“Elhamdülillahi rabbil alemin, vel akibetu lilmüttakin, vessalatu vesselamu ala rasuluna muhammedin ve ala alihi vessahbihi ecmain.”
Bu gün Kur’an’ı Kerim’de geçen tağut kavramı ve yansımaları üzerinde duracağız. Bu tağut kelimesi son bir kaç yıldır fazlaca istismar edilen bir siyasi kavram haline geldi. Yani Kur’an’ı Kerim’deki anlamından fazlaca dışarıya çıkılmadan ama siyasi bir hedefin aracı haline getirildi. Dolayısıyla kendi zihinlerine uygun olmayan anlayışlara ya da uyaşamadıkları kişilere verilen birer vasıf gibi gözükmeye başladı. Bu Kur’an’ı Kerim’de bu nedir, işin esası nedir, onun üzerinde durmaya çalışacağız. Yani bazı kimseler dini mücadeleyi siyasi mücadele ile karıştırıyorlar. Zannediyorlar ki bir ülkede eğer devlete hakimiyet kurulursa oraya din gelir. Halbuki olay öyle değildir. Yani devlete hakimiyet yukarıdan aşağıya değil aşağıdan yukarı olur. Peygamberler’e baktığınız zaman onlar insanlara, insanlarla bire bir ilişkiye girerek onlar Allah’ın dinini doğru bir şekilde anlatmışlar, o insanlar çoğalınca, güçlü hale gelince Allah’ın dinini hakim kılmaya başlamışlar. Ama Peygamberler’den sonra gelenlerin bir kısmı bakıyorsunuz namaz konusunda işte Allahu Teala Meryem Suresinin 59. ayetinde diyor ki:
“Esteuzubillah, fe halefe mim ba’dihim halfün edaus salate yettebeuş şehevati.” Yani, “Peygamberler’in arkasından bir grup geldi, namazı zayi ettiler ve arzularının peşine düştüler. Fe sevfe yelkavne ğayya, bunlar yakında yapmış oldukları bu davranışların cezasını çekeceklerdir.” Şimdi şeyde, yani olaya siyasi baktığınız zaman kelimelerin anlamı değişiyor. Biz elimizden geldiği kadar, yani gücümüzün yettiği, imkanlarımızın elverdiği kadarıyle ya da anlayabildiğimiz kadarıyla olaylara Peygamberler gibi bakmaya çalışıyoruz. Çünkü Cenabı Hak onları bize örnek veriyor. Yani bizim hedefimiz hiç bir zaman, zengin olmak, iktidara gelmek, insanlara hükmetmek değildir. Nitekim hiç bir Peygamber’in böyle bir hedefi olmamıştır. O Cenabı Hak’kın ikramı olarak ortaya çıkar. Siz onu hak ederseniz Allahu Teala onu ikram eder size. Hak etmezseniz, tepeye gelmiş olsanız bile öyle bir düşersiniz ki oradan, param parça olursunuz. Dolayısıyla bunu, yani siyaset de bunun içerisine girmekle birlikte kelimeleri asıl mecrasından başka tarafa götürmek doğru değil.
Tağut kelimesi, tuğyan dediğimiz, taşkınlık dediğimiz şeydir. Yani işte şeyle ilgili olarak Kur’an’ı Kerim’de Nuh (a.s.) kavmine verilen ceza biliyorsunuz suların altında kalma cezasıydı. Orada “vettağalma” diyor, “su taştı.” Yani şöyle bir kabın içerisinde su dışarıya taştığı zaman işte ona tuğyan ifadesi kullanılıyor. Ondan alınarak diğer kavramlar da tağut isim haline getirilerek kullanılıyor. Tağut, haddini aşan, yani haddini aşmak ne demek, mesela tencerenin bir sınırı var değil mi? O tencerenin sınırı aştığı zaman su yerlere taşmmış oluyor ve istenmeyen durum ortaya çıkmış oluyor. Tağut da haddini aşan yani kendine, kendisi için belirlenmiş olan sınırları aşan ve kendisini Allah’la kul arasına bir yere yerleştiren varlık olarak kullanılıyor. İşte şeytan şeklinde ifade ediliyor.
Mesela Keşşaf Tefsiri tağuta doğrudan doğruya şeytan demiş. Bence çok doğru şöylemiş. Çünkü şeytanı biliyoruz, kendi sınırlarını aşmıştır. Allahu Teala onun için belli bir sınır belirlediği halde Allah’ın emrini yerine getirmemiş, kendinin büyük olduğunu iddia etmiş. Yani büyük ne demek? Yani olduğundan daha fazla gözüküyor. Şöyle söyleyelim, kibir büyük denmek nedir? Mesela boyunuz bir yetmiş iken, bir yetmiş beş gösteriyorsanız, beş santimlik kibirlisiniz demektir. Yani kendinizi olduğunuzdan fazla göstermektir kibir. Ama olduğunuz oranda gösteriyorsanız boyunuz bir yetmiş beşse, bir yetmiş beş diyorsanız, mesela yani örnek olarak.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Yok, kendini büyük göstermek, abartı ayrı bir konu. Kendini büyük göstermek kibirdir, kendini olduğu gibi göstermek vakardır, kendini olduğundan aşağı göstermek de tevazudur. Yani işte bir kişinin belli oranda bilgisi var, o bilgisini ortaya koyuyorsa bu bir vakardır. Ben şuna, şuna sahibim diye. Onun yukarısında gösteriyorsa kibirdir. Ya da gücünü daha yukarıda gösteriyorsa kibirdir, daha aşağıda gösteriyorsa o da tevazudur.
Şimdi şeytan kendisini olduğundan daha büyük göstermiştir. Nasıl oluyor? Allahu Teala bir emir veriyor, diyor ki: Adem’e secde edin! Şeytan Adem’e secde etmiyor. Diyor ki ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. E sana yaratıcı emrediyor. Senin nereden yaratıldığını bilmiyor mu? Yani kendisini, kendi çalışmasına bağlı olmayan bir şeyle büyük görüyor. İnsanlar arasında da bu vardır. Bize işte şunlar derler. Güzel de, sen bu dünyaya gelirken şunlardan olmam şartıyla gelirim diye bir şey mi verdin yani? Bir dilekçe mi verdin? Annem şu olursa, babam şu olursa gelirim mi dedin? Bir dakika yani bu sana ait olan bir şey değil. Şimdi şeytan orada, Adem (a.s.)’a secde etmiyor, İblis. Ve Allahu Teala neden secde etmedin diye sorunca, Allah’ı şuçlu sayıyor orada, kendisini değil. Diyor ki: Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. İyi tamam, sen bunu yaratıcıya karşı nasıl söylüyorsun? İnsanlar zannediyor ki İblis, kendisini Adem’den büyük gördü. Hayır! Orada Adem o emri vermedi ki! Adem demedi ki gel bana secde et. O da sen kimsin de bana secde ettiriyorsun desin de kafa tutsun. Adem’e karşı gelmek nihayet bir insana karşı gelmektir. Hatta bir insanı öldürmek bile çok büyük günah olmasına rağmen şirk sayılmıyor. Yani ebedi cehennem cezasını gerektirecek bir şuç değil. O zaman burada İblis’in Adem (a.s)’a karşı bir büyüklük taslaması yok. O emri verene karşı büyüklük taslıyor. Senin verdiğin bu emir uygun değildir demiş oluyor. Doğrusunu ben düşünüyorum diyor. Fakat yaptığının yanlış olduğunu da gayet iyi biliyor. Çünkü arkasından diyor ki: “Fe bima ağveyteni leegudenne lehum sıratekel müstakim.” (Araf 7/16). Önce diyor ki, Allahu Teala onu kovduğu zaman, in oradan aşağıya orada büyüklenmeye hakkın yok diyor. Çık, sen alçaklardansın diyor. O hala kendisinin büyük olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Ben büyüklüğümü ispatlıyacağım. Zaten şeytanı kafir yapan, “eba vesstekbara ve kane minel kafirin, direndi kendini büyük gördü ve kafirlerden oldu.” (Bakara 2/34). Yanlışta direnmesi. Her insan hata yapabilir, Adem (a.s) da emri tutmadı ama o direnmedi. O kendini büyük görmedi. Yoksa işlenen şuç açısından Adem (a.s)’la İblis’in hiç bir farkı yok. Ona secde et emri verdi, etmedi, Adem (a.s)’a şu ağaçtan yeme emrini verdi, yedi. Ama birisi ben haklıyım dedi, Allah haksızdır der gibi. Çünkü Şeytan diyor ki: “Fe bima ağveyteni, sen beni iğva ettin.” (Araf 7/16). Yani sen beni boş hayallere daldırdın. Bu işi bana sen yaptırdın. Halk arasında şey yapar ya! Beni bu duruma sen soktun, ben bunun hesabını sana sorarım. Güzel de o suçu sen yaptın, kardeşim. O suçu sen yaptın. Şimdi şeytan onu söylüyor, Allahu Teala’yı suçlu sayıyor, ben haklıyım diyor ve kendisini büyük görüyor. Hala büyüklüğünü ispat etmeye çalışıyor. Ama Adem (a.s.) öyle değil. Ondan sonra şeytan diyor ki, insanlar için o doğru yolun üzerinde oturacağım. Bu şeytan ahirete de inanıyor, Allah’a da inanıyor. Herhangi inanç problemi yok yani bizim anladığımız manada. Diyor ki işte: “Rabbi feenzirni ila yevmi yubasun, yeniden dirilecekleri güne kadar bana süre ver yarabbi” (Sad 38/79) diyor. Allah ona o süreyi verince, bakın Allah şeytana saptırma yetkisini veriyor. Bunu unutmayalım. Bu dünya işte. Onun için onların, şeytanın tuzağından Peygamberler de kurtulamamışlardır. Çünkü Allahu Teala bir ayeti kerimede diyor ki, o ayeti hatırlarsın sen. Hac Suresi 52. ayet, 337. sayfa.
“Ve ma erselnamin kablike mir rasuliv ve la nebiyyin, senden önce bir rasul ve nebi göndermiş değiliz ki, illa iza temenna, bir şeyi kurguladığı zaman, elkaş şeytanü fı ümniyyetih, şeytan onun kurgusuna bir vesvese katmış olmasın.” Hani siz diyorsunuz ya, işte namaza duruyorum aklıma bin bir türlü şeyler geliyor. Yav kardeşim bu Peygamber’de de böyle, sadece sizde değil. Çünkü Allahu Teala şeytana o ruhsatı verdiği zaman kimseyi istisna etmedi. Eğer benim aklıma şeytan hiç bir şey getirmedi diyorsanız, o zaman yanlış yolda olabilirsiniz. Dikkatli olun! Çünkü şeytan sapıkların önüne çıkmaz. Doğru yolda olanla ilgilidir, onun tek derdi doğru yolda olandır. Bende bir şey olmaz diyorsanız, o zaman sizde bir şey vardır. Dikkat edin! Çok dikkat etmek lazım. Diyor ki: “İlla iza temenna elkaş şeytanü fı ümniyyetih, mutlaka onun kurgusuna bir şey atar.” Atar. “Fe yensehullahü ma yulkış şeytan, ama Allah arkasından o şeytanın attığını giderir.” Çünkü niye? “İnne keydeş şeytani kane taifa, şeytanın tuzağı zayıftır.” Çok zayıftır, şeytan bir şey yapamaz insana, hiç kimseye bir şey yapamaz. Yapan insanın kendisidir. Siz kararlı olursanız, şeytanın size yapacağı hiç bir şey yoktur. Ama bahane arıyorsanız, sizin için iyi bir bahane üretir şeytan. “Sümme yuhkimüllahü ayatih, sonra Allah ayetlerini sağlamlaştırır, vallahü alımün hakım, Allah bilir ve doğru karar verir.”
Şimdi olay böyle olunca, yani şeytan doğru yolun üstünde oturur ve şeytan karşınıza mutlaka dini kisveyle çıkar. Şeytanı başka kisveyle lütfen aramayın! Dini bir elbise altında çıkar sizin karşınıza. Çünkü başka şekilde doğru yolda oturulmaz. Ve din de her insanın yumuşak karnıdır. Yediden yetmişe herkesin yumuşak karnıdır din. Şimdi şeytan örneği Kur’an’ı Kerim’den vereceğiz, insan şeytanı örneği vereceğiz tağutla alakalı. Ona hazırlık olsun diye bunları anlatıyorum. İnsan şeytanı kılığında çıkar sizin karşınıza. Şey afedersiniz. Din kılığı altında çıkar. O din hangi din? Müslümanlıksa müslüman kılığıyla çıkar, Hıristiyanlık’sa hıristiyan, her tarafda bir din kılığıyla, yani çünkü insanlar doğruya yöneldiği zaman şeytan engel çıkarır. Yani siz bakın, yanlış bir iş yaptığınız zaman hiç bir problem yoktur. Ama doğru bir şey yapmaya karar verdiğiniz zaman insan ve cin şeytanları mutlaka önünüze engeller çıkarır. Ve doğruların önünde bir sürü engeller vardır, onları aşacaksınız, o da bir irade ister. İradeniz varsa çok rahat bir şekilde gidersiniz. Ama bir çokları şunu yapar, ya yapmadığım kalbi kırmayayım der, Allah’ın rızasını kırar. Yani efendim işte idare edelim, bir birimize karşı şöyle yapalım, şunu yapmayalım, bunu yapmayalım. İdare et, ahirette görürsün sen o idarenin ne olduğunu. Burada sen çünkü insanların gözünde dünya son derece değerlidir, insanı yoldan çıkaran dünyayı ahirete tercihtir. Ne kadar büyük alim olursanız olun, ne kadar geniş imkanlara sahip olursanız olun, bu dünyayı ahirete tercih meselesi varsa sizin doğru yolda olmanız çok zordur. Çok zordur. Dolayısıyla bir insan “iyyake nağbudu, kulluğu yalnız sana yapıyorum” diyorsa, her konuda yalnız Allah’ın kulu ve kölesidir, başkasının değil. Çok dikkat etmeli. Yani ben şunu kırmayayım, bunu kırmayayım… Yok kardeşim önce Allah’ı kırmayacaksın. Önce Allah’a kul olacaksın. Senin tek kul olacağın şey var, o da Allahu Teala’dır. Öbürleri kırılırsa kırılsın. Çünkü yani insanı kendisine köle etmek isteyen sayısız insan ve cin şeytanı vardır. Ve bunların tamamı tağuttur. Bunların tamamı tağuttur.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Ahzab Suresi 67. ayet. Bu 66. ayette diyor ki, 33. sure. “Yevme tükallebü vücuhühüm fin nar, ateşin içerisinde o gün yüzleri sağa sola çevrilir.” Çünkü burası kızarıyor böyle çeviriyor, burası kızarıyor. Bir böyle bir böyle bir türlü rahat edemiyorlar, yüzleri sürekli kızarıyor ateş karşısında. “ Yekulune, şöyle derler, ya leytena, ah ah ah kafam” diyecek böyle. 33. sure, 66, 67. Ah kafam keşke “eta’nellahe, Allah’a itaat etseydik, ve eta’ner rasula, rasule itaat etseydik. Ve kalu rabbena, ya rabbi inna eta’na sadetena, biz seyyidlerimize itaat ettik ya rabbi.” Biz efendilerimize itaat ettik. “Ve küberaena, ve büyüklerimize itaat ettik, fe edallunes sebıla, onlar da bizi o yoldan çevirdiler.” Biz işte Allah’ın kulu olmak için yola çıkmıştık, onlar da bizi yoldan çevirdiler. “Rabbena atihim dı’feyni minel azabi vel’anhüm la’nen kebıra, yarabbi şu bizi şaptıranlara azabı iki kat ver, onlara büyük bir şekilde lanet yap, lanet et diyecek.” Evet, şimdi burada, şeytan işte mutlaka doğru yolun üzerinde oturur, mutlaka dini kavramları kullanır, mutlaka hayırlı bir iş yaptığınız zaman karşınıza çıkar. Yani, ya ben işte şeytan vesvese veriyor, kendimi kurtaramıyorum diyorsanız, demek ki doğru yoldasınız. Yani sizin doğru yolda olduğunuzun en güçlü delili odur.
Mesela eskiden hiç, rahattım her şey, bir namaza duruyorum Allah… Kardeşim aklıma hayalime gelmeyen yok, böyle namaz mı? Tamam işte şeytan diyecek ki böyle namaz olmaz, sen de kılmayacaksın. Kardeşim başka şekilde namaz olmaz, namaz öyle olur. Sen ne zaman kendini kurtarırsın? Diyeceksin ki, it ürür, kervan yürür afedersiniz. Onunla ilgilenmezsen, o vazifesini bitirmez ama artık sen onu dinlemediğin için rahat edersin. Çünkü şeytanın tuzağı “inne keydeşşeytane kane daifa, şeytanın tuzağı zayıftır.” Ama şeytan, insanın en çok ilgilendiği şeyi aklına getirir.
Şöyle bir hikaye anlatırlar, gerçekte olmamış olabilir ama olayı anlatma bakımından fayda sağlıyor. İşte birisi Ebu Hanife’ye gitmiş, demiş ki; ya imam babadan atadan kalma çok değerli bir yüzük vardı. Bir yere sakladığımı biliyorum ama bir türlü nereye sakladığım aklıma gelmiyor. Ara, ara, ara, bulamıyorum. Demiş ki; kolay, iki rekat namaz kıl demiş, ama sakın ha aklına hiç bir şey getirme, gelen hiç bir şey ile de ilgilenme. Demiş ondan kolay ne var ya, ne zamandan beri uğraşıyorum. Abdestini almış güzelce, kıbleye dönmüş namaz kılyor. Tabii şeytan onun aklına bir sürü şeyler getiriyor. Çünkü herkesin yanında onu saptıran, Peygamberimiz’in hadisinde de var, cinlerden bir şeytan oluyor. Sürekli yanında olduğuna göre şeyi nereye koyduğunu da biliyor, yani o yüzüğü. Şimdi ne söylüyorsa adam ilgilenmiyor, ne söylüyorsa ilgilenmiyor. Birinci rekatı düzgün bir şekilde kılıyor. İkinci rekatta yüzüğün yerini hatırlatınca namaz çabucak bitiyor, adam her şeyi unutuyor. Ondan sonra gidip yüzüğü buluyor. Şimdi gerçekte bu olmuş mu olmamış mı, bu ayrı bir konu ama yani bir olayı anlatma bakımından faydalı. Onun için başka zaman hiç hayalinize gelmeyen şeyler gelir. Bunu normal karşıladığınız zaman rahatlarsınız. Aman olmasın diyorsanız, iyice sizi sıkıntıya sokar. Çünkü olmaması mümkün değildir.
Şimdi buradan şuraya geçiyoruz, önce tağut kelimesi dediğimiz gibi taşkınlık. Yani sınırları aşan. Şeytan sınırları aşan birisidir. Şeytan da insanlardan ve cinlerden olur. Şeytanın asıl görevi Allah’la insanın arasına girmek ve Allah adına insanları aldatmaktır. Asıl temel görevi budur. Onun için Allahu Teala, Kur’an’ı Kerim’de “Esteuzubillah, vela yeğurrannekum billahil ğarur, o çok aldatan sizi Allah’la aldatmasın sakın ha!” Allah’ın adını kullanır. Birisi gelmiş bir hocaya, demiş ki, hocam Köroğlu (a.s.) nebi midir, veli midir? Allah Allah, bir bakayım kitaplara demiş. Kitap kalmaksızın araştırıyor, aceba Peygamberler içerisinde babası kör olan kim vardı diye araştırıyor. Şimdi, kızı sormuş, ya baba hayırdır çok şey yapıyorsun. Yav kızım işte birisi böyle soru sordu. Sen bilmiyor musun o dağdaki eşkiyadır. Kızım ben o Köroğlu’nu biliyorum da bu aleyhis selam dedi diyor. Şimdi yani bir dini terim mutlaka kullanılır bu tür şeylerde.
Evet, o şeyler, şunu da unutmayalım.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
“Vela yeğurrannekum billahil ğarur.”
Yahya Şenol: Lokman’ın sonunda var o.
Ha, Lokman Suresi, lokman evet 31. sure. İki yerde olacak o. Evet, “vela yeğurrannekum billahil ğarur.”
Yahya Şenol: Lokman 33’de var.
Lakman 33. Evet, bir tanesi yeter, diğerine lüzum yok.
Katılımcı: Fatır 5’de var.
Fatır Suresi 5. ayet, evet. Şeytan Allah ile kulun arasına girer dedik. Bir de burada size bir şey daha örnek vermek istiyorum. Eğer siz bir adamın ceblerini boşatmaya karar verdiyseniz ya da o kişiyi sömürmek istiyorsanız, o kişiye üzüm şırası içirmezsiniz. O şırayı ekşitirsiniz, içki haline getirir ondan sonra içirirsiniz. Çünkü üzüm şırası içtiği zaman adam güçlü bir hale gelir, size hiç bir şeyini vermez. Ama onu sarhoş ederseniz, şırayı ekşiltip de sarhoş edici hale getirip adama içirirseniz, adamı hem cebini de boşaltırsınız, hem her şeyi yaptırırsınız ona. Aynen bunun gibi şeytan insanı Allah’ın yolundan uzaklaştırmak isterse o insana doğru dini asla anlatmaz. Asla anlatmaz. Mesela şimdi namaz kılıyorsun değil mi? Baktı ki namazdan engelleme imkanı yok. O zaman der ki, yav bak sen namaza yeni başladın, şu adamlara bak yıllardır namaz kılıyorlar, düzgün bir kıl da namaz nasıl kılınıyormuş bir görsünler. Ondan sonra hakikaten böyle mi namaz kılınır der, bir şey yapar. Ondan sonra bak şu adam gitmiş lak lak ediyorlar, sen git bir yanlarında tespih çek. Ya işte bak bu adamlar boş işlerle uğraşıyorlar, sen git onlara doğru şeyleri tavsiye et. Bir de tek başına gitme, yanında bir kaç kişi olsun falan. Böyle yavaş yavaş yavaş, adam Allah rızası için yapmaktan, başkasının rızası için yapmaya başlar. Ondan sonra kendisini büyük bir mücahit görmeye başlar ama yoldan çıkmış olur. Yani çok dikkatli olmak lazım! Dini doğru anlatırsa eğer, dini doğru anlattığınız zaman insanlara diyeceksiniz ki, yalnız Allah’a kul olun. Ama dini eğer, işte orada da tuğyan söz konusu. Yani biraz sınırlarını aştırırsanız, yani şöyle düşünün, bir tencereyi taşıran son damladır değil mi? Bir tek damla bile taşırmaya yeter. E bir bardak dökerseniz daha fazla taşar. Şimdi bu saptıranlar büyük bölümünü doğru söylerler. Yani sözlerinin büyük bir bölümü doğrudur. Ama onların niyeti o değil. Onların niyeti, o doğruları söylemezlerse yanlışı zaten dinlemezsiniz. O zaman o fazla kısmı, yani dine bir takım çıkarma ve ilaveler yaparak sizin kafanıza bir yerleştirsinler. O zaman dini kullanarak, Allah’tan önce kendilerine kul olmanızı sağlarlar. Kendilerini Allah’la kul arasına sokmanızı sağlarlar. İşte bu onların isteyerek yaptıkları tuğyandır. Bunu yapan kişi de tağuttur.
Tağutun asıl yeri Allah’la kulun arasındaki bir yerdir. Oraya oturur. Yani bu şeytanın bulunduğu yerdir. Onun için şimdi Bakara 256’da Allahu Teala şöyle buyuruyor. 41. sayfa:
“La ikrahe fid dın, dinde herhangi bir zorlama olmaz.” Dinde zorlama olmazsa bu ne demektir? Hiç kimse zorla müslüman yapılmaz demektir, değil mi? Şimdi bakarsınız ki, insanları zorla müslüman etmeye çalışıyorlar. Ne oluyor kardeşim? Efendim, müslüman olmakta zorlama yok ama olduktan sonra zorlama var. Bunu nereden çıkarıyorsunuz? Şimdi iman, kalb ile tasdik değil mi? Yani Allahu Teala imanı kalb ile tasdik olarak göstermiyor mu? Yani insanın gaybında olması lazım, kalbinde olması lazım iman. Bu kişinin kalbinde iman yoksa hangi baskı bu kişinin kalbine imanı sokabilir? Böyle bir şey var mı? İnsanlarda böyle bir yetki var mı? Pekiyi, bu gün için mü’min oldu, dinden çıktı. Pekiyi sen, zorlamakla bu adamı müslüman yapabilir misin? Allahu Teala inancı öyle bir noktaya koymuş ki kalbin içerisinde inanç. Oraya dünyanın hiç bir gücü baskı yapamaz. Dolayısıyla bir kişinin gerçekten mü’min olup olmadığını yalnız Allah bilir. Biz dış görünüşüne bakarak bu adam mü’mindir değildir diye hüküm veririz ama adam çok iyi bir münafık olabilir. Sizi hayran bırakır, ne muhteşem bir müslüman dersiniz ama aslında münafıktır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)’i de hayran bırakan münafıklar vardır. Münafikun Suresinde bunu Cenabı Hak anlatıyor. Onun kalbinde iman olmadığını bilseydi hayran kalır mıydı Peygamberimiz? Onun için ahirette Allahu Teala Peygamberler’e soru soracak. “Ma davucibtum, siz nasıl karşılık gördünüz? Galu la ilmelena, ya rabbi bu konuda bizizm bir bilgimiz olmaz ki.” Ne demek? Yani kalblerinde gerçekten imanın olup olmadığını bizim bilme şansımız yok, biz dış taraflarına bakıyoruz. Sana da dış görünüşlerini söylersek sana da bunu bizim söylememiz yakışmaz. Çünkü işin gerçeğini sen biliyorsun. “İnneke ente allamul ğuyub, gayıbları bilen sensin.” Yani kalbde ne olduğunu sen biliyorsun. Biz bilmiyoruz diyorlar.
Bakın, Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir için bile şahitlik edemiyor. Bilemeyiz diyor, çünkü kalbde. Pekiyi iman böyle ise buraya nasıl baskı yapabilirsiniz? İnançta baskı olmaz bir, pekiyi ibadette baskı olur mu? İnsanlara zorla ibadet yaptırılabilir mi? Zorla ibadet yaptırdığın zaman bu insanları dinden iyice soğutursunuz. Niye zorla ibadet olmaz? Pekiyi niyetsiz ibadet olur mu, ben size sorayım? Olur mu niyetsiz? Niyetin yeri neresidir? Kalb değil mi? E adam kalbden niyet etmedi, sırf seni razı etmek için namaz kıldı, buna namaz denir mi? O zaman dinin yapısı itibariyle dinde her hangi bir zorlama olmaz.
Ondan sonra ne diyor Allahu Teala: “Kad tebeyyener ruşdü minel ğayy, olgunluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır.” Yani Allah’ın o doğru yolu, o sapık yoldan iyice ayrılmıştır. Bunun herkes aslında farkındadır. Bak işte şeytan da Allahu Teala’ya ne diyor: “Fe bima ağveyteni” diyor. Beni sen yoldan çıkardın diyor. Yani yoldan çıktığını gayet iyi biliyor. Dolayısıyle ne mal olduğunu herkes çok iyi bilir. Çünkü insanın içi o doğruyu söyler. Ama bazen işte o tağutların emri altında kaldığı zaman, canım bu koskoca adam yanlış yapmayacak ya der. Siz ayet okursunuz, ayet yerine o adamla cevap verir. Yani şimdi bütün millet sapık da siz mi doğrusunuz? Ya siz mi deme! Biz Allah’ın ayetini okuyoruz, lütfen! Hep demogoji ile cevap vermeye çalışırlar.
Ondan sonra diyor ki: “Fe mey yekfür bit tağuti ve yü’mim billahi, kim tağutun kafiri olursa.” Bak, tağutun kafiri, “yekfür bit tağut.” Kefera ne demek? Örtmek görmezlikten gelmek. “Kim tağutu görmezlikten gelirse, tağutu önemsemezse, ikinci plana atarsa.
Katılımcı: Yani tedavülden çıkarırsa.
Hah, devre dışı bırakır, saf dışı bırakır. Yoksa tağut orada duruyor. “Ve yü’mim billahi, Allah’a inanıp güvenirse.” Çünkü tağut, Allah’la kulun arasına giriyor. Onu devre dışı bırakacaksın. “Allah’a inanır güvenirse, fe kadistemseke bil urvetil vüska, sağlam bir kulpa yapışmış olur.” İşte tağut, kişiyi dinden, imandan eden her şey. Her şey, ne olursa olsun yani kişiyi yoldan çıkaran her şey ki asıl tağut, kendisini Allah’la kulun arasına koyandır. Şeytandır. “Lenfisame leha, oradan kopma söz konusu değildir.” Allah’ın ipine sarıldığınız zaman. “Vallahü semıun alım, Allah işitir ve bilir. Allahu veliyyullezine amenu, Allah mü’minlerin velisidir.” Allah mü’minlerin velisidir. Mü’minler de Allah’ın velisidir tabii, hiç şüphesiz.
Şimdi bu bir de evliyalık makamı oluştururlar biliyorsunuz. Onu bazı kimselere verirler. Onlar Allah’ yakın, Allah’la kulun arasına girmişler, işte tağutluk yapıyorlar. Zaten şeyde öyle söylüyor, Araf 30. ayette diyor ki Allahu Teala: “Ferıkan heda ve ferıkan hakka aleyhimüd dalaleh, dalalet iki gruptur, bir grubu Allah yoluna kabul eder, bir grup da sapıklığı hak eder.” Sapıklar, “innehümüt tehazüş şeyatıyne evliyae min dunillah, onlar şeytanları Allah’la kendi aralarına evliya olarak koyarlar.” Şeytanlar insan ve cin şeytanlar, iki grup tabii. Allah’la kendi aralarına, Allah’ın evliyası diye koyarlar. Başka şekilde olmaz ki. Bak mesela, Hıristiyanlar İsa (a.s.)’a ne diye tapıyorlar? Allah’ın elçisi diye tapıyorlar mı? Hayır. Allah’ın elçisi olsa, elçi kendi sözünü söylemez ki. Elçi Allah’ın sözünü söyler ve insanları Allah’a götürür. Allah’ın oğlu diyerek tapıyorlar. E oğul da babanın yerine geçer, çok tabii bir şeydir. Şimdi oğlunu Allah’la kulun arasına koyuyor, oğlu aracılığla ulaşırsak işimiz tamamdır diyor. Şimdi oğlunu oraya koyunca, bu defa diyorlar ki, oğulu kilise temsil eder diyorlar. Aslındaİsa (a.s.) asıl hedef değil, hedef kilisenin Allah’ın yerine oturmasıdır. Ve insanla kulun arasına Allah’a daha yakın diye kiliseyi koyuyorlar. Ondan sonra insanları dine kabul etme artık kilisenin işi oluyor. Yani artık iman kalb işi olmaktan çıkıyor, iman kalb işi olmaktan çıkıyor, iman bir kurumun korumasına veriliyor. Onun için kilise diyor ki, ben diyor vaftiz edersem sen mü’minsin diyor. Ben diyor eğer seni afaroz edersem, senin bir daha cennete gitme şansın yok. Böyle bir şey yok. Ben seni kabul etmezsem senin mü’min olma şansın da yok, kurtuluşun da yok. Vaftiz edeceğim diyor. Seni benim kaydıma alacağım diyor.
Şimdi, pekiyi bu adamın kalbinde iman var mı, yok mu belli değil. Onun için daha yeni doğmuş çocuğu vaftiz ediyorlar. O çocuk tabii, din nedir, şu nedir hiç bir şey bilmeden tamam diyorlar bu cennetlik oldu. Çünkü kendilerini Allah’ın yerine koymuşlar, Allah’la kulun arasına girmişler. Bunlar Allah’a yakın, o arada bir kurum ve kuruluş.
Evet şimdi burada Allahu Teala diyor ki: “Fe mey yekfür bit tağut, kim bu tağutu tanımazsa.” İşte bu tağut oluyor. Kilise tağut oluyor. Bir papazla aramızda geçen bir konuşmayı burada tekrarlayayım. O papaz bu Evancelistler’den. Yani Luteryanler’den. Katoliklerden biraz daha farklı. Onlar mesela, Katolikler Allah’a da papa diyorlar, papaya da papa diyorlar. Baba, baba kelimesi bizde de kullanılır. Efendi baba, bilmem ne, biliyorsunuz yani. İşte bu aslında Hıristiyanlık’dan gelme bir kelimedir. Allah da babadır, papa da babadır. Papa, baba demek zaten İtalyanca’da. Allah, büyük baba, papa onun bir altı. O alttakinden geçmezsen üstekine ulaşma şansın yok. O da baba, o da baba, o yerdeki baba, öbürü gökteki baba. Ben söyledim Katolikler’e, pekiyi şirk en büyük günahtır diyorsunuz, bu şirk değil mi? Seslerini çıkaramadılar. Ama şeylerde bu yok, Evancelistler bu kelimeyi kullanmıyorlar. Bu şirktir diye kullanmıyorlar. Kullanmıyorlar ama diğer şeyler onlarda da devam ediyor. Yani şurada da söyleyeyim, Hıristiyanlık’da da Müslümanlık’da olduğu gibi en büyük günah şirktir. Ondan daha büyük günah yoktur. Tevrat’ın da en başında, en büyük günah şirk olarak geçer. Şimdi o papaz gelmişti buraya. İçerde bizim odada konuşuyoruz. Dedim ki, yani bir insanın Hıristiyan olması için ne gerekiyor? Dedi ki, vaftiz olması lazım. Vaftiz olmadan olmaz mı? Vaftiz nedir, işte bir suya daldırıyorsunuz, sen Hıristiyan oldun diye işte bir takım işlemler yapılıyor, falan, kayıtlara geçiyor. Pekiyi dedim, bir insan sizin inancınıza canı gönülden inansa, kalbden, içten inansa, bütün ibadetleri de inanarak yapsa fakat vaftiz olmasa, bu adam öldüğü zaman nereye gider? Cehenneme gider dedi. Niye? E vaftiz olmadı. Vaftiz ne yapıyor? Çünkü ilk günah vaftizle temizlenir. Pekiyi bu günahı kim işlemiş? Adem (a.s.) dedi. Adem (a.s.)’ın günahından ona ne? Ne bilelim belki? Ne bilelim belkiyle din olur mu dedim? Din dediğin kesinlik gerektirir. Bak, biz eşhedü deriz, değil mi? Ben şahidim, çok kesin. Gözümle görüp, elimle tutmuş gibi biliyorum diye. Pekiyi dedim bu adam, vaftiz olmak için kilisenin papazına başvursa, papaz da bu adamdan hoşlanmadığı için onu vaftiz etmese ne olur? Öteki kiliseye gitsin dedi. Pekiyi öteki kiliseye giderken bir trafik kazası olsa da ölse nereye gider? Cehenneme gider dedi. Pekiyi dedim, daha yeni doğmuş çocukları vaftiz ediyorsunuz. Bu çocuklar dinle ilgili ne biliyorlar ki bunları vaftiz ediyorsunuz? Ne bilelim belki biliyorlar. Belkiyle din olur mu? Bu çocuklar büyüyorlar dedim, kiliseye düşman kesiliyorlar. Hiç gelmiyorlar, inancını da paylaşmıyorlar. Bunlar öldüğü zaman nereye gider? Cennete gider dedi. Niye? Vaftiz oldular. Pekiyi dedim, batıda müslüman olanlar var, Hıristiyan dünyasında. Evet var dedi. Bunlar size göre müslüman mıdır dedim? Hayır dedi, müslüman değillerdir. Onlar Hıristiyan’dır dedi. Niye dedim? Dedi ki, biz onları kiliseden çıkarmadık ki. Yani müslüman olmaları için de onların onayı gerekiyor. Sizi kiliseden çıkardık, şimdi istediğiniz dine girebilirsiniz. Şimdi bu kimin dini dedim? Siz buna Allah’ın dini diyebiliyor musunuz dedim? Adam sustu. Siz kendinize göre yeni bir din icat etmişsiniz.
Şimdi bunun benzeri tarikatlarda vardır. Efendiden el alacaksın. Eee? Tevbe alacaksın. Pekiyi. Ondan sonra pekiyi bu efendi ne yapacak? Aldın mı tamam seni kabirde koruyacak, mahşerde, bilmem şurda burada koruyacak. Pekiyi bu efendiyi kim koruyacak? Bunun bir garentisi var mı? Var mı ayetlerde, hadislerde? Bulamazlar, bir kelime “vebtağu ileyhi vesile.” (Maide 5/35). İyi ki o kelimeyi de bulmuşlar. Şimdi bu, yani şeyde var ya “fe emmellezine fi kulubihim zeyğun feyettebiune ma teşabehe minhu” (Ali İmran 3/7) ayeti kerimesi var ya? Kalblerinde kayma olanlar, Kur’an’dan, minhu Kur’an’a gider. Minhu, minel Kur’an demek. Kur’an’dan kendi kafalarındakine uygun gördükleri bir kelime bulsalar yeter. Halbuki Allahu Teala tek bir ayete kendine göre anlam verme yani tek bir ayete bakarak o ayeti tefsir etmeyi kendini Allah’ın yerine koymak olarak kabul ediyor. Kendini Allah’ın yerine koymak nedir Enes Hoca? Tağut olmak değil midir?
Enes Hoca: Evet.
Bak, bir tek ayeti tümüyle alıyorsun ama kendi kafana göre açıklıyorsun. Allah onu, kendini Allah yerine koymak olarak kabul ediyor. Tağut olmak olarak kabul ediyor. Niye? Çünkü o ayeti açıklayan başka ayetler vardır. Çünkü Allahu Teala diyor ki, “Esteuzubillah” Hud Suresinin ilk ayetlerinde, “Elif lam ra kitabün uhkimet ayatühu sümme füssılet mil ledün hakımin habır. Bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem kılınmış, sonra hakim ve habir tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır.” Hakim, habir kimdir? Allahu Teala. Niye açıklamayı yapmıştır? “Ella ta’büdu illellah, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye.” Yani o ayetin açıklamasını Allah yapmıştır. Siz ayeti değil de bir kelimeyi alıyorsunuz. Yav kardeşim “vebtağu ileyhi vesile”yi açıklayan o kadar çok ayet var ki. Ne diyor Allahu Teala mesela; Esteuzubillah, vel asr innel insane lefi husr, asra yemin olsun insanlar gerçekten zarardadır.” Her geçen an ömürden kaybediyorsunuz ve zarar hanesine yazılıyor. “İllellezine amenu ve amilussalihat, inanan ve iyi iş yapanlar başka.” İşte vesile bu! Efendim orada, yok bir vesile biziz diyor. Yani Allah’la aralarına, tam kilise. Tam kilise. Bize gelin, bizden el alın. Bir kurum oluşturuluyor, Allah’la kulun arasında. O kurumla din kullanılarak insanlar sömürülüyor. Tağut bu! Tağut bu!
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Hah, Allah ne diyorsa öyle yapmak lazım! Allah’a kul olacaksın! Efendim şimdi kimseyi üzmeyeyim. Yav, kardeşim bu adamları üzmek Allah rızası için farzdır. Üzmek de ne kelime? Allah’la kulun arasına bir kurum oluşturmuşlar. Senin asıl görevin bunları reddetmektir. “Fe mey yekfür bit tağut” diyor Allahu Teala. Kim bu tağutu tanımaz, elinin tersiyle iter, “ve yu’min billah, Allah’a inanır ve güvenirse, fe kadistemseke bil urvetil vüska, kesinlikle sağlam bir kulpa yapışmış olur. Lenfisame leha, oradan kopma yoktur.”
Şimdi bakın dini kullanarak, bir var ki, dini kullanarak insanları Allah’ın yolundan çıkarıyor. Bir de var ki kafir. Açıkça diyor ki ben kafirim.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Kafirin yaptığı tuğyan ama tağut değil. Kafir yapmaması gerekeni yapıyor. Sadece kendini yoldan çıkarmış. Ama Allah’ın dinini kullanarak başkasını yoldan çıkarmıyor. Doğru yolun üstünde oturmuyor. Diyor ki, benim yolum bu işte kardeşim diyor. Benim yolum bu diyor. Şimdi benim yolum bu dediği zaman ona karşı tavır farklı. Onu geçen haftaki derste ayetlerle açıkladık. Onlarla birlikte yaşarsınız, onlara bir takım imkanlar verirsiniz. Onlarla üç tane kırmızı çizginiz vardır. Sizi öldürmeye kalkmamışlarsa, Mümtahine Suresi 8, 9. ayet. Sizi ülkenizden çıkarmıyorlarsa, çıkaranlara destek vermiyorlarsa onlarla birlikte hayatı paylaşabilirsiniz. Hayatın her parçasını paylaşabilirsiniz. Ama bu insanlar öyle değil. Bunlara karşı kesin tavır koymak zorundasınız. Çünkü bunlar tağut. Bunlar Allah’la kulun arasına giriyor. Burada çok ciddi bir şey var.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Açık mı? Şimdi açık hah.
Katılımcı: “Ve le kad beasna fı külli ümmetir rasulen enı’büdüllahe vectenibüt tağut.” diyor. Tüm Peygamberler’in gelmesi sadece bunun içindir.
Evet, bütün Peygamberler’in söylediği odur. “Ve le kad beasna fı külli ümmetir rasulen enı’büdüllahe vectenibüt tağut.” Nahl Suresi 36. ayet. Evet, “ve le kad beasna fı külli ümmetir rasulen, her ümmetin içerisine rasul gönderdik.” Elçi. Pekiyi elçi ne yapacak? Diyeceği şu: “Enı’büdüllah, Allah’a kul olun. Vectenibüt tağut, o tağuttan uzak durun.” Araya mesafe koyacaksın. Şimdi, efendim diyor, geçende Adana’ya gittik. İşte falancaları hocam sen geldin diye davet ettik de, o var kesinlikle gelmeyiz dediler. Hocam niye bunlara karşı yumuşak davranmıyorsun? Yav kardeşim, adamlar Allah’ın dinini kullanarak müslümanları Allah’ın yolundan uzaklaştırıyorlar. Ben o adamlara hiç yumuşak davranabilir miyim? Allah bana böyle bir yetki vermiş mi? “Vectenibüt tağut,” diyor. “Onlardan uzak durun” diyor. Uzak durun!
Katılımcı: Hocam siyasiler de aynı şeyi yapıyorlar, o zaman onlara da aynı şekilde?
Geleceğim, gelecek, sıra gelecek, dur bakayım. Şimdi asıl konu bu. Adam kendi inancını ortaya koymuş. O tağut değil. O taği. O kendi yoldan çıkmış bir adam. O dini kullanarak başkasını yoldan çıkartmıyor. İkisinin arasında fark var. Neyse şimdi dur bakalım. Şimdi bazıları kendi zihnindeki şeyi siyasi şeylere yıkmak için bu kelimeyi kullanıyor, ona da dikkat etmek lazım. Evet şimdi, yok ona, hepsine sıra gelecek. Yavaş yavaş, acele etmeyin.
Katılımcı: Tağut kelimesinde men zamirini görebiliyor muyuz?
Şimdi tağut, tuğyanı artık kendisine meslek edinmiş bir kişi. Kur’an’ı Kerim ona şeytan diyor yani.
Katılımcı: Çoğu mealde cibt diye geçiyor.
Ha o cibttir, cibt. Put olan cibt. Ha tağuta da put denebilir. Çünkü Allah’la kulun arasına girip insanı şey yapıyor ya, kendisini Allah’ın yerine koyuyor ya, put demekte hiç bir sakınca yok. Yani kendini putlaştırıyor çünkü.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Evet, zaten şu şeyde, evet bu Bakara 257’de bak diyor ki: “Allahü veliyyüllezıne amenu yuhricühüm minez zulümati ilen nur, Allah mü’minlerin velisidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Vellezıne keferu evliyaühümüt tağut, kafirlerin evliyası da, velileri de tağuttur. Yuhricunehüm minen nuri ilez zulümat, o kafir olanları nurdan alır, zulümata koyar.” Bu da çok çok önemli bir husus, bakın! Şurdan çıkarır, oraya. Kafirleri nurdan alıyor, bak kafirler demek ki nurun içerisindeymişler. Bu çok mühim bir kelimedir, yani buna dikkat edelim. Bak şöyle biraz, şu iki tane suyu alayım. Şu nur, ikisi de mü’min tamam mı? İkisi de mü’min. “Allahü veliyyüllezıne amenu yuhricühüm minez zulümati ilen nur.” Şimdi bu mü’min, belki kafir olmasını gerektiren bir takım işler yapmıştır. Tevbe eder, Allah oradan buraya alır. “Vellezıne keferu evliyaühümüt tağut, kafirlerin velileri de o tağutlardır.” Yani kendilerini Allah’la kulun arasına koyanlardır. Ne yapar bunlar? “Yuhricunehüm, bunlar o kafir olanları çıkarırlar.” Bunlar da mü’min yani. “Minen nur,” nurun içerisindeler. “İlez zulümat, karanlıklara.” Burdan alır karanlıklara götürürler. Yani tağutun da çalışma alanı mü’minlerdir. Ondan dolayı bu ikisi arasındaki farkı anlamak için. Yani adam kendisi kafir ve sana dokunmuyor. Sen ne yapacaksan yap, beni ilgilendirmez diyor. Ki onu Mümtahine Suresi 8, 9. ayetlerden şeyyaptık. Tamam o insanları dinden çıkarma diye bir gayret içerisinde değil. Ya ben inanmıyorum kardeşim der, o seninle mücadele edebilir açıkça. Açıkça mücadele edebilir yani ama şey yapmaz, böyle farklı kimliklerle senin karşına çıkmaz. Çünkü şeytan ne diyor, doğru yolun üstünde oturacağım. O diyor ki, kardeşim senin yolun başka, benim yolum başka diyor. Yani arada fark bu. Kafirle onun arasındaki fark bu.
Bunun üzerinde tekrar duralım. “Yuhricunehüm minen nur.” Şimdi bunlar kafir mi? O adamları nurdan çıkarmış buraya getirmişlerdir. Bu şu açıdan çok önemli, sürekli bunu tekrar etmeye çalışıyoruz ya. Kafir demek, örten demektir, örten. Olmayan bir şey örtülmez. Olan örtülür. Kafirlerin örttüğü de sahih imandır. Dolayısıyla sahih iman olmadan kafirlik olmaz. Yani Allah’ın sahih saydığı bir iman olmadan kafirlik olmaz. Onun üstünü örteceksin. Bu ayet bir kere onun delilidir ama buradan belki insanlar hemen kolay anlamayabilirler.
Ali İmran 106’yı hiç unutmamak lazım. Orada Allahu Teala şöyle diyor: “Esteuzubillah. Yevme tebyaddu vücuhüv ve tesveddü vücuh, bir kısım yüzlerin ak, bir kısım yüzlerin kara olduğu gün, fe emmellezınesveddet vücuhühüm, yüzleri kara olanlar, onlara şöyle denir, e kefartüm ba’de ımaniküm, siz mü’min olduktan sonra kafir mi oldunuz? Fe zukul azabe bima küntüm tekfürun, kafirliğinize karşılık bu azabı tadın.” Onun için önce imanın içerisindeler. Yani her insanın zaman zaman doğru inancı yaşamaya kesin karar verir. Çünkü doğruları herkes bilir. Doğruları bilmek kolaydır da yapmak zordur. Yapmak zor, faturasını ödemek istemez insanlar. Dolayısıyla bu insanlar kendi imkanları ölçüsünde, mesela her insan Allah’tan başka ilah olmadığını kesin olarak bilir. Çünkü başka ilahların delili yok ama Allah’ın sayısız delili vardır. Her insan bu konuda kesin bir bilgiye sahiptir ama birilerinin dümenine şey yaparak, bir şeyleri ilah yapmaya, Allah’la kulun arasına koymaya başlar, tağutların peşine takılır. İşte o tağutlar, bu kişiler nurda iken onları oradan alır, derler ki, Allah’a giden yol bizden geçer, önce gel bize, ondan sonra. İşte onu aydınlıktan karanlığa çıkarırlar. Tekrar ediyorum, kafir örten demektir. Olmayan şeyin üstü örtülmez, olanın üstü örtülür. Bütün kafirlerin örttüğü şey doğru inançtır. İmkanına göre doğru inanç. Birisine hiç peygamber gelmemiştir, dinle ilgili kimseden bir şey duymamıştır, tamamen müşriklerin, kafirlerin içerisinde doğmuş, büyümüş, ölmüştür, kendisine doğruyu anlatan hiç kimse gelmemiştir. Bu kişiye Cenabı Hak’kın yarattığı ayetler, tüm kainat, Allah’ın varlığını ve birliğini her gün haykırdığı için o kişi bu kanaata kesin olarak varmıştır. O zaman birilerini Allah’la kulun arasına sokuşturduğu zaman suç işlediğini gayet iyi bilir. O işte orada kafir olur. Tağutun peşine takılmış olur, bir takım dünyevi menfaatler ile, bir takım hayallerle kağılmış olur. O hayaller de işte ğay, Cenabı Hak’kın ğay dediği şuçtur.
Evet, ondan sonra diyor ki işte bu tağutu kendisine evliya edinenler; “Onlar onları aydınlıktan çıkarır, karanlığa sokarlar. Bunlar cehennemliktirler, orada ölümsüz kalacaklardır.”
Şimdi şeye geçelim, Nisa Suresinin 51. ayetine. Evet bu da tağutun bir başka çeşidi. Burada Cenabı Hak diyor ki: “E lem tera ilellezıne utu nasıybem minel kitab, kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanları görmedin mi” diyor. “Onlara bir baksana” diyor. “Yü’minune bil cibti vet tağut, cibte ve tağuta inanıyorlar.” Yani puta ve tağuta inanıyorlar. Şimdi put ve tağut. Şimdi bu olay Mekke’de cereyan ediyor. Şimdi Keşşaf tefsirinden okuyayım. Diyor ki: Huney Bin Ahtab’la Kaab Bin El Eşref, ki ikisi de Yahudi. Bir grup yahidiyle beraber Mekke’ye gittiler. Kureyş’le antlaşma yapmak için. Peygamber (s.a.v.) ile savaşmak üzere. Kureyşliler onlara şöyle söylüyorlar, siz ehli kitapsınız. Zaten eskiden beri bu yahudiler müşriklere karşı diyorlardı ki bir Peygamber gelecek, o gelecek Peygamber’le işte şöyle güçleneceğiz, böyle güçleneceğiz, dünyaya hakim olacağız, falan. Mekkeliler diyor ki, siz ehli kitapsınız. Muhammed’e siz bizden daha yakınsınız. İnanç bakımından siz bizden daha yakınsınız diyorlar. Sizin bize karşı tuzak kurduğunuzdan emin olamayız ki diyorlar. Yani siz gelip bizi oyuna getiriyor olabilirsiniz. Muhammed’e karşı antlaşma yapalım diyorsunuz. O zaman bizim ilahlarımıza secde edin, sizin doğru olduğunuza biz de inanalım diyorlar. Bunu yapmışlar onlar, tamam. O putlarına şey yapmışlar, onun için cibt kelimesi kullanılması oradan. Onların yaptıklarını da doğru kabul ettiklerini ifade ettikleri için tağut kelimesi de kullanılıyor orada. Onların putlarına taptı ve şeytana da uymuş oldular. Sonra Ebu Süfyan şöyle demiş onlara: Bizim yolumuz mu daha doğru, Muhammed’in yolu mu? Siz ehli kitapsınız ya siz daha iyi bilirsiniz diyor. Kaab demiş ki, Muhammed ne diyor? Demişler ki, sadece Allah’a kul olmamızı emrediyor ve şirki yasaklıyor. Ondan sonra sizin dininiz nedir diye sormuş? Demişler ki biz bu Allah’ın Beyti’nin velileriyiz, yani biz buraya bakıyoruz, buranın bakımını, hacılara su veriyoruz, misafirleri ağırlıyoruz, sıkıntıda olanlara destek veriyoruz, yardım ediyoruz ve bir takım yaptıklarını saymışlar. Bu iki kişi demiş ki, sizin yolunuz daha doğru Muhammed’den. Şimdi bunlar Yahudi olan iki kişi ve beraberinde olanlar. Şimdi bunlar bu ayetin iniş sebebi olarak zikrediliyor.
Diyor ki Cenabı Hak burada: “E lem tera ilellezıne utu nasıybem minel kitab, kendilerine kitaptan bir pay verilmiş” yani bilgileri olan, doğruları bilen “o kişileri gördünüz mü? Yü’minune bil cibti vet tağut, puta ve şeytana inanıyorlar.” İblise inanıyorlar. Yani kendilerini iblise uydurmuşlar. “Ve yekulune lillizıne keferu, o kafirler için şöyle diyorlar, haülai ehda minellezıne amenu sebıla, bunların yolu bu mü’minlerin yolundan daha doğrudur” diyorlar. Ne için diyorlar? Dünyalık için. Onlarla güç alacaklar, gelecekler Peygamber (s.a.v.)’i Medine’de alt edecekler. İşte buna ğay suçu derler. Yani kendinize göre bir kurgu kurarsınız, o kurgu Allah’ın emrine aykırıdır. Yani “ve mekeru ve mekerallah” da şey yapıyor ya, bunu Türkçe’ye efendim, onlar tuzak kurdu, Allah da tuzak kurdu diye tercüme ediyorlar. Bu yanlış! Oyun kurdu demektir yani bunun doğrusu, onlar kendilerine bir oyun kurdular, Allah da bir oyun kurmuştu. Oyun kurma meselesi çok önemlidir. Çünkü çok kapsamlı bir şeyi gerektirir. Bunlar kendilerine göre bir oyun kuruyorlar. İşte burada Yahudiler müşriklerle işbirliği yapacaklar, Medine’den Muhammed (s.a.v.)’i kovacaklar, ikisinin müşterek düşmanı. Ve hakimiyet kendi ellerine geçecek. Ama yanlış yolda olduklarını iki taraf da gayet iyi biliyor. Pekiyi bu kurgunun neticesi ne olacak? Bu kurgunun neticesi kaybetmeleriyle sonuçlanacak. Mesela işte şeytan da bir kurgu kurdu. Adem (a.s.)’a secde etmeyecek, kendi büyüklüğünü ispatlayacak, Cenabı Hak’ka karşı şey yapacak, uğraşıyor büyüklüğünü ispat etmek için ama giderek kaybediyor. Her defasında biraz daha geri gidiyor. Adem (a.s.) da bir kurgu kurdu. Şu ağaçtan yiyecek, yedi mi kendisi kral olacak, eşi kraliçe olacak ve ölümsüzleşecek. O artık ne oldu? Bahçeyi de kaybetti. Bulunduğu yeri de kaybetti. Şeyler ne oldu, Yahudiler? Yahudiler dört yıl içerisinde Medine’yi tamamen terk etmek zorunda kaldılar. Kimsenin aklına hayaline gelmeyecek bir şey. Pekiyi Mekkeli müşrikler ne oldu? Mekkeli müşrikler de müslümanların yaptığı bir hatadan dolayı, Bedir Savaşındaki önemli bir hatadan dolayı sekizinci yıla kadar orada yaşayabildiler. Eğer Bedir Savaşında hata yapılmasaydı, ikinci yılda onların işi bitmiş olacaktı.
Evet, yani o kurguların hepsi aslında boş şeylerdir ve kaybederler. Dünyada da kaybederler, ahirette de kaybederler. Burada öyle diyor.
Ondan sonra diyor ki: “Ülaikellezıne leanehümüllah.” Allahu Teala öyle diyor. İşte Allah’ın lanet ettiği kişiler bunlardır. Yani Allah rahmetinden uzaklaştırmıştır bunları. Bunları dışlamıştır. “Ve mey yel’anillahü fe len tecide lehu nesıyra, Allah kimi dışlarsa sen onlara yardımcı bulamayacaksın.” Enteresandır, mesela Medine’den Beni Kaynuka çıkarıldı, diğer Yahudi gruplar bundan hiç rahatsız olmadı, son derece memnun oldular. Beni Nadir çıkarıldı, kimse rahatsız olmadı. Beni Kureyza çıkarıldı ve Medine’de kimse kalmadı. Yani kimse de bunlara yardım etmez aslında. Siz dışardan onları bir güç gibi zannedersiniz ama değillerdir. Çünkü bir insan ki Cenabı Hak’ka karşı suçluysa, bak “fe len tecide lehu nesıyra, onlar için bir yardımcı bulamayacaksın” diyor.
“Em lehüm nesıybüm minel mülk, yoksa onların mülkten bir payları mı var?” Yani kainatın yönetiminde payları mı var? Sorarsanız, bizim bu tarikatların hepsi zaten kainat onlardan sorulur. Birisi gavsdır, birisi bilmem nedir. Yani gökte yerde ne olursa olsun, haşa Allah onlara sormadan bir iş, sormasına da gerek yok, bütün işleri onlara bırakmıştır. Ondan sonra birisi yetiş ya gavs dediği zaman ona yetişir, birisi kutup, birisi bilmem nedir, falan filan. Nasıl olsa aşağıda onlara inanan bir sürü zavallılar var, ne olacak atın gitsin. “Em lehüm nesıybüm minel mülk, yoksa kainatın yönetiminde bunların payları mı var?” Mesela şimdi tarikatlardaki inancına göre, gavs mülkte ve melekutta yetkili. Yani Allahu Teala haşa yetkilerini onlara devretmiş. Böyledir maalesef! “Fe izel la yü’tunen nase nekıyra, öyle bir şey olsaydı insanlara bir çekirdeğin zarını bile veremezlerdi.” Bunlar sadece almayı bilir, vermeyi değil. Kendilerinin olsaydı, kimseye çekirdeğin zarını bile vermezdi. “Em yahsüdunen nase ala ma atahümüllahü min fadlih, yoksa Allah’ın kendi ikramıyla insanlara verdiği şeyi mi kıskanıyorlar? Fe kad ateyna ale ibrahımel kitabe vel hıkmeh, İbrahim ailesine kitabı ve hikmeti verdik. Ve ateynahüm mülken azıymaonlara büyük bir hakimiyet de nasip ettik.” Yani işte bu İbrahim’in soyundan olduğunu söyleyen Yahudi ve Hıristiyanlar İbrahim (a.s.)’ın yoluna girsinler, tamam! Eğer istiyorlarsa? “Fe minhüm men amene bihı ve minhüm men saddeanh, kimi inandı kimisi o yoldan döndü, döndürdü, ve kefa bi cehenneme seıyra, alevli ateş olarak cehennem yeter onlara. İnnellezıne keferu bi ayatina, bizim ayetlerimize karşı nankörlük yapanlar,” ayetlerimizi görmezlikten gelenler, öyle diyelim. Şimdi ayet okuyorsunuz insanlara, rahatsız oluyorlar. Bazıları diyor ki, bana ayet okuma, bana ayet okuma diyor. Sen müslümanım demiyor musun? Yok kardeşim öyle olduğu zaman bir sıfır galip başlıyorsun işe, diyor.
Katılımcı: Erkeksen ayet okuma!
Erkeksen ayet okuma, ben erkek olarak çıkmadım, müslüman olarak çıktım karşına. Erkek de olabilirim, kadın da olabilirim farketmez.
Katılımcı: Bir de bu şeyin etkisi var hocam. Bazı insanlar ayetleri istedikleri gibi okuyor, yeri geldi gelmedi, böyle karşı tarafı esir haline getirmek için okuyorlar ya bu da insanlarda bir tepki uyandırıyor.
E tabii, ayetler iki şekilde okunuyor, birisi az önce dersin başında söyledik ya bir ayeti öbür ayet açıklayacak şekilde okumak lazım! Aksi takdirde insanlar kendi kafalarındaki kurguya ayeti delil getirirler.
Katılımcı: Benim kasteddiğim de buydu.
Evet
Katılımcı: Kendi istedikleri tarafa çekiyorlar, o da kötü bir şey.
Yani Cenabı Hak’kın yarattığı ayetler var, indirdiği ayetler var. Allah’ın yarattığı ayetler ki tüm varlıklar, o kötüye kullanılarak bir çok insanlar zarara uğratılıyorlar. Aynı şekilde Allah’ın indirdiği ayetleri de kendi kafalarına göre yorumlama imkanları var.
Katılımcı: Hocam bir şeyi merak ediyorum. Yani Kur’an’ı Kerim’in anlaşılabilir bir kitap olduğuna, ayet okunduğunda şey olduğuna yani her şeyi yazmıyormuş. Yani Peygamber’in kendisinin ağzından söylüyorlar. Ben bir arkadaşla konuştum, diyor ki, Kur’an’ı Kerim eğer böyle her şeyi yazsaydı, hani kitap çok büyük olurmuş da taşarmış, ifade edilemezmiş. Yani bu anlayış var. Bir de Peygamberimiz öleceği zaman çok üzülmüş, çok düşünmüş ayrılacağına bu dünyadan, ümmeti ne olacak diye. Ama Allahu Teala Cebrail (a.s.)’ı göndermiş şey bırakmışlar, yani evliyaları, onun soyundan gelecek evliyaları bırakmışlar.
E tabii, şimdi öyle diyecekler. Yani evliyaları, Peygamberimiz çok üzülüyor ne olacak? Yani haşa Cenabı Hak düşünmeyecek, onun canını alan Allahu Teala düşünmeyecek de Peygamberimiz düşünecek. Peygamberi tanrılaştırmadır bu. Sen üzülme evliyalar koyacağız, tabii olur ne olacak yalan. Zaten yalan olmadan bu tip şeyler olmaz. Bunlara deseniz ki deliliniz nedir? Ne kitaptan ne de sünnetten, işte büyükler böyle dedi derler.
Katılımcı: Ama diyor o Allah’ın dostu.
Onun Allah’ın dostu olduğunu sana kim söyledi diye sormak lazım.
Katılımcı: Ben de dedim yani. Yetkiyi kullanıyorsun, Allah’ın yetkisi o, nereden karar veriyorsun? Her şeyi Allah biliyor yani.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Diyorlar değil mi? Evliyaları değil, o uleması. Çünkü her müslüman evliyadır canım. Evliya olmayan müslüman olmaz ki. Yani sen eğer Allah’ın dostu değilsen, düşmanısın. Her müslüman Allah’ın dostudur.
Evet şimdi buradan, şimdi şey bitmek üzere de şimdi herkes işin siyasi tarafını bekliyor, biliyorum. Şimdi birilerinin bir siyasi partiye bir düşmanlığı oluyor. Bir başka siyasi parti adına orayı tağutlukla suçluyor. Bir kere ben böyle bir davranışı kesinlikle reddederim. Böyle bir saçmalık olmaz. Hiç kimse bir siyasi parti adına hareket ederek bir başkasını dini açıdan şuçlamaz. Yalnız Allah rızası için hareket ediyorsanız doğruları anlatırsınız, olur biter. Burada hep görüyorum, adam A siyasi partisinden, B siyasi partisinde olanlara tağut diyor. Pekiyi, sen nesin? Bir kere senin şu zeminin bir sağlam olsun. Bir kere bu yol, asla kabul edilebilecek bir yol değildir. Hiç kimse kendi siyasetini desteklemek için ayetleri kullanmasın. Bu bir kere aklınızda olsun.
Şimdi ikinci olarak, şeyde bir teokratik sistem vardır, biliyorsunuz. Teokrasi dendiği zaman bir çokları onu şeriatla karıştırır. Şeriatla teokrasinin uzaktan yakından bir alakası yoktur. Teokrasi tamı tamına şirktir. Tamı tamına şirktir, yani kişinin, yani bir kurumun kendini Allah yerine koymasıdır teokrasi. Yani bir dini kurumun ki şu anda bir kurumun demek lazım, ama başlangıçta bir dini kurumun kendini Allah yerine koymasıdır. Başlangıcı öyle. O dini kurum batıda kilisedir. Kendini Allah’ın yerine koyar. Bak mesela bu bizim, Din ve Devlet İlişkileri kitabı 1999’da basılmış. “Kilise teokratik sistemin en temel kurumudur. Çünkü bu sistemde kralı, hükümetleri ve valileri belirleyen ve göreve getiren tanrı olduğuna inanılır. Hıristiyanlar’a göre tanrı, baba oğul ve kutsal ruh üçlüsüdür. Oğul İsa’dır. Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona verilmiştir.” İşte orada gavs Hz. İsa (a.s.) oluyor, onlara göre. “İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi ise kiliseye aittir. İsa kilisede hazır bulunur.” Bak şimdi dikkat edin! “İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi kiliseye aittir.” Kiliseyi kutsallaştırmanın vasıtasıdır, İsa’yı tanrılaştırmak. Yoksa İsa (a.s.)’ın tanrılığı kimseyi ilgilendirmiyor. Ama başka şekilde kiliseyi kutsallaştıramazsınız. Çünkü İsa (a.s)’ın değeri konusunda herkes ittifat ediyor ya. Bizde de İsa figürü yerine bir Hakikatı Muhammediye konur. Hakikatı Muhammediye her devirde vardır. Onu her tarikatın şeyhi temsil eder. Böylece, şunu da söylerler, bu İsa nasıl Allah’ın oğluysa Hakikatı Muhammediye de, şeye bakarsanız görürsünüz, İslam Ansiklopedisi Hakikatı Muhammediye maddesine. Maalesef hiç tenkitsiz olarak konmuştur ki ben bunu asla kabul edemem. O ansiklopedinin ikinci baskısında bunu kesinlikle düzeltmeleri lazım. Asla kabul edilebilecek bir yazı değildir. Hele tasavvufla ilgili yazıların tamamının değiştirilmesi lazım! Sanki böyle hiç tenkitsiz, gerçeklermiş gibi konmuştur oraya, bu son derece yanlış. Bunu burada da vurgulamış olalım. Yani o ansiklopedinin ikinci baskısı çok ciddi manada düzeltilmesi lazım. Ayne şu ifade geçiyor orada: “Allah’la Hakikati Muhammediye bir gerçeğin iki yüzüdür.” Yani bir paranın iki tarafı gibidir. Aynı şeyler aslında.
Şimdi bu Hıristiyanlar da ne derler? “Le gad keferellezine galu innallahe huvel mesuhubnu meryem, Allah Meryem’in oğlu Mesih’tir.” (Maide 5/17). Şimdi birisinin şu sözü, bazıları şey yapıyor. Yani tarikatın ne olduğunu bilmeyen insanlar tuhaf karşılıyorlar ki çok normaldir. Zaten hurafeleri bitmek tükenmek bilmeyen bir adam televizyonlarda şunu söylüyordu. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) Cebrail’e soruyor. Bu vahiyi nereden alıyorsun? O da bilmiyorum, bir perdenin arkasından alıyorum diyor. E perdeyi aç da bak diyor, ne görürsün? Gidiyor bakıyor ki Peygamberimiz. Geliyor, ya Muhammed senden sana. Şimdi tarikatlarda bu böyledir. Yani çünkü Hakikati Muhammediye figürü bu manadadır yani. Ha bilen olur, bilmeyen olur, o ayrı bir konu. Yani bunu bu noktaya kadar getirmeyenler olabilir.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Tabii, evet! Mesela ben enteresan yani Diyanetin yayınlarında da gördüm o senin dediğini, hem de tenkitsiz olarak gördüm. Ahad Ahmet’tir diyor. Ki mim eder fark, o mim içre olur bütün cihan gark. Ahad yani Allah’tır. Bakın, Ahad Allah’tır, Ahad Ahmet’tir. Ne demek bu? Muhammed Allah’tır demek. Ya da Allah Muhammed’dir haşa! Şimdi işin arka planını bu yollara girenin çoğu bilmiyor. Ama onlar böyle arada sırada ağızlarından kaçırıyorlar.
Evet burada bak diyor ki: “İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi kiliseye aittir.” İşte onlar da Allah adına hareket ediyor, birisini dine kabul ediyor, öbürünü reddediyor. Biz diyor, tardettik mi artık bu adam iflah olmaz diyorlar. “İsa kilisede hazır bulunur. Çünkü kilise onun manevi varlığı ile bütünleşmiştir.” Mesela o bazı kilselerde en ön tarafta bir tane şey vardır, bir kapı vardır. Oraya kadınlar sokulmazlar, sadece papaz girer. Çünkü o şey İsa’nın odasıdır. Başka kimsenin girmesi yasaktır. “Kutsal ruh ise kiliseyi Allah’ın yani babanın nimeti ve armağanlarıyla doldurur ve hatalardan korur.” Şimdi sonuç olarak şunu şey yapayım: “Teokrasi, hakimiyeti kilisenin idaresine bırakan yönetim biçimidir. Bu sistemde kralı, hükümetleri, valileri belirleyen ve göreve getiren kilisedir.” Bu ne olmuş oluyor? Bu Kur’an’ı Kerim’e göre tamamen şirktir. Allah adına hareket ediyor çünkü. Kur’an’ı Kerim’in asla kabul etmeyeceği bir şeydir.
Şimdi, mesela o zaman yazdığımız şeyden bir bölüm okuyayım: “Kur’an’da devlet başkanı, yönetim sistemi ve yöneticiler ile ilgili özel bir hüküm yoktur.” Bu konuda yani Kur’an ve Teokrasi diye bir başlık var burada. 86. sayfada. “Bu konuda Hz. Muhammed’den de bir emir ve tavsiye gelmemiştir. Teokrasi bu anlayışa zıt olarak Allah’ın yetkisinin bir kuruma devri veya onunla paylaşılması anlamına geldiği için bu yetkiyi kullananların, sorumsuz, kutsal ve dokunulmaz olmasını gerektirir. Kur’an’a göre böyle bir davranış şirktir. Allahu Teala şöyle buyurur: “De ki, çocuk edinmemiş olan, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta ihtiyacı olmayan Allah’a hamdolsun. Onu büyükledikçe büyükle.” Kur’an’a göre Peygamberler bile yaptıklarından sorumludurlar.”
Şimdi Kur’an’ı Kerim’de hiç kimsenin dokunulmazlığı yoktur, hiç kimsenin kutsallığı yoktur. Fakat çok ilginç bir şey olmuş; Bu gün dünyada yönetimler, dünyada teokrasi hakimdir. Bak bir şey söyleyeyim ben size, Türkiye’de de teokrasi hakimdir şu anda, Avrupa’da da yönetimler tamamen teokratik sisteme göredir. Pekiyi ne demek istiyorsun derseniz, söyleyeyim ben size. Çok ilginç bir şekilde Fransız İhtilalini yapan insanlar, Katolik kilisesine karşı büyük bir mücadele vermişler. Gerçekten o zaman ben de onların içerisinde olsaydım, o mücadeleye katılırdım. Laiklik mücadelesi vermişler, orada laikliği dine karşı bir eylem gibi insanlar algılıyor. Değil o. Katolik Kilisesinin kendisini Allah’ın yerine koymasına karşı verilen bir mücadeledir o. Son derece saygıdeğer bir mücadele. Tabii, onu Türkiye’ye aldığınız zaman, yani bir İslam ülkesinde bunun karşılığı olmadığı için burada dine karşı bir eylem şeklinde algılanmıştır. Şimdi, bu laiklik mücadelesinde başarılı olanlar, evet kiliseye karşı büyük bir başarı sağlamışlar ama bu defa kilisenin yapısını her kuruma taşımaya başlamışlar. Devleti kilise gibi organize etmişler, işte parlementerlere ve devlet yöneticilerine ve üst yöneticilere bir dokunulmazlık vermişlerdir. Kanunla bir dokunulmazlık zırhı içerisine sokulmuştur. Bakın Kur’an’ı Kerim’de Peygamberler bile dokunulmaz değildir. Ondan sonra şirketler, teokratik bir yapıya büründürülmüştür. Üniversiteler teokratik bir yapıya büründürülmüştür. O teokrasi sadece kilisede iken bu defa almışlar, ha kötü mü yapmışlar? Güzel yapmışlar, ona göre güzel. Yani o kilisenin devre dışı kalması açısından, oraya göre nispeten güzel. Ama asıl olması gereken açısından değil. Bu defa şeyler bir kere bir yetki aldılar mı, kanun koyma konusunda, yasaklar çıkarma konusunda devletler artık kendilerini Allah’ın yerine koymuşlardır. Yani bugün bu batının etkisi altında olan yerlerde böyle.
Şimdi mesela bugün şirketlerde, bizim dinimize göre, bir kişi bir ortaklıkta milyonda bir payı olsa, o pay sürekli korunmak zorundadır. Ama bu günkü şirketlerde öyle değil. Yüzde elli bir paya sahip olan diğerlerini hiç şirketin kapısından içeriye sokmayabilir. Hele halka açık şirketse yüzde elli bire gerek yok. Çok daha küçük bir payla bu işi şey yapmanız, bir de o genel kurullarda oynanan çeşitli oyunlarla bakarsınız ki şirketin yüzde kırk dokuzuna sahip olan kişi bir kaç sene sonra bakar ki, ha benim payım binde kırk dokuza düşmüş, on binde kırk dokuza düşmüş. Çünkü oralara da bir teokratik yapı kazandırılmıştır.
Yani ben şöyle düşünüyorum: Adına aydınlanma denilen çağda büyük bir bataklıktan çıkmış, ondan çok büyük bir karanlığın içerisine girmişler. Çünkü önlerinde ellerinden tutan kimse yok. Bazı güzel şeyler yapmışlar ama maalesef, yani bazı konularda biraz fıtrata uygun bir takım davranışlar yapmışlar ama önlerinde başka örnek olmadığı için o teokrasiyi her tarafa dağıtmışlar. Yani evet, yıllarca mücadele ettikleri şey artık iyice yapılandırmışlardır.
Pekiyi Kur’an’ı Kerim’de olan ne? Biz bir kere doğrunun mücadelesini vermek zorundayız. Şimdi bakın hemen bu okuduğumuz sayfada ayetleri devam ettirelim ve bitirelim. Burada asıl bizim şeyimiz gelecek.
“İnnellezine keferu bi ayatina sevfenuslihim nara, bizim ayetlerimizi görmezlikten gelenleri bir ateşin içerisinde kızartacağız. Kullema nezicet culüdühüm beddelnahum culüden gayreha, derileri kızardıkça başka derilerle onu değiştireceğiz, li yezugul azap, o azabı tatsınlar, innallahe kane azizen hakima, Allah güçlüdür ve doğru karar verir.” (Nisa 4/56). “Vellezine amenu ve amilüssalihat senudhılihüm cennatin tecri min tahtihel enhar, inanan ve iyi iş yapanları içinden ırmaklar akan bahçelere sokacağız, halidine fiha ebada, orada sürekli kalacaklardır. Lehum fiha ezvacün mudahharatün, orada onlara arındırılmış eşler vardır.” Arındırılmış eşler, çünkü dünyada herkesin ufak tefek huyu vardır. Artık orada o kötü huylar gitmiş olacak. “Ve nudhılühüm zıllen zalila, onları uzayıp giden gölgeler altına sokacağız.” (Nisa 4/57). Şimdi devletle ilgili olan bakın: “İnnellahe ye’murukum en tueddül emaneti ila ehliha, Allah size şunu emreder, emanetleri ehillerine verin.” Kim ehilse, ehliyet esas olsun. Öyle falan soydan gelenler, yok ehil olan. Ehliyeti esas alın, emnetleri ehliyetleri olan kişilere verin. Allah size bunu emrediyor. Pekiyi başka ne emrediyor? “Ve iza hakemtum beynen nasi en tahkumu bil adl, insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman da adaletle hükmedin.” Kimsenin hakkını kimseye yedirmeyin. Allah’ın koyduğu kuralların dışına asla çıkmayın. “İnnallahe niımma yeızuküm bih, Allah size ne güzel öğüt veriyor. İnnallahe kane semian basıra, Allah işiten ve görendir.” (Nisa 4/58). “Ya eyyühellezine amenu.” Şimdi esas temele geldi, bak! İşte devlet sistemini nasıl oluşturacağız? Kur’an’ı Kerim burada ana öğelerini bize bildiriyor. Mü’minle, atıullahe ve atıurrasul, Allah’a itaat edin ve rasule itaat edin.” (Nisa 4/59). İki hafta önce Fatih Hoca burada Peygamber’e itaatin ne demek olduğunu gayet güzel bir şekilde anlattı. Şimdi gerçekten insan çok çok üzülüyor. Yani şu kadar bir İslam uleması var, Kur’an’ı Kerim’de rasulün ne olduğunu Cenabı Hak çok net bir şekilde anlattığı halde, rasul Allah’ın yanında ikinci bir şari olarak kabul edilmiş. Yani şeriat koyan ikinci bir makam olarak sayılmıştır. Maalesef. Çünkü Kur’an’ı Kerim rasul için diyor ki: “Esteuzubillah, Ma alel rasuli illel belağ, rasule düşen tebliğden başka bir şey değildir.” (Maide 5/99). Yani, çünkü Allah’ın sözünü size iletiyor. Pekiyi Allah’ın sözünü iletiyorsa, rasule itaat kime itaat olur? Kime itaat olur? Allah’a itaat olur. Çünkü kendi sözünü söylemiyor ki, Allah’ın sözünü söylüyor. Allah’ın sözünü söyleyen bir kişiyi, ikinci bir şari olarak nasıl ortaya koyabilirsin? Ama maalesef, yani neresinden tutsan, şimdi tarikatlar, marikatlar diyoruz, sanki mezhepler onlardan daha iyi de. Neresinden tutsan elinde kalıyor. Tefsire bakıyorsun, Allah’ın kitabını açıklayan kitaba, bakıyorsun ki, ooo. Meallere bakıyorsun! Yani, valla biz söylüyoruz ama millet diyor ki, hocam sizi çok destekliyoruz. Ne biçim destekse onu hiç yanımızda görmüyoruz yani. Maalesef yani bu gerçek. Hocam sizinle beraberiz. Ben de senin afedersiniz sülalenle beraberim, ne olacak yani, sıkıntıda, hizmette yanımda olmadıktan sonra ne olacak? Nasıl bunu çoğaltacağız, nasıl insanlara yayacağız, nasıl bu kadar yanlışları nasıl düzelteceğiz? Ondan sonra da hep istekler geliyor, sıralanıyor, hocam şunu da yapın, bunu da yapın! Kardeşim burası ne yani? Nihayet herkesin bir şeyi var. Şunu niye yapmadın? Pekiyi sen dedin mi ki, bana ne görev düşüyor? Yok.
Katılımcı: Hocam siz de söyleyin bize!
Neyse yani hayır, böyle herkes kaçıyor. Bilmiyorum nereye kadar kaçacaklar? Yani burayla beraber görünmeyelim de neme lazım, bazı kimseleri üzeriz. İyi pekiyi, görürsünüz ahirette!
“Ya eyyühellezine amenu atıullahe ve atıurrasul, mü’minler Allah’a ve rasulüne itaat edin.” Rasule itaat, mürsile itaattir. Onu rasul olarak gönderene itaattir. Onun için Allahu Teala, “men yutiır rasule fekad ata allah” demiştir. “Rasule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 4/80)demiştir. Bakın rasule itaat diye emir var ama nebiye itaat diye tek bir emir yoktur Kur’an’ı Kerim’de. Çünkü Peygamberimiz Allah’ın ayetini okuduğu sıra rasuldür. Ama onun dışındaki bütün davranışlarında nebidir. Nebiye itaat diye bir emir hiç yoktur Kur’an’ı Kerim’de. O çünkü kendi görüşünü söyler nebi sıfatıyla. Ama rasul sıfatıyla Allah’ın sözünü söyler. Allah’ın sözünü söylediği zaman itaat, Allah’a itaattir. E bu kadar açık şeyi ayıramadığın zaman bütün sistem altüst oluyor. O zaman ne sünneti anlıyorsun, ne Kur’an’ı anlıyorsun. Bakıyorsun ki Kur’an’la sünnet birbiriyle çatışmış, Kur’an’ı bırakıp sünneti alıyorlar. Bir acaip bir sistem ortaya çıkıyor. “Feintenaze’tüm fi şeyin, herhangi bir konuda nizaya düşerseniz.” Olur ya yani. Şimdi Allah’la nizaya düşülür mü? Bir müslüman Allah’la nizaya düşebilir mi? Düşemez. Rasul de Allah’ın sözünü söylediğine göre. Pekiyi kiminle nizaya düşersiniz? Bak, “ve ulülemri min kum” diyor. “Ve sizden yetkililer.” Bak, “Allah’a itaat edin, rasule itaat edin, sizden yetkililere de.” Kiminle nizaya düşebiliriz? Yetkililerle değil mi? Hah, ülülemr dediğimiz kişilerle nizaya düşeriz. Ne demek? Biz yetkililerle nizaya düşme hakkına sahibiz demektir. Pekiyi onunla nizaya düşme hakkına sahipsen, o dokunulmaz, sen dokunulur. Böyle bir niza olur mu? Olur mu? Sen avukatsın, olur mu? Böyle bir şey yaparsan, karşı taraf dokunulmaz, sen dokunulursun, onunla nasıl nizaya gireceksin? Nasıl mahkemeye vereceksin onu? Halbuki devleti mahkemeye verebilme hakkın olacak senin.
Zaten bu devlet kelimesi de enteresan bir şey kaznmıştır. Tüzel kişilik diye bir şey ortaya atıldı, Fransız İhtilalinden sonra. Öyle bir şey ki Allah’tan kork desen, devlet Allah’ın huzuruna çıkarılacak değil ahirette. Ne ahiret korkusu var, ne namaz kılar, ne oruç tutar devlet. Hiç bir şey yapmayan bu devlete bir din devleti şey yapıyorlar. Yav kardeşim, namaz kılmayan, oruç tutmayan şey nasıl kafir oluyor? Devletin müslümanı, kafiri olur mu? Oradaki insanların dini olur, devletin nasıl dini olacak? O insanlar dindarsa devlet de dindardır, insanlar dine karşı ise devlet de. Devlet diye ayrı bir varlık yok. Ondan sonra devletin tüzel kişiliği denerek, mesela mahkemeler öyle bir, yine teokratik yapıya büründürülmüş, ceza davasında davayı açan devlet, yargılayan devlet, vatandaş orada subje. Bu ne biçim mantıktır ya? Böyle bir durumda sen nasıl nizaya gireceksin devletle?
Şimdi bunu, sadece bizim için değil, tüm dünya için bu yapının değiştirilmesi kaçınılmazdır. Onun için insanlar, en temel hakları olan yaşama haklarını kaybediyor, köleden de daha beter bir şekilde hapishanelere atılıyorlar.
Katılımcı: Nizalaşma ile tenakuz aynı kelime mi?
Tenakuz olur tabii, niza. Sen yanlış yapıyorsun diyor mesela.
Katılımcı: Aynı kelime mi?
Yok aynı değil, niza başka. Yani mezea kelimesi, soyma, ayıklama anlamınadır. Yani ben senin yaptığını kabul etmiyorum kardeşim dediğiniz bir şeydir, niza. Şimdi mesela bizde öyle bir gelenek oluşmuş ki arkadaşlar yani az önceki şeyde şey yaptığım gibi. Yani işimiz gerçekten çok! Çok fazla çalışmamız lazım. Bir kere bu dini doğru bir şekilde, Kur’an’da olduğu gibi önce müslümanlara sonra bütün insanlığa anlatmamız lazım. Buna kimse karşı çıkamaz. Kur’an’daki gibi anlatırsanız kimse karşı çıkamaz. Ama bakın kitaplara, ben şahsen şu ana kadar gördüğümü hatırlamıyorum, Fatih çok yakında okudu, şu “veulül emri minkum”dan sonrasını yazıyor mu kitaplar? Çünkü sen yakında hepsine baktın.
Fatih Orum: Şimdi şöyle diyor burada; Fahrettin Razi’nin tefsirine göre, atiullah, kitap ve atiurrasul, sünnet ve ulülemri min kum, icmanın delili.
E buyur şimdi! Şimdi ama ondan sonrası yok! Ayet orada bitiyor sanki.
Fatih Orum: Ondan sonra kıyas. “Feintenaze’tüm fi şeyin” de kıyasa delilmiş.
O zaman nizanın tarafı da vatandaş değil.
Fatih Orum: Yok, ulema, teknik konu.
Şimdi mesela şeyde, İstanbul Müftülüğünde biliyorsunuz yirmi bir sene fetva işiyle meşgul oldum. Benim oturduğum masanın, orası Şeriye Sicilleri Arşivi, tarihi bir bina. Masanın tam arkasında, şu anda hala duruyor mu bilmiyorum, bir büyük levhada bir hadis, kaynağı nedir onu da hatırlamıyorum, yazılıydı. Şimdi “men ataı rasuli fekad ataani, kim rasulüme itaat ederse bana itaat eder, kim emirime itaat ederse rasulüme itaat etmiş olur, kim emirime isyan ederse rasule isyan etmiş olur.” Dolayısıyla Allah’a isyan etmiş olur. Öyle yazmışlar. Şimdi tabii ki onu yazarsanız bu ayetin devamını yazamazsınız. Yani devamını koyamazsınız, başka şeyler, onu hayalinize koymanız lazım. Halbuki ayet her şeyi gayet net bir şekilde anlatıyor.
Diyor ki: “Feintenaze’tüm fi şeyin, herhangi bir konuda.” Bak, “herhangi bir konuda nizaya girerseniz.” Allah ve rasulle nizaya girilmez ama devletle girilir. Diğer ulemayla girilir. Şimdi bir alim diyor ki, ben fetva verdim, sen diyor, sen kimsin yav, senin vazifen benim verdiğim fetvaya uymaktır, o kadar! Ya benim kafama yatmadı. Senin kafan da ne oluyor diyor. Sen şu kadar yirmi bin tane ilmi biliyor musun diye sayıyor. Bilmiyorum, ben o ilimleri hiç bir zaman görmedim ya şu ana kadar. Acaib böyle hayali ilimler. Hepsini de bildim desen yine olmuyor, bir de vehbi ilim olacak yani. E bu vehbi ilim nasıl bir şey. Okumayla olmaz o, ancak bizde olur.
Şimdi, “Allah’a itaat edin, rasule itaat edin ve sizden olan yetkililere itaat edin.” Pekiyi o yetkililerle nizaya girme hakkınız vardır diyor Allahu Teala. Nizaya gireceksin. “Feintenaze’tüm fi şeyin, herhangi bir konuda nizaya girerseniz.” Yani onların görüşlerini, uygulamalarını beğenmeyebilirsiniz. O zaman ona karşı mücadele edeceksiniz. Pekiyi mücadelenin şeyi ne, temeli ne? “Ferudduhu ilallahi verrasul, o meseleyi Allah ve rasulüne götürün.” Bakın Kur’an’ı Kerim, bu meseleyi nasıl anlatıyor? Kur’an’ı Kerim’de tabii, kitap var, hikmet var. Hikmeti de Peygamberimiz (s.a.v.) bize öğretmiştir. Ki o, Peygamberimiz’in uygulamaları ve verdiği hükümlerdir. “Allah’a ve rasulüne götürün. İnkuntüm tü’minune billahi vel yevmil ahir, Allah ve ahiret gününe inanıyorsanız böyle yaparsınız.” O zaman demek ki bir İslam devletinde, ya da Kur’an’ı Kerim’in istediği manadaki bir devlette diyelim. Yani şurada da görüyorsunuz, buna göre aceba hangi devlettir dersek, falanca devlet dememiz de çok zor da ama Kur’an’ı Kerim’in gösterdiği şekilde her vatandaşın yanlış gördüğü icraata karşı çıkma hakkı var.
Şimdi bu, Osmanlı’da kısmen uygulandığını ben şahsen gördüm. Yani az çok bir yansıma var. Mesela halkın yönetime katılımı, şimdi batılılar teokratik bir sisteme göre yapılandırdıkları için devleti, ne kadar demokrasi falan filan deseniz de halkın yönetime katılımı açısından, Osmanlı’yla bugünkü hiç bir devleti kıyaslamak mümkün değildir. Yani benim bildiğim kadarıyla, yeryüzünün en demokratik, en bilmem ne, en, en, en dedikleri hiç bir devleti siz Osmanlı’daki şeyle karşılaştıramazsınız. Yani çünkü orada hiç olmazsa bir kilise yok yani. Bir teokratik yapı yok Osmanlı’da. Şöyledir yani, mesela kamuyu ilgilendiren her konuda her vatandaş yetkilidir. Osmanlı’da 19. asrın ikinci yarısına kadar savcılık kurumu yoktur. Pekiyi savcılığı kim yapıyor? Her vatandaş. Kim kamu aleyhine yani insanları rahatsız edecek, toplumu rahatsız edecek bir tavırla muhatap oluyorsa onun o davayı mahkemeye çıkarmaya ve sonuna kadar takip etmeye hakkı vardır. Hem şahitlik yapar, hem davayı takip eder. Öyle olduğu için de emniyet ihlalleri hayal edemiyeceğiniz kadar azdır. Mesela işte, yirmi bir sene Osmanlı mahkemelerinin arşivini yönetmek nasip oldu, doktorayı orada yaptık, sayısız araştırmacıya yardımcı olduk. Osmanlı mahkemelerinde en az dava ceza davasıdır. Hukuk davası da son derece azdır. Çünkü işte bugün bizden almış Amerika’ya götürmüşler, oradan şimdi tekrar geliyor, onarıcı adalet, bilmem ne, bir takım kelimelerle tekrar devreye sokuluyor. Mahkemelerin etrafında, davaların mahkemeye gelmeden halledilmesi için o kadar çok hakem kurulları vardır ki, hep de uzmanlaşmış hakem kurullarıdır. Bunlar esnafın, işte mahallenin, şuyun, buyun. Ondan sonra çok sayıda dava sulhla halledilir. Son derece azdır dava, dava az olduğu için hakimlerin işi yok. Bakıyorsun bir tek mahkeme hem ceza davasına bakıyor, hem hukuk davasına bakıyor, hem de işi olmadığı için vakıfları idare ediyor, camileri idare ediyor. Yine vakti artıyor, çarşı pazar dolaşıyor, esnafların arasında nerede bir ihtilaf ortaya çıkmış orada şey yapıyor. Orada yine vakti yine çok şey yapıyor, pazarlardaki fiyatları kontrol ediyor. Yani böyle bir şey var. Yani ne kadar tenkit edersek edelim, ne kadar kötü olursa olsun batıyla kıyaslanmayacak kadar iyidir yani.
Bu aydınlanma devrinden sonra ortaya çıkmış yapı, zaten ondan önceki çok kötü, o şey değil, ondan önceki çok kötü, ama ondan sonrası belli bir gerçekten aydınlanma diyecek hiç olmazsa bazı ışık hüzmeleri gelmiş ortaya yani tam olarak aydınlanmasalar da. Fakat tabii, Osmanlı’da medresede yenilenme diye bir şey yok yani eskileri gereksiz yere tekrarlama var. Onu tenkide kalkarsak çok şey, zaten yaptığımız tenkitler onlarla ilgili. Bu tenkitler daha iyisi olabilecekken olmadıklarıyla ilgilidir. Yani tenkide kalktığımız zamanki söyleyeceğimiz çok şey var ama öbür tarafla kıyasladığımız zaman, yani şimdi, katılımcı demokrasi deniyor. Şimdi mesela siz şimdi bugün yoldan gidiyorsunuz, adam arabayı ters park etmiş. Sizin onu oradan kaldırma hakkınız yok. Osmanlı olsa her vatandaş onu oradan kaldırır. Getirir takarlar bir arabaya, kaldırır götürürler, adam gelip de hak iddia edemez, gidip de mahkemeye, hiç bir yere hiç bir kuruma başvuramaz. Çünkü insanların geçmesine engel oluyor. Bir yere gidiyorsunuz, oraya birisi tezgah açmış, burada açmış, adamların yürüyecek, Osmanlı olsa o tezgahlardan bir tanesini açamazsınız. Çünkü her vatandaş onu kaldırır oradan, yetkisi vardır. Ondan dolayı toplumda müthiş bir huzur ve güvenlik var. Yani insanlar arasında tabii ve şu da var. Mesela mahkeme, bütün vatandaşlar inanılmaz derecede mahkemeye yardımcı olurlar. Ve hakimin ne zaman hangi konuda kimden yardım alacağını kimse bilemediği için herkes başkasının yanında dürüst olmak zorunda. Yani içinden dürüst değilse de mecburen dürüst olacak çünkü yarın ne olur ne olmaz belli değil. Çünkü yarın adam, karısından kocasını sorabilir mahkeme. Onun için adam karısına karşı da dürüst olmak zorunda. Sorabilir, bu adamı nasıl bilirsin? Mesela bir dava mahkemeye geldiği zaman, hakim bakıyorsunuz davanın durumuna göre davcı hakkında bir soruşturma yapıyor. İnanılmaz, bakıyorsunuz ki yirmi, otuz kişiye sormuş. Davalı hakkında bir soruşturma yapıyor onlarla ilgili. Şahitler hakkında bir soruşturma yapıyor. Bütün bunlar aynı gün bitiyor. Lan diyorsun, bütün bunları aynı gün nasıl yapmış? Akşama kalmadan da kararını veriyor. Çünkü öyle bir yapı oluşmuş ki tüm vatandaş kendisini mahkemeye yardımcı olmakla yükümlü kabul ediyor zaten. Niye? Devlet benim diyor herkes. Ben burada bir şey değilim. Ben burada adam gibi adamım, ben devletim diyor. Her insan bunu söylüyor. Ben devletim diyor. Mesela bakın şeye, polis teşkilatının kuruluşunun kaçıncı yıldönümünü kutluyorlar? Hatırlayan var mı?
Katılımcı: Yüz yetmiş.
Yüzyetmiş diyor.
Katılımcı: İki yüz yetmiş.
Yok, iki yüze çıkmadı. Yüz yetmişli bir şeydir. Pekiyi çıkarın şimdi yüz yetmiş yediyi, yüz seksen diyelim. Çıkarın kaç? 1836, 1840. Pekiyi, ondan önce? Jandarma teşkilatının kuruluşu da aynı. Pekiyi, polissiz, jandarmasız bu devlet nasıl idare ediliyordu? Çünkü her insan polis, jandarma ve savcı görevi yapabiliyordu. Bunda öyle bir sistemini oturtmuşlar ki onu yapan kişi sınırları aşamaz, aşarsa bu defa öbürü de onu şey yapar. Yani herkes bir birini kontrol ediyor. Mesela mahalleye girenler kontrol edilir. Bir mahallenin güvenliğinden o mahalleli sorumludur. Mahallenin temizliğinden mahalleli sorumludur. O mahalle bekçilerinin ücretini mahalleli verir. Niye? Çünkü mahalleli, mahalle bekçisinin sesini de tanır, nerede olacağını da bilir. Bekçi herhangi bir durumda bir seslenecek olsa bütün mahalleli dökülür. Bugün Allah muhafaza buyursun polisi öldürseler, millet hiç kimse şey yapamaz. Haberi bile olmaz.
Katılımcı: Hocam, bugün mesela sizinle ben aynı değilim, sizi devlet koruyor, beni korumuyor. Yani demek ki yani bu bakımdan da insan olarak demek ki benim sizden de bir alacağım var. Devlet sizi koruyor. Devlet memuru koruyor?
Neyse şimdi ortada bir yanlışlık var ama biz müslümanlar olarak bütün dünyaya doğruları göstermek zorundayız. Bunlar, fıtri doğrular, fıtrat. Yani öyle bir anlatacaksınız insanlara ki meseleyi, adam diyecek ki, doğru yav, bundan başkası olmaz. Yani kim olursa olsun bunu böyle diyecek. İşte o zaman o İslam olur. Benim içime yatmadı, hani o inat ederek yatmadı diyenler ayrı. Ama gerçekten benim içime yatmadı, kafama yatmadı, biraz böyle hoşuma gitmedi deniyorsa orada bir bit yeniği vardır. Çünkü Kur’an’ı Kerim’in ortaya koyduğu her türlü sistem, bak dikkat ederseniz Kur’an’ı Kerim’de devletin kurumları şöyle olacak, işte başkan şöyle şeçilir, bilmem ne, teşkilat şu şekilde kurulur diye bir şey yok. Ana prensipler var. Siz o ana prensipleri nasıl gerçekleştiriyorsanız, gerçekleştirin. Bazıları diyor ki işte İslam demokrasiyi emreder. Öyle mi? Pekiyi, sen git bunu Suudi Arabistan’da savun, göreyim. İslam krallığı emreder mi diyorsun, o zaman sen de git bunu Paris’te savun. İslam bunların hiç birisini emretmez. İslam insana insan gibi davranılmasını, hiç kimsenin kimseyi sömürmemesini, yani ne din farkından dolayı çünkü yani İslam güneş gibi olmalı. Doğduğu zaman, bu adam kafirdir ben onun tarlasına doğmam demediği gibi güneş. Bu adam müslümandır, yok! Herkes, tedbirini almayan kim olursa olsun bostanı yanar. Tedbirini alan da ona göre. Bu dünyada İslam’ın şemşiyesi altına girenler kesinlikle mutlu olurlar, müslüman olanlar dünyada da ahirette de mutlu olurlar. Müslüman olmayanlar sadece dünyada mutlu olurlar. Eğer yanlış şeyler yaparlarsa onun cezasını da görürler. Ve o yanlışlar da öyle evrensel ilkelerle anlatılmıştır ki kimse ona hayır diyemez.
İşte bizim vazifemiz bu. Biz şimdi Kur’an’ı azimüşşanı böyle görüyoruz. Allahu Teala, “Allah’a itaat edin, rasulüne itaat edin, sizden olan yetkililere” deyince orada bırakıp, yetkiliye itaat etmeyi Allah’a itaat etme gibi görüp, ondan sonra da bir zamanlar biliyorsunuz o Emeviler zamanında kendi yanlışlarını Cenabı Hak’ka aftura etmek isteyenler birde kader inancını ortaya çıkarmışlar. Ki bu kader inancı kilisenin en çok yapıştığı bir inançtır. Bak mesela şuradan, Kalvin’in şeyini okuyayım size bak! “Petrus krala saygı gösterin, resule iman oğlum tanrıdan ve kraldan kork dediği zaman bizden bir şey istiyor. Birincisi, saygı terimi ardında içten ve gerçek bir hürmeti kasdediyor. İkincisi, kralı Tanrı ile birlikte anarak kralın bir tür kulsal yücelik ve değerle donatılmış olduğunu gösteriyor.” Mesela bizde de Allah’ın gölgesi derler mesela padişahlara. Zıllullahı fil ard derler biliyorsunuz maalesef. Bak, “yalnız korkudan değil gönülden bir bağlılıkla da krala bağımlı olmak gerekir. Prense ve yöneticilere olan itaatin sadece korkudan değil, aynı zamanda Tanrı’ya itaat olduğu bilinerek yapılmalıdır.” Bu Kalvin’in sözleri. “Çünkü prenslerin ve yöneticilerin iktidarı Tanrı’dan gelir. Pavlus der ki, herkes emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin. Şu halde her kim hükümete karşı gelirse Tanrı’nın düzenine karşı gelmiş olur.”
Bunlar bizlerde de vardır. Tam olmasa da az çok vardır.
“Şu hususta hiç kimse kendisini aldatmasın, Tanrı’ya karşı gelmeksizin yöneticilere karşı çıkamayız.” Bak şimdi bu ayet ne diyor? “Feintenaze’tüm fi şeyin ferudduhu ilallahi ver rasul, herhangi bir konuda yöneticilerle anlaşamazsanız” ki anlaşmama hakkınız var. İster alim olsun, ister kim olursa olsun. Allah ve rasulü hariç onun dışında herkesle nizaya girebilirsiniz. Ama bu ne diyor? “Şu hususta kimse kendini aldatmasın.” Bu Kalvin’in sözü, Jan Kalvin. Bu luteryanların önemli mezheplerinden birisinin başıdır. “Şu hususta kimse kendini aldatmasın, Tanrı’ya karşı gelmeksizin yöneticilere karşı çıkamayız. Çünkü silahsız bir yönetici cezalandıramayacağı için küçümsense de Tanrı silahlıdır. Ve bu küçümseyişin intikamını derhal alacaktır. İtaat kavramı altında şu unsurları görüyorum; Fertler kamu ile ilgili konularda kendilerini yeterli görmemeli.” Bak, Osmanlı’da herkes yetkili görüyor, bu görmemeli diyor. Görüyor musunuz? Onun için ben dedim, hani, biz ne kadar tenkit edersek edelim bugünkü batıyla karşılaştıramayacağınız kadar Osmanlı çok çok ileridir. Ama bizim tenkit etmemiz, Kur’an’ı Kerim’in gösterdiği şeyle kıyasladığınız zaman da çok çok geri. İnanılmayacak derecede geri. Evet, “fertler kamu ile ilgili konularda kendilerini yeterli görmemeli, devlet işlerine karışmamalı.” Bugün de az çok var değil mi o? Az çok yani tam değil ama. “Yöneticilerin yetkisine işlere burunlarını sokmamalı ve genel olarak kamuyu ilgilendiren herhangi bir girişime kalkışmamalı.”
İşte bunlar batının zihinsel arka planıdır. Batıyı bilmek zorundayız, böyle işte. Ben gerçekten inanamıyorum, yav batıdan ne alıyorsunuz? Allah aşkına ya! Tamam, teknoloji, meknoloji alın ama sosyal konularda ne alacaksınız oradan yani? Evet!
Katılımcı: Bizimkiler gerçekten batılılaşmış.
Evet. “Yöneticilerin yetkisine giren işlere burunlarını sokmamalı ve genel olarak kamuyu ilgilendiren herhangi bir girişime kalkışmamalıdırlar. Kamu düzeninde düzeltilmesi gerekli bir bozukluk varsa kargaşa çıkarmalı, ellerinin bağlı olduğu bir işe kendilerini sokmamalıdır. Bu alanda eli kolu bağlı olmayan tek kişi yöneticidir. Demek istediğim kendilerine emir verilmeden hiç bir işe kalkışmalarıdır. Çünkü eğer yönetici emir verecek olursa onlar da kamu otoritesi ile yetkilendirilmiş olurlar. Kamu yararına uygun yönetenler Tanrı’nın hakimiyetinin gerçek örnekleridir.” Kader inancı bu işte. “Adaletsizce ve diktatörce hükmedenler de yine Tanrı tarafından insanları günahkarlıklarından dolayı cezalandırmak için görevlendirilmişlerdir.” Emevi yöneticilerinin şeyine bakın, aynı cümleleri orada da bulursunuz. “Yine de onlarda, yasal gücü Tanrı’dan aldıklarını gösteren o kutsal haşmet vardır. Bütün şereften yoksun.” Bakın! “Bütün şereften yoksun en kötü karakterli bir kimse bile eğer kamu yönetimine sahipse, Tanrı’nın kendi buyruğunun, adaletinin ve yargısının bakanlara havale ettiği o görkemli kutsal iktidarla donatılmıştır. Ve dolayısıyla halkın itaati bakımından kralların en iyisi kadar şerefe ve saygı göstermeye layıktır. Karakterleri ne olursa olsun bu saygıyı, hatta bu dindarca bağlılığı bütün yöneticilerimize sonuna kadar göstermek zorundayız. Bunu sık sık tekrar ediyorum, kişileri kendi başlarına ele almamayı öğrenelim. Tanrı’nın buyrultusuyla kişiliklerinde sarsılmaz bir haşmetin yazılı ve kazınmış olmasını yeterli sayalım” demiş ve devam ediyor.
Şimdi batının zihinsel arka planı budur. Ama bizim zihinsel arka planımız, gerçi bir sürü zedelenmelerden geçmiş. Allah’a ve Rasulüne itaat ama ondan sonra, ondan sonra her konuda zihnine şey yaparsa itiraz edebilirsin. Herkesi ama bizde biliyorsunuz, sen kimsin, büyükler bilir, biz ne biliriz diye, bu Kalvin’in anlayışı maalesef din gibi bizde de bazı gruplara yerleşmiştir.
Böylece dersimizi bitirmiş olduk.