Elhamduli’l-lâhi Rabbi’l âlemin ve’l âkıbetü li’l müttekîn ve’s-selatü ve’s-selâmü alâ rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecma’în.
Prof.Dr.Abdülaziz Bayındır: Biliyorsunuz ki, bütün toplumlarda bir ‘kurtarıcı’ beklentisi vardır. Bu kurtarıcıya bizim toplumumuzda Mehdi ve Mesih ismi verilmektedir. Örneğin; Zerdüştler’de daha çok Sahibu’z-Zaman terkibi kullanılmaktadır.
Günümüzde bazı kimseler televizyon televiyon dolaşıp, kendilerine Mehdi dedirtmektedirler. Bazıları da adeta ben varken sen mi Mehdi olacaksın dercesine, aynı sıfatı üstlenmektedirler. Bunlardan bir kısmı ise tek bir kişi olarak bu iddia ile ortaya çıkmak hoş karşılanmadığından, “zamanımızda Mehdîlik bir teşkilattır” diyerek, kendileri için değil fakat teşkilatları için bu ismi kullanmanın uygun olduğunu ifade etmektedirler.
Esasen, bu inancın tarihi tâ ilk devirlere kadar dayanmaktadır. Bildiğiniz üzere, her insan farklı yapılara sahiptir. Tıpkı, başlangıçta Şeytan’ın yaptığı gibi, insanlar da kendi nefislerini Tanrı yerine koymaktadırlar. Hatırlarsanız, Şeytan, Allah-u Teâlâ’nın koymuş olduğu sistemi beğenmeyip, kendi kafasına göre bir sistem oluşması gerektiğini ifade etmiştir.
Kur’an’ı Kerim’de, Âraf Suresi 7/11-12 ayet-i kerimelerde Allah-u Teâlâ meleklere: (estaizu bi’llah)
“Üscudû li âdem”, ‘Adem’e secde edin!’ buyurmuş, “Fesecedû illâ İblîs”, ‘İblis dışında hepsi secdeye kapanmıştı’. Cenâb-ı Hak; “Mâ meneake el’lâ tescüde iz emertüke” ‘Seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ diye suâl ettiğinde; “ene hayru’m-minh” demişti.
Bu, “Ben daha hayırlıyım” meslesi çok önemli bir husustur. Hemen hemen her insanda bunun bir parçası mevcuttur. Yani, “Herkes iyi, sen iyisin ama ben daha hayırlıyım” düşüncesi. Bir kısım insan da kendisinin daha hayırlı olduğu inancını başkalarına kabul ettiremeyeceğini gördüğünde, be defa, “bizim grubumuz daha hayırlı” veya “bizim grup başkanımız daha hayırlı” diyerek adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar.
Cenâb-ı Hakk’ın “daha hayırlılık” ile ilgili bir prensibi vardır. Âl-i İmran suresi 3/139 ayeti kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: (estaizu bi’llah)
“Ve lâ tehinû, ve lâ tahzenû, ve entümü’l a’levne in küntüm mü’minîn”, ‘Gevşeklik östermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.’
“En üstün olan sizsiniz” ifadesi, Uhud Savaşı sebebiyle Müslümanlara hitaben söylenmiş bir sözdür. Fakat aynı söz, Yahudiler için de sarf edilmiştir. Bakara Suresi /122 (47. Ayette de aynı ifade mevcuttur) ayeti kerime: (estaizu bi’llah)
“Yâ benî İsrail! Üzkürû nimetiye’l-letî en’amtü aleykum ve ennî fe’z-zaltüküm alel âlemin” ‘Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın!’
Bu ayetleri bağlamından koparan insanlar, Allah’ın (c.c), Yahudileri üstün ırk olarak yarattığı yanılgısına düşerler. Durum öyle değildir. Cenâb-ı Hak, hiçbir ırka üstünlük vermemiştir. Benzer husus yine Meryem vâlidemizle alakalı olarak Âl-i İmran suresi 3/42. Ayeti kerimede geçmektedir: (estaizu bi’llah)
“ Ve iz kâleti’l-melâiketü yâ meryemu inne’l-lâhe’s-tafâki ve tahheraki ve’s-tafâki alâ nisâi’l âlemin” ‘Hani melekler demişlerdi: Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı ve seni bütün düny kadınlarına seçkin kıldı!’
Seçkinlik konusundaki kriterı Allâh-u Teâlâ koyar. Bu kriteri, biz kendimiz koyduğumuz takdirde, üstünlüğü başka kimseye bırakmayız! En üstün varlığın kendimiz olduğunu iddia ederiz. Lakin bilinmelidir ki, en üstün olan; Allah’ın koyduğu kriterlere uyandır.
Şimdi siz, etrafınızda görürsünüz, hayatta başarılı olamamış kişiler daima kendilerini methederler. Eğer kendilerini methetmiyorlarsa an-babalarını yahut bağlı bulundukları gruplarını methedip yer edinmeye çalışırlar. Başarıyı yakalamış kişileri ise başkaları metheder. Bunlardan en iyisi, kişiyi, Cenab-ı Hakk’ın methetmesidir, Allah-u Teala’nın bizi üstün görmesidir.
Burada gördüğümüz üzere, Cenab-ı Hak İsrailoğulları’nı bir zamanlar âlemlere üstün kılmıştır. Âlemlerden kasıt, o dönemin bütün insanlarıdır; Türk, Kürt, Acem… Ne kadar insan ırkı aklınıza gelirse. Çünkü, o dönemin İsrailoğulları, Musa (a.s)’ya inanan, Allah’ın indirmiş olduğu Kitâb’ına inanan, kısacası, Allah-u Teala’nın üstünlük kriterinin içine giren imanlı insanlardı. İnsanlar, belirtilen bu kriterlere uymadıkları takdirde, ne yazık ki, Kur’an’ı Kerim’de vurgulanan Esfele Sâfilin’e dahil olurlar. Tin Suresi 95/1-5 ayetler şöyledir:
“Ve’t-tîni ve’z-zeytûn. Ve Tûr-u Sînîn. Ve haze’l-beledi’l-emîn. Lekad halakne’l insane fî ehsen-i takvim. Sümme radednâhü Esfele Sâfilîn.” ‘İncir’e, zeytine, Sina Dağı’na ve şu emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.’
Mesela çok güzel ve taze bir eti koruyamazsanız, öyle kötü ve pis bir hale dönüşür ki, çöpe atarken dahi dışarıya koku vermemesi için naylonlara sarmalayıp da atarsınız. Aksi takdirde, etin bulunduğu çöp tenekesinin yanından bile geçilmez olur. İşte, insanları da Allah-u Teala çok güzel kıvamda yaratmıştır. Fakat insan, kendi değerini bilmez, fıtratını bozar, yanlış işlere girerse, bu defa, hiçbir varlığın olmadığı kadar kötü ve zararlı bir birey haline gelir. O zaman da, Esfele Sâfilîn’in ta kendisi olur. Tin Suresi 95/6 ayeti kerimede devamla şöyle buyrulmaktadır:
“İlla’llezîne âmenû ve amilu’s-sâlihâti felehüm ecrun ğayru memnun” ‘Fakat iman edip salih amel işleyenler öyle değildir, onlar için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.’
Bizim için esas olan, 6. Ayette belirtilen bu gruba dahil olmaktır.
Buraya kadar geçen ifadelerden şunu anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak, Yahudileri, hz. Musa (a.s)’ya, Tevrat’a ve kendilerine gönderilen öbür peygamberlere inandıkları sürece, diğer insanlardan üstün kılmıştır.
Daha önce de değindiğimiz gibi, Cenab-ı Hak, Meryem vâlidemizi de aynı şekilde diğer insanlara üstün kılmıştır. Yalnız bu üstünlük, ona da koşulsuz verilmemiştir. Bunu bize bildiren, Âl-i İmran suresi 3/43 ayeti kerimede şöyle buyrulmaktadır:
“ Yâ Meryemu’knütî li-Rabbiki ve’scüd’i ve’rkeî mea’r-râkiîn.” ‘ Ey Meryem! Rabbine ibadet et, secde et, rükû edenlerle birlikte rükû et.”
Yine, örnek vermek gerekirse, Allah-u Teala, peygamberimize (s.a.v) Makam-ı Mahmûd’u vermek için ondan, teheccüd namazını kılmasını talep etmiştir. İlgili İsra suresi 17/79 ayeti kerime şöyledir: (estaizu bi’llah)
“Ve mine’l-leyli fe-tehecced bihî nâfilete’l-lek.” ‘Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.’ “Asâ en yeb’aseke rabbüke Mekame’m-Mahmûdâ’ ‘Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a yükselteceği umulur.’
Bu ayeti kerimelerden anlıyoruz ki, gerek peygamberimiz hz. Muhammed (s.a.v)’e Makam-ı Mahmud, gerekse Hz. Meryem validemize seçkinlik, koşulsuz olarak verilmemiştir.
Nebî kelimesi, Allah (c.c) tarafından ‘değeri yükseltilmiş kişi’ demektir. Nebiler de eğer kendilerine lütfedilen bu değerin kıymetini bilmezler ise, o halde, onlar da Esfele Sâfilin’e inmeye adaydırlar. Bu durumu da Zümer suresi 39/65 ayeti kerimeden öğrenmekteyiz: (estaizu bi’llah)
“Ve lekad ûhiye ileyke ve illa’llezîne min kablik. Lein eşrakte le-yahbedanne amelüke ve-le-tekünenne mine’l hâsirîn” ‘Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun, eğer şirke düşersen işlerin mutlaka boşa gider ve kaybedenlerden olursun.’
Demek ki, Nebi olmak da insanı kurtarmamaktadır. Dolayısıyla, peygamberler de dahil, hiç kimsede “İsmet” sıfatı yoktur. Bundan ötürü, Allah-u Teala hepimize “İttekû” –korunun- emrini verir. Kendimizi günahlardan korumakla mükellefiz.
Biz, emr olunduğumuz üzere beş vakit namazımızı kılarız. Ardından da şayet beş vakitin dışında kalan sünnet/nafile namazları kılarsak, “Le alleke terzâ” (umulur ki Rabbinin rızasına erersin) hitabına muhatap olabiliriz. Tahâ suresi 20/130 ayeti kerimede şöyle buyrulur: (estaizu bi’llah)
“ Fasbir al âmâ yekûlûne ve sebbih bi hamdi Rabbike” ‘Onlar ne derlerse desin, sen sabret ve Rabbinin hamdine karşılık teşbih et.’
Burada da bir koşul olduğunu görmekteyiz. Hamd: Yaptığı herşeyi yerli yerince, güzel yapmak demektir. Böylelikle, ayet-i kerimede “Rabbin her şeyi güzel yapıyor ya, buna karşılık sen de tesbih et” manasına gelmektedir. Bu teşbihi yapma vakti de, şu şekilde açıklanır: (estaizu bi’llah)
“Kable tulûi’ş-şemsi ve kable ğurûbiha” ‘Güneşin doğmasından önce ve batmasından önce.”
Hemen belirtelim, bu ayeti kerimede kastedilen nafile namazlardır. Zira, farz namazlara işaret edilirken, “Ekımi’s-Salah” (Namaz Kıl) terkibi kullanılmaktadır. (Örnek için bkz Hud 11/114) Taha 20/130 ayette ise “Tesbih” ifadesi yer almaktadır:
“….ve sebbih bi-hamdi Rabbike kable tulûi’ş-şemsi ve kable ğurûbiha” ‘Güneş doğmadan önce ve batmadan önce, Rabbinin hamdine karşılık tesbih et.’ Yani, ‘Allah herşeyi güzel yaptığı için sen de ona karşılık tesbih et.’
“ Ve min ânâi’l-leyli fe-sebbih ve etrâfe’n-nehârile alleke terzâ.” ‘Gecenin anlarında tesbih et ve gündüzün bölümlerinde. Umulur ki, razı olursun.’
Arapça dil bilgisi kurallarına göre cemi (çoğullar) en az üç ile başlar. Öyleyse, ayette geçen “ânâ el-Leyl” (gecenin anlarında) en az üç vakit eder. “Etrâfe’n-Nehâr” (gündüzün bölümlerinde) da yine en az üç vakit eder. Toplamda 6 vakit eder.
Dikkat ederseniz, 5 vakit farz namazların dışında kıldığımız, gece 4, gündüz 4 nafile namaz vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Gündüz 1: Kuşluk namazı.
Gündüz 2: Öğle namazının farzından önce kıldığımız sünnet/nafile namaz,
Gündüz 3: Öğle namazının farzından sonra kıldığımız sünnet/nafile namaz,
Gündüz 4: İkindi namazının farzından önce kıldığımız sünnet/nafile namaz.
Yalnız, hadislerde, ikindi namazından önce değil de, sonra kılınan nafile namaz olduğuna dair sahih hadisler vardır. Fakat her nasılsa, bahsi geçen namaz uygulamalarımızda bulunmamaktadır.
Gece kıldığımı dört nafile namaz ise şunlardır:
Gece 1: Akşam namazından sonra kılınan sünnet/nafile namaz,
Gece 2: Yatsı namazından sonra kılınan sünnet/nafile namaz,
Gece 3: Teheccüd namazı
Gece 4: Sabah namazından önce kılınan sünnet/nafile namaz.
Tüm bu nafile namazlar ne içindir ya Rabbi diye sorduğumuzda, aldığımız yanıt: “Le alleke terzâ” (umulur ki razı olursun –Taha 20/130-) Dikkat ederseniz, peygamberimiz (s.a.v) için beyan edilen: “…asâ en yeb’aseke Rabbüke” ayeti ile bizim için beyan edilen “Le alleke terzâ” hitabına elbette peygamberimiz (s.a.v) de dahildir. Fakat o, haricen gece kalkıp namaz kılmakla da mükelleftir.
İnsanlar şayet kendi değerlerini yükseltmek istiyorlarsa, Allah-u Teala bunun için onlara yapılması gerekenleri bildirmiştir.
Burada, sadece bir parantez olarak, bilginin kayda geçmesi için şunu da ilave etmek isterim; ayeti kerimelerden gece 3 farz namazın olduğu anlaşılmaktadır. Akşam namazı, yatsı namazı ve sabah namazı. Yine ayeti kerimelerden gündüz de iki farz namazın olduğu öğrenilmektedir; öğlen namazı ve ikindi namazı. Bunlar net olarak bellidir.
Rekat sayısı itibariyle de çok enteresan bir husus vardır. Şöyle ki, gündüz sekiz rekat, gece ise dokuz rekat farz namazı kılmaktayız. Dört rekat öğle namazının farzı ile, dört rekat ikindi namazının farzı, toplamda gündüz sekiz rekat demektir. Gece ise üç rekat akşam namazının farzı, dört rekat yatsı namazının farzı ve son olarak, sabah namazının iki rekat farzı, toplamda dokuz rekat gece namazı demektir. Peki, bir soru sormak gerekirse, gece namazlarının rekat sayısı neden gündüz namazlarının rekat sayısından 1 fazladır? Namazlardan bir tanesinin “Es-Salâtü’l-Vusdâ” (Orta Namaz) olması için (orta namaz için bkz Bakara 2/238).
Orta namaz; akşam namazıdır. Zira, Kur’an’ı Kerim’in sistemine göre orta namaz, akşam namazı olmak durumundadır. Orta namazın rekat sayısının da orta olması gerekir. Dolayısıyla 3 öyle bir rakamdı ki, 2 ile 4 rakamının da ortasıdır, aynı şekilde iki tane 4’ün de ortasıdır. Bu sebepledir ki, gündü ve gece kılınan farz namazlarının toplam rekat sayısı, eşit değil, 1 faladır. Bu durumda, içlerinden bir vakit namazının Salat’ül-Vusdâ olmasından kaynaklanmaktadır.
Konumuza dönersek, insanlar her zaman bir şekilde üstünlük sağlamak için, dini kullanmışlardır. Bu, üstünlük sağlamanın en kestirme ve kısa yoludur. Onlar için bundan daha etkili bir yol yoktur.
Hatırlarsanız, Şeytan, Allah-u Teala tarafından kovulduktan sonra, Cenab-ı Hakk’tan kıyamete kadar yaşama ruhsatı almış, Âraf suresi 7/16 ayette bize şöyle söylediği bildirilmiştir:
“ Kâle, fe-bimâ eğveyteni Le-ek’udenne lehüm sırâteke’l-müstekım” ‘İblis dedi ki; öyleyse beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.’
Sırât-ı Müstakım’de oturabilmek için, orayı iyi bilmek olmazsa olmaz şarttır. “sağlarından sollarından, önlerinden arkalarından geleceğim (bkz Âraf 7/17)” denildiği zaman da orayı en ayrıntısına kadar tanıyor demektir. Öyleyse, Sırât-ı Müstakım’i bilmek önemlidir evet ama esas olan senin niyetinin ne olduğudur. Sırât-ı Müstakım’i iyi bilmek demek, o Sırât-ı Müstakim’de olmak demek değildir. Şeytan, Sırât-ı Müstakım’i gayet iyi biliyor ama orada Şeytan sıfatıyla oturmaktadır. Önemli olan orada senin neyi birinci sıraya koyduğundur. Allah’ın rızasını mı, yoksa kendi nefsini mi? Eğer burada öncelik Allah-u Teala’nın rızasını kazanmak ise işte o takdirde Sırât-ı Müstakim’de olanlar: (estaizu billah)
“Ve lâ tehınû ve lâ tahzenû ve entümü’l a’levne, in küntüm mü’minin” ‘Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın, eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmran 3/139) burada bildirilen üstün gelecek olanlar grubuna girebilirler.
Sırât-ı Müstakım’de oturan Şeytan’ın amacı, insanları kendine kul etmektir. Bu konuda çok dikkatli olmamız gerekmektedir. İki türlü Şeytan vardır: İnsan Şeytanı ve Cin Şeytanı.
Cin şeytanlarından euzü besmele çekerek kurtulabilirsin ama insan şeytanından ömür boyu hatim indirsen de kurtulamazsın.
Asıl konuya dönmek gerekirse, geçmişten günümüze, nefsini birinci sıraya koyanlar, dini motiflerden en çok Mehdi ve Mesih konusunu kullanmışlardır. Peki bu inancın kaynağı nedir? Neden bütün toplumlarda Mehdi inancı görülmektedir? Bu suale Âl-i İmran suresi 3/81 ayeti kerime bir cevap niteliğindedir:
“Ve iz ehaze’l-lâhü misaka’n-nebiyyin” ‘ Allah, nebilerin sözünü almıştı.’ (Yani, ‘Misâka’n mine’n-nebiyyin’, -Allah nebilerden söz almıştı- demektir)
Biz, Kur’an’ı Kerim’den çok iyi biliyoruz ki, kendisine Kitâb verilmemiş tek bir Nebi yoktur. İnen kitaplar dört tane değildir bilakis, Nebi sayısınca Kitâb nazil olmuştur. (bkz En’am 6/83-89)
“Ve iz ehaze’l-Lâhü misâka’n-nebiyyin, le mâ âteytüküm” ‘Allah, nebilerin sözünü almıştı. Size veririm…’
Zaten, “Le mâ âteytüküm” ifadesi Nebiler’in hepsine kitap verildiğini destekleyen bir ifadedir.
“Min Kitâbin ve Hikmetin” ‘Bir Kitap ve bir Hikmet.’
Hikmet: Kitaptan çıkarılan hükümler manasına gelmektedir.
“Sümme câekum Rasûlün” ‘sonra size bir resul gelirse’, yani illa bir Nebi gelmesi gerekmiyor. “Musaddiku’l-limâ meakum” ‘Sizinle beraber olanı tasdik eden.’
Bugün, dünyanın her hangi bir yerine gittiğinizde, her hangi bir Yahudi ile, Hıristiyan ile, Sâbiî ile veya bir Zerdüşt ile konuştuğunuzda, orada onlara da çeşitli resullerin geldiğine dair bilgileri öğrenmiş olursunuz. Örneğin; Budistler’in yaşadığı yerlere gidip de, onlarla görüştüğünüzde, Buda’nın da aslında vaktiyle bir Resul olduğuna, İncir ağacının alında vahiy aldığına dair bilgilere rastlasınız. Onlarla ilişki kurduğunuzda, onlara Kur’an’ı Kerim’deki “Ve’t-tîni” (İncir’e andolsun) ayetlerini okuduğunuzda, o zaman bunu duyanların da görevi, ona mutlaka inanmaktır:
“Le tü’minünne bihi” ‘ona mutlaka inanacaksınız’ (Âl-i İmran 3/81)
Nebi, hz. Muhammed (a.s)’dır. Fakat Resul (elçi) Kur’an’ı Kerim’i götürüp tebliğ eden herkestir.
“…le tü’minünne bihi ve le tensurunnehü” ‘(Size bir elçi gelirse) ona mutlaka inanacak ve yardımcı olacaksınız’
Allah-u Teala bu sözü tüm ümmetlerden almıştır.
“Kâle e-akrartüm” ‘Dedi ki, ikrar ettiniz mi?’ Yani bunu içinize sindirdiniz mi? “Ve ehaztüm alâ zaliküm ısrî” ‘Size teklif edilen bu konuda benim o ağır yükümü, sırtınızı çatırdatacak olan bu ağır yükümü aldınız mı?’ “Kâle akrarnâ” ‘Dediler ki, tamam içimize sindirdik.’ “Kâle Fe’şhedû” ‘Allah-u Teala o nebilere dedi ki şahit olun’ “ Ve ene meakum mine’ş-şâhidin” ‘Ben de sizinle beraber şahitlerdenim’ “Fe men tevellâ ba’de zalike fe ülâike hümü’l fâsikûn” ‘Kim bundan sonra yüz çevirirse, onlar yoldan çıkmışlardır.’
Bu ayeti kerimelerde geçen, “Isr” kelimesi son derece önemlidir. Allah-u Teala, bizden önceki toplumlara çok ağır bir yük yüklemiştir. “Yanlarındaki kitabı tasdik eden yeni bir Nebi yahut Resul geldiğinde ona mutlaka iman etme zorunluluğu.” Resuller iki çeşittir: Birisi Nebi olan Resul’dür, peygamberimiz Muhammed (a.s) gibi. Diğer de, Nebi olmayan Resul’dür. Yani, vahiy almayan fakat öte yandan Allah’ın indirdiği kitabı gidip insanlara tebliğ eden elçi manasında.
İnanma sözü alınan Nebi/Resul gelinceye kadar, insanlar onu bekliyorlardı.
Bir çokları bugün Mehdi beklentisindedir. Enteresan olan şu ki, birisi, onların istedikleri tüm özelliklere sahip olarak gelse ve Mehdi olduğunu ilan etse, kabul etmeyeceklerdir. Çünkü kabul ettiklerinde, ona yardımcı olmaları gerekecektir. Fakat ne zaman ki, Bir ekip önceden oluşturulur, dünyalık bir menfaat etrafında toplaştırılır ve başlarına da birisi Mehdi olarak geçer, işte o zaman siyasi bir hareket başlatacaklardır.
Hz. Muhammed a.s’ın Medine’ye intikal edip, orada risaletini yayacağını Yahudiler kendi kitaplarından gayet iyi bilmekteydiler. Bu yüzdendir ki, dört Yahudi kabilesi Medine’ye yerleşmişti. Ama ne zaman ki o bekledikleri Resul geldi, onu inkar ettiler.
Bakara 2/89. Ayette şöyle buyrulur: (estaizu bi’llah)
“Fe lemmâ câehum mâ arafûkeferû bih” ‘Tanıdıkları peygamber geldikten sonra onu inkar ettiler’
Halbuki, hz. Muhammed as için evlerini taşıyıp Medine’ye yerleşmişler, yıllarca “bir resul gelecek, biz dünyaya hakim olacağız” diyerek propaganda yapmışlardı. Fakat o resul geldiğinde inkarı seçtiler. Bu defa, “Süleyman dünya hakimiyetini sihri kullanarak elde etmişti, biz de sihirle, tılsımla hakimiyet kuracağız” düşüncesiyle yeni kılıflar uydurdular.
Peygamberi devre dışı bırakıp başka yola saptılar ve nihayetinde sönüp gittiler. Üstelik, Medine’yi de ellerinden kaçırdılar.
Bugün hala Yahudiler, gelen peygambere inanmadıkları için bir Mesih beklentisi içersindeler. Hıristiyanlar da aynı şekilde Muhammed as’a iman etmedikleri için bir Mesih beklentisindedirler. Lakin, onların bilginleri şüphe duymaksızın gayet iyi biliyorlar ki, o peygamber gelmiştir.
Hind dinlerinin Vedalar denilen kutsal kitaplarında, 6-7 sayfalık bir bölümde, peygamberimizle ilgili Muhammed ismi de dahil, tüm detaylar kayıtlıdır. (Enes Alimoğlu bu konuda çalışmıştır) Hindistan’a gidenler, bu bilgilerle kendi bilgileri arasında irtibat kurmalıdırlar. Bu açıdan Dinler Tarihi önem arz etmektedir. Tabii, Dinler Tarihi’ni batılıların kafasıyla değil, Kur’an’ın bize gösterdiği şekilde okumamız gerekmektedir. Batılıların akılları son derece havadadır ve dünyalıktan başka bir şey düşünmemektedirler. Şimdi bu dünyalıklarını da kaybetmektedirler.
Zerdüşt toplumlardaki Mehdi beklentisinin temelinde de gelecek peygambere inanma mecburiyeti yatmaktadır. Onların kutsal metinleri Gahtalar’ı okuduğunuzda, bu metinlerin aslında ilahi kaynaklı olduğunu anlarsınız. Sâbiîler’de de durum farklı değildir. Bu sebepledir ki, Allah-u Teala dünyanın her yerine peygamber gönderdiğini bizlere bildirmiştir. Gönderdiği her peygamberi de, kendisinden sonra gelecek olan peygambere inanılmasını öğütlemesi için görevlendirmiştir.
Mehdi kelimesinin sözlük anlamı: Hidayete erdirilmiş, doğru yolda olan kişidir. Bu anlamda her Müslüman bir Mehdî’dir.
Bir Katılımcı: Diyanetin sitesinde, Ahmet Serdaroğlu’na ait, Mehdi beklentisi konusunda yayınlanmış bir makale var. Oradan bir bölüm okumak istiyorum. Şöyle yazmıştır:
“Bu kanaat sahipleri (Mehdi’nin geleceğini iddia edenler), iyi bilmelidir ki, şimdiye kadar bu iddia ile ortaya çıkanların hiçbiri Mehdi olmadığı gibi, şuanda ve bundan sonra da böyle bir adam beklemek, İslamiyet için çalışmayı bir tarafa bırakmak demektir. Mehdi kelimesinden, hidayete ermiş ism-i mef’ul manasını murat edersek, Allah’ın emrettiği yolda giden herkes Mehdi’dir.”
Abdülaziz Bayındır: “Medûyun” vav harfi, yâ harfine çevrilerek “Mehdiyyun” kelimesi elde ediliyor.
Bir Katılımcı: (aynı makaleyi okumaya devam etmektedir)
“İsm-i fail manası murad edilirse, asıl Hâdi olan onun gönderdiği Kur’an ve O’nun peygamberi hz Muhammed (s.a.v) ile onların yoluna davet eden her Müslümandır.”
Abdülaziz Bayındır: Yalnız Mehdi kelimesine ismi fail anlamı vermek mümkün değildir. Sıfat-ı Müşebbehe de değildir. İsm-i Fail Sıfat-ı Müşebbehe olur ama İsm-i Mef’ul olmaz.
Bir Katılımcı: Aslında hocam, ism-i fail, ismi meful konusundan ziyade, enteresan olan, bu makalenin diyanet dergisinde yayınlanmış olmasıdır.
Abdülaziz Bayındır: Önemli değil, bizi resmi kuruluşlar değil, bu yazıyı yazan kişi ilgilendirir. Mehdûyun, Mefûlün veznindedir öyle değil mi. İsm-i Meful kalıbında “hidayete erdirilmiş kişi” manasındadır. Hâdi kelimesi olsa, Hâdi kelimesine iki türlü anlam verilmektedir: A) Doğru yola sokan anlamında. Bu özellik yalnız Cenab-ı Hakk’a aittir. Sadece Allah-u Teala insanların doğru yola girip giremeyeceğini onaylar. B) Doğru yolu gösterme anlamında. Allah-u Teala Şûra 42/52 ayeti kerimede şöyle beyan etmiştir:
“Ve inneke le tehdî ilâ Sırat-ı’m-Müstakım” ‘Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin.’
Doğru yola getirme anlamında, peygamberimizin bir yetkisinin varlığı söz konusu değildir. Cenab-ı Hak Kasas 28/56 şöyle buyurmuştur:
“İnneke lâ tehdi men ahbebte ve lâkinne’l-Lâhe yehdi men yeşâ” ‘Sen istediğini doğru yola getiremezsin, bilakis Allah tercih ettiğine hidayeti verir.’
Rabbimiz, “sen istediğini yola getiremezsin” buyuruyor, diğer taraftan Lâm-ı Te’kid ile “inneke le tehdi” (sen muhakkak ki yolu gösterirsin) buyuruyor. Dolayısıyla, doğru yolu gösterme manasında Muhammed as Hâdi sıfatına sahiptir. Her Müslüman bu manada Hâdi’dir. Her insan, insanlara doğru yolu gösterme görevi ile vazifelidir. Kur’an’ı Kerim’de Rad suresi 13/7’de şöyle buyrulur:
“Ve li külli kavmin hâd” ‘Her kavmin bir yol göstericisi vardır’
Her Müslümanın bu anlamda Hâdi olması gerekmektedir. Müslüman ancak yol gösterici olabilir. Hiç kimse hiç kimseyi yola getiremez. Cenab-ı Hak böyle bir şeyin olamayacağını Kasas suresi 28/56’da peygamberimize bildirmiştir:
“Sen istediğini yola getiremezsin ama Allah şey edeni (yani gereken gayreti göstereni) Sırat-ı Müstakim’e getirir.”
Tabii, meallerde Şâe fiiline verilen yanlış anlamları bizi sürekli dinleyenler bilmektedir.
Peki öyleyse Mehdi kelimesine “yola getiren” manası mı verilmektedir? Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra bu inançlar ortaya çıkmıştır.
Bir Katılımcı: Sizin de dediğiniz gibi, Mehdi kelimesi sözlükte “hidayeti onaylanmış kişi” demektir. İslam’ın doğduğu dönemde bu kelime, peygamberimiz as için ve râşid halifeler için kullanılmıştır. Daha sonra siyasi bazı olayların neticesinde, Hz. Hüseyin’in şehid edilmesi sonrasında bazı gruplar tarafından Mehdi kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Örnek verecek olursak, hz. Ali’nin mevlası olan Keysan ismindeki zatın, hz. Ali’nin küçük oğlu Muhammed-ül Hanefiyye için Mehdi sıfatını kullandığı iddia edilmiştir.
Abdülaziz Bayındır: Yalnız, buradaki Mehdi kelimesine ‘kurtarıcı’ anlamı yüklenmiştir. ‘küfürden kurtaran’, ‘sıkıntıdan kurtaran’ anlamlarında kullanılmıştır.
Bir Katılımcı: Daha önce de, hz. Ali için bu sıfatın kullanıldığı gelen rivayetler arasındadır. Fakat, onun için Mehdi kelimesinin kavramlaşmış anlamı değil de, ‘doğru yolda olan kişi’ manasını ifade eden anlamı kullanılmıştır.
Abdülaziz Bayındır: Bu, her Müslüman için kullanılan bir sözdür. Her Müslüman doğru yola gelmiş anlamında Mehdi’dir.
Bir Katılımcı: Muhammed-ül Hanefiyye’nin vefat etmesinden sonra, yeniden dünyaya geleceği ya da Radva adındaki bir dağda saklandığı iddia edilmeye başlanmış ve buna dair efsanevi hikayeler anlatılır olmuş. Örneğin: Bir gözünden balın, bir gözünden sütün aktığı ve belli bir süre sonra geleceği iddiası gibi. Bu efsaneler daha çok hz. Hüseyin’in vefatından sonra dillendirilmiştir. Çünkü o dönemde Ehl-i Beyt ve bazı Müslümanlar baskı ve işkence altında idiler.
Abdülaziz Bayındır: Burada şunu söylemek lazım, hz. Hasan’ın çocuklarıyla kimse ilgilenmemiştir. Çünkü burada esas olan hz. Hüseyin’in eşi Şehrubânu’dan olan çocuklarıdır. Şehrubânu, İran Kisrası’nın kızıydı. İranlılar’da, Ferr-i Yezdân şeklinde isimlendirilen, Allah’a ait bir ruhun, krallarında mevcut olduğu ve bu özelliğin yani Tanrılığın, krallarının çocuklarına da geçtiği inancı kabul edilirdi. Hz. Hasan’ın değil de, Hz. Hüseyin’in çocuklarına kutsallık atfedilmesinin sebebi budur. Yoksa kimse Hz. Hüseyin’in yüzüne gözüne hayran değildir. Hz. Ali ve Hz. Fatıma da, hep bu senaryonun boş kalan yerlerini doldurmak için kullanılmıştır. Hz. Hüseyin’in Şehrubânu’un dışında başka hanımdan çocukları yok mu, elbette vardır ama onlarla ilgilenilmez. Çünkü buırada asıl mesele Şehrubânu’nun soyundan gelmektir. Hz. Hüseyin’in soyundan gelmiş olmak kimsenin umurunda olan bir şey değildir. İslam dini içersinde bir oluşum meydana getirildiğinde, mecburen senaryonun kalan kısımlarının tamamlanması gerekmiş ve devreye hz. Hüseyin, hz. Fatıma ve peygamberimiz sokulmuştur. Dolayısıyla Zerdüştlük’teki zaruri olan dinin peygamber beklentisi, Mehdi beklentisine çevrilmiştir.
Bir Katılımcı: Mevalide, daha ziyade İran halklarında hz. Hüseyin eylemi çok ağır basmıştır. Orada siyasi bir çekişme yaşanmıştır. “Mehdi gelecek, kim dünyayı yönetecek, kim başa geçecek” soruları akılları meşgul etmiştir. Bir yandan, beklenilen bu şahsın, Müslüman kanının akıtılmaması için hilafet hakkından vazgeçip, yönetimi Muaviye’ye bırakan hz. Hasan’ın soyundan çıkacağı söylenmiştir. Öte yandan, Şia, hilafetten vaz geçen hz. Hasan’ın hakkını kaybettiğini ve bu hakkın, şehid edilen hz. Hüseyin’e geçtiğini savunmuştur.
Bu kısa girişten sonra şöyle devam edebiliriz; Hz. Hüseyin’in vefat etmesinden sonra yönetim Emevilere geçmiş, Emeviler de, Mehdilik pastasından bir pay almak için kolları sıvamıştır. Fakat şunu hemen belirtmeliyiz ki, Emeviler’de Ömer b. Abdülaziz gibi saygıdeğer ve ideal yöneticiler de yönetimin başında yer almıştır. Ömer b. Abdülaziz için doğru bir insan anlamında Mehdi kelimesi de kullanılmıştır. Yine, Süleyman b. Abdülmelik’e de aynı şekilde, bir yere kadar sözlük anlamında Mehdi sıfatı verilmiştir.
Ehl-i Beyt taraftarlığını yapan insanların, Mehdi tezini kullanmak suretiyle Emevileri hedef almaları sonucu, Emeviler de kendi Mehdilik’lerini oluşturmuşlardır.
Dünya tarihine baktığımızda, her toplumun kendi karakterine uygun bir Mehdi figürüyle karşı karşıya kaldığını görürüz. Bunun için Müslüman olmaları gerekmiyor, Amerika kıtasına baktığımızda orada da bu müşahede edilmiştir.
Abdülaziz Bayındır: Kurtarıcı beklentisine çevrilmiş olan gelecek peygambere inanma yükümlülüğü, Tevrat’ta, İncil’de, Hint dinlerinde görünmektedir. Enes Alimoğlu hocamızın çıkardığı kitapta bu bilgiler mevcuttur. Kur’an’a göre bütün dünyanın dini yapılanması içersinde bu yükümlülük vardır.
Bir Katılımcı: Mehdi ya da Deccal’in şahıstan ziyade, bir düşünce olduğunu iddia edenler, o dönemde hangi düşünce revaçtaysa hep onu hedef göstermişlerdir. Komünizm, Kapitalizm gibi hangi ideoloji tehlike olarak görülmüşse, insanları o akımlardan kurtarmak için hedef alınmıştır.
Abdülaziz Bayındır: Mehdi ile ilgili hadislerde insanları yola getiren, hidayete erdiren, cennete ulaştıran şeklinde bir kayıt var mı?
Bir Katılımcı: Yok. Daha çok, dünyevi bir hükümdarlık vaat edilmiştir. Zira o dünyada artık kurtla kuzu birlikte yaşayacak, hayvanlar et yemeyi bırakıp ot yiyeceklerdir (!).
Abdülaziz Bayındır: Yani, Hakk’ın koyduğu bütün kanunlar değişiyor ve kurtla kuzu yan yana otlamaya başlıyor (!).
Bir Katılımcı: Bu tür düşüncelere temel oluşturabilmek için Emeviler hadis uydurmuşlardır. Fakat onların Mehdi’si bu sefer farklı bir isim altında Es-Süfyani olmuştur. Bakıyoruz ki, kaynaklarında Mehdi ile Es-Süfyani arasında çok büyük savaşlar olacağı bildirilmiştir. Bu durumda sanki, iki aile arasında yaşanan bir kavga sonucu bazı yeni düşünceler oluşturulmuş, bu düşünceler bir yerde çatıştırılmış ve Mehdi’nin galip gelip, Es-Süfyani’nin mağlub olacağı söylenmiştir.
Abdülaziz Bayındır: Taraftar bulmaya çalışmışlar, yeni bir siyasi hedef oluşturmuşlardır.
Bir Katılımcı: Abbasiler, Ehl-i Beyt için bir takım faaliyetler sürdürmüşlerdir ve daha sonra Abbasiler bir ihtilal sonucu başa geçmişlerdir.
Muhammed en_Nefs Zekiyye, sahip olduğu elçileri Horosan tarafına gönderirmiş.
Abbasiler, başa geçtiğinde, kendilerinin Mehdi olduğunu iddia etmeye başlamışlardır. İlk Abbasi halifesinden son halifeye kadar bu iddianın gündemde olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin; Ebu Cafer el-Mansur, kendisini Mehdi lakabıyla, Es-Seffah lakabıyla vasıflandırmıştır. Daha sonra üçüncü halife el-Mehdi’nin de Mehdi olduğu iddia edilmiştir. Hatta, Ebu Cafer’in oğluna el-Mehdi sıfatını bizzat verdiği, zayıf kabul edilen bazı kaynaklarda geçmektedir.
Mehdi ile alakalı temel 5 iddia vardır. Elimizde var olan kaynaklardan, hadislerden aktaracağım. 1. İddia zayıftır çünkü diğer hadislerle çelişmektedir. Gerçi, bu sahada sağlam bir rivayet yoktur. Hepsi uydurmadır.
Abdülaziz Bayındır: İsa as ile ilgili Enes Alimoğlu hoca çalışmıştır.
Enes Alimoğlu: Bir hadis rivayeti vardır, Buhari ve Müslim’de geçen. Şöyledir:
(Muhtasar Sahih-i Müslim Tercemesi 2059 no’lu hadis)
“An ebî Hureyrete: Kâle Resulullah (s.a.v): Vallahi! Le-yenzilenne’bnu Meryeme hakemen âdilen, fe-le-yeksırenne’s-salîbe. Ve le-yektulunnu’l-hınzîra ve le-yedâ’anne’l-cizyete”
“Ebu Hureyre’den: Resulullah dedi ki; ‘Vallahi! Meryem oğlu İsa adil bir hakim olarak muhakkak yeryüzüne inecektir. Haç’ı mutlaka kıracaktır. Domuzu öldürecektir. Cizyeyi kaldıracaktır.”
Buhari’de geçen rivayette “ak minareye inecek, Muhammed as’ın şeriatına uyacak” kaydı geçmez.
Abdülaziz Bayındır: İsa as neden domuzu öldürecek?! Ve hangi sıfatla gelecek?! Yeni bir Resul olarak mı?! Yeni bir Nebi olarak gelmeyip bir Resul olarak gelip, Muhammed as’ın şeriatini devam ettirecekse ki hep bunu ifade ederler, şunu sormak gerekir iddia sahiplerine; Muhammed as’ın şeriatında domuzu öldürmek var mıdır? O zaman yeni bir şeriatle gelmiş olur. Muhammed as’ın şeriatında Haç’ı kırmak var mıdır?! Muhammed as’ın şeriatında cizyeyi kaldırmak var mıdır?! Cizye almak bir ayeti kerime hükmüdür. Bkz Tevbe 9/29. Nasıl ayet hükmü olan cizyeyi kaldırabilir?! Tabii bu iddiaların hepsini yorumluyorlar. Ehl-i Kitap Müslüman olacak (!) diyorlar. Böyle bir durum söz konusu olamaz. Onların Müslüman olması için domuzun öldürülmesi mi gereklidir (!).
Yusuf suresi 12/103
“Ve ma ekseru’n-nâsi ve lev haraste bi-mü’minin” ‘Sen ne kadar arzu edersen et, insanların çoğu iman edecek değillerdir.’
Kimse insanları zorla Müslüman yapamaz. Açıkça anlaşılıyor ki, Hıristiyanlar geleceği kitaplarında yazılı olan Muhammed as’a inanmamak için hz.İsa’nın tekrar dünyaya geleceği inancını ortaya atmışlar, Müslümanlar da bunu havada kapmışlardır. Nasılsa bir Mehdi inancı oluşturulmuş. Üstelik bunlar Buhari’ye kadar geçmiştir.
Enes Alimoğlu: Kütüb-i Sitte’nin başk kaynaklarında, Mehdi hadisi içersinde “ve le tezhebenne’ş-şehnâ, ve’t-tebağuzu, ve’t-tehasüdü” ‘düşmanlıklar, kinler ve hasedleşmeler yok olup gidecektir’ ifadesi de geçmektedir.
Abdülaziz Bayındır: O halde, Cenab-ı Hakk’ın koyduğu bütün sistem değişecek mi?! Kur’an’ı Kerim’de Maide suresi 5/64’te şöyle buyrulmuştur:
“Ve kâle’t-il yehûdü yed’u’l-lâhi meğlûletün” ‘Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır dediler’
Yani cimrilik yapıyor diyorlar hâşâ!
“Ğullet eydîhim. Ve lü’ınû bi mâ Kâlû. Bel Yedâhü mebsûtatâni yünfiku keyfe yeş’a’ü. Ve le yezîdenne kesîr’m-minhüm ma ünzile ileyke mi’r-rabbike duğyâne’v-veküfrâ. Ve el-kaynâ beyne hümül’l-adâvete ve’l-bağzâe ila yevm’il kıyamete. Küllema ev-kadûnâ li’l-harbi edfe’eha’l-Lâhu ve yes’avne fi’l-erzı fesâdâ.”
“Onların elleri bağlı olsun! Söyledikleri şeyden dolayı lanetlendiler (rahmetimden dışlandılar). Bilakis, Allah’ın eli açıktır. Koyduğu sisteme göre infak eder. Rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artırır. Aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin soktuk. Savaş için yaktıkları her ateşi Allah söndürür. Yeryüzünde bozgunculuk için koşuştururlar.”
Burada bunların Yahudi oldukları akla gelmektedir.
Enes Alimoğlu: Maide 5/14 ayetinde de Hıristiyanlar için benzer ifadeler vardır.
Abdülaziz Bayındır: Gerçi, Âl-i İmran 3/64’ten de bu anlaşılabilir ama insanlar ayetler arası ilişki kurmadıkları için, ayetleri bağlamından kopardıkları için itiraz ederler. Maide 5/14’te şöyle buyrulur:
“Ve mine’l-lezine kâlû inna nasâra ehazna misâkahum fenesû hazza’m-mimma zükkirû bihi fe-eğretnâ beynehümü’l adâvete ve’l-bağzâe ilâ yevmi’l kıymeti ve sevfe yünebbiühümü’l-lâhü bi m kânû yasne’ûn.” “Biz Hristiyanlarız diyenlerden de kesin sözlerini almıştık.Ama onlar kendilerine bildirilmiş olan o payı unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarında düşmanlık ve kini teşvik ettik.Yakında Allah onlara yaptıklarıı haber verecektir.”
Yani yaptıkları bu yanlışlıklar sebebiyle aralarındaki kin ve düşmanlık güçlendirilmiştir. Bu yanlışları terk ederlerse, o zaman onlara Nasâra denilmez.
Hz. İsa’nın gelip kin ve düşmanlıkları kaldıracağı söylenmektedir. Peki o halde, bu ifade, yukarıda örneklerini verdiğimiz ayeti kerimelere kesin olarak terstir.
Şuna çok dikkat edilmelidir, gerek Türkiye’de, gerek Arabistan’da ve gerekse diğer ülkelerde, bu tür konularda yazı yazanlar, kendi mantıklarına ters düşen ayet ve hadisleri kesin delil olrak almazlar.
Bizim geleneğimizde zaten Kitap-Sünnet bütünlüğü kavramı kaybedilmiştir. Üstelik bu durum, bir ilim haline getirilmiştir. Kitap ayrı, Sünnet ayrı ele alınmıştır. Hâşâ, sanki Allah (c.c) bşka bir şey söylemiş, peygamberimiz başka bir şey söylemiştir!
Sonra da, Allah’ın sözünü anlamadıklarını, peygamberin sözünü anladıklarını söylemektedirler. Oysa ki, senaryolarının ayetlere ters düştüğünü açık olarak görmektedirler. Göre göre bunu yapmaktadırlar. Zira ayetlere müdahale edilemez. Fakat hadislere müdahale mümkündür. Orada kendi arzularına uygun sonuçlar çıkarabilmektedirler.
Abdullah b. Baz, İsa as ile alakalı ne demişti?
Enes Alimoğlu: Şöyle söylemiştir: “Kur’an’da nüzul-i İsa’yı reddeden ayetleri görüp bazı kimseler çok sevindi. Öyle ayetler olsa dahi, bizim Selif-i Salihin inancına uygun düşmediği için biz hadisleri tercih ederiz.”
Abdülaziz Bayındır: Buyrun bak! Bu nedir bu! Bir Müslümanın ağzından çıkacak söz mü?! Selef-i Salihin kim yani?! Allah’ın yerine bir kısım insanları koyuyorlar. Sonra ne demiş?
Enes Alimoğlu: “Kim nüzul-i İsa’ya inanmazsa kafirdir, katli vaciptir.”
Abdülaziz Bayındır: Bu iş senin dinine göre böyledir, Allah’ın dinine göre değil demek lazım. Öyle şey olur mu?!
Yahya Şenol: Ed-Diyanet-ül b.n Bâziyye! (Baz’ın Dini)
Abdülaziz Bayındır: Evet buna Baz’ın dini denir.
Kuran’ı Kerim’de Allah (c.c) bizlere hz. İsa’nın vefat ettiğini ve tekrar dünyaya gelmeyeceğini kesin olarak, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde bildirmiştir. Bu konuda en küçük bir şüpheye bile yer yoktur. Zaten bunu bin Baz da görmüş ve bunu görüp de sevinmeyin demiştir! Fakat esas üzücü olan, Kur’an’ın dışında yeni bir dinin oluşmuş olmasıdır. Âl-i İmran suresi 3/55 âyeti kerimeyi okuyalım:
“İz kâle’l-Lâhü yâ İsa, innî müteveffîke ve râfiuke ileyye” “Bir gün Allah-u Teala şöyle dedi: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim ve seni kendime yükselteceğim.”
(Buradaki “râfiuke ileyye” cümlesini istismar etmektedirler. İleride bu konu açıklanacaktır.)
“Ve mutahhiruke mine’l-lezîne keferû ve câilü’l-lezine’t-tebeûke fevka’l-lezîne keferû ilâ yevmi’l kıyâmeti.” Seni inkar edenlerden arındıracağım. (Bu kafirlerin pisliğinden kurtulacaksın) Ve sana uyanları kıyamete kadar üstün kılacağım.”
Hz. İsa’ya inananlardan kasıt Havârilerdir. Havâriler’i kafirlere üstün kılacağını Cenab-ı Hak bildirmiştir. Günümüzde hz. İsa’ya uyanlar kimlerdir? Biz Müslümanlar ona uymaktayız. Hz. İsa as bugün yaşasaydı Kur’an’a uymaz mıydı veya biz o devirde yaşasaydık ona uymayacak mıydık?
“Lâ nüferriku beyne ahadi’m-mir-Rusulih” (Bakara 2/285) “Allah’ın peygamberinden hiçbirisinin arasında ayrım yapmayız.”
Cenab-ı Hak bizlere bu ayeti okutmaktadır.
Bir Katılımcı: Şuan Hz. İsa’ya hakkıyla inananlar Müslümanlardır.
Abdülaziz Bayındır: Hz. İsa’yı bizden başka Müslüman kabul eden var mı? Ona Allah’ın resulü olarak inanmıyorlar ki! Allah, hz. İsa’yı nasıl tanımlamışsa, biz ona o şekilde inanmaktayız. Bu, bize Allah-u Teala’nın verdiği bir görevdir. Bundan dolayı rahatsız olmamalıyız. Okumuş olduğumuz Âl-i İmran 3/81 ayet bunu gösteriyor:
“…musaddiku’l-limâ meakum” “…sizinle beraber olanı tasdik eden.” Biz, tasdik ettiğimizi söylemek zorundayız. Onlara demeliyiz ki “Beyler! İsa as’a asıl inanan biziz. İncil’e de asıl biz inanmaktayız. Ben İncil’e inanmasam, Allah (c.c) beni Müslüman sayar mı?” Bitti bu kadar! Başkası bunu nasıl algılarsa algılasın! Allah-u Teala az önce de ifade etiiğimiz gibi Âl-i İmran 3/55’de şöyle buyurmuştur:
“Bir gün Allah-u Teala şöyle dedi: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim ve seni kendime yükselteceğim.Seni inkar edenlerden arındıracağım. Sana uyanları kıyamete kadar üstün kılacağım.”
İşte bugün, kafirlerden üstün olan biziz. Cenab-ı Hak öbürlerini kafir saymıştır. Maide 5/73:
“Le-kad kefer’l-lezine Kâlû inne’l-lâhe hüve’l mesîhu’bnü meryeme” “Andolsun, Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kafir olmuşlardır.”
Biz, böyle bir şey demiyoruz dolayısıyla kıyamete kadar üstün olacak olan bizleriz. Onun için, Cenab-ı Hak onlara demiştir ki:
“Evfû bi ahdi ûfî bi-ahdikum” “Size yüklediğim görevi yerine getirin, ben de yerine getireyim.”
Yüklenen görev; bu peygambere inanmaktır.
Âl-i İmran 3/55in son ayetinde:
“Sümme ileyye merciuküm fe ahkümü beyneküm fî Mâ küntüm bihi tahtelifûn” “Sonra dönüşünüz banadır. İhtilaf ettiğiniz konularda aranızda ben hükmedeceğim.”
Burada esas olan, “seni vefat ettireceğim ve seni kendime yükselteceğim” ayetinde keçen “ref” kelimesi, her insan için kullanılmış mıdır? Bir ayeti kerime vardır: Âraf 7/40:
“İnne’l-lezîne kezzebû bi ayâtinâ ve’s-tekberû anhâ lâ tüfettehû lehum ebvabü’s-semâi ve lâ yedhulûne’l cennete hattâ yelice’l cemelü fi semmi’l hıyâd.” “Bizim ayetlerimiz karşısında yalan söyleyenler…’ Yalanlayan değil çünkü yalanlamada kişi bazen haklı olabilir, kafirler için böyle bir şey söz konusu değildir. “Ve onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacaktır.’
Ahirette gökler dürülmüş olacaktır. Enbiya suresi 21/104 ayeti kerime şöyledir:
“Yevme nedvi’s-semâi ketayyi’s-sicilli li’lkütüb” “Kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. O gün gökleri kağıtların rulo haline getirilmesi gibi düreriz” buyrulur.
Dolayısıyla, gökler kıyamete vakti mevcut olmayacaktır. Şimdi vardır. (Âraf 40’a devam):
“Cennete de girecek değillerdir, o kalın halatlar iğne deliğinden geçinceye kadar.”
Buradaki “cemel” kelimesi, deve manasında değil, gemilerde kullanılan halatlar manasına gelmektedir. Bu anlamı (halatın iğne deliğinden geçmesi) sadece Keşşaf Tefsiri yazmıştır. Deve ile iğnenin bir alakası yoktur.
“Ve kezâlike neczi’l-mücrimin” “günahkarları işte böyle cezalandırırız.”
Dolayısıyla, bir kişi öldüğünde, ruhu ölüm melekleri eşliğinde 1. Kat semaya kadar çıkarılır. Şayet müminse ruhu mis kokulu ipekli bir beze sarılır. Kafirse, ruhu pis bir beze sarılır. Mümin olana semanın kapıları açılır, kafir olana kapılar açılmaz. Ayet ve hadis uyumu budur. Peygamberimiz buğdayı alıp ekmek yapmıştır. Sen buğdayı buğday olarak yersin ama ekmek gibi lezzet vermez. Peygamberimizin hadisleri de böyledir. Bu konuda ayetler de vardır. Hafız olmamamızın dezavantajı bu ayetleri hemen hatırlayamamak. Ama hafız olmamanın avantajı da var elbette. Hafızlar uçakla gidiyorlar ve hiçbir şey göremiyorlarken, biz yavaş yavaş gittiğimizden düşmemek için en küçük çukuru bile görmek zorunda kalıyoruz. Yavaş yavaş ilerliyoruz. “Seni katımıza yükselteceğiz” ayeti konusunda başka ayetler de vardır.
Yahya Şenol: (ilgili hadisi okumaktadır): -Ahmed b. Hanbel, 4. Cilt 287.sf-
“Mümin bir kulun dünyadan ayrılıp ahirete götürüleceği bir sırada gökten ak yüzlü melekler iner. O ruhtan yeryüzünün mis kokularının en güzeli gibi bir koku çıkar. Onunla birlikte yukarı çıkarlar. Meleklerin önde gelenlerinden hangisine uğrasalar bu temiz ruh kimindir diye sorarlar. Bunlar falan oğlu falandır diyerek dünyadaki isimlerin en güzelini söylerler. Nihayet 1. Kat semaya varır, kapının açılmasını isterler. Kapı onlar için açılır sonra her semadan mukarreb melekler diğer semaya kadar ona eşlik ederler. 7. Kat göğe çıkıncaya kadar böyle olur. Sonra Allah-u Teala şöyle der: Kulumu İlliyyun’un arasına kaydedin ve yeryüzüne döndürün. Çünkü onları topraktan yarattım, toprağa döndüreceğim ve bir kez daha topraktan çıkaracağım.”
Abdülaziz Bayındır: Burada araya girelim. Bu ifadelerin her biri ile ilgili ayetler vardır. Tekrar etmekte fayda var. Peygamberimizin ağzından çıkmış olan bir söz, dinle alakalı yapmış olduğu bir davranış mutlaka ama mutlaka Kur’an’ı Kerim’e dayanır. Biz bunu her zaman görüyoruz. Göremediklerimiz elbette oluyor. Mesela hadiste geçen İlliyyun’a kaydedilme mevzusu Kur’an’da Mutaffifin 83/18-20 ayetlerde belirtilmiştir:
“Kellâ inne’l-kitâbe’l-ebrâri le fî ılliyyin. Ve ma edrake ma ılliyyin. Kitabü’m-merkûm” “Hayır! Andolsun iyilerin kitabı İlliyyun’dadır. İlliyyun nedir bilir misin? (O İlliyyun’daki Kitab) içinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır.”
Sonra yine hadiste geçen topraktan çıkarılma toprağa dönme konusundaki ayeti kerime şöyledir: Taha 20/55
“Minha halaknâküm fiha nü’ıdüküm ve minhâ nühricüküm târete’n-ührâ” “Sizi topraktan yarattık, yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi oradan çıkaracağız.”
Ruhlar çıktıktan sonra kabirlerine dönüp orada beklerler. Göklerde bir bekleyiş söz konusu değildir. Göklere gidip gelinebilir o ayrı bir şeydir. Kadir suresi 97/4
“Tenezzelü’l melâiketi ve’ruhu fiha bi-izni Rabbihim” “O gecede Rablerinin izniyle melekler ve ruh her bir iş için iner dururlar.”
Ruhların asıl karar yerleri kendi kabirleridir. Çünkü ayette Allah-u Teala şöyle buyurur, (Fatır 34/22):
“Ve mâ ente bi-müsmi’ım-men fi’l kubur” “Sen kabirdekilere işittiremezsin!”
Kabirdekinden kasıt içinde bulunan ceset değildir. Ceset zaten ölmüştür. Kabre döndürülen ruh da cesede girmez. Bu konuda yanlış düşünceler dile getirilmektedir. Kabir azabına karşı çıkanlar, bu düşüncelerinden dolayı karşı çıkmaktadırlar. “Men fil kubur” kimdir? “men” akıllı varlıklar için kullanılan bir edattır. Akla sahip olan ceset öldüğüne göre, buradaki “men” edatı, ruhları işaret eder. Zira, o “men” olan “ruh” konuşmaktadır. Bakınız Yasin suresi 35/26:
“Kîle’d huli’l-cenneh” “Cennete gir” deniliyor mümin bir ruh için. Cennete giren kimdir? Vücut artık canlı değildir. Burada “ruh”a hitap edilmektedir. Şayet ölen ruh kafirlerdense Müminun suresi 23/ 99-100’de şöyle söylediği belirtilmektedir:
“Hattâ izâ câe ehade-hümü’l-mevtü kâle rabbi’r-ciûn. Leallî, a’melü salihan fî mâ teraktu.” “Nihayet, onlardan birine ölüm gelip çattığında: Rabbim der; beni geri gönder! Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada iyi bir iş yapayım.”
Hadiste anlatılan tamamen ayettir. Devam edebiliriz.
Yahya Şenol: “Kafir bir kul dünyadan ayrılıp ahirete yöneleceği sırada, gökten kara yüzlü melekler iner. Ellerinde eski çullar vardır. Nihayetinde göz görebildiğince otururlar. Sonra ölüm meleği gelir. Baş ucunda oturur ve der ki, “Ey pis ruh! Allah’ın kızgınlığına ve gazabına doğru yol al.” Ruh cesedinden ayrılır. Sanki pütürlü bir şişi yaş bir yünden ayırıyormuş gibi olur. Ölüm meleği onu alır.”
Abdülaziz Bayındır: Mesela, dikeni yaş bir yün üzerine koyarda çekerseniz, yün de dikenle birlikte gelir.
Yahya Şenol: “Onu alınca diğer melekler bir an bile onun elinden bırakmaz, onu alır, eski çulların içine koyarlar. O ruhtan, yeryüzünün en leş kokusu gibi bir koku çıkar. Onunla birlikte yukarı çıkarlar. Meleklerin önde gelenlerinden hangisine uğrasalar, bu pis ruh kimdir diye sorarlar. Bunlar: falan oğlu falan diyerek dünyadaki isimlerden en kötüsünü söylerler. Nihayet 1. Kat semaya varınca, kapının açılmasını isterler. Fakat kapı onun için açılmaz”.
Abdülaziz Bayındır: Âraf 7/40 “…Lâ tüfettehu ebvâbü’s-semâi ve lâ yed-hulûne’l-cennâte hattâ yelicü’l cemelü fi semmi’l-hıyâd.” “İşte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar halatlar iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir!”
Yahya Şenol: Sonra peygamberimiz Âraf 40. Ayeti okudu. Sonra, Allah-u Teala şöyle der: “Onu Siccîn’e kaydedin.”
Abdülaziz Bayındır: Mutaffifin 83/7-9:
“Kellâ inne’l-kitâbe’l-füccâri le fî Siccîn. Ve mâ edrâke mâ Siccîn. Kitâbü’m-merkûm”
“Doğrusu günahkarların yazısı, muhakkak Siccîn’de olmaktır. Siccîn nedir bilir misin? Amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır.”
Bir Katılımcı: Hocam, Âl-i İmran 56. Ayet ile ilgili, sizin de bildiğiniz gibi, “İnnî râfiuke ve müteveffîke” takdiminde bulunuyorlar. Eğer, Hz. İsa ilk olarak göğe çekilmişse, neden ayette “müteveffike” ifadesi önce kullanılmıştır? Takdim ve te’hir’in bir anlam ifade etmesi gerekmektedir. Takdim ve Te’hir yapmamış olsalar, dile getirdikleri anlamı ayetler vermemektedir. İlgili ayet-i kerimede önce “müteveffike”, sonra “râfiuke” ifadesi kullanılır. Fakat kaynaklarda yaygın olarak önce “râfiuke” sonra “müteveffîke” gelecek şekilde anlam verilmektedir. Takdim ve Te’hir kullanımı sonucu oluşan tezatlık, hz. İsa’nın geleceğini iddia edenlerin iddialarına da ters düşmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Bu iddia sahiplerinin biz daha nice çelişkilerini gördük. Takdim Te’hir meselesi hafif kalır. Kur’an-ı Kerim’de En’am Suresi 6/60. Ayette uyku-ölüm ilişkisi ele alınmıştır:
“Ve hüve’l-lezi yeteveffaküm bi’l-leyli ve ya’lemu ma cerahtum bi’n-nehar.” “Gece sizi vefat ettiren ve gündüzün de ne yaralar açtığınızı (neler kırıp döktüğünüzü) bilen O’dur.”
Demek ki, biz her gece vefat etmekteyiz. Zümer 42. Ayette de benzer ifadeler vardır.
“Sümme yeb’asüküm fihi…” “Sonra sizi gündüzün ba’as ettiriyor”
Dikkat edin, “Ba’as ba’del mevt” (ölümden sonra diriliş) Kur’an-ı Kerim’de ahiret hayatının başlangıcı için kullanılır. “Ba’as” kelimesi yataktan kalkmak demektir. Ölen insanlar, yatakları kabir olduğu için oradan kalkacaklardır. Diri olan insanlar da yataklarından kalkmaktadırlar. Yasin suresi 35/52. Ayeti kerimede şöyle buyrulmuştur:
“men beasena mim’mer kadinâ” “kim bizi uyuduğumuz yerden kaldırdı?”
Ba’as günü kabirlerinden kaldırılan insanlar, uykudan uyandıkları zannına kapılacaklardır.
Enes Alimoğlu: Sabah uyanınca şöyle bir dua yapılır: “Elhamdulillahi’llezi ahyânâ ba’de ma emâtena ve ileyhi nüşûr” “Öldürdükten sonra bizi dirilten Rabbimize hamd olsun, O’nun huzurunda toplaşacağız.”
Yahya Şenol: Yatarken de benzer dua yapılır: “Ya Rabbi senin adınla ölür, senin adınla diriliriz.”
Abdülaziz Bayındır: Ayete devam edelim: (Enam 60)
“Sümme yeb’asüküm fihi” “Sonra Allah gündüzün sizi ba’as ettirir.” Kıyamet gününe “kıyamet” adı verilmesinin sebebi de budur. Kıyamet; ‘kalkmak’ demektir. “li-yükzâ ecelü’m-müsemmâ” “adı konulmuş olan süre tamamlansın diye” “Sümme ileyhi merciuküm sümme yünebbiüküm bima küntüm ta’melûn.” “Sonra dönüşünüz Allah’ın huzurunadır. Size yaptıklarınızı haber verecektir.”
Zümer suresi 42. Ayeti kerimede iki türlü vefat şekli vardır. Burada (En’am 60), tamamen uyku manasında bir vefattan bahsedilir. Fakat bir de ölüm manasında vefat vardır. Zümer 39/42:
“Allah-u yeteveffâ’l enfüse hîne mevtiha” “Mevti sırasında Allah nefisleri vefat ettirir.”
Burada iki nefis vardır.
Bir; insanın ruhu, bir de; insanın cesedi. İkisi de canlıdır. Geceleyin ceset sağken, ruhumuz vefat ettiriliyor yani vücuttan ruh alınıyor. Fakat ceset öldüğü zaman da ruh kabzediliyor, can alınıyor. “Allah-u yeteveffa’l enfüse hîne mevtiha”. Cesedin mevti sırasında bir vefat gerçekleşir ve ruh çekilip alınır.
“ve’l-letî lem temüt fi menâmihâ” “o kişiyi de vefat ettirir uykusunda.”
Bu durumda, canın alınması da bir vefattır, ruhun uyku esnasında alınması da aynı şekilde bir vefattır. Uyku esnasında yalnızca ruh alınır. Ölüm sırasında ise can da ruh da alınır.
İsa as ile ilgili söylenilen vefat şekli, sadece ruhun alınıp, cesedin sağlam bırakılması mıdır? Tabii ki öyle bir şey söz konusu değildir. İsa as ölmemiştir diyenler ruh ve cesedin beraber yükseltildiği kanaatindedirler. O da ayeti kerimelere uymamaktadır.
Bir Katılımcı: İddiaları için şunları delil gösterirler: Ashab-ı Kehf’in belirli bir süre uykuda kalmış olmaları ve hz. Nuh’un yaşının, günümüze göre bir hayli fazla olması.
Abdülaziz Bayındır: Yani, Hz. İsa için uykuda demek istiyorlar. Ama buradaki esas mesele, Hz. İsa’nın vefatının uyku vefatı mı yoksa ölüm denilen vefat mı olduğudur. Allah-u Teala Hud suresi 11/1-2de şöyle buyurmuştur:
“Elif-lâm-râ. Kitabü’n uhkimet ayâtühü sümme fussilet mi’l-ledün hakimin habir” “Bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem (hüküm ifade eder) kılınmış, sonra Hakim ve Habir olan Allah tarafından açıklanmıştır.”
Öyleyse Hz. İsa’nın vefatının hangi vefat çeşidi olduğunu biz ancak Kur’an’ı Kerim’den öğrenebiliriz. Onun için Maide suresi 5/116-117’ye bakalım:
“Ve iz kâle’l-lâhü yâ İse’bne Meryeme, e ente külte li’nâsi’ttehızû-nî ve ümmiye ilaheyni min düni’-lâh” “Allah: Ey Meryem oğlu İsa, Allah’tan önce beni ve anamı ilah edinin diyen sen miydin?”
Bu soru, ahirette sorulacak bir sorudur, dünyada değil. Birazdan bunu göreceğiz
“Kâle sübhâneke mâ yekûnü li en ekûle mâ leyse li bi-hak. İn küntü kultühü fekad alimtehü. Ta’lemü ma fi nefsi ve la a’lemu ma fi nefsik. İnneke ente allâmü’l-ğuyûb.”
“Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, şüphesiz sen onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin içindekini bilmem. Sen bilinmeyenleri bilirsin.”
“Mâ kültü lehüm illâ mâ emertenî bihi enı’büdû’l-lâhe rabbi ve rabbeküm ve küntü aleyhim şehide’m-mâ dümtü fihim. Felemmâ teveffeyteni künte ente’r-rakîbe aleyhim. Ve ente alâ külli şeyin kadir.”
Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.”
İşte bu ayette de vefat kelimesi geçmektedir. “Artık o günden beri ne yaptıklarını bilmiyorum” ifadesine dikkat edin, tekrar gelecek olan böyle mi söyler?! Gördüğünüz üzere, buradaki vefatın anlamı; “Seni öldüreceğim” demektir. Öyleyse, İsa as kesin olarak ölmüştür. Gelmesi söz konusu değildir. Mehdi isimli bir kişinin gelmesi de mümkün değildir.
Bir Katılımcı: Rivayetlerde Deccal’in, Hz. İsa’nın gelmesinden sonra öldürüleceği söylenmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Tabii, bu senaryonun tamamlanması için Deccal adında bir düşmanın yaratılması gerekmekteydi. Yalnız, enteresan olan bu tür rivayetlerin Müslim’e kadar girmiş olmasıdır.
Bir Katılımcı: Deccal ile ilgili Müslim’de geçen Cessâse rivayeti vardır. Onu burada okuyalım: Fâtıma bint. Kays’tan rivayet edilmiştir:
“Peygamberimiz bir gün namaz sonrası cemaatin dağılmamasını istemiş ve şöyle buyurmuştur:
Temim ed-Dâri, Hıristiyan bir adam idi. Geldi, bey’at edip İslam’a girdi. Ce bana öyle bir söz anlattı ki, onun söylediği bu söz benim sizlere Deccal Mesih’ten söylemekte olduğum söze uygun düşmüştür. Bana anlatıp dedi ki; kendisi Cüzâm ve Lahm kabilelerinden 30 kişi ile beraber bir deniz gemisine binmişler. Dalgalar onlarla deniz içinde bir ay oynamış. Sonra gemiyi tâ güneşin battığı yerde, denizde bir adaya yanaştırmışlar, geminin kayıklarına binerek adaya girmişler. Kendilerini gövdesi pek çok kıllı bir hayvan karşılamış ki, kılın çokluğundan dolayı önünü arkasından tefrik edemiyorlarmış. Gemi halkı ona;
Abdülaziz Bayındır: Cessâse kelimesi “casus” manasındadır. Gizli bilgileri araştıran kişi demektir.
Resulullah (s.a.v) bunları söyledi ve elindeki değneği ile mimbere dürterek, Medine’yi kast ederek:
Abdülaziz Bayındır: Peygamberimiz henüz hayatta iken, bu vakıa yaşanmış ve Temim ed-Dâri peygamberimize gelerek bu olayı bizzat aktarmıştır rivayetlere göre. Peygamberimiz güyya onaylandığı için sevinmiş! Sanki Müslümanlar peygamberimize inanmıyorlar da! Görüldüğü gibi, kim yazdıysa, gerçekten kötü bir senaryo yazmıştır.
Fâtıma bint. Kays:
Abdülaziz Bayındır: Doğu’daki deniz Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’dur. Başka bir yer değildir.
Bir Katılımcı: Bahsedilen rivayette, bulundukları yerde dalga olduğu için, gemiler oraya gitmiş olabilir, derler. Ama orada kaç ada olduğu zaten bellidir. Bugün Google Earth’den girilip her yer görülebilir. Birinci rivayet böyledir. İkinci rivayet ise, bu birinci rivayetle çelişmektedir. İkinci rivayet ise İbn Seyyad adında, Medine’de yaşayan, bir gözü kör olan genç bir Yahudi ile ilgilidir. Kurulan senaryoya uygun düşmektedir. Çünkü, Deccal’in de bir gözünün âmâ olacağı söylenmektedir. Hz. Ömer’in, peygamberimizin yanında yemin edip, Ibn Seyyad’ın Deccal olduğunu söylediği, peygamberimizin ise o şahsın Deccal olup-olmadığına tereddütlü olduğu rivayet edilmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Bakın! Peygamberimizin tereddüdü var fakat hz. Ömer’in hiçbir tereddüdü yok! Üstelik, peygamberimizi inandırmak için bir de yemin etmiştir! Bu gerçekten, çok kötü bir senaryodan ibarettir.
Bir Katılımcı: Rivayetlere göre, o zamana kadar peygamberimiz as’a vahiy gelmemişti. Ne zaman ki vahiy geldi, Ibn Seyyad’ın Deccal olmadığı konusunda o zaman emin oldu ve “bu Deccallerden bir Deccaldir” dedi.
Abdülaziz Bayındır: Ama yine anlaşılan, o da Deccal’dir.
Bir Katılımcı: Fakat o beklenen Deccal değildir. Yine rivayete göre; Hz. Ömer bir defasında, Ibn Seyyad’ı öldürmek için peygamberimizden izin istemiş, peygamberimiz ise öldürmesine izin vermemiştir. Ve şöyle söylemiştir: “Eğer öldürebilirsen, onun Deccal olmadığı anlaşılır. Ama Deccal ise, onu zaten öldüremeyeceksin.”
Abdülaziz Bayındır: Tövbe estağfireullah!
Bir Katılımcı: Daha sonra bu Ibn Seyyad, çok sıkıntılar çekmiş olabilir. Müslüman olduğu söyleniliyor. Hacca gittiği görülmüştür.
Abdülaziz Bayındır: Yahudi olduğunu söylemiştin.
Bir Katılımcı: Yani, Yahudi asıllı demek istemiştim. Yahudi ırkındandır. Sonra, Ibn Seyyad’ın Deccal ithamıyla ilgili şöyle söylediği rivayet olunmuştur: “Deccal, sizin kabulünüze göre, Mekke’ye ve Medine’ye giremeyecektir. Ben Medine’de doğdum, Mekke’ye hacca gidiyorum. Yine diyorsunuz ki; Deccal’in çocukları olmayacaktır. İşte benim çocuğum Medine’de yaşamaktadır. Ben nasıl Deccal olabilirim?”
Rivayetler arasında böyle çeşitli bilgiler de vardır.
Abdülaziz Bayındır: Gördüğünüz gibi, rivayetlerin her tarafı dökülmektedir.
Bir Katılımcı: Deccal’i şöyle tasvir etmektedirler: Sağ gözü kördür, sol gözü kördür. Kısa yahut uzun boylu. İki gözü arasında, sanırım alnında olmalı, kafir sözü yazılı olacaktır denilmiştir. Okuma yazma bilen-bilmeyen herkes o yazıyı okuyabilecektir.
Yahya Şenol: Nerede geçmektedir bu rivayetler?
Bir Katılımcı: Şöyle söyleyeyim, sağ gözünün kör olduğunu belirten rivayet Müslim’de geçmektedir. Başka kaynaklarda da bu geçmektedir. Yine bazı kaynaklarda Deccal’in hz. Adem’in yaratılmasından bu yana gelmiş geçmiş en büyük fitne olduğu söylenmiştir. Ümmü Seleme’den gelen bir rivayete göre, peygamberimiz (s.a.v) Deccal’i ashabına anlatmıştır. Ümmü Seleme de korkmuş ve sabaha kadar uyuyamamıştır. Sabah olduğunda, Peygamberimize gelip uyuyamadığını anlatmıştır. Peygamberimiz de: “Deccal gelirse ben sizi korurum. Eğer ben gittikten sonra gelirse, Müslümanlara zarar veremeyecektir.” Demiştir. Deccal, Müslümanlara zarar veremeyecekse, o zaman nasıl Hz. Adem’in yaratılmasından bu yana en büyük fitne olduğu iddia edilebiliyor?
Abdülaziz Bayındır: Bu tür rivayetler zaten tamamen senaryodan ibarettir. Başka söyleyeceğin bir şey var mı?
Bir Katılımcı: Deccal’in çıkacağı iddia edilen yerle ilgili de bir takım rivayetler vardır.
Abdülaziz Bayındır: Onlar mühim değildir. Aslı astarı olmayan rivayetlerdir.
Yahya Şenol: Deccal’in, Çemberli Taş’tan çıkacağı, Mehdi’nin onu orada yeneceği söylenmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Çemberli Taş kırık değil mi?
Yahya Şenol: Mehdi ile Deccal oraya gelebilsinler diye, restore edilmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Üstüne nasıl inecek, paraşütle mi? Aşağı atlarsa da ayakları kırılır(!) (gülüyorlar)
Bir Katılımcı: Bir rivayette peygamberimiz ashabına şöyle söylemiştir: “Bir tarafı deniz, bir tarafı kara olan bir şehir vardır duydunuz mu?” Yarı ada gibi olsa gerek.
Abdülaziz Bayındır: Yani İstanbul.
Bir Katılımcı: Evet. “Orada Beni İshakoğulları’ndan 70 bin insan savaşacaktır. Bunlar galip olduktan sonra, ganimetler bölüştürülürken, biri çıkıp Deccal geldi diye bağıracak ve onlar da her şeyi bırakıp geri döneceklerdir.”
Abdülaziz Bayındır: İstanbul’un fethinden sonrasıyla ilgili bir rivayet vardı, nerede geçiyor bu rivayet?
Bir Katılımcı: Evet, Müslim’de “Bâb-u fi fethi Konstantiniyye ve hurûcu’d Deccal ve nüzulü İse’bni Meryem” başlıklı bir rivayet vardır.
Abdülaziz Bayındır: “İstanbul’un fethi, Deccal’in çıkışı ve Meryem oğlu İsa’nın inmesi” başlıklı rivayet. Tabii, bu ikinci Deccal’i beklemeleridir. İstanbul’un fethi ile ilgili kısım nasıl?
Bir Katılımcı: “Fe-yeftetihûne Konstantiniyyete innema hum yahtesimûne ğanâ” –Onlar ganimetleri bölüştürürken, Konstantiniyye’yi feth edeceklerdir.- Bir diğer rivayette geçen “yarı denizdir, yarı karadır” ifadeleri ile bu rivayet uygun düşmektedir. İlgili rivayet şöyledir: (Ebu Hureyre’den)
“An Ebi Hureyrete:
….fe yükâtilûnehum. Fe-yenhezimü sülüsü lâ yetûbu’l-lâhü aleyhim ebeden. Ve yuktelü sülüsühüm, efdalü’ş-şühedai inde’l-lâh. Ve yeftetihu’s-sülüsü lâ yüftenûne ebeden. Fe-yeftetihûne Konstantiniyyete. Fe beynemâ-hüm yaktesimûne’l-ğanâime kad allekû süyufehum bi’z-zeytuni iz sâha fihimü’ş-şeytanu: inne’l Mesiha kad halefeküm fi ehlîküm. Fe-yahrucûne. Ve zalike Bâtılün. Fe iza câü’s-şe’me harace. Fe-beynema-hüm yu’ıddûne li’l kıtâli, yusevvûne’s-sufûfe, iz ükîmeti’s-salâte. Fe yenzilü îseb’nü Meryeme fe emmehüm. Feiza ra-âhü adüv’vullâhi, zabe kema yezübü’l milhu fi’l-mâi fe lev terakehü lenzabe hatta yehlike ve lakin yaktüluhu’l-lâhü biyedihi feyürihim demehü fi harbetihi.”
“ …Müslümanlar Rumlarla savaş halindedirler. Muharebede Müslümanların üçte biri, bozguna uğrayıp kaçar ki, Allah onlara ebediyyen tövbe ilham etmez. Üçte biri öldürülür. Onlar, Allah indinde, şehitlerin en faziletlisidirler. Üçte biri de harbe devam edecektir. Ebediyyen fitneye düşmeyeceklerdir. Konstantiniyye’yi feth edeceklerdir. Fethi müteakip, kılıçları zeytin ağaçlarına asmış oldukları halde, aralarında ganimetleri taksim ederlerken, Şeytan birden bire bir sayha atarak: -Deccal Mesih, aileniz hakkında sizin yerinizi aldı” der. Müslüman askerler yola çıkarlar. Bu batıldır. Nihayet Şam’a geldikleri vakit ise Mesih çıkacaktır. Gaziler harbe hazırlanıp saflarını düzeltirlerken, namaz ikame olunacak ve Meryem oğlu İsa inerek onlara imam olacaktır. Deccal Mesih İsa’yı görünce, tuzun suda erimesi gibi erir. Şayet İsa onu bırakırsa kendi kendine helak olacak. Lakin Allah, onu kendi eliyle öldürür de, kanını onların süngüsünde gösterir.”
Bir Katılımcı: Kılıçlarını zeytin ağaçlarının dallarına asmışlar. Burada sanki sembolik bir davranış vardır.
Abdülaziz Bayındır: Zeytin dalı meselesi. Sanırım bu, Yahudilikte vardır.
Bir Katılımcı: Yine Ibn Seyyad’la bağlantılı Tirmizi’de geçen bir rivayet daha vardır.
Abdülaziz Bayındır: Bu kadarın yeterli olduğunu düşünüyorum. Bu rivayetlerin hepsi senaryonun bir parçasıdır. Fakat senarist, senaryoda çok ciddi yanlışlar yapmıştır. Yalan söylemek kolay değildir. Bir yalanı tutturabilmek için bazen onlarca yalan söylemek gerekebilir. Doğru söylemek kolaydır. Bir kere söyler kurtulursun.
(Bu sırada bir dinleyici soru sormaktadır. Fakat mikrofon olmadığından ne sorduğu anlaşılmamaktadır)
Abdülaziz Bayındır: Bu güzel bir soru. Benim aklıma gelmemişti. Zuhruf suresi 43/57-61 ayeti kerimeler. Ayetler Mekki’dir. Zaten bu ayetlerden anlaşılacaktır. Zuhruf 61. Ayet bir çokları tarafından, hz. İsa’nın yeniden geleceğine delil gösterilmektedir. Şöyle buyrulur:
“ Ve lemma zuribe’b-nü meryeme meselen iza kavmüke minhü yesıddûn.” ‘Meryem oğlu İsa örnek verildiğinde bakarsın ki kavmin alay ediyor’ “Ve kâlû e âlihetuna hayrun em hüve. O’nun Tanrı yapıldığını bildikleri için; ‘ Bizim tanrılarımız mı daha hayırlı yoksa İsa mı dediler.’
Burada bahsi geçen kavim Mekkeliler’dir. O nedenle surenin Mekki olması önemlidir.
“Ma zarabûhu leke illa cedelâ. Bel hüm kavmun hasimun.” ‘Bu örneği sana ancak tartışmak için söylediler. Doğrusu onlar, sana karşı hınç besleyen düşman bir topluluktur.’
Şimdi Cenab-ı Hak, müşriklerin sormuş olduğu soruya cevab veriyor:
“İn hüve illa abdün en’amnâ aleyhi ve cealnahü meselen li-benî İsrail.” ‘O sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğulları’na örnek kıldığımız bir kuldur.’
İsa as’ın örnek kılınmasından kasıt; insanlar için örnek bir kişilik yapılması yahut insanlar arasında anlatılagelen bir hikaye kılınmasıdır.
“Ve lev neşâü kece’alna minküm melâiketen fi’l erzı yahlufûn.” ‘ Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık.”
Her bir insan öldüğünde, nasıl yerine başka bir insan dünyaya geliyorsa, eğer Allah dileseydi, dünyada insanların yerine melekler yaratırdı ve onlar da ölür ve başka melekler ölenlerin yerine geçerdi.
“Ve innehü le’ılmün li’s-sâati fe lâ temterunne biha ve’t-tebiûn. Haza sıratu’m-müstekım.” ‘Şüphesiz ki İsa, o saat için bir ilimdir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun; çünkü bu dosdoğru yoldur.”
61’inci ayeti kerimede geçen “ve innehü” ibaresindeki “hü” zamiri, Hz. İsa’ya gider. Tıpkı, 59’uncu ayetteki “in hüve”deki “hü” zamirinin Hz. İsa’yı işaret etmesi gibi. “Le-‘ılmün li’s-sâah” ‘O saat için bir ilimdir” ayetinde geçen “sâat” kelimesi; yeniden dirilme zamanını ifade eden “kıyamet”tir. Buna göre, hz. İsa, kıyamet için bir ilimdir. “fe lâ temterunne biha” ‘ondan hiç şüphe etmeyin” ayetinde geçen dişil “hâ” zamiri, dişil (müennes) “sâat” kelimesine gider ve kıyamet gününü işaret eder.
Yukarıda mealini verdiğimiz ayetteki “ve innehu le’ılmün li’s-sâah” ifadesinden hareketle, bu ayeti kerimeye farklı tefsirler yapılmıştır. Elimizdeki meallerden birkaç örnek verelim.
Yahya Şenol: Ahmed Davudoğlu mealinde; ilgili ayet için, “İsa’nın gökten inişi” açıklamasını yapmıştır.
Bir Katılımcı: Elmalılı Hamdi Yazır parantez içinde; “İsa saat için bir delildir, kıyamete….” (geri kalan kısım mikrofon kullanılmadığından anlaşılamamıştır)
Yahya Şenol: O denilebilir de, Ahmed Davudoğlu’nun mealinde ayet; ‘İsa’nın gökten inişi, kıyametin bir alametidir’ ifadesiyle açıklanmıştır.
Abdülaziz Bayındır: Hasan Basri Cantay’ın mealinde ilgili ayet şöyle çevrilmiştir: “Şüphesiz ki o saatin ilmi, kendisiyle bilinenlerdendir. Artık buna karşılık sakın şüpheye düşmeyin. Onlara de ki; bana tâbi olun, sizi davet ettiğim bu yola uyun, bu yol doğru yoldur.”
Bir Katılımcı: Abdullah Yücel mealinde ayeti: “İsa’nın yeryüzüne inişi” şeklinde çevirmiştir.
Abdülaziz Bayındır: İsa’nın yeryüzüne inişi şeklinde çevirerek, bu ayeti delil getirmiştir. Kur’an’ı Kerim’de Hud suresi 11/1-2 ayetler çok çok önemlidir. Biz, bu ayeti kerimeleri her fırsatta okumaya çalışıyoruz. Orada Allah-u Teala diyor ki:
“Elif-Lam-râ. Kitabun uhkimet ayâtühü sümme fussilet mi’l-ledün hakimîn habir” ‘Bu bir Kitab’dır ki ayetleri muhkem kılınmış, sonra Hakim ve Habir tarafından açıklanmıştır.’
Kur’an-ı Kerim’de bir hüküm ifade eden ayetler grubu vardır, bir de açıklayıcı ayetler grubu vardır. Açıklamayı ise Allah-u Teala yapmış ve bunu peygamberimize dahi bırakmamıştır. Örneğin; Allah (c.c) toprağın içine madeni koymuştur ve bize de o madeni toprağın altından çıkarmak düşmektedir. Peygamberimizin görevi de, Allah-u Teala’nın Kur’an’a koymuş olduğu hükümleri bulup çıkarmaktır. Biz de, peygamberimizin ayetlerden hüküm çıkarırken izlediği usül ve yöntemleri öğrendiğimiz takdirde, hüküm çıkarma işlemini gerçekleştirebiliriz ki buna; Hikmet denilmektedir. Hikmet; yalnızca peygamberlere değil, gereğini yapan tüm insanlara verilen bir nimettir. Bu açıdan baktığımızda, bir ayeti anlayamadığımızda, o ayeti açıklayan başka ayetlerin varlığı gözden kaçırılmamalıdır.
Zuhruf suresinde, Mekkeliler’e hz. İsa’nın babasız dünyaya geldiği anlatıldığında, onlar bunu alaya almışlardır. Allah’ı kızları (!) olduğunu iddia ettikleri meleklere tapmaktadırlar ve melekler de onların düşüncesine göre anasızdır. Böylelikle, hz. İsa ve melekler arasında hangisinin daha hayırlı olduğu konusunda akıllarınca bir mukayese yapmışlardır! Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesiyle ilgili, Âl-i İmran 59’uncu ayeti kerime, bizim için açıklayıcıdır:
Âl-i İmran 3/59: “İnne mesele Îsa, ınde’l-lâhi kemeseli Âdem.” ‘Allah nezdinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir.’
Bir Katılımcı: ……ayetteki “hu” zamiri tamamen farklı bir şekilde Kur’an’a atfedilmiş. (mikrofon kullanılmadığından cümlenin başı anlaşılamamıştır)
Yahya Şenol: Halbuki o ayette Kur’an kelimesi geçmemiştir.
Abdülaziz Bayındır: İşte, Muhammed Hamidullah olsun, diğer müfessirlerimiz olsun, maalesef Kur’an’ı Kur’an’la açıklama yoluna gitmemişlerdir. Hepsi bunun ideal açıklama şekli olduğunu söylemişlerse de, istisnalar hariç, buna uyan olmamıştır. Örneğin Lokman suresi 31/13 ayetindeki “İnne’ş-şirke le-zulmün azim” ‘Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür.” İfadesini bazı müfessirler ilgili hadislere atfetmişlerdir. Hadislerde geçen şirk ifadelerinin bu ayetten çıkarıldığını beyan etmişlerdir. Özetle, bir-iki örnek dışında, Kur’an’ın Kur’an’la açıklanmasına rastlanılmamıştır.
Abdülaziz Bayındır: Âl-i İmran 59’da hz. İsa’nın örneğinin, hz. Adem’in örneği gibi olduğu buyurulmuştur.
Yahya Şenol: Yukarıda ifade edilen Zuhruf 57-61’de geçen “mesel” kelimesi de, âl-i İmran 59’daki “mesel” kelimesini açıklar niteliktedir.
Abdülaziz Bayındır: Yani, bu meselin dilden dile dolaşması, anlatılması anlamında diyorsun, doğrudur. Allah (c.c) Âl-i İmran 59’un devamında:
“Halakahü min turabin sümme kâle lehu kün fe-yekün” ‘ Allah onu topraktan yarattı sonra ona “ol!” dedi, oluverdi.’
Yahya Şenol: Âl-i İmran 60’ıncı ayetteki “el hakku mi’r-rabbike fe lâ tekün mine’l mümterin” (Gerçek Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma) ifadesi de aynı şekilde Zuhruf 61’inci ayeti kerimede geçen “Ve innehu le ‘ılmün li’s-sâati fe la temterunne biha ve’t-tebeun” ifadesi “mesel” kelimesinde de olduğu gibi birbirine uymaktadır.
Abdülaziz Bayındır: Evet, doğru. Mekkeli müşrikler, “babasız insan mı olur” diyerek, Hz. İsa ile ilgili anlatılanı alaya almışlardır. Hz. Adem annesiz babasız yaratılmış oluyor da hz. İsa babasız neden yaratılamasın? Kıyamet günü insanlar yeniden dirileceklerdir. Peki anasız babasız her insan yeniden nasıl oluşacak ve dirilecektir? Adem as’ın anası da babası da topraktı. Bu konuda inşallah ilgili alanın uzmanlarıyla bir araya gelinebilir. Benim zihnimde büyük bir soru işareti vardır. Kur’an-ı Kerim’de hz. Adem’in yaratılması ile ilgili “salsal” ve “hame-i mesnun” gibi bir takım kelimeler geçmektedir. Salsal kelimesi rahmin dış cidarındaki bir kabuk gibidir. Yine rahimle ilgili Zümer suresi 39/6’ıncı ayeti kerimede “fî zulumatin selas” (çocuğun rahim içinde oluştuğu 3 karanlık evre) ifadesi geçmektedir. Rahmin konumuyla ilgili ifadelerin geçtiği ayeti kerimeler, mikro-biyoloji uzmanları ve diğer uzmanlarla birlikte karşılaştırıldığında ve hz. Adem’in oluştuğu bataklığa dair araştırmalar yapıldığında, bataklıkta, ana rahminin şartlarının oluştuğu görülecektir. Geçen sene burada yaptığımız kısa çalışmalarda bende hasıl olan kanaat, bugün kök hücre ile alakalı yapılan çalışmaların da aynı metotla yapıldığıdır. Bu konularda çok çalışmamız gerekmektedir. Yeteri kadar çalışmış değiliz. Az önce de belirttiğimiz gibi, hz. Adem’in yaratıldığı topraktan “ana” oluşabilmiştir. Bu nedenledir ki, toprağa ana da denilmektedir. Peki burada baba görevini üstlenen nedir?
Öldüğümüzde, toprağın altında tüm vücudumuzun kaybolmasının ardından, adına “nefis” denilen ve bedenimizin bütün özelliklerini taşıyan bir parçacığın bâki kalacağını, ayeti kerimelerden bilmekteyiz. Bu parçacık, bizim oluşumumuzu sağlayan bir tohum gibidir. Nuh suresi 71/17’de Allah-u Teala şöyle buyurur:
“Vallahü enbeteküm mine’l erzı nebâtâ.” “Allah sizi de yerden bir ot bitirir gibi bitirmiştir.”
Biz insanlar, topraktan iki kademede oluşmaktayız: a) birinci kademe; anne babamızın topraktan aldığı gıdalar. B) ikinci kademe ise rahimlerde oluşturulmamızdır.
Hz. İsa, kıyamet günü için yeniden oluşumun bilgisidir. İlim adamlarının yaratılışın üzerinde çokça durmaları lazımdır ki, dirilişin bilgisine ulaşabilsinler.
Diğer mantığa değinecek olursak; Şayet kıyametin bilgisi, hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelmesi ise, o halde bu, o dönem Mekkeli müşrikler için ne ifade etmiş olabilirdi ki?! Mekke’de nazil olmuş bir ayet ve İsa’nın inmesi! Maalesef, tefsirlerde çok saçma ifadeler mevcuttur. Allah-u Teala bu şekilde tefsir yapma iznini kullara asla vermemiştir. Hud suresi 11/1-2’yi yeniden hatırlayalım:
“Elif-Lam-Ra. Kitabun uhkimet ayâtühü sümme fussilet mi’l-ledün hakimin habir. El’lâ ta’büdü illâ’llah.” “Elif-Lam-Ra. Bu öyle bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmış sonra Hakim ve Habir olan Allah tarafından açıklanmıştır. Başkasına kulluk etmeyesiniz diye.”
“Allah’tan başkasına kul olmayasınız diye” ifadesine dikkat. Bu ayet, Allah’tan başkasının, usulsüz açıklamalarına uyulduğu takdirde, bu açıklamaların Allah’ın ayetleri zannedilmesi tehlikesine karşı bizleri uyarmaktadır. Elimizde bulunan mealleri okuyanlar, orada ayetlere verilen yanlış manaları Allah’ın ayetleri zannetmeyecekler mi? İşte o zaman da, Allah’tan başkasına kul olma konumuna düşeceklerdir. Bu mealleri yazanlar ise, kendilerini Tanrı yerine koymuş olacaklardır. Bunlar, çok dikkat edilmesi gereken tehlikeli işlerdir.
Konumuzla ilgili son olarak bir soruya yer verelim. Celal Ceyhan, Norveç’ten sormuş:
“Türkiye’de şuan Mehdi inancını en çok savunan Adnan Oktar ve yandaşları, Türk İslam Birliğini Kurmak için de uğraşmaktadırlar. Bu birliğin, tüm İslam dünyasını yönetecek bir birlik olacağı iddiasındadırlar. Arap bir vatandaş, bu birliğin adı neden Arap İslam Birliği olmuyor ya da İranlı bir vatandaş, bu birliğin adı neden İran İslam Birliği olmuyor diye sorduğunda ne olacaktır?”
Abdülaziz Bayındır: Böyle bir soruya ve cevaba ihtiyaçları yoktur çünkü hepsi de bir Mehdi’ye sahiplerdir. Onların her biri kendi çevresinde bir birlik oluşturabilirlerse ne mutlu!
Celal Ceyhan: “Allah ile kendileri arasına ırkçılık günahını koyanlar şirke girmiyorlar mıdır?”
Abdülaziz Bayındır: Bu insanların, kendilerini Mehdi gibi, kurtarıcı gibi bir konuma yerleştirmeleri hiç şüphesiz, çok daha ağır bir günahtır.
Celal Ceyhan: “Geçenlerde burada, Oslo’da biri bana domuz etinin neden haram olduğunu sordu. Bunun cevabını tam olarak bilemediğim için, kulaktan dolma bilgilerle bir cevap verdim.”
Abdülaziz Bayındır: Domuzun Müslümanlar için haram olmasının nedeni Allah’ın bu konudaki emridir. Diğer sebepleri üzerine uzmanları çalışmalıdır. Kur’an’ı Kerim’de neden haram kılındığına dair Cenab-ı Hak şöyle bildirmiştir:
“ …fe innehü ricsün.” “Muhakkak ki o pisliktir” (Enam 6/145)
Size burada bir şey daha okumak istiyorum. Said Nursi, Risale-i Nur’da Mehdiliği kimseye bırakmamaktadır. Said Nursi’nin mehdilikle ilgili iddialarını bizzat kaleme aldığı kitabından okuyayım. Bu alıntılamayı, Yeni Asya yayınlarının yapmış olduğu 2 ciltlik ve kendilerinin de en güvenilir sahih kaynak olarak kabul ettikleri baskıdan gerçekleştirdim. 2144’üncü sayfada şöyle söylemektedir:
“Risale-i Nur’un bir kısım önemli şakirtleri, Said Nursi’ye ısrarla şunu sorarlar: Ahir zamanda peygamberimizin (s.a.v) soyundan gelecek olan o büyük mürşidin sen olduğunu düşünüyoruz.”
Ahir zamanda, kıyamete dek tek bir mürşidin geleceği söylenilir. Geçenlerde Kanal 7 yahut Ülke tv’de hemşehrim, nurcu Mehmet Kırkıncı’nın şunları söylediğine şahit oldum: “İlk asır rivayet dönemiydi. İkinci asır rivayet dönemiydi. Üçüncü asır ise Mehdi’nin dönemidir ki o da Said Nursi’dir.”
Esasen Adnan Oktar boşuna uğraşmaktadır. Nurcuların ona mehdiliği bırakmaya niyetleri yoktur. Adnan Oktar da yayınlarında sürekli Said Nursi’ye vurgu yaparak, asıl Mehdi’nin kendisi olduğunu ima etmeye çalışmaktadır. Fakat boşuna uğraşmaktadır. Öncelikle gidip Nurcularla bu meseleyi çözmesi gerekmektedir. Hiçbirisi de bizlere yaklaşmasın zira bizim onları kabul etmemiz mümkün değildir, Allah muhafaza buyursun. Risale-i Nur’a devam edelim:
“Ahir zamanda peygamberimizin soyundan gelecek olan o müridin sen olduğunu düşünüyoruz ama sen bu kanaatimizi ısrarla kabul etmiyor, çekiniyorsun. Bu bir çelişkidir. Çelişkinin hallini isteriz.”
Said Nursi’ye soruyorlar. Said Nursi bu soruya şu cevabı veriyor:
“Gelecek Mehdi, resulün temsil etiği kutsal cemaatin manevi şahsiyetinin 3 görevi vardır: Birisi; imanı kurtarmaktır.”
İmanı kurtarmak diye bir görev var mıdır? Bu, Kur’an-ı Kerim’e taban tabana zıt bir iddiadır. İmanı kurtarmak diye bir görev yoktur, dini insanlara yalnızca tebliğ etme görevi vardır.
“Peygamberin halifesi ünvanıyla İslam’ın farklı yönlerini ihya etmek ve zamanın etkisiyle Kur’an hükümlerinde ve şeriat kanunlarında görünen bir çok değişiklik sebebiyle o zat, bu en büyük görevi yapmaya çalışır.”
Bu 1; imanı kurtarmak. Sanki peygamberimizin böyle bir görevi varmış, Kur’an’da böyle bir görev yüklenmiş gibi ifade ediyor ki okuyanlar öyle zannetsinler.
“Nur şakirtleri, birinci görevi tam olarak Risale-i Nur’da gördüklerinden,”
İmanı Risale-i Nurlar kurtarıyormuş!
“ikinci, üçüncü görevler buna nispetle ikinci, üçüncü derece olduğundan, Risale-i Nur’un manevi kişiliğini.”
Bu manevi kişilik Said Nursi’dir. Bunu birazdan göreceksiniz.
“haklı olarak bir çeşit Mehdi diye algılıyorlar. Hatta bir kısım evliya gayble ilgili kerametlerinden Risale-i Nur’un tam o ahir zamanın hidayet erdiricisi olduğu inceleme ve yorumla anlaşılır diyorlar.”
Şimdi, hidayet erdiriciye dönüştü. Böyle bir şeyi Kur’an’ın kesinkes reddettiğini, başta ayet delilleriyle ele almış bulunmaktayız.
“İki noktada karışıklık olduğundan yoruma ihtiyaç vardır. Birincisi, peygamberin halifesi olma ve İslam birliği halka, siyasetçilere ve özellikle bu asırdaki düşüncelere göre, birinci görevden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayete erdirici bir nevi Mehdi…”
Hidayete erdirici ne demektir! Allah’tan başkasının böyle bir görevi yoktur!
“…ve Müceddid gelmiştir.Ama her biri, üç görevden birisini bir yönüyle yaptığı için, ahir zamanın büyük mehdisi ünvanını alamamışlardır.”
O ünvanı kıyamete kadar tek bir kişi alacaktır.
“İkincisi: ahir zamanın büyük şahsının peygamber ailesinden olmasıdır.”
Sıkıntı burada baş gösteriyor tabii. Adnan Oktar benim adım Adnan diyor. Bir başkası başka bir isim söylüyor. Ben bunları dinlemeye tahammül edemediğimden takip etmiyorum. Milletten duyduklarımdır bunlar.
“Aslında ben hz. Ali’nin manevi evladı hükmündeyim.”
Bir Katılımcı: Said Nursi için seyittir diyorlar.
Abdülaziz Bayındır: Derler, önemli değil.
“Hatta ondan (hz. Ali’den) hakikat dersini aldım.”
Abdülaziz Bayındır: Aradan asırlar geçmiş, gitmiş ondan hakikat dersini almış (!). Bunların detaylı bilgileri Risale-i Nurlar’da vardır.
“Muhammed’in ailesiyle manada hakiki nur şakirtlerini de içine aldığından ben de o aileden sayılabilirim.”
Abdülaziz Bayındır: Asıl büyük Mehdi kimmiş(!). Adnan Oktar boşuna uğraşmaktadır. Gerçi o, Türk İslam Birliği kurmaya çalışmaktadır. Said Nursi, İslam birliği demektedir. Şimdi Said Nursi iddiasının kendine delilini göstermektedir:
“40 günde 1 ekmek yiyip, başka günlerde yemeyen…”
Abdülaziz Bayındır: 40 günde 1 ekmek yemek ne demektir bu?!
“… meşhur veli Osman-ı Halidi ile Isparta’nın tanınmış ailelerinden topal şükrü, bir gerçeği açıkça görmüş ve haber vermişlerdir.”
Abdülaziz Bayındır: Delili de bu kişiler!
“O gerçek şudur: Ümmetin ahir zamanda gelmesini beklediği kişinin üç görevinden en önemlisi ve en büyüğü gerçek imanı yaymak ve ehli imanı sapıklıktan kurtarmak olduğundan…”
Abdülaziz Bayındır: Ehl-i İman ise zaten sapık değildir! Sapıksa, Ehl-i İman değil demektir.
“…o görevi tümüyle Risale-i Nur’da görmüşlerdir. Bu sebepledir ki hz. Ali, Abdülkadir Geylani ve Osman-ı Halidi gibi zatlar, gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un manevi kişiliğinde gözleriyle görmüş…”
Abdülaziz Bayındır: Hz Ali, Abdülkadir Geylani, Osman-ı Halidi gözleriyle görmüş!
“…gibi işaret etmişlerdir. Bu gerçek gösteriyor ki, gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u kendi programı olarak uygulayacaktır.”
Abdülaziz Bayındır: Mehdi benim diyorsun, gelecek olan o mübarek zat kimdir?! Kendi içindeki çelişkileri görüyor musunuz?
Bir Katılımcı: Bir çok yerde Mehdilik’i üçe ayırmış ve kendisine İman Mehdisi demiştir.
Abdülaziz Bayındır: Olabilir. Bir yere yanlış bir şey söylediğinde, başka bir yerde o söylediğin ilk şey aklına gelmez daha farklı bir şey söylersin. Ancak doğrular akılda kalır. Burada bu kadarla yetinelim. Sorular çok fakat cevap verecek vaktimiz kalmadı. Son olarak kayıtlara geçmesi için şunu söylemek istiyorum; Âl-i İmran 3/81’i tekrar okuyalım:
“Hani Allah peygamberlerden; ‘Ben size Kitap ve Hikmet verdikten sonra, nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldikten sonra ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, kabul ettiniz ve ağır görevi mi yüklendiniz mi dediğinde; ‘kabul ettik’ cevabını vermişler ve Allah; ‘o halde şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim’ buyurmuştu.”
Bu ayeti kerimede geçen “ısr” kelimesine vurgu yapılmıştır. “Çok ağır bir yük” manasındadır. Onun için “Bundan sonra kim yüz çevirirse fasıklardır.” Buyurulmuştur. Buradaki “ısr” kelimesi, bu ağır yük, kendilerine Kitab ve Hikmet verilen herkese yüklenmiştir. Bu gelecek olan peygambere inanma yükümlülüğü bizim için geçerli değildir. Peygamberimiz Hâteme’n-Nebiyyin’dir. Nebilik son bulmuştur. Bizim için “ısr” söz konusu değildir. Öyle ki, Allah-u Teala bize bu konuda da dua ettirmektedir. Bakara suresi 2/286:
“Lâ yükellifu’l-lâhu nefsen illa vüs’aha. Leha ma kesebet ve aleyma mek’tesebet. Rabbena la tü’ahizna inne’sina ev ahtânâ. Rabbena ve la tahmil Aleyna ısran kema hameltehü alellezine min kablina.” “Allah kimseye gücünün üstünde görev yüklemez.”
Sonra bize dua yaptırılmaktadır:
“Rabbimiz unutur ve hata yaparsak bizi sorumlu tutma.”
Unutma ve hata yapma da kişinin gücünün üstünde bir olaydır. Gördüğünüz gibi, Allah-u Teala, “gücünüzün üstünde görev yüklemem” buyurduğu halde yine de bize bu hususta dua yaptırmaktadır. Bunu bir maksatla söylüyorum.
“Bizden öncekilere yüklediğin ısr’ı bize yükleme.” Bizden öncekilere yüklediği “ısr”, gelecek peygambere inanma yükümlülüğüdür. Allah-u Teala bize peygamberimizin son nebi olduğunu söylemiştir fakat yine de bizlere bu duayı yaptırmaktadır. Tıpkı, “size gücünüzün üstünde görev yaptırmam” dediği halde bu konuda dua ettirmesi gibi. Burada da Muhammed as son nebi olmasına rağmen, bu dua bizlere okutturulmaktadır.
Sözün özü, biz Müslümanlarda ne Mehdi inancı olabilir ne de İsa’nın nüzülü inancı olabilir. Bunlar Kur’an’a tamamen terstir. Son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v) gelmiştir. Buna inanan inanır, inanmayan da inanmamakta serbesttir.
Allah cümlemizden razı olsun…