine linnasi manüzzile ileyhim, insanlara kendilerine indirdiğini tebyin, beyan edesin diye.” (Nahl 16/44). Şimdi bu ayeti başka tarafa çekerek, Peygamber’in Kur’an’ı açıklama yetkisi vardır deniyor. E pekiyi, peygamberin Kur’an’ı açıklama yetkisini bu tübeyyine kelimesinden çıkarıyorsan, o zaman öyleyse herkesde var bu yetki. Çünkü burada ne diyor? “Le tübeyyinünnehu,” litübeyyine, letübeyyine aynı kelime. Yani kendisine kitap verilmiş olanlara ne diyor Allah? “Le tübeyyinünnehu linnas, insanlara bunu beyan edeceksin.” O zaman sadece peygambere ait yetki olmaktan çıkıyor, herkesin Kur’an’ı açıklama yetkisi oluyor ki Allah bu yetkiyi hiç kimseye vermemiştir. Peygamberimiz de dahil. Kendisi açıklamıştır, Kur’an’ı Kerim’i. Dolayısıyla burada da gizlemeyeceksiniz diyor.
Abdülaziz Bayındır: Bakara’nın 159’da mıydı? “İnnellezıne yektümune ma enzelna minel beyyinati vel hüda mim ba’di ma beyyennahü lin nasi fil kitabi ülaike yel’anühümullahü ve yel’anühümül laınun” diyor. “İndirdiğimiz açık ayetleri ve o doğruyu gösteren ayetleri gizleyenler, Allah onlara lanet eder, lanet edenler de lanet ederler.” O zaman ne demektir? Her müslümanın, tıpkı peygamberin nasıl tebyin, ne demek tebyin? Tebliğ o zaman. Muhatabın diliyle, onun için tebyin deniyor. Karşıdakinin diliyle onu anlatacaksınız. Peygamberdeki o görev bütün müslümanlarda olan bir görevdir. İşte o rasüllük görevidir. O ayetleri muhatabın diliyle anlatmaktır. Muhammed (a.s.)’ın Arapça konuşmasının sebebi muhataplarının Arap olmasıdır. O zaman Türkiye’de bu vazifeyi yapanlar eğer muhatablarının anladığı Türk diliyle anlatmıyorlarsa hiç bir şey yapmıyorlar demektir.
Fatih Orum: İşte o İbrahim Suresinde “ve ma erselna mir rasulin illa bi lisani kavmihı li yübeyyine lehüm” ancak bu şekilde anlaşılabilir.
Abdülaziz Bayındır: Yani “her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın.” Eğer oradaki rasül kelimesini siz nebi manasına alırsanız, geleneksel manasına alırsanız, Peygamberimiz (s.a.v.) de Arapça konuştuğu için kendi kavminin diliyle, artık Araplar’ın dışında hiç kimseyi Muhammed (a.s.)’ın elçiliği ilgilendirmez. Çünkü ne diyor? “Ve ma erselna mir rasulin illa bi lisani kavmihı, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki, li yübeyyine lehüm, onlara açık açık anlatsın.” Beyan etsin. Yani karşıların anlayacağı şekilde beyan etsin. O zaman Arapça olmasının sebebi o toplumun Arap olduğuydu. E bitti. O zaman rasül de geleneksel manadaysa, kendisine kitap indirilense, e Türkler’den böyle birisi yok, bizim de bir sorumluluğumuz yoktur deriz. Ve bunu da ayetten delil getiririz, geleneksel anlamda. Tıpkı Servet hocanın az önce söylediği adamlar haklı olarak, işte siz müşriksiniz, bize müşrik diyorsunuz ama asıl müşrik sizsiniz, peygambere haram helal koyma yetkisi veriyorsunuz, demelerine benzer bir şey de buradan ortaya çıkar.
Abdülaziz Bayındır: Halbuki nebi onu alan, rasül de onu muhatabın diliyle anlatan kişi olunca bu defa şeyin de bir anlamı oluyor; “Vema erselna illa kaffeten linnasi beşiran ve nezira,” değil mi? “Seni ancak tüm insanlığa beşir ve nezir olarak gönderdik. (Sebe 34/28). O zaman tüm insanlara ne oluyor? O zaman peygamberin risaletini alıp Türkiye’de Türkçe olarak, Almanya’da Almanca olarak, İngiltere’de İngilizce olarak, muhatabların net bir şekilde anlayacakları gibi anlatmazsak, böyle bir görevi yerine getirmiş olmayız. O zaman Kur’an’ı Kerim’in meallerinin, doğru meallerinin bütün dillerde olması da Allah’ın bir emri haline geliyor, değil mi? Allah’ın bir emri haline geliyor. Evet.
Yahya Şenol: O ayrımın daha net bir şekilde anlaşılması için o şeyi vurgulamak lazım. Nebi mutlaka bizim şu anda kullandığımız anlamda peygamber. Pekiyi rasül kelimesi peygamber olmayan insanlar için de kullanılıyor. Pekiyi sadece bu kelimeyle peygamberler de kasdediliyor değil mi Kur’an’ı Kerim’de? Rasül diyerek?
Fatih Orum: Tabiyi, tabiyi, tabiyi.
Abdülaziz Bayındır: O rasulullah olanların hepsi elçi tabii.
Yahya Şenol: Onu vurgulamamız lazım, bence yani. Sanki rasül tamamen peygamber olmayanlar için, nebi sadece peygamberler için gibi şey olacak da.
Fatih Orum: Yani rasül kelimesi, kendisine vahyedilmiş ve kitap verilmiş kişi, yani bu gün bizim Türkçe’de kullandığımız anlamıyla, peygamber şekliyle Kur’an’da kullanılıyor. Ancak peygamber olan kişiler için rasül kelimesi kullanıldığında onların o elçiliğine vurgu yapılması önemli orada. Biz evet orada rasül deriz, derken işte o rasül, kimse artık? Kastedilen o rasül, er rasülse demek ki Peygamberimiz, O ama, O kasdedildiğinde rasül kelimesiyle onun o risaleti, risalet görevine vurgu yapılması kastediliyor şeklinde o arka planda, o mutlaka onun getirdiği o risalet, tebliğ, mesaj anlamında kullanılır.
Yahya Şenol: Bağlam da önemli. Çünkü o biraz önce okuduğumuz Yusuf Suresinde hani kralın gönderdiği elçide de “felemma ca ehurrasülü” var. Elif lamlı bir rasül geçiyor. Şimdi o kim, Allah’ın rasülü mü?
Fatih Orum: Değil.
Yahya Şenol: Ama Bakara Suresinin son ayetinde, her gün yatsıdan sonra okunan, “amenerrasulü” deyince, oradaki rasül kim?
Abdülaziz Bayındır: O da Allah’ın rasülü.
Yahya Şenol: Belli yani değil mi? Rasül normalde peygamber olmayan için de kullanılıyor ama sadece peygamberi de niteleyen bir kelime olabiliyor.
Fatih Orum: Şüphesiz doğru. Bundan dolayıdır ki bu gün, günümüzde son dönemlerde yazılan bu rasül ve nebi ile ilgili çalışmalarda, kitaplarda, makalelerde genelde temayül şu: Bu iki kelime arasında herhangi bir fark yoktur Kur’an’ı Kerim’de, ikisi bir biri için kullanılmaktadır şeklinde. Son dönemdeki bütün çalışmalar hep bu sonuç cümlesi ile bitmektedir.
Abdülaziz Bayındır: İşin içinden çıkamayınca.
Fatih Orum: Çünkü o sizin dediğiniz rasül kelimesini hakikaten Peygamberimiz için kullanıyor. Diyor ki işte buradaki Muhammed (a.s.) olduğu kesin diyor bu rasül kelimesi. Oysa o nebi ayrıca diyor. Dolayısıyla o iki kavram arasındaki asıl verilmek istenen, vurgulanmak istenen mesaj unutulunca, ikisinin de aynı anlama geldiğine dair sonuç cümlelerini görüyoruz.
Yahya Şenol: Ama yani biz o ayrımı daha şey yapabilmek için şunu diyoruz yani: Adem (a.s.)’dan son peygambere kadar yani bizim Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e kadar bütün peygamberler hem nebi, hem rasül. Burası kesin yani onda hiç bir şey yok. Onlara nebi de deniyor, rasül de deniyor.
Fatih Orum: Aynen öyle.
Yahya Şenol: Ama onların dışındaki hiç kimseye nebi denmiyor. Fakat rasül denilebiliyor.
Fatih Orum: Denilebiliyor.
Abdülaziz Bayındır: Rasül olmak zorunda, inanıyorsa eğer. Yani Allah’ın ayetlerini gidip anlatmak zorundadır.
Servet Bayındır: Nebi denmemesine, rasül denmesinin, denilebilmesinin pratikteki sonucu nedir? Asıl o konuya biraz daha açıklık getirelim.
Abdülaziz Bayındır: Pekiyi ben pratikteki sonucuyla ilgili bir şey yapayım. Bak burada az önce Fatih Hoca da anlatıyordu. Ama biraz daha üzerinde vurgu yapmış olalım. Bu peygamber kelimesi aldatıcı oluyor. Bu kelimeyi kullanmamak lazım. Niye, neden dolayı kullanmamak lazım? Çünkü peygamber kelimesi, rasül manasında mı, nebi manasında mı, karışıyor ikisi bir birine. Ve karıştığı zaman da anlamak imkansızlaşıyor ayetleri.
Abdülaziz Bayındır: Bak şimdi şu anda Hasan Basri Çantay’ın şeyi ki bu en iyi meallerden sayılır. Şuradan okuyayım ben size. Ali İmran Suresi 81. ayet. Allahu Teala ayette diyor ki, yok meali okuyayım ondan sonra ayetin kendisine geçeriz. Parentezlerini okumuyacağım. “Allah peygamberlerden, andolsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra da size nezdinizdekini tastik eden bir peygamber gelmiştir. Ona katiyen iman ve ona herhelde iman edeceksiniz diye misak aldığı zaman dedi ki, ikrar ettiniz ve uhtenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi?” Şimdi burada iki tane peygamber kelimesi diyor. Allah peygamberlerden söz aldı, size bir peygamber geldiği zaman diye. Halbuki ayetin metninde “ve izakallahu misaken nebiyyin, Allah nebilerden söz aldığı zaman, kesin söz aldığı zaman.” Ne diyor? “Lemma ateytikum min kitabın ve hikme, size bir kitap ve hikmet verdiğimde, sümme caekum, sonra size gelirse, rasulun, rasul.” Bak nebi değil, rasül. Birincisi nebi. O zaman nebi kendisine kitap ve hikmet verilen kişi oluyor. “Size bir rasul gelirse, letu’minunne, ona mutlaka inanacaksınız, vela tensurunnehu, ona yardımcı olacaksınız.”
Abdülaziz Bayındır: Şimdi nebilerden alınan misak, o vahiy ile alakalı bir olay. Dolayısıyla o indirilen vahyin ilk muhatabı oldukları içindir. Yoksa onlara inananların her birinden alınan misaktır. İşte o söz İsa (a.s)’dan da alınmıştır, Musa (a.s.)’dan da alınmıştır. “Size bir rasül geldiği zaman” ifadesinde, eğer siz ikisine de peygamber derseniz artık Muhammed (s.a.v.)’den sonra, ben bir Türk zihni için diyorum, peygamber var mı? Bitti değil mi peygamberlik? Yani çünkü nebilik manasında kullanılıyor. Rasül de aynı manada kullanılıyor az önce Fatih hocanın dediği gibi. O zaman Peygamberimiz geldiğinde, yahudi ve hıristiyanların ona inanma mecburiyeti vardı. Artık peygamber olmadığına göre bu günkü Avrupa’da ya da Amerika’da ya da dünyanın her hangi bir yerinde bulunan yahudi ve hıristiyanların inanma mecburiyeti yoktur. Çünkü onlara bir peygamberin gelip söylemesi lazım. Ama nebilerden bu kesin sözü aldık. Ki herbirinin inandığı nebilerden alınmış o söz. İşte Tevrat’ta var, İncil’de var bugün. İşte Hint kaynaklarında da var, Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğine dair, inanacaklar diye. Şimdi bir rasül gelirse, yani birisi, her hangi bir müslüman gider, Kur’an’ı Kerim’le onlara giderse. İşte bakın Allah’ın kitabı, Allah böyle böyle diyor, derse o zaman, sadece rasül dediği için bu ayette o zaman onlara inanma mecburiyeti çıkar. İşte pratik faydalarından bir tanesi bu.
Abdülaziz Bayındır: Çünkü Peygamberimiz’in tebliğini, mesela Hindistan’daki brahmanlara Hintçe konuşan biri ancak götürebilir. Yani o risaleti. Ya da işte İngilizce konuşanlara o şekilde, Norveçli konuşanlara kendi dilleriyle birisi götürür. Onlar bunu anlayıp kavradıktan sonra inanma mecburiyetleri doğar.
Fatih Orum: Kendilerine uyarıcı gelmeden hiç kimseye hesaba çekilmeyeceğine dair ayet de ancak bu şekilde anlamlı olabilir yani.
Abdülaziz Bayındır: Evet, uyarıcı gelmeden hesaba çekilmemek.
Yahya Şenol: “Vema kunna muazzibine hatta nebase rasülen.” (İsra 17/15).
Abdülaziz Bayındır: Rasül diyor bak, nebiyya demiyor. “Vema kunna muazzibine hatta nebase rasülen. Bir rasül göndermeden kimseye biz azap edecek değiliz.” O rasül ne yapıyor? Gidiyor Allah’ın kitabını onlara tebliğ ediyor.
Yahya Şenol: Peygamber olması gerekmiyor.
Fatih Orum: Gerekmiyor.
Abdülaziz Bayındır: Ama işte ona peygamber diye anlam veriliyor. İşte burada da böyle veriliyor. Öyle olduğu zaman da müslümanların zihinleri kısırlaşıyor.
Fatih Orum: Evet, bu gün Türkler’i hesaba çekmeye mecbur bırakacak şey, bir peygamberin gelmiş olması değil bize. Bizi zorunlu kılan şey, rasüllerin bunu bize tebliğ etmesi.
Abdülaziz Bayındır: Ama maalesef, biliyorsunuz bizde Kur’an’ı Kerim okunmaya daha yeni başlanmıştır. Osmalılarda son zamanlara kadar hiç böyle bir şey yok.
Yahya Şenol: Peygamber kelimesinin Farsça olduğunu da hatırlatmak lazım. Arapça gibi zannediliyor.
Abdülaziz Bayındır: Bu peyam, haber demek. Ber de götüren. Peyamber de haber götüren kişi demektir. Yani nebi anlamında.
Yahya Şenol: Yani tam manasıyla nebiyi karşılıyor değil mi? Rasülü karşılamıyor.
Fatih Orum: Ama sözlük olan nebi. Haber veren anlamındaki şey yani bizim şey…
Abdülaziz Bayındır: Değeri yükseltilmiş manasına değil.
Fatih Orum: O anlamda da değil yani kendisinin…
Abdülaziz Bayındır: Ama rasülü karşılamıyor. Rasülü karşılamıyor evet. Nebiyi karşılıyor. Dolayısıyla yani şeyler, Kur’an’ı Kerim’e meal verecek kişiler eğer illa da peygamber kelimesini kullanacağım diyorlarsa da sadece nebi için kullansınlar ama rasül için kullanmasınlar.
Katılımcı: Rasül şimdi elçi kullanılabilir mi?
Abdülaziz Bayındır: Elçi, elçi kelimesi, rasül için elçi kelimesi.
Fatih Orum: Veya doğrudan bu kelimeler asli haline otursa, bu şekliyle kullanılsa daha şey olabilir. Rasül, nebi. O şekliyle. Ama tabii arka planında ne olduğu bilinince…
Yahya Şenol: O Nisa Suresinin 163. ayeti geçmişti hani, “inna evhayna ileyke kema evhayna ila nuhin vennebiyyine mim ba’dihi.” Hani nebilerin kendisine vahiy edilen kimseler olduğu çıkıyordu bu ayetten. Bundan bir sonraki ayette “verusulen kadkasasnahum aleyhe min kablü verrusülen lemneksushum aleyk.” Şimdi buna nasıl mana vereceğiz?
Fatih Orum: Ama devamında da “vekellamallahu musa teklima” diyor.
Yahya Şenol: Tamam, rasule geçiyor orada. Buradaki rasülle kasdedilen peygamberler mi, normal elçiler mi?
Abdülaziz Bayındır: Yok, onlar nebi ve rasül olanlar. Nebi olan rasüller.
Yahya Şenol: Çünkü şöyle bir soru var da o yüzden ben, bu ayet aklıma geldi. Meşhur bir hadis var ya!
Fatih Orum: Yüzyirmidörtbin.
Yahya Şenol: Hah, yüzyirmidörtbin peygamber geldiği söyleniyor. İşte bir rivayette göre de ikiyüzyirmidörtbin. Bu yüzyirmidörtbin nebi mi, rasül mü aceba diye? Nasıl şey yapacağız bunu?
Abdülaziz Bayındır: Onu, nebi olaraktır o.
Yahya Şenol: Buradaki “verusulen kadkasasnahum aleyhe.” Sana anlattığımız rasüller, bunlar peygamberler herhalde değil mi buradaki kasdedilen.
Abdülaziz Bayındır: Nebi olanlar yani, nebi olanlar. Nebi olan rasüller. İki türlü rasül var, birisi nebi olan rasül, birisi nebi olmayan rasül.
Fatih Orum: Yanlız ayetin devamında şey de var. “Rusülen mübeşşirine ve münzirine liella yekune linnasi alellahi hüccetün bağderrusül.” Yani bizim anladığımız şekliyle nebi olmayan rasüllere de aceba burada…
Abdülaziz Bayındır: İşaret var mı?
Fatih Orum: Ha, öyle bir.
Yahya Şenol: Veya biraz daha hani şey olsun, kafa karıştırıcı olsun. İmanın şartındaki, “amentü billahi ve mela iketihi ve kutubihi ve rusulihi” diyor.
Fatih Orum: Nebi olan.
Yahya Şenol: Nebi demiyoruz biz, niye aceba? Peygambere mi iman? Hani orada ve rasülüden kasıt peygamberimiz, açık. Ama buradaki rusülihi ile kasıt sadece nebiler mi, yoksa?
Abdülaziz Bayındır: Yoo, yoo güzel, çok güzel bir soru.
Servet Bayındır: Şimdi rusül nebi, rasülle birlikte ikili. Nasıl diyelim? İki yönden desteklenmiş oluyor Allah tarafından diyelim.
Abdülaziz Bayındır: Vahyi alan ve tebliğ eden.
Servet Bayındır: Ama sadece rasül dediğimiz zaman tek oluyor. Ve sadece rasülle biz şeyi kastedersek, peygamberler dışındaki normal diğer insanları kastedersek. Ama burada, Amenerrasülü’de öyle anlaşılıyor ki.
Abdülaziz Bayındır: “Bima unzile ileyhimir” diyor.
Servet Bayındır: “Bima unzile ileyhi” ifadesi ile…
Abdülaziz Bayındır: Kendine indirilene.
Servet Bayındır: Nebi de olan rasüller.
Yahya Şenol: O zaten belli. Ama devamındaki bak! “Küllün amene billahi ve melaiketihi ve kutibihi ve rusülihi” bir daha.
Servet Bayındır: E tamam. Yukarıdaki rusülihi.
Abdülaziz Bayındır: Allah’ın rasülleri.
Yahya Şenol: Yok, “amenerrasulihi,” yukardaki rasül kendisi, peygamber kasıt. Sonraki rusülihi bütün peygamberler mi? Nasıl çeviririz onu çevirirken?
Fatih Orum: Yani mesela, peygamber olmayan bir kişi Allah’ın kitabını, risaletini tebliğ ettiğinde buna iman, itaat şart mı değil mi?
Yahya Şenol: Yani imanın şartı o adama mı iman etmek?
Abdülaziz Bayındır: Şimdi bak o da az önceki okuduğumuz ayette ne diyor? Onu şey açalım, oradan cevap daha güzel olur. Ali İmran 81.
Yahya Şenol: Niye işte nebiye iman…
Abdülaziz Bayındır: Şimdi işte bu toplantıların en büyük şansı, bizi dinleyen çok sayıda zeki insanın olmasıdır. Her birisi olayın bir başka, birisinin görmediği tarafı görüyor. Bizim de birçok şeyi öğrenmemize vesile oluyorlar. Allah razı olsun, hepsinden. Şimdi bak şurada da bu arkadaşımızı, o soruyu soranı teyit eden bir ifade var. Az önce üzerinden hızla geçtik. “Ve izakallahu misaken nebiyyin, Allah nebilerden söz aldığı zaman. Lemma ateytikum min kitabın ve hikme, size bir kitap ve hikmet veririm de.” Her nebiye hem kitap hem de hikmet verilmiş. O konu bizim kitap ve hikmet diye internet sitemizde bir yazı var, oradan okunabilir. “Sümme caekum rasulun musaddikun lima maakum, sonra size bir rasul gelir, sizinle beraber olanı tastik eden rasül.” Yani şimdi Hindistan’ı örnek verdik değil mi? Oradaki Vedalar’da Muhammed (s.a.v.)’e inanılması gerektiğine dair ifadeleri, Mubarek Furi çıkarmış. Yani Hindistan’lı bir alim çıkarmış ve onu altı, yedi sayfalık bir şeydi değil mi?
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Bizim sitede de var mı?
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Ha, Arapçası bizim hablullah sitesinde var. Onun da Türkçesi’ni keşke şey yapsak iyi olur yani. Mehmet hoca, sen onu bir tercüme etsen Türkçeye. Türkçe sitede de yayınlasak çok iyi olur. Şimdi yani Hindistan’da Vedalar’da Muhammed (s.a.v.)’e inanılması emrediliyor. Şimdi buradan şuraya bakın! Mesela bizim gelenekte dört tane büyük kitap indirilmişti, bir de dört tane peygambere suhuf. Bitti, sekiz tane bitti. E pekiyi Vedalar’ı nereye koyacaksınız? Ya da zerdüşlerin Gatalar’ını nereye koyacaksınız? Veya sabilerin Ginzalar’ını nereye koyacaksınız?
Abdülaziz Bayındır: Şimdi bütün nebilere kitap indirildi dediğiniz zaman, o zaman evrenselleşiyorsunuz. Dünyanın her hangi bir yerinde bu bizim dinimizin kitabıdır diye ortaya çıkan kişilerin o kitaplarının bir peygambere ait olma ihtimali çok yüksektir. O zaman onların geçmişi ile ilişki kuruyorsunuz. Diyorsunuz ki bakın sizin kitabınız, mesela gittiniz Vedalar’a, sizin kitabınızda Muhammed’e inanma mecburiyeti var, işte Muhammed de gelmiştir deniyor. Şimdi Muhammed de gelmiştir diyen kişi bir rasül olarak gidiyor oraya. Onun yaptığı nedir? Rasülü rasülullahtır. Yani Muhammed (s.a.v.)’e gelen ayetleri oradaki insanlara tebliğ etmektir. O kişi bana inanın diye mi orada görev yapar, yoksa Muhammed (a.s.)’a inanın diye mi? Bana inanın diye görev yaparsa, bir kere bu kişi o şah damarı koparılması gerekenlerden olur.
Fatih Orum: Mecazen yani “atiune” ifadesi var ya. Bir sürü peygamberlere diyor ki bana tabi ol ve bana itaat et. Ama tabii orada Allah’a itaat anlamında.
Abdülaziz Bayındır: Zaten bana itaat edin demesi de o. Oraya gidecek rasülün yani Hindistan’a benim okuduğum ayete itaat edin demektir. Onun okuduğu ayet de Muhammed’in elçi olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla yani işin bir tarafı bu. Diğer tarafı da şu o soruda: Biz ne diyoruz? Eşhedü enne Muhammedin abduhu ve rasülihi diyoruz. Ben şahidim ki Muhammed Allah’ın kulu ve rasülüdür. Niye rasül diyoruz da nebiyihu demiyoruz? Çünkü beni bire bir ilgilendiren onun rasüllüğüdür. Yani o kendisine aldığı vahiyle benim direk bir alakam yok. Yani o vahiyi alırken zaten ben onun yanında da olsam o sesi duyma şansım yok. Beraberinde olanların hiç birisi, Cebrail (a.s)’la Peygamberimiz arasında geçen konuşmayı duymuş değil. Ama ne zaman ki o ayeti müslümanlara okuyor, o zaman hangi vasfı kazanıyor? Rasül vasfını kazanıyor. Yani Allah şöyle demiştir, dediği zaman. Dolayısıyla biz, onun Allah’tan aldığını tebliğ eden kısmı ilgilendiriyor. Onun için onun rasüllüğüne inanmamız gerekiyor. Yani rasüllüğüne inanmak demek, Allah’tan aldığını olduğu gibi bize tebliğ etmiş demektir. Onun için emin rasül, güvenilir rasül deniyor. Dolayısıyla yani nebiliğine inanma meselesi yok. Tabii nebi olduğu için biz onu, “ennebiyyu evla bil mü’minine en fusihim, mü’minlerin kendi canlarından daha önceliklidir” (Ahzab 33/6) ifadesi var. “Ve ezvacuhu ummehatuhum, eşleri de onların anneleridir.” Tamam, büyük bir saygımız vardır, hiç şüphe yok. Fakat az önce de söylemeye çalıştığımız gibi, o yirmidört saat nebidir ama yirmidört saat rasül değildir. Yani Allah’ın ayetlerini yirmidört saat okumaz. Dolayısıyla onun Kur’an’ı Kerim’deki bütün hataları nebi sıfatıyla insanlara anlatılır.
Abdülaziz Bayındır: Mesela, “Ya eyyuhen nebiyyu lime tuharrimu ma ehallallahu lek, ey nebi Allah’ın sana helal kıldığını niye haram kılıyorsun?” (Tahrim 66/1) Ama rasül sıfatıyla böyle bir ifade yok. Rasül sıfatıyla olan, “yuhıllu lehumut tayyibat ve yuharrimu aleyhunul habais, onlara temizleri helal kılar, pisleri haram kılar.” (Araf 7/157) Çünkü rasül sıfatıyla yaptığı kendi yaptığı değil. Ondan sonra, “ma kane linebiyyin enyekune lehu esra,” Enfal 67’de, “hatta yushine fil ard, hiçbir nebinin savaş meydanında düşmana hakim olmadan esir almaya hakkı yoktur. Turidune arazad dünya vallahu yuridul ahirah, siz dünyalık istiyorsunuz, Allah ahreti, sonrasını istiyor.” Şimdi dolayısıyla mesela hiç şeyde, ezvacur rusül kelimesi yoktur Kur’an’ı Kerim’de ama ezvacun nebiyyin vardır. “Ya nisa ennebiyyin, ey nebinin eşleri.” Çünkü o rasüllük o ayetleri okuduğu zamandır. Bizi de asıl ilgilendiren o ayetlerdir.
Fatih Orum: Ve bir korunmuşluktan söz edilecekse rasüllük sıfatıyla korunmuşlardır.
Abdülaziz Bayındır: Hah, rasüllük sıfatıyla korunmuş. Bir kere rasüllük sıfatıyla korunmuşluk da değil aslında. Rasüllük sıfatıyla kendisini, kendisi o kadar dikkat etmiştir ki rasüllük sıfatında, o kendi gayretiyledir. Aksi taktirde orada da bir hata yapsaydı, korunmuş olsaydı hatadan bahsedilemezdi. “Velev tekavvele aleyna bağzal ekavili” (Hakka 69/44) olmazdı yani. O zaman Peygamberimiz rasüllük sıfatıyla da korunmuş değil, nebilik sıfatıyla da korunmuş değil. Hiçbir peygamber değil. E neden? Çünkü orada şimdi karşında korunmuş bir insan var, sen de korunmuş değilsin, sana deniyor ki bu kişiyi sen örnek al. Ben nasıl örnek alacağım? Değil mi? Ben de öyle korumalar yok ki, beni koruyan yok, ben onu nasıl örnek alacağım? Dolayısıyla o korunmuşluk da çok büyük bir yanlıştır. İşte nebilerin ismet sıfatı vardır. Nereden çıkardınız bunu kardeşim? Nereden çıkardınız? Şimdi birisi imtihana giriyor, kulağında bir kulaklık var, soruların cevapları ona teker teker söyleniyor, yüz puan alıyor. Onunla beraber ikinci kişi giriyor, alıyor altmış puan. Şimdi ona deniyor ki, yav bak sen bundan daha zekisin, niye sen altmış puan, o yüz puan? Bu denir mi o adama?
Fatih Orum: Onu örnek alsana, onun gibi yapsana.
Abdülaziz Bayındır: Onu örnek alsana denir mi? Ben nasıl örnek alayım ya? Ben içeri girerken benim cep telefonumu da alıyorlar, üzerimi tümüyle arıyorlar, hiçbir şey bırakmıyorlar. Ama ona özellikle getirip kulaklık veriyorlar, birisi de arkadan fısıldıyor, hiç kimse de sesini çıkaramıyor. Ben onu nasıl örnek alacağım? Tıpkı bunun gibi bir peygamber imajı oluşturuluyor, korunmuş. Pekiyi, söylediği her söz vahiy. Eee? Yav kardeşim, benim söylediğim sözler vahiy değil, ben yanlış yaptığım zaman kimse gelip yanlışımı düzeltmiyor. E korunmuş da değilim. Ben onu nasıl örnek alacağım? Şu kuş uçuyor, sen de uç demek gibi bir şey oluyor.
Abdülaziz Bayındır: Onun için, konuşmanın başında da şey yaptık ya, kavramlar öylesine bozulmuş ki, biz kelimelerle anlaşabiliriz, kelimelerin anlamı bozulmuş. Tıpkı Yahudilerin yaptığı gibi, “yuharrifunel kelime amma vadiihi.” Yani kelimeler asıl kondukları yerlerden başka tarafa çekişlmişler. E o zaman, hakikaten dini anlatmak da mümkün olmuyor. Yani biz yıllardır millete vaaz ediyoruz. Mesela ben eski verdiğim fetvaları görünce, yarabbi bizi affet diyorum. O zaman ben zannediyordum ki Kur’an ve sünnetin gereğidir. Ama şimdi baktık ki Kur’an ve sünnet bir vadideymiş, o fetvalar bir başka vadide. Dolayısıyla bu yeniden dirilişi elbirliğiyle yeniden yapacağız. Bilmem anlatabildim mi? Yani bizi ilgilendiren risaletidir. Onun için onun rasüllüğüne inanıyoruz. Rasüllüğüne inanmak demek, gönderilen kitaba inanmak demektir.
Katılımcı: Hocam zaten o sizin bahsettiğiniz Bakara Suresinin 89. ayetinde aynı ifadede hem birinde rasül birinde kitap kelimeleri kullanılmış. Demek içeriğe yani işaret eden şeyin içeriğine bir atıf var.
Abdülaziz Bayındır: Şüphesiz yani yoksa o zatın kişiliği değil, getirdiği beni ilgilendiriyor.
Yahya Şenol: Yani şey olarak, yani en alt seviyede tercüme ederken o kelimeyi, oradakinde kast edilen peygamber mi diyeceğiz?
Abdülaziz bayındır: Tabii oradaki nebi olan rasüldür.
Yahya Şenol: Yani, “küllin amena billahi ve melaiketihi ve kutibihi ve rusülihi.” Sadece elçileri mi deyip geçecek meal yapan, nasıl diyeceğiz yani?
Abdülaziz Bayındır: Orada şimdi Allah’ın elçisi dersen o değişir. Allah’ın elçisi çok özel bir şeydir, diğerleri de Allah’ın elçisinin elçisi olmuş olur.
Fatih Orum: Şey gibi Yahya o, “tikler rusülü fezzalna bağzahum ala bağzın minhum min kellemallahu verefea bağzahum derecat.” (Bakara 2/253) Orada da yani mesela aralarında fark şey olan, derece farkı, şusu busu olan rasüller diyor.
Abdülaziz Bayındır: Evet Bakara 253 mü?
Yahya Şenol: Bir de şu Araf Suresinin 175 ve 176. ayetlerinde hani bir kişiden bahsediliyor: “Vetlü aleyhim nebe ellezi ateynahu ayetina,” onu sormuşlar. Şimdi “kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberlerini onlara anlat.” Ondan sonra devamında, onun şeytana tabii olduğu, falan anlatılıyor?
Abdülaziz Bayındır: Bu bir peygamber mi?
Yahya Şenol: Acaba bu nebi olup, rasüllüğünü yapmamış, şeytana uymuş bir kişi mi?
Abdülaziz Bayındır: Şimdi, “ateynahu ayetina,” bak, “ateynahu ayetina” kelimesi başkadır, “enzelna aleyhi ayetina” başkadır. Hepimiz, Allah hepimize vermiştir. O ateyna kelimesi hepimiz için, şeyde Ali İmran 178’i biraz önce okuduk ya?
Yahya Şenol: Yani kendisine vahyettiğimiz demiş olsaydı orada, haklı bir şey olacaktı yani.
Fatih Orum: Şey, Samiri gibi, bu işi konusunda kendisine ciddi lütuflarda bulunulmuş ama sapıtmış.
Yahya Şenol: Yani vahiy almış değil yani orada. Kendisine bu şeyler ulaştırılmış.
Abdülaziz Bayındır: Tıpkı bizim gibi. Yani birçok kimseyi görüyoruz ki Kur’an’ı Kerim’i gayet iyi biliyor, çok iyi anlamış, çok iyi kavramış ama yeri geldiği zaman öyle bir sıyrılıyor ki “fensele min ha” diyor. Öyle bir sıyrılıyor ki başka tarafa gidiyor. Burada birkaç kere anlattım; Finans kurumlarının bir toplantısına gidiyoruz, gecikmiş borçlara ceza alınır mı, alınmaz mı, o tartışılacak. Bir hocayla beraber aynı otomobille gittik. Yolda giderken faizdir kardeşim dedi. Gittik oraya caizdir kardeşim dedi. Dönüşte yine faizdir kardeşim dedi. İşte bu ayet bunları anlatıyor. Bu kişinin bana demesi gerekmezdi değil mi? Orada demesi lazımdı. Ve o günden itibaren de biz daha artık finans kurumlarını faizden kurtaramıyoruz maalesef! Ben artık ayrıldım, elhamdülillah! Baktık sözümüz geçmiyor. İşte bu, işte bu! Allah’ın ayetlerini bile bile ondan sıyrılıyorlar.
Fatih Orum: “Kale basurtu b ima lem yabsuru bihi fe kadabtu kabdaten min eserir resuli fe nebeztuha ve kezalike sevvelet li nefsi.” (Taha 20/96).
Abdülaziz Bayındır: O ayetin de bir mealini ver, oradaki mealler de hiç şey değil, milleti yani o meali okuma yani. Çünkü çok acayib şeyler yazıyorlar maalesef yani ayetin içerisine hurafeler yerleştiriyorlar gerçekten. Metni yerleştiriyorlar. Yani parantezlere falan değil.
Fatih Orum: “eserir resuli” Cebrail’in ayak izi diyorlar.
Abdülaziz Bayındır: Cebrail’in ayak izi diyorlar. Yarabbi sana ben sığınırım. Bir okusana o meali sen!
Fatih Orum: Taha 96.
Abdülaziz Bayındır: Kaçıncı sayfa?
Yahya Şenol: Kaçıncı sure?
Abdülaziz Bayındır: Yirminci sure, 96.
Fatih Orum: 317 gözüküyor bende. Şöyle diyor: “Samiri ben onların görmediklerini gördüm de rasülün izinden bir avuç toprak avuçlayıp attım. Nefsim bana böyle hoş gösterdi dedi.”
Abdülaziz Bayındır: Rasülün izinden bir avuç toprak alıp attım diyor.
Fatih Orum: Evet.
Abdülaziz Bayındır: Şimdi burada öyle diyor. Şeyde ne diyor, şunda? Başka mealde? Bu kimin meali?
Fatih Orum: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın.
Abdülaziz Bayındır: Elmalılı hah. Çünkü Elmalılı onların içerisinde yine en iyisidir. Bu da mı Elmalılı?
Yahya Şenol: Yok değil. Ahmet Davutoğlu meali.
Abdülaziz Bayındır: Diğer meallerde ne yazıyor, Erdem bey?
Erdem Uygan: Hocam bir tek Hasan Basri Çantay peygamberin demiş. Diğerleri elçi ya da rasül.
Abdülaziz Bayındır: Mesela Diyanet Vakfı’nın mealinde ne yazıyor?
Erdem Uygan: Diyanet mealide: “Samiri şöyle dedi, ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı nefsim bana güzel gösterdi.”
Abdülaziz Bayındır: Bak, elçinin izinden bir avuç avuçlayıp da attım. Avuç avuçlamak ne demek? Elçi kim? Şimdi elçinin izine, şimdi ayetlere kendileri, bir ayet okuduğunuz zaman o ayeti açıklayan ikinci ayeti okuma mecburiyeti var biliyorsunuz Hud Suresinin baş tarafında Allahu Teala, açıklamayı Cenabı hak bize vermiyor. Bize öyle bir yetki vermemiş. Dolayısıyla ilgili ayetleri birlikte değerlendirip, bu ayetlerin manasını çıkarmamız lazım. Şimdi burada diyor işte: “Kale fema hatbuke ya samiri. Musa (a.s.) dedi ki, ey Samiri senin derdin ne?” Sana ne oldu? Yani sen de mi, deriz ya. Sen de mi? Bu işi gayet iyi bilen birisisin sen yani. “Kale basurtu b ima lem yabsuru bih.” Basiret nedir? Bir şeyin önünü, arkasını iyice kavramak demektir yani. “Bunların kavramayacağı şekilde ben bu dini kavradım.” Meseleyi çok iyi anladım. Öyle olmasaydı, senin derdin ne Samiri, sen de mi demezdi Musa (a.s.). “Fe kadabtu kabdaten min eserir resul.” “Fe kadabtu kabdaten” sıkı sıkıya sarıldım demektir. Bu mefulü mutlaktır. “Kadabtu kabdaten.” Bunlar kabdateni şey yapıyorlar, mefulin bih yapıyorlar. “Kadabtu kabdaten, sıkı sıkıya sarıldım.” O min zaiddir. “Rasülün izine, yoluna sıkı sıkıya sarıldım.” Rasülün izi ne demek? Hemen oradan 84. ayete bakın! Hatta 83. Musa (a.s.) Turi Sina’ya, Sina dağına gittiği zaman Allahu Teala ne diyor? “Vema aceleke an kavmike ya musa, Musa kavminden uzaklaştırıp da acele bana getiren ne oldu?” Niye bu kadar acele ettin ki, yavaş yavaş gelseydin yani. Diyor ki: “Kale hum ulai ala eseri, onlar benim eserim üzerindeler.” Bak burada “eseri rasül, eseri.” “Eseri” dediği benim. Ben dediği kişi Allah’ın rasülü değil mi, Musa (a.s.)? Allah’ın rasülü değil mi? Oradaki ya’nın yerine rasül kelimesini koyun. “Hum ulai ala eseri rasül.” Onlar rasülün izindeler yani benim yolumdalar demiş oluyor. Burada da şeyi tastik ediyor, Musa (a.s.)’ın orada söylediği sözü. “Fe kadabtu kabdaten min eserir resul.” Arapça’da böyledir yani senin denmez de, bu ifadeler Türkçe’de yoktur da Arapça’da vardır. Mesela karşısındakine, sen kimsin yerine Arapça’da menil ah der adam. Kardeşimiz kimdir? Türkçe’de böyle bir şey olmaz. Yani siz muhatabınıza, karşıdaki kişiye bu kardeşimiz kimdir derseniz, adam şaşırır, kimi soruyorsunuz der değil mi? Sağına soluna bakar, kimden bahsediyorsun? Ama Arapça’da menil ah dersen, der ki ene fuluan yani ben. Sen kimsin demektir. Yani bu bir ifade tarzıdır. Onun için o rasül yani senin yoluna sıkı sıkıya sarıldım demiş oluyor. “Fe nebeztuha, sonra da attım.” Var mı diyeceğin? Ben bu meseleyi kavradım ve bıraktım. “Ve kezalike sevvelet li nefsi. Canım böyle istedi.” Ben kafir olma hürriyetimi kullandım diyor.
Abdülaziz Bayındır: Evet. Dolayısıyla işte burada da Allah’ın ayetleri geldi, oradan sıyrıldı. Sıyrıldığı için ondan sonra başına gelen olaylar ayetin devamında anlatılıyor. Ama burada bir şey yapılıyor. Diyor ki, efendim deniyor.
Erdem Uygan: Hocam bir tek Süleyman Ateş elçinin eserinden diye çevirmiş. Ama bir avuç aldım atımı da eklemiş.
Abdülaziz Bayındır: E bir avuç aldım da attım. Olmuyor ki. “Kabdaten”a mefulün bih manası veriyor, o zaman bu olmuyor yani. Onlar mecburen bir hikaye uyduruyorlar orada. Diyorlar ki: İşte Cebrail (a.s.) atıyla geliyor, atının ayağının bastığı yeri biliyordu, görmüştü. Onun izinden bir avuç aldı, aldığı toprağı buzağıya attı, buzağı da böğürmeye başladı. Yav Cebrail (a.s.) ata mı biner, Allah’ını seversen? Yani Cebrail’e bir at veriyorlar, at da yere basarak gidiyor. Bir de hangi naldan çakmışlar tabii onu da sormak lazım. Yani bir hikaye ki sorma! Arkasından büyük bir hurafe, hurafenin üzerine bina edilen bir sistem. E pekiyi o zaman Cebrail’in o toprağından alıyor, atıyor, o da canlanıyor. O da bunun mücizesi oluyor. Pekiyi bu adama, sistem tamamen alt üst oluyor. Haydi gel anlat anlatabilirsen millete bir şey?
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Yok.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Yoo, yo. “Kabdaten,” yani bir sarılışla sarıldım demektir.
Enes Hoca: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Orada o “nasraten” var ya. Narsan başka “nasraten,” yani adet ifade ediyor. Ona ne diyorduk, şeye?
Enes Hoca: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Hah, binai merra diyorduk, tamam. Yani bir kere sıkı sıkıya sarıldım.
Katılımcı: Bir kereye mahsus.
Abdülaziz Bayındır: Bir kereye mahsus, o ifade tarzı. Bir kereye mahsus değil yani. Yani bir sarılışla sarıldım. Bir sarılışla sarıldım.
Yahya Şenol: O şöyle bir soru var. Rasül ve nebi kavramlarının karışmasından dolayı. Nebi olmadığı halde meallerde kendisinden nebi diye bahsedilen biri var mı?
Abdülaziz Bayındır: E olmadığını kaç kere tekrarladık. Öyle birisi yok. Ha meallerde mi? Meallerde karışıyor zaten.
Yahya Şenol: Nebi değil gerçekte ama nebi diye bahsediliyor. Böyle biri var mı meallerde?
Abdülaziz Bayındır: Bilmiyorum. Şeye bakalım ya, Yasin Suresine bakalım, Yasin.
Yahya Şenol: Hz. Meryem. Ondan sonra Musa (a.s.)’ın annesi gibi kendisine vahyedilen?
Servet Bayındır: Hiçbir mealde kendisine nebi denmiyor ki yani.
Abdülaziz Bayındır: Sen şeye baksana; “Kezzebet kavmi nuhin el mürseline”ye ne mana vermişler? Bir bakarsan mealde.
Yahya Şenol: Öbür soruyu da aldınız değil mi? Hz. Meryem’le Musa’nın annesi gibi vahiy alıp…
Fatih Orum: Bunlara ne denir?
Yahya Şenol: Nebi mi olacak bunlar, rasül mü olacak? O Şuara kaçtaydı?
Abdülaziz Bayındır: Bak mesela Yasin suresinde peygamber diye mana vermemiş. Benim elimdeki meal, 441. sayfa.
Yahya Şenol: Semud’da da aynı şey olabilir. Semudil mürselin diye.
Abdülaziz Bayındır: Tabii, tabii.
Yahya Şenol: “Semud kavmi de peygamberleri yalanladı.”
Abdülaziz Bayındır: Halbuki Semud kavmine Hud (a.s.) nebi olarak gelmiştir. Diğerleri ona gelen kitabı tebliğ eden kişilerdir. Peygamber dedin mi olmaz!
Yahya Şenol: “Semud kavmi peygamberleri yalanladı.”
Abdülaziz bayındır: Diyorlar demek ki! Ama mesela Yasin Suresinde, benim elimdeki mealde onu söylememiş. Yasin Suresi 14. ayet. “Biz o zaman kendilerine iki elçi göndermiştik.”
Yahya Şenol: Burada da var.
Abdülaziz Bayındır: Orda ne demiş?
Yahya Şenol: 13’de, önce öyle diyor. “Onlara o şehir halkının halini misal getir. Hani oraya elçiler gelmişti.” Hani oraya iki elçi göndermişti de ikisini yalanlamışlardı. “Bunun üzerine biz üçüncü elçi…”
Abdülaziz Bayındır: Elçi. Peygamberler diyen var mı mealler içerisinde?
Yahya Şenol: Aynı kelime işte murselun.
Abdülaziz Bayındır: E tamam işte bu. Demek ki ben tabii bu soruyla ben de öğrenmiş oldum. Burada Peygamberler diyorlar. Ben onu biliyordum zaten. Yani kavram kargaşası orada da ortaya çıkıyor.
Fatih Orum: Orada o diğer soru önemli. Kendisine vahyedildiği halde peygamber olmayan kişilerden, Hz. Meryem’den veyahut Hz. Musa’nın annesinden. Bu Şura Suresinin 52. ayetinde miydi? “Vema kane li beşerin enyukellimehumullahu illa vahye evmin verain hihabin ev yursile rasülen veyuhiye bi iznihi ma yeşai.” (Şura 42/51) Yani orada Allah’ın insanlarla ilham yoluyla veya rüya yoluyla veyahut bir elçi göndermesi yoluyla konuşabileceği…
Yahya Şenol: İlham diye tercüme ettiğiniz kelime?
Abdülaziz Bayındır: Vahiy, vahiy.
Yahya Şenol: Vahiyya, niye ilham yani?
Fatih Orum: Ancak, işte bir vahyin diğer insanları bağlaması için belli bir prosüdürle gelmiş olması gerekiyor. Kur’an’ı Kerim de onu açıklıyor. O Cebrail’le gelmesi gerekiyor, bir koruma ordusu ile gelmiş olması gerekiyor ve bu vahyin kendisine indirildiği kişinin de Allah tarafından insanlara tebliğ edilmek üzere kendisine indirildiğinin farkında olması gerekiyor.
Abdülaziz Bayındır: tebliğ edilmek üzere indirilmesi çok önemli.
Yahya Şenol: Bu rasüllük için. Ama Meryem validemizde böyle bir olay yok.
Abdülaziz Bayındır: Git falancaya şunu söyle denmezse rasül olmaz. Onun için peygamberlere “beliğ,” tebliğ et diyor. Ama Meryem validemize geleni, git de falancaya anlat değil ki, o kendisiyle ilgili.
Yahya Şenol: Gelen de Cebrail ama?
Abdülaziz Bayındır: Olabilir. Falancaya söyle dendiği zaman rasül olur.
Yahya Şenol: Pekiyi nebi midir? O haberi aldığı için?
Abdülaziz Bayındır: Değil, değil.
Fatih Orum: Dolayısıyla kendisine ilham indirilen, vahiy indirilen herkes peygamber değildir. Şeriat değil yani tebliğ edilmek üzere kendisine kitap verilen kişidir nebi. Yoksa bunun dışında da vahiy alan insanlar olduğunu biz biliyoruz. Kendisine meleklerin indirildiği ama peygamber olmayan insanların olduğunu biliyoruz.
Abdülaziz Bayındır: Ben şimdi isterseniz şunu bir şey yapayım. Çünkü bu konu çok fazla şey yapılıyor. Başka anlamlara çekiliyor. İşte bazı tarikat şeyhleri diyor ki, bize de vahiy gelir diyor. İşte Allah Meryem’e yaptı, Musa’nın annesine yaptı, arıya yaptı da bize niye yapmasın diyor. Sadece size değil ki Allah kafire de vahyeder. Yeryüzünde Allah’ın vahyetmediği bir tek insan yoktur. Vahiy almayan bir tek insan yoktur. Mesele vahiy almak değil ki. Yani şimdi ben burada sizinle konuşuyorum, git şu sözümü falancaya söyle dediğim zaman sizin konumunuz farklıdır. Değil mi? Sizinle bir meseleyi konuştuğumuz zaman farklıdır.
Abdülaziz Bayındır: Onun için Allahu Teala burada diyor ki: “Esteuzubillah. Vema kane li beşerin enyukellimehumullahu, Allah’ın bir beşerle konuşması söz konusu olamaz. İlla vahyen, ya vahiy şeklinde olur.” Vahiy ne demek? Gizli konuşma demektir. Fısıldama, gizli konuşma. Şimdi o gizli konuşma olduğu için kişi ile Allah arasındaki konuşma, üçüncü bir şahıs duymaz onu. “Evmin verain hihabin, ya da perde arkasından, ev yursile rasülen, ya da bir elçi göndererek. Veyuhiye, vahyettirir, bi iznihi ma yeşai, kendi izniyle verdiği emirleri vahyettirir.”
Abdülaziz Bayındır: Şimdi burada üç şekil var. Birincisi vahiy. Kişinin içine Cenabı Hak’kın fısıldaması. Kur’an’ı Kerim’de bunun örneği var mı?
Fatih Orum: Var.
Abdülaziz Bayındır: Nedir o?
Fatih Orum: “Fe elhemeha fucuraha ve takvaaha.”
Abdülaziz Bayındır: “Fe elhemeha fucuraha ve takvaha. Her insanın Allah günahını da takvasını da içine ilham etmiştir.” (Şems 91/8) Buradaki ilhamla şeyin manası aynıdır. Yani adam bir günah işlediği zaman bunun sıkıntısını içinde duyar. Sevap işlediği zaman da zevkini duyar. Herkes bunu duyar. Onu işte onu kalbine Allahu Teala ilham etmiştir.
Fatih Orum: Yusuf (a.s.) için de var. “Velakad hemmet bihi vehemme biha levla inraa burhane rabbi.” (Yusuf 12/24).
Abdülaziz Bayındır: Tabii, mesela Yusuf (a.s.), o Yusuf (a.s.)’ın kadına arzusu vardı. Genç bir adam, güzel bir kadın. Kapalı bir mekan, kadın da onu kendine çağırıyor. Yani bu Yusuf (a.s.) insan üstü bir varlık değil ki o da insan. Her insan gibi bir insan. Genç bir adamın güzel bir kadına heveslenmesi çok tabii bir şeydir. Hele o kadın onu çağırdığı zaman. Efendim?
Erdem Uygan: Zaten söylüyor, meyledecekti diyor.
Abdülaziz Bayındır: Bak, diyor ki işte Allah.
Erdem Uygan: İtaat etmezse çok zor bir durumda da kalacağını biliyordu.
Abdülaziz Bayındır: Haaa, evet yani. Evin de hanımı o. Bak ne diyor ayet onu anlatırken? “Esteuzubillah. Velakad hemmet bihi, kadın Yusuf’la birlikte olma konusunda kararlıydı. Vehemme biha, Yusuf da ona karşı kararlıydı ama, levla inraa burhane rabbi, rabbinin burhanını görmeseydi.” Nedir rabbinin burhanı? Hatırlatır. Onun için siz, bak günaha giriyorsun der. Bu sadece Yusuf (a.s.)’a değil, herkese yapar bunu. Bir çok kimseye bakarsınız, birisini öldürmek için günlerce, belki aylarca takip eder. Adam tam namlusunun ucuna gelir, tetiği çekemez. Çünkü Allahu Teala son ihtarı yapar ona. O da der ki, Allah’ından bul. Günah işlemek için o günah yerinin oraya kadar gider, geri döner. Allahu Teala son uyarısını yapar. Dolayısıyla hiç kimse diyemez ki yarın ahirette, ne yapayım yarabbi ben yaparken şuursuzdum. Hayır! “Liyehlike men heleke an beyyineh ve yehya men hayye an beyyineh.” (Enfal 8/42). Helak olan bilerek, beyyineyle yani şey yapsın, yola gelen de o.
Abdülaziz Bayındır: Pekiyi “burhane rabbi” ne demek? Rabbinin burhanı. Şudur: Eğer Yusuf (a.s.) orada o günahı işleseydi, Cenabı Hak’ka yarın diyemezdi ki, yarabbi ne yapayım o anda bir heyecana geldim, hiçbir şey düşünemezdim diyemezdi. Çünkü Allah son anda hatırlattığı için bu Cenabı Hak için bir burhandır. Yani kesin delildir. Bak işte ben sana hatırlattım, sen de bunu anladın. O zaman kendine geldi ve şey yaptı.
Abdülaziz Bayındır: Mesela ben kendi hayatımda bunu bir yaşadım. Bir gün Fransızca öğrenmiştik, İstanbul’a da gelmiştim. Sadece Fransızca konuşma şeyiyle şu Şehzadebaşı’nda birkaç tane turistle konuştum. İşte orada iki tane kız kaldı, Fransız kız. Konuşa konuşa giderken bu kızlar dediler ki, haydi plaja gidelim. Plaja gidelim der demez, bende bir değişiklik oldu, böyle bir bütün vücudum soğudu böyle, hemen bıraktım onları. Derhal! Bu ne böyle, ben bunlarla Fransızcamı geliştireyim diye konuşuyorum. Erzurum’da yok, ben İstanbul’a gelmişim daha birkaç günlüğüne, bunlar beni nereye çağırıyorlar? Yani Cenabı Hak mutlaka onu çok güçlü bir şekilde hatırlatıyor o kişiye. Ondan sonra şeyi görürsünüz, ne olursa olsun der böyle bazıları, günaha gider. O aslında Cenabı Hak’ka verdiği cevaptır. Cenabı Hak’ka verdiği cevaptır.
Abdülaziz Bayındır: Bir başka delili de söyleyeyim ben size. Allahu Teala, “elestü bi rabbikum” diyor değil mi? “Esteuzubillah. Veiz ehaze rabbuke min beni ademe min zuhurihim zürriyyetehum.” Araf 172. “Rabbin ademoğullarından onların sırtlarından, bellerinden zürriyetlerini aldığı zaman.” Yani bulüğa erdikleri zaman demektir o. Gelenekte orada da bir sürü hurafeler koyuyorlar işin içine. “Ve eşhedehum ala en fusihim, kendilerine karşı onları şahit tutuyor. “Elestü bi rabbikum, ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye. Bak işte bu konuşma. “Galu bela. Evet dediler.” Ve biz bu konuşmaları, siz kendinizi takip edin, takip edin, ölene kadar bu tür konuşmaları tekrarlarız. Bilhassa tabiatla baş başa kaldığımız zaman Allah’la aramızdaki konuşmaları hep biliriz. Bunu herkes bilir. Ya rabbi sen ne büyüksün falan, böyle içten bir konuşma.
Abdülaziz Bayındır: İşte bu Cenabı Hak’kın hem günah karşısında, hem sevapların zevkini insanların içine aşılaması konusunda, hem kendi varlığını ve birliğini insanlara bildirmesi konusunda insanlarla yaptığı konuşmadır. Onun için diyor ki: “Entekulu yevmel kıyameti inna kunna anhaza gafilin. Kıyamet günü kalkıp diyemeyeceksiniz ki, ya rabbi bizim bundan haberimiz yoktu. Ev tekulü innema eşrake abauna minkablü vekunna zürriyyeten min bağdihim. Daha önce babalarımız şirke düştü, biz de onların soyundan gelen kişilerdik, onlardan ne gördüysek onu yaptık. Efe tühlikune bima fealel mübtılun, gerçeği bize ters gösterenlerden dolayı bizi helak mı edeceksin?” (Araf 7/172-173) diyemeyecek. Çünkü o kendisi gerçeği çok iyi bilecek. Tıpkı Yusuf (a.s.)’ın onun günah olduğunu bilmesi gibi.
Abdülaziz Bayındır: İşte bu Allah’ın vahyi. Yani nedir? İçteki konuşma. Ama git de onu falancaya anlat diye bir şey var mı?
Fatih Orum: Başkasını bağlamaz.
Abdülaziz Bayındır: Hah, başkasını bağlamaz. Cenabı Hak’kın bir başka vahyi nedir? “Min vera hicap.” Rüyalar. İşte Yusuf (a.s.)’ın rüyası var. Hadi o peygamber. Pekiyi kralın rüyasına ne diyeceksiniz? O da mı peygamber? Hapishanedekilerin rüyasına ne diyeceksiniz?
Katılımcı: Hepside doğru çıkıyor yani.
Abdülaziz Bayındır: Hepsi de doğru çıkıyor. Nedir, bu da bir perde arkasıdır. Nedir, bir perdede işte oradaki rüya bölümüdür. Ve daha nice şeyler? Ama “ev yursile rasülen” diyor. Üçüncüsü, asıl işte bizim konumuzla ilgili olan. Bir rasül gönderiyor, o rasül Cebrail (a.s.)’dır. “Ve yuhiye.” Vahyettiriyor. Git benim şu sözümü ona söyle diyor. Allah rasüle bir vahiyde bulunuyor, git sen de ona vahyet diyor.
Fatih Orum: “Vema yentiku anil heva, in huve illa vahyuyyuha” (Necm 53/3-4) gibi, aynısı.
Abdülaziz Bayındır: Aynısı. Yani o bir vahiy. “Alemle hu şedidul kuva, ona Cebrail öğretmiştir.” (Necm 53/5). Şimdi Cebrail (a.s.) geliyor peygambere, ona şeyi Allah’ın kendisine vahyettiği “ve evha ila abdihi ma evha, Allah’ın kuluna Allah’ın kendisine yaptığı vahyi vahyetti.” Yani Cebrail’e Allah vahyetti, Cebrail de şeye. Yani Cenabı Hak Cebrail’e söylerken bir başka kimse duymadı, Cebrail de Peygamberimiz’e söylerken bir başka kimse duymadı.
Abdülaziz Bayındır: Onun için, Kur’an’ı Kerim’le ilgili olarak şu ifade kullanılır: “İnnehu lekavlu rasülün kerim. O değerli bir elçinin sözüdür. Zikuvvetin, güçlü, indezilarşi mekin, arşın sahibinin yanında sağlam bir mekanı vardır. Mütain seme, orada kendisine itaat edilir, emin, güvenilirdir. Vema sahibukum, şimdi sizin arkadaşınız Muhammed’e gelince o bir mecnun, cinlerin etkisinde kalmış değildir.” (Tekvir 81/19-21) Bunu ondan aldı işte.
Abdülaziz Bayındır: Dolayısıyla işte bu rasül yani melek geliyor, peygambere vahyediyor. Pekiyi meleğin gelmesi, peygambere o vahyin alınması, bu da bir törenle oluyor. Her hangi bir kişi kalkıp da bana melek geldi, bana vahiy geldi demeyecek. O da Cin Suresinin sonlarında. Allahu Teala ne diyor? “Alimul gayb, bütün gaybı Allah bilir. Fela yüzhiru ala gaybihi ehada, kendi gaybını kimseye açmaz. İlla menirteza min rasül, razı olduğu rasül başka.” Açmaya razı olduğu rasül başka. “Fe innehu yesliku min beyni yedeyhi ve min halfihi rasada. O rasül burada önünden ve arkasından gözcüler diker.” Yani Cebrail gelirken de tek başına gelmez. Tam bir koruma ordusuyla. Niye? “Liyağleme, o rasül bilsin ki, enkad eblehu risaleti rabbihim. O gelen melekler rablerinin mesajlarını onlara tebliğ etmiştir, Allah’ın emirlerini tebliğ etmiştir.” Bilsin onu, kesin bilsin. Niye? Çünkü şeytan da devreye girebilir. Orada korunma çemberine alınmıştır ki şeytan yaklaşamasın. Ondan dolayı “vema huve bi kavli şeytanirracim” diyor. “Liyağleme enkad eblehu risaleti rabbihim.” Peygamber bilsin ki gelenler Allah’ın mesajlarını getirmiştir, Allah’ın emirlerini getirmiştir. “Ve ahata bima ledeyhim. Ve onların getirdiklerini iyice kavrasın.” Çünkü arada artık şey yok, parazit yok. “Ve ahsa kulli şeyin adeda, ve her şeyi tek tek kuşatsın.” (Cin 72/26-28) Yani iyice hepsini tek tek kavrasın.
Abdülaziz Bayındır: Dolayısıyla, evet bak üç tane vahiy çeşidinden sadece bir tanesi bu şekilde geliyor.
Fatih Orum: Nübüvvetle ilgili olan.
Abdülaziz Bayındır: Nübüvvet, nebilikle ilgili olan. O da başkasına tebliğ etmek için getiriliyor. Ama o ilk ikisinde kimseye tebliğ söz konusu değil.
Yahya Şenol: Yani canlı yayında falan vahiy gelmiyor yani kimseye değil mi? Kameralar önünde?
Abdülaziz Bayındır: Gelen var mı?
Yahya Şenol: Olmaz mı ya, internet kaynıyor. Soru soruyorlar, bakayım diyor, bir saniye, adam dalıyor şöyle. Sonra vahye göre karar veriyor. Tamam onaylandı ya da onaylanmadı.
Abdülaziz Bayındır: Haaa, İskender’i bahsediyorsun. Tabii İskender. İskender, Allah şifalar versin denecek bir durumda birisidir yani.
Yahya Şenol: Bu nezir kelimesi…
Abdülaziz Bayındır: Onunla da epey hatıralarım vardır.
Yahya Şenol: O, “velev şitna lebeasna fi külli karyetin nezira” geçiyor. İşte, “ve immil ümmetin illa hala fiha nezir” var. Bu resüle mi denk geliyor aceba, yoksa nebiye mi denk geliyor diye bir soru var salon içerisinden.
Servet Bayındır: Beşir ve nezir Peygamberimiz’in de sıfatı. Dolayısıyla…
Fatih Orum: Bunlar kitabın da sıfatı. Kitap için de Beşir, nezir, hüda, bunlar kitabın da sıfatı. Yani risalet…
Yahya Şenol: Pekiyi bu kavramlarla ilişkisi nedir, rasülle ve nebiyle?
Servet Bayındır: O risalet görevi yapan kişi, ister nebi şeklindeki kişi olsun, isterse normal her hangi bir kişi olsun, duruma göre beşirdir, duruma göre nezirdir.
Yahya Şenol: O zaman “velev şitna lebeasna fi külli karyetin nezira”dan herkarye işte ne diyeceksek oraya?
Servet Bayındır: Beşir ya da nezir meselesi yok orada.
Yahya Şenol: Yani gönderilmediği anlaşılıyor her karyeye.
Abdülaziz Bayındır: O zaman bak şimdi bu şeyde, her şehirde bir, o nebi manasına olmuş oluyor. Çıkarırdık diyor. E çıkarmadı ama her karyeye bir rasül gitmemiş de olabilir. Mesela her karyeye bir rasül gitmemiş de olabilir. Yani birisi gidip de insanlara Allah’ın ayetlerini anlatmamış olabilir. Diyelim ki bilmem Norveç’in bir bölgesinde insanlar doğmuşlar, büyümüşler, ölmüşler. Ya da mesela o Eskimo’lar, daha yukarılarda kendilerine kimse gelmemiş. Pekiyi bu insanlar neden sorumlu olacaklar? Bu insanlar işte Araf Suresi 172, 173. ayetlerdeki belirtildiği gibi şirkten sorumlu olacaklar sadece. Çünkü o insanlar o çevreden, Allah’ın yarattığı ayetleri okudukları zaman o çevreden Allah’ın varlığını ve birliğini her zaman kavrarlar. Allah da onların içlerinde ben sizin rabbiniz değil miyim diye sürekli onlara uyarıda bulunur. Ve onların babaları orada puta tapıyor olsalar bile yarın Allah’ın huzurunda diyemezler ki, ya rabbi işte biz kalktık böyle.
Abdülaziz Bayındır: Onun için dikkat ederseniz, Kur’an’ı Kerim’de müşriklerin tamamının şirklerini savunamadığı ifade edilir. Savunamazlar. Onun için “vallahu rabbina ma kunna müşrikin, rabbimize yemin olsun ki müşrik değildik derler.” (Enam 6/23). Tıpkı hani, suç samur kürk olsa kimse giymez hesabı bu en büyük suç olduğu için kimse üstlenmek istemiyor. Bu gün işte hıristiyanlar da biz müşrik değiliz diyorlar.
Yahya Şenol: Bir de ders esnasında peygamberimizin risalet tarafı bizi ilgilendirir dediniz. Ama onun nebiliğine inanmadan rasüllüğüne inanmak eksik olmaz mı? Yani öncelikle nebi olduğuna inanıp, sonra rasül olduğuna inanmak gerekmiyor mu?
Abdülaziz Bayındır: Zaten onu Allah’ın rasülü saydığın zaman ister istemez Allah’ın nebisi de sayacaksın. Allah’tan aldığını sana tebliğ ediyor. Kendi kafasından bir şey değil. Kimin rasülü? Allah’ın rasülü. Öyleyse Allah’tan bir şey almış ki tebliğ ediyor. O onun içinde zaten vardır. Onu ayrıca söylemek gerekmez.
Erdem Uygan: Zaten nebilik alınış şekliyle alakalı. Vahiy Allah’tan alındıysa nebi oluyor. Yoksa başkasından duyup da rasül olabilirsiniz.
Abdülaziz Bayındır: Mesela şimdi dedik ya, bir insan yirmi dört saat öğretmendir ama yirmi dört saat ders vermez. E pekiyi adam senin öğretmenin değilse sen dersine girer misin? Evet.
Yahya Şenol: Elçinin korunmuşluğu yoktur dediniz. Bu bir anlamda doğrudur fakat Allah’ın kelamını değiştirecek hiçbir güç de yoktur. Bir elçi bir şey düşündüğünde şeytan onların sözlerine vesvese katar. Allah o vesveseleri giderir. Kur’an korunan yegane kitap ve Allah kelimeleri muhkem kılar. Biz böyle bir korunmaya muhatap olmadığımız için vesvese ile kendi sözümüzü ayet diye anlatabiliriz. Bu sebepten dolayı tercümeler çok önemlidir. Çünkü tercümeler korunmamıştır.
Abdülaziz Bayındır: Güzel, çok güzel bir yorum.
Servet Bayındır: Yalnız oradaki elçi bir şey düşündüğünde ifadesi sanki vahiyden bahsediyor. Onu kastediyor o sorunun içinde.
Yahya Şenol: Ayette geçiyor ya.
Abdülaziz Bayındır: “Vema erselna min kablike min rasulin vela nebiyyin illa iza temenna elkaşşeytanu fi ümmiyyetihi.” (Hac 22/52).
Fatih Orum: “Vema erselna min kablike min rasulin vela nebiyyin.” Bak orada atıfla birlikte…
Servet Bayındır: Soruyu bir daha okur musun?
Abdülaziz Bayındır: Soru değil, yorum.
Servet Bayındır: Yorum. O yorumun içerisinde bir takım, sanki bir o ayeti yanlış anlaşılma var o ayette.
Yahya Şenol: O zaman ayete bakalım direk.
Abdülaziz Bayındır: Bir daha oku.
Yahya Şenol: Elçinin korunmuşluğu yoktur dediniz. Bu bir anlamda doğrudur fakat Allah’ın kelamını değiştirecek hiçbir güç yoktur. Bir elçi bir şey düşündüğünde şeytan onların sözlerine vesvese katar. Allah o vesveseleri giderir. Kur’an korunan yegane kitap ve Allah kelimeleri muhkem kılar. Biz böyle bir korunmaya muhatap olmadığımız için vesvese ile kendi sözümüzü ayet diye anlatabiliriz. Bu sebepten dolayı tercümeler çok önemlidir. Çünkü tercümeler korunmamıştır. Mealler yani.
Fatih Orum: Orada “min kablike min rasulin vela nebiyyin” ifadesine hocam atıfla farklı farklı kullanıyor. O halde nebi olmayan, kendisine peygamberlik verilmeyen bir kişiye de yani rasüle de, rasülü rasüülillaha da şeytan musallat olur ve hatalar yaptırabilir.
Abdülaziz Bayındır: Hiç şüphe yok. Biz onu çok görüyoruz.
Fatih Orum: Ama bu nebi ise onu belki Allah ayetle tashih eder. Nebi değil rasül ise diğer Müslümanlar aracılığıyla belki o tashih edilir. Arada böyle bir fark olabilir belki?
Abdülaziz Bayındır: Biz onu çok görüyoruz. Mesela bir yerde konuşurken bir soru soruluyor, ayete bakıyorsunuz, yani anlamakta zorluk çekiyorsunuz. O sıra bir açılma oluyor ve ayeti de anlamış oluyorsunuz siz, muhatap da anlıyor. İşte ne oluyor? Siz ayet anlatırken sizin mutlaka şeytan, şeytanın görevi doğru yolda olmaktır ve doğru bir iş yapana engel olmaktır. Bize de engel olmaya çalışır, nebilere de engel olmaya çalışır. Engel olmaya çalışmasa bir koruma ordusu olur mu nebilerin etrafında?
Fatih Orum: Yani bu rasül ve nebi kavramlarının farklı anlamlara geldiğine dair de aslında bu ayet güzel bir örnek yani. “Min kablike min rasulin vela nebiyyin” ifadesi.
Abdülaziz Bayındır: Evet, matuf, matufun aleyhin gayri olmuş oluyor.
Yahya Şenol: Evet, ayetleri muhataba sadece olduğu gibi aktarmak yeterli mi diyor, tebliğ ulaşması için? Yoksa ayetlerin işte birbiriyle olan bağlantılarını falan da göstermek gerekiyor mu? Buyurun ayet bu deyince tebliğ ulaşmış oluyor mu?
Abdülaziz Bayındır: Şimdi her müslümana düşen görev Allah’ın kitabını olduğu gibi tebliğ etmektir. Çünkü o şeyde, Ali İmran Suresinde; “Veiz ehazallahu misakellezine utül kitab, Allah kendisine kitap verilenlerin misakını aldığı zaman” ne dedi? “Le tübeyyinennehu, o kitabı beyan edeceksiniz, vela tektumune, o kitabı gizlemeyeceksiniz.” (Ali İmran 3/187). Şimdi kitapla beraber bir de hikmet vardır. Şimdi hikmet işi herkesin içinden çıkabileceği bir iş değildir. Peygamberler insanlara hikmeti öğretmiştir ki peygamberimizin hadisleri hepsi birer hikmettir. Yani Kur’an’ı Kerim’den çıkan çıkarımlardır. Peygamber Efendimiz tarafından yapılan çıkarımlardır. Kur’an’ı Kerim’den bir çıkarımda bulunmak, Kur’an’ın koyduğu metodolojiyi iyi bilmeyi gerektirir. O da yetmez, bir ekip çalışmasını gerektirir.
Abdülaziz Bayındır: Onun için Allahu Teala diyor ki: “Esteuzubillah, Kitabun fussilet ayatuhu kuranen arabiyyen li kavmin yağlemun” diyor. (Fussilet 41/3). “Bu bir kitaptır ki ayetleri açıklanmıştır. Arapça kuran olarak.” Yani anlam kümeleri olarak açıklanmıştır. “Bilenler topluluğu için.” Bak burada bilenler topluluğu, Arapça kuran diye bir takım şeyler geçiyor. Bu farklı bir şeydir. Bu her insanın yapabileceği bir şey değildir. Bu belli seviyeye gelen uzmanların birlikte yapabileceği bir çalışmadır hikmet.
Fatih Orum: “Velesutul embiya” belki o anlamda
Abdülaziz Bayındır: “Velesutul embiya” o anlamda, çünkü doğru söylüyorsun.
Fatih Orum: Rasülün yanında bir vasıf gerektiriyor.
Abdülaziz Bayındır: Evet. Risaletin dışında bir vasıf gerektiriyor. Ama Allah şu ayette şöyle buyurmuştur diye tebliğ etmek her müslümanın görevi iken ayetler arası ilişkiyi kurmak, oradan hükümlere varmak, Kur’an’la sünnet arasındaki bütünlüğü görmek her babayiğidin karı değil. Onun için yani ben bir tahsisi nimet evet Cenabı Hak’kın şu vakfa verdiği büyük bir nimet olarak söylemiş olayım. Mesela ben şahsen şu ana kadar ya da bu arkadaşlarımız, hep beraber yani ben demeyeyim de hepimiz, şu vakıfta bütün çalışmalarımızda mutlaka kitapla sünnet arasında bir uyum bulmuşuzdur. Yüzlerce çalışma vardır. Bunların birkaç tanesini insanlara sık sık örnek olarak tekrarlıyoruz. Kolay olsun diye öyle bir iki örnek veriyoruz. Yoksa bütün çalışmalarımız öyledir. Ama biz tarihte böyle bir şey yapıldığını bilmiyoruz. Yani kitap sünnet bütünlüğünden bahsedenler var. Biri şeyde işte kitapta olmayan hadis olmaz diyenler var. Ama işin içinden çıkan yok. Orada kalıyorlar. Demek ki bu herkesin başaracağı bir iş değil.
Abdülaziz Bayındır: Ama kitabı her hangi bir müdehale etmeden anlatmak herkesin başarabileceği bir iştir. Yani ayetler arası ilişki falan, o şeyden, tıpkı madenlerden bilgisayar üretimi gibi uzmanlık gerektiren bir iştir, herkes yapamaz o işi. Evet ve de o herkese verilen bir görev değildir yani. Ancak uzman kişilere verilen bir görevdir. “Yu’til hikmete men yeşa. Ve men yu’til hikmete fekad utiye hayran kesira. Gereken gayreti gösterene o hikmet verilir. Kendisine hikmet verilene de büyük hayır verilmiştir.” (Bakara 2/269).
Fatih Orum: O şeyi belki bir kez daha hatırlatmak gerekir bu işin sonunda. Rasül kelimesine bu itaat, iman, ittiba hep rasül kelimesi ile geçmekte. Peygambere nebi olarak nebiye itaatten, imandan ve ittibadan veya nebinin size verdiği her şeyi alın, onu uygulayın değil, rasül sıfatıyla tüm bu emirler veriliyor. Dolayısıyla oradaki ittiba, iman, tabi olmak, itaat etmek meselesi aslında nebinin tebliğ ettiği şeylere, dolayısıyla kitaba, dolayısıyla Allah’a iman, ittiba ve tabi olmak anlamındadır. Yoksa müstakil olarak O’nun Kur’an’da olmayan hükümler koyması anlamında değil.
Abdülaziz Bayındır: İşte ben bunu tekrarlayayım. Çünkü bu çok çok önemli bir husus ve son cümleler olsun. Haftaya aynı konuya devam eder miyiz, yoksa bitti mi?
Fatih Orum: Bitti gibi ama…?
Abdülaziz Bayındır: Bitti. Bittiyse tamam. O zaman başka bir konu. Şimdi ayetlerde “atiullahe ve atiurrasül” diyor, değil mi? “Allah’a itaat edin, rasüle itaat edin.” Ama hiçbir ayette atiun nebi yoktur. Peygamberimizin hataları nebi vasfı ile ortaya konduğu halde rasül vasfıyla hata yok. Çünkü rasül, o ayet neyse onu olduğu gibi anlatıyorsun. Ama ayetlerden hüküm çıkarmak olduğu zaman, o nebi vasfıyla ifade ediliyor, orada hata edebilirsiniz. Dolayısıyla orada atiu kelimesi olmuyor.
Erdem Uygan: Hocam, öyle olsaydı savaşta taktik öğretmeye kalkmazlardı.
Abdülaziz Bayındır: Evet, öyle olsaydı taktik öğretmeye kalkmazlardı Peygamberimiz’e. Tabii. İşte orada şey oluyor, ya da şöyle bir şey yok: “Fe yu’tien nebiye fekad atiullah” ifadesi yok Kur’an’ı Kerim’de. “Fe men yu’tier rasüle fekad atiullah” var. Rasüle itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Çünkü o ayetlerden hüküm çıkarırken hata yapabilirsiniz. Sonra da eğer gayret gösterirseniz, Cenabı Hak bir şekilde sizin hatanızı şey yapar.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Sünnet işte hikmettir. Peygamberimiz’in Kur’an’ı Kerim’den çıkardığı hikmettir.
Katılımcı: Yanlış çıkarımları var mıdır?
Abdülaziz Bayındır: Yanlış çıkarımları vardır ama düzeltilmiştir.
Katılımcı: Müdehaleyle mi?
Abdülaziz Bayındır: Tabii, Kur’an’ı Kerim direk müdehale ediyor ve düzeltiyor. Yanlış çıkarımlarının olması çok önemli! Çünkü bir insan eylemidir. E Kur’an’ı Kerim müdehale ediyor, düzeltiyor. E sana Kur’an müdehale etmez ama Cenabı Hak da sana bir şekilde bir, mesela biz yaptığımız çalışmalarda eğer o konudaki hadisle tam bir uyum oluyorsa, diyoruz ki demek ki doğru yapmışız. Yani Peygamberimiz’in oradaki sözleri. Ama yarın başka bir çalışma yaparsınız, mesela bu hafta içerisinde olan bir olay, Adem (a.s.)’la Havva validemiz ikisi bir tek özden yaratılmış gözüküyor. Şimdi o bir tek döllenmiş yumurta. Tek bir döllenmiş yumurtadan bir kadın, bir erkek olmaz, diyor bu günkü çalışanlar. Yani tek yumurta ikizleri, ikisi de ya erkek olur ya da şey olur. E şimdi bu hafta bir doktor kardeşimiz geldi, Seda hanım. Ona burada izah ettim, ayeti kerimeleri şey yaptım. Şimdi dün göndermiş, diyor ki bu ayetlerden alınca hah dedi. Bu ayetin anlattığı döllenmiş yumurtadan ikisi de olur diye bir sonuç ortaya çıkmış.
Abdülaziz Bayındır: Şimdi burada, mesela bu Peygamber Efendimiz’in bize anlatacağı şey değil. Bu artık ilim aleminin anlayabileceği. Ama onlar yaptıkları çalışmalarla Kur’an arasında tam bir uyum sağladıkları zaman, bire bir uyum sağladıkları zaman vardıkları neticenin doğru olduğuna inanırlar. O artık sünnet sahasının dışına çıkıyor ama sünnetten aldığınız metotla onu devam ettiriyorsunuz.
Abdülaziz Bayındır: Evet, pekiyi böylece bu günkü dersin sonuna varmış olduk. Hepinize çok teşekkür ederiz. Haftaya başka bir konuda buluşmak üzere.