Şimdi bu haftadaki konu başlığını Kur’an’a Göre Resule İman, İtaat ve ittibanın anlamı olarak belirledik. Bu konudada bir çalışma yaptım ben ve bu çalışmayı; fırsattan istifade sizlere arzetmeye çalışacağım. Böylelikle eleştirilerinizle katkılarınızla belki daha iyi olacak. Niçin bu konu? Yani Kur’an’a Göre Resule İman, İtaat ve İttiba. Niçin bu konu? Anlamı ne? Dini ilimlerde biraz kitap okuyanlarımız veyahut çeşitli konferanslara, panellere katılanlarımız, en fazla duyduğu üç ayet vardır. O kadar çok duyarız ki bu ayetleri, birazcık dini ilimlerle irtibatı, ilgisi olan herkes bu ayetleri artık ezberlemiş seviyededir.
Onlar da şunlar:
Necm Suresi 3. Ayet: “Ve ma yentıku anil heva” bu ayeti hemen hemen her kitapta, her konuşmada, bir şekilde bu ayetlere atıfta bulunulduğunu, her konuşmada bu ayetlere atıfta bulunulduğunu duyarız.
Bir başkası da şu:
Nahl Suresi 44. Ayet: “Bil beyyinâti vez zubur(zuburi), ve enzelnâ ileykez zikre li tubeyyine lin nâsi mâ nuzzile ileyhim ve leallehum yetefekkerûn(yetefekkerûne).”
Bir üçüncü ayet grubu da;
“Atiullahe ve atiuresule” şeklinde yani “Allah’a ve Resul’üne itaat edin” şeklinde devam eden ayet grubu.
Şimdi bilmiyorum abartı yapmış olurmuyuz, şöyle bir ifade kullansak; bizim kitap algımızı, Resul Nebi algımızı, yani peygamber algımızı, yani esasında dini algımızın temelini bu üç ayet oluşturmakta. Geleneksel anlamda çoğu zamanda, tartışmalarda sınır belirleme kabilinden bu ayetler okunur ve hem kişi kendisi için hem de başkaları için şunu ima eder, “bak sınırlarımız bunlar”. Nedir? öncelikle “Ve ma yentıku anil heva” sünnetin konumu budur, sünnetin vahyi bir rolü vardır, buna göre düşün, buna göre konuş, buna göre anlamaya çalış, buna göre eleştir. Ayrıca nedir; “ve enzelnâ ileykez zikre li tubeyyine lin nâsi mâ nuzzile ileyhim” yani bu “Kur’an’ı Kerim’de sen herşeyi bulamazsın, bunu da zihninin bir kenarında tutmalısın, dolayısıyla herşeyi kur’an’dan bulma gibi bir gayret içerisine girmeyeceksin, ne yapacaksın, sünnetin Kur’an’ı Kerim’i açıkladığı, beyan ettiğini, tebyin ettiğini de zihninin bir kenarında hep muhafaza edeceksin, bizim söylediğimiz rivayetlere bu gözle bakacaksın” hatırlatmasıdır bir nevi. Ayrıca tüm bunları teyid eden üçüncü bir anlam da, ile birlikte hemen akabinde Resulüne imanı Yüce Allah ayetinde bildiriyorsa, veyahut Allah a ittiba ve itaati akabinde Resulüne ittiba ve itaati bildiriyorsa, bu Resulullah ın da belli bir otoritesi olduğu, dinde belli bir mevkii, mahiyeti, görevi olduğuna dair bir söylem geliştirilmekte. Dolayısıyla bu üç ayet grubu esasında bizim dini algılamamızın da sınırlarını teşkil etmekte.
Çoğu zaman hep duyduğumuz şudur; “iyi ama işte Resule de iman ve itaat emredilmiyor mu?” denilir ve bunun arkasından bir sürü şey söylenilir ve işte çok da iş tartışmaya gittiğinde işte “sen Resule imana Resule itaate inanmıyor musun? O’nun dinde bir teşri görevi olduğunu inkar mı ediyorsun?” türü polemiklere de hep bu konudan referansla gidilir. Dolayısıyla konu önemli bir konu.Yani kitabın sınırları mahiyeti, bizim için anlamı, yine Resul ve Nebi nin kim olduğu, yetkisi görevi bizim için ne anlam ifade edeceğinin tesbiti, dini anlama algılama ve bu dinin kitabındaki ayetleri anlamak ve bunları uygulamak açısından çok önem teşkil etmekte. Dolayısıyla bu bir esasında usül konusu. Yani anlayışın algılayışın temelini oluşturan bir mesele.
Şimdi konumuza gelirsek, Kur’an’ı Kerimde Allah’ın yanı sıra Resul’üne iman etmeyi, itaat etmeyi ve O’na tabi olmayı belirten ayetlerden hareketle, ne tür genel prensipler ortaya konulmuş? Öncelikle denilmiş ki; Resululllah da bir şaridir. Şaridir çünkü kendisine itaat emredilmiş, kendisine iman emredilmiş. Bu birazcık detaylandırıldığında işte kendisinin nitekim, helal kıldığı haram kıldığı verdiği hükümlere karşı gelenlerin cehennemle tehdit edildiğine dair, diğer bağlantılı ayetlerle böyle bir kurgu geliştirmiş. Yani O’da dinde hüküm koyar, siz dinde öyle şeyler, öyle hükümlerle karşılaşırsınız ki, onu Kur’an’ı Kerimde bulamazsınız, Resulullah onu şari vasfıyla yani “dinde müstakil bir din koyucu, hüküm koyucu bir kişidir, onun sünnetinin bu yönü vardır, dolayısıyla onun sünnetinde Kuranı kerimde olmayan hükümleri bulursunuz, çünkü bu ona verilmiş bir yetkidir, bu yetkiyi kullanmıştır, şeklinde bir yapı geliştirilir. Şimdi bununla ilgili de bir kısım ayetler delil olarak ileri sürülmekte işte bakın bu ayetlerden hareketle, bu ayetleri düşünürseniz Resulullah’ın da müstakil bir şari olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz şeklinde ayetler.
Bu ayetlerden ilki Nisa Suresinin 59. Ayeti, en fazla kendisine atıfta bulunan ayetlerden birisi “Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîûr resûle ve ulil emri minkum” Ey iman edenler, Allah a itaat edin, elçiye itaat edin ve sizden olan yetki sahiplerine “ulül emre”de itaat edin. “fe in tenâza’tum fî şey’in fe ruddûhu ilâllâhi ver resûli in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhir” “şayet bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah a ve elçisine götürün”, devamında da “Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız” yani bu imani bir mesele, imani bir mesele, “böyle yaparsınız, böylesi hayırlı olur ve çok da güzel sonuç verir” şimdi ayet bu. Ayete ilk bakıldığında, Allah’a itaatten bahsediyor, hemen akabinde elçiye itaatten bahsediliyor, ondan sonra da sizden olan yetki sahiplerine itaatten bahsediliyor. Tabi bu üçüncü kısmı için yani sizden olan yetki sahiplerine itaatin bizim Ahkami Sultaniye şeklindeki kitaplarda, yöneticilere verilen geniş yetkiler ve insanların onlara kayıtsız şartsız mutlak olarak itaatine dair bu ayetin delil getirildiğini de biliyoruz o konuya hiç girmeyeceğiz. Konuyu sadece Allah ve Resulüne itaatle sınırlandırıyoruz.
Şimdi bu ayetle ilgili Mukahtil Bin Süleyman bizim tefsir geleneğinde ilk eserlerden sayılan, en erken dönem eserlerden sayılan yani bu ayet erken dönemde nasıl anlaşılmış? Şayet herhangi bir sapma varsa bu sapma ne zaman gerçekleşmiş? Şimdi Mukahtil Bin Süleyman diyor ki: her hangi bir konuda anlaşmazlığa düşülmesi halinde, konunun Allah’a ve Resule yani Kur’an ve sünnete götürülmesi gerektiğini söylüyor. Bakın orada sünnet ifadesini kullanıyor. Çok erken dönem bir tefsir eseridir. Bu ayetin tefsirinde diyor ki; bu ayet herhangi bir konuyu, anlaşmazlığa düşülen herhangi bir konuda onu Kur’an’a ve sünnet kelimesini kullanıyor, sünnete götürmek demektir diyor. “Atîûr resûle” yi en erken dönemlerde bu şekilde anlıyor. Sonra Basri yine erken dönem usülcülerden, diyor ki; kitap, sünnet, icma ve kıyasın meşruiyeti bağlamında bu ayete atıfta bulunuyor. Diyor ki; bu ayet hem kitabın, hem sünnetin, hem icmanın, hem de kıyasın meşruiyetinin delilidir diyor. Bakın bu ayet. Bu defa İbn Hazm; sünnetin gayrimetluv vahy olduğunu söylüyor. Diyor ki Kur’an’a itaat gibi, sünnete de itaat gerekir ve bu ayeti zikrediyor. “Sizden olan yetki sahiplerine” ifadesiyle de, icmanın bu meşruiyetinin delilidir diyor. Yani bakın, bir ayet şayet diğer ayetlerle irtibatı kesildiğinde, nelere delil getirilebilmesi açısından çok önemli. Bunlar denilirken tabi kitap, sünnet, icma bunların hepsi müstakil yani edilleyyi şaire dediğimiz, hepsi birbirinden bağımsız, müstakil delil olarak hep düşünmeliyiz bunları. Bunların delili. Tam tersine burası da çok ilginç; aynı ayetten hareketle bu defa bazı usülcüler: kıyasın meşru olmadığına dair bu ayeti zikrediyorlar. Yani kıyasın meşru olduğuna dair bu ayeti ileri sürenlere mukabil, bir kısmı da diyorlar ki, kıyasın meşru olmadığının delili bu ayettir. Çünkü ayette herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz kitaba, sünnete ve icmaya başvurun, icma olarak algılıyorlar. Bunun dışında başka bir yol yoktur denilerek bu ayetin bu defa kıyas muhalifleri de kullanıyor. Bir ayeti çünkü bağlantılarından kopartırsanız, herkes herşey için kullanabilir o ayeti. Hanefi fıkıh usulünün teorisyenlerinden ‘Serahsi‘ sünnet ve kıyasın delili olarak bu ayeti kullanıyor. Bu ayet hem sünnetin hem de kıyasın delilidir diyor. Yine hanefi usülcülerinden Buharinin keşhüleshar isimli eserinde Resulullahın söz ve fiillerine ittibanın gerektiğini söyleyenlerin yukarıdaki ayeti delil getirdiklerini rivayet ediyor. Yani Resullullah ın yapıp ettiği herşey, bizim için bağlayıcıdır delildir diyenler de bu ayeti delil getiriyorlarmış. Şimdi Razi tefsir geleneğimizde önemli bir yeri olan Fahrettin Razi; tefsirinde diyor ki, ayette geçen “Allah a itaat edin Elçiye itaat edin” ifadesi “kitap ve sünnetin ve sizden olan yetki sahiplerinin” ifadesi ümmetin icmaının, “eğer birşeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Elçisine götürün” ifadesinin de kıyasa delalet ettiğini söylüyor. Bakın tek bir ayetten, kitap, sünnet, icma ve kıyas delillendiriliyor, tek bir ayet ile. Bu kadar da kalmıyor, diyorlar ki; kitap ve sünnetin kıyasa önceliğine yani kitap ve sünnetin kıyas için terk edilip, kıyasla tahsis edilemeyeceği bu defa daha teferruatlı bilgiler, usül kaideleri için de ayet kullanılıyor. Yani işte şurada bu delil bunu tahsis eder mi? Şu olur mu? Hatta Fahrettin Razi bu ayetin tefsirinde kıyasın bir kaç tane şartından, icmanın bir kaç tane şartından bahsetmekte ve bu ayet kapsamına sokmakta. Diyor ki mesela “kıyas şu, şu, şu, şu şekilde olur, delili bu ayet”. “İcmada şu şartlar aranır delili bu ayet”. Tek bir ayetten bu defa o kadar usuli teferruatlı bilgilerin şeyini yapıyorlar ki; genel itibariyle bu ayet tefsirlerde hep kitap sünnetin meşruiyeti bağlamında delil getirilir denilirse bu esasında doğru bir cümle olarak söylenebilir, sonuç itibariyle sadece bu ayetle ilgili. Ama dediğimiz gibi kıyas ve icma için de delil getiriliyor.
İkinci ayet bu bağlamda delil getirilen; Maide Suresinin 92. ayeti;”Ve etîûllâhe ve etîûr resûle vahzerû, fe in tevelleytum fa’lemû ennemâ alâ resûlinel belâgul mubîn” “Yine işte Allah’ a itaat edin elçiye itaat edin, eğer yüz çevirirseniz bilin ki elçimizin sorumluluğu açık tebliğden ibarettir” ifadesi yine tefsirde usülde sık sık kendisine atıfta bulunulan ayetlerden birtanesi. Taberi; bizim yine erken dönem tefsirlerimizden, diyor ki ayetin bilin ki elçimizin sorumluluğu açık tebliğden ibarettir “fe ennema ala resulina mubin” ifadesi için Resule düşenin içine beyanı da alan risaleti tebliğ görevi olduğunu söyleyenlerden bahsediyor. Yani diyorlarmış ki, evet burada belağul mubin ifadesi geçiyor ama buradaki belağul mubin ifadesi doğrudan olduğu gibi bir ayeti tebliğ etme görevi olduğunu değil, bu tebliğin içerisinde beyanın da tebyinin de olduğunu söylüyorlarmış bu ayetten hareketle. Birde Zemahşeri aynı kısım için “Resule düşenin sadece ayetleri açık tebliğ olduğunun altını çiziyor Zemahşeri. Burada bunu söylüyor ama diğer ayetlerde bu defa tebliğle ilgili başka ifadeler kullanıyor. Ama bu ayetin tefsirinda bunu söylüyor, buradaki tebliğ sadece olanı olduğu gibi tebliğ etmektir diyor. Yani sadece Resullullah ayetleri insanlara tilavet edip, okumakla kalmıyor, o ayetlerin içerisinde mücmel ifadeler, yani anlamı kapalı, Resulullah ın herhangi bir açıklama getirmemesi durumunda asla anlaşılamayacak derecede mücmel, hafi, müşkil ifadesi kullanılıyor fıkıh usulünde, kapalı anlamı gerek ibareden gerekse başka sebeplerden dolayı anlamı kapalı olan ifadeleri peygamberin açıklaması da bu ayet kapsamında değerlendiriliyor ve tebliğ kapsamına tebyini, yani Resulullah’ın açıklama görevininde girdiğini söylüyorlar. Tebliğ anlamında Allah’ın muradı deniliyor. Şimdi sünneti nebinin ümmeti için teşri kıldığı ve ittibanın gerektiği şey olarak tanımlayan Hatip El Bağdadi; ona itaatin gerekli olduğuna dair atıfta bulunduğu ayetlerden birisi bu. Ona itaat gerekli ama ona itaat nedir? Ona itaat onun ümmeti için teşri kıldığı şeyler. Ona itaat onun ümmeti için teşri kıldığı şeyleri de kapsamaktadır diyor ve bu ayeti zikrediyor. Şatibi; sünnetin nihayetinde kitaba raci olduğuna dair görüşe itiraz edenlerin bu ayeti delil getirdiklerini söylüyor yani mesele şu: Şatıbi diyor ki; muvafakatta Resulullah ın söylediği yapıp ettiği herşey sonuç itibariyle Kur’an’a racidir. Kur’an da genel prensipler vardır. Resulullah bu genel prensipleri detaylandırmıştır onun söylediği çok spesifik şeyler teferruat, fer’i şeyler dahi esasında Kur’an’a döndürülebilir diyor. Bunu diyor ama “bu görüşüme karşı çıkanlar bu ayeti delil getirerek bana itirazda bulunuyorlar” diyor. Yani Şatıbi’ye deniliyormuş ki; bak sen öyle söylüyorsun ama, Resulullah’ın söylediği herşeyin Kur’an’a raci olması, aslının Kur’an’da bulunmasına gerek yok, O Kur’an’da olmayan şeyleri de koyabilir ve birisi dediğinde “ya bu Kur’an’da var mı?” dediğinde biz ona bu ayeti okuruz, gerek yokki buna, çünkü Allah Resulüne itaati emrediyor. O ne söylüyorsa, Kur’an’da olsun olmasın sen buna tabi olacaksın deriz” diyorlarmış Şatibi’ye. Şatıbi buna itiraz ediyor. Kur’an’a raci olduğunu söylüyor Resulullah’ın yapıp ettiklerinin.Yine bazı usulcüler bu ayeti Resulullah’ın bazı söz ve fiillerine uymanın gerekliliği konusunda delil getiriyor ki, usulde bu da tartışılan konulardan birtanesi. Yani şu: “Peki Resule itaat ama Resule itaat ne anlamda itaat?” deniliyor ki “söylediği şeyler mi? yapıp ettiği herşey mi? ses çıkartmadığı şeyler mi? nedir?” Diyorlar ki “yapıp ettiği her şey itaatin kapsamına girer” “bu ayet bunu emrediyor” diyorlar. Bu düşüncede olanlar yani herhangi bir tasnif, sınırlama yapmayanlar da bu ayeti delil olarak kullanıyorlar, diyorlar ki mutlak ifade var, ne yaptıysa, ne söylediyse itaat farzdır.
Şimdi üçüncü ayet: Nisa Suresinin 80. Ayeti; “Men yutiır resûle fe kad atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ.” “Bu elçiye kim itaat ederse, Allah a itaat etmiş olur. Yüz çeviren çevirsin seni onlara koruyucu olasın diye göndermedik.” mealindeki ayet. Şimdi İmam Şafii bizim fıkıh usulünden ilk usul eseri kendisine nisbet edilen kişidir. Resulullah a itaat adlı başlığın altında bu ayeti delil getiriyor. Yani itaatur resul denildiğinde altına bu ayeti koyuyor. İşte delili budur diyor. Şevkani; sünnetin teşhide müstakil bir delil olması başlığı altında böyle bir başlık atıyor, İrşadul Fuhul isimli usul eserinde şevkani müstakil bir delildir sünnet diyor ve bunun altında şunları söylüyor: Arz hadisi olan bir rivayeti Kur’an’a arzeden bir gruptan bahsediyor, Arz hadisi de şu: bir rivayet var, bu rivayette peygamberimiz demiş ki, “benden size bir şey rivayet edilirse, yani size şöyle denilirse Resulullah şöyle dedi, şöyle yaptı diye benden size birşey rivayet edilirse, bunu Kur’an’a arz edin, yani Kur’an’a vurun, Kur’an’a göre değerlendirin, eğer bu Kur’an’a uyuyorsa, tamam onu ben söylemişimdir, uymuyorsa sakın kabul etmeyin onu ben söylememişimdir” şeklinde bir rivayet var. Bu rivayetin farklı mealdeki çeşitleri de var ama genel itibariyle olay bu “benden size rivayet edilenleri Kur’an’a arz edin, Kur’an’a vurun” şeklindeki bu rivayeti bir grup Kur’an’a arz etmiş, demişlerki bizzat bu rivayet Kur’an’a uygun değil, niçin? çünkü “Men yutiır resûle fe kad atâallâh” ayeti bu rivayetin doğru olmadığını söylüyor, çünkü bu ayette mutlak olarak Resule itaat Allah’a itaattir denildiyse bizim Resulden gelen herhangi bir şeyi Kur’an’a uyuyor mu uymuyor mu şeklinde herhangi birşey yapmaya, kendimizi sınırlamaya, kendimizi böyle bir şeyin altına sokmamızada gerek yoktur diyen bir grupdan bahsediyor.
Sözü Doç.Dr. Servet BAYINDIR alıyor: Şerkani den bahsetti hocam. Bizim fıkıh usulü geleneğinde hemen hemen son dönem alimlerinden biridir, yani miladi olarak 1816 veya 1818 dir vefatı. Kendisi biraz Zeydi olarak nitelendirilir. Fakat onun özelliği şudur. Kendisinden önceki hemen hemen bütün ekollere mensup usulü fıkıh eserlerinin şöyle bir hulasasını yapar, ama bir açıdan da mezheplere bağlılık bakımından en rahat davranan bir alim olarak tanınır. O görüşüne rağmen işte Şevkani burada bu görüşüne rağmen böyle bir kişi olmasına rağmen, burada çok uç bir yaklaşımı savınıyor. Ve son dönem alimi olduğu için, bir anlamda son mühür vuranlardan, son noktayı koyanlardan biri olduğu için sanki bu görüşü bir anlamda pekiştirmiş oluyor.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM devam ediyor;
Doğru ben hakikaten açtım o başlığı gördüm, sünnetin teşhide müstakil bir delil olması şeklinde tercüme edeceğimiz bu başlığı atıyor. Aynen bu ifadeyi kullanıyor yani. Mustakilletin ifadesini kullanıyor. Sünnetin teşhide müstakil bir delil olduğuna dair bir bahis açıyor. Şimdi burada bir ayrıntı ama ben onu da söyleyeyim, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, esasında ben burada Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili kitabını taradığımda birazcık bi kafa karmaşası, bazı yerde evet tamam doğru söylediği hissine kapılıyorsunuz, ama öyle bir yerde öyle birşey söylüyor ki, bu defa ya daha önce söylediğiyle çelişti gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Bu ayetin tefsirinde, Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki; aynen şu ifadeyi kullanıyor; “malumdur ki Resul’e itaat Asil’e itaattir” yani bir kimse Resule itaat ediyorsa aslında Allah’a itaat etmiştir diyor. Bunun için “Men yutiır resûle fe kad atâallâh” her kim Allah’ın Resulüne itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur şeklinde kısacık bir ifade kullanıyor, esasında bu ifade oldukça güzel doğru ama, biraz sonra da gelecek diğer ayetlerin tefsirlerinde aynen o klasik görüş gibi evet tamam burada itaatten maksat Resulullah’ın tebliğ görevine işte tahsis görevine, nesh görevine, delalettir şeklinde bu defa başka ifadeler kullanıyor.
Dördüncü ayetimiz: bu geleneksel anlayışın bunu nasıl ele aldığına dair, Ali İmran Suresinin 31. Ayeti: “Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vallâhu gafûrun rahîm” buda çok kendisine yine atıfta bulunulan ayetlerden birtanesi. “De ki; Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, böylelikle Allah’ta sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın, Allah’ın bağışı çok ikramı boldur” ayeti. Burada ittiba kelimesi geçiyor. “Fettebiuni” yani bana tabi olun. Allah’ ı seviyorsanız bana tabi olun diyor peygamberimiz. Bu ifadeyi nasıl değerlendiriyorlar. Cessas, hanefi usulünün önde gelen isimlerinden, Resulullah’ın fiillerinin bizim için bağlayıcı olması, bu fiillerin vücup, nedb ve ibaha türünden hangisine girdiğine dair bir delil veya güçlü bir kanaatin olması gerektiğini söylüyor. Bunun itaat ve ittibanın uygulanması için zorunlu olduğunu söyleyince bu ayeti delil getiriyor. Diyor ki yani ilginç bir ifade kullanıyor, tamam burada ben Resulullah’a tabi olacağım ama tabi olduğum şey farz mı, vacip mi, sünnet mi, mübah mı, mekruh mu bunu benim bilmem lazım, ancak bu şekilde onun söylediği şeylere tabi olurum diyerek böyle bir kayıt getiriyor Cessas. Bu defa Serahsi kitabın sünnetle neshiyle ilgili olarak, bi bahis açıyor, yani kitap sünnetle nesh olunur mu olunmaz mı? ve bu bahiste sünnetin kitabı nesh edebileceğine dair kanaatini bildiriyor, oda diyor ki; Gayrimetluv Vahy ve Metluv Vahy müddetinin ordaya koyabileceğini söylüyor. Yani bu ne demek? Şimdi Peygamberimizin söylediği şeyleri gayrimetluv vahy olarak değerlendiriyor. Yine bunlarda Cebrail’in Peygamberimize Kur’an’ın dışında getirdiği vahyidir diyor. Bu gayrimetluv vahy yani sünnet, metluv vahyi nesh edebilir yani onun hükmünü ortadan kaldırabilir, bu metluv vahyin yani Kitabın ayetinin, gününün, süresinin nereye kadar olduğunu bilmemizi sağlar diyor. Yani peygamberimiz bir hadis söylüyor, bir ifade kullanıyor ve biz bakıyoruz e bu ifade Kur’an’ a ters Kur’an’da böyle bir ayet var, diyor ki “yok aslında ters değil, o ayet Kur’an’ı Kerim’deki o ters gördüğün ayetin yürürlülük süresinin dolduğunu bildiriyor, yani artık sen Resulullahın o sünnetine göre hareket edeceksin anlamına gelir” diyor bide bu ayeti ortaya koyuyor. Yani ne demekmiş bu Ona tabi ol, Resul sana birşey söylediyse, birşey yaptıysa sen Ona tabi ol,” ayetini bu şekilde bu konuyla ilişkilendiriyor ve bunu söylüyor. Yani sünnet Kur’an’ı nesh ediyor, onun yürürlük süresini bildirdiğini bize söylüyor ve tüm bu düşüncelerin delili bu ayet oluyor, bu sure.
Yine bir başka ayet Araf suresinin 157 ve 158. ayetleri; “Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu ulâike humul muflihûn”Kul yâ eyyuhen nâsu innî resûlullâhi ileykum cemîanillezî lehu mulkus semâvâti vel ard(ardı), lâ ilâhe illâ huve yuhyî ve yumît(yumîtu), fe âminû billâhi ve resûlihin nebiyyil ummiyyillezî yu’minu billâhi ve kelimâtihî vettebiûhu leallekum tehtedûn” o ayette çok fazla kullanılır. Fıkıh usulü eserlerinde çok fazla geçer o ayet. Bu ayette geçen özellikle bir ifade vardır ki burası Resulullah’ın teşri yetkisi bağlamında çok kullanılır. Ayetin meali şu: “Onlar yanlarındaki tevratta ve incilde yazılı buldukları o ümmi Resule uyan kimselerdir. O onlara mağrufu emreder, onları münkerden alıkoyar yani “ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munker” emreden ve nehyeden Resulullah ayette, onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar.”yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise” yine bu fiillerin failleri hep Resulullah, “üzerilerindeki ağır yükleri kaldırır ve zincirleri kırar” diye tercüme etmişiz. “Ona iman edenler, Ona saygı gösterenler, Ona yardım edenler, Ona indirilen nura uyanlar varya işte onlar kurtuluşa erenlerdir” Deki ” ey insanlar ben sizin hepinize Allah’ın gönderdiği elçiyim, göklerde ve yerde hakimiyet O’na aittir, O’ndan başka ilah yoktur, hayat veren ve öldüren O’dur, siz Allah’a inanın, ümmi nebi Resulüne de, O resul de Allah’a ve O’nun sözlerine inanır. Ona uyun ki yola gelesiniz” bu ayetin pek çok kısmı çeşitli vesilelerle fıkıh usulünde delil olarak kullanılmakta. Şimdi usulcülerden bazıları Resulullahın söz ve fiillerine uymanın gerekliliği konusunda bu ayeti delil getiriyorlar. 158. Ayette geçen “Ona tabi olun ki yani “ve ittebiû-hu” ifadesini, Şirazi yine Şafi usulcusüdür, Resulullahın fiillerinin ağmı tahsis edebileceğine delil getiriyor. Bakın ne kadar spesifik bir konuda ayetin sadece bir kısmı ile delil getiriyor usulde, “ve ittebiû-hu” ifadesi demek şudur; sünnet Kur’an’ın genel ifadelerini daraltabilir, sünnetin böyle bir görevi vardır ve bu ifadeyi, ayetteki bu ifadeyi delil getiriyor. Kur’an’ı Kerimde genel bir hüküm belirtilmiştir, Resulullahın sünneti bu genel hükmü daraltabilir, kayıtlayabilir, böyle bir görevi var mıdır? böyle bir görevi ayetteki bu ifadeden çıkmaktadır diyor. Razi ayette geçen “Onlara iyi ve temiz şeyleri helal kılar” ifadesi ile kastedilenin Allah’ın helal kıldığı şeyler olduğunu söyleyenlerden bahsediyor, ama buna katılmadığını belirtiyor. Yani birileri demişki burada Resulullahın birşeyleri helal haram kılması zaten kitapta olanları helal haram kılması anlamındadır diyenler var diyor Razi, ama buna katılmıyor. Muhammed Reşit Rıza’da aynı ifadenin bir önceki ayette geçen “Ona indirilen nura uyanlar” vettebeûn nûrellezî unzile meahu ifadesinden daha kapsamlı olduğunu söylüyor. Diyor ki burada evet bir önceki ayette kitaptan bahsediyor ama hayır sadece kitapla mukayyet değil bu anlam daha geniştir diyor. Resulullahın kendi içtihadlarıyla ortaya koyduklarına ittiba gereklidir diyor. Şimdi bu ayeti biraz sonra daha detaylı bir şekilde inşallah ele alacağız.
Başka bir ayet Nisa Suresinin 105. ayeti: “İnnâ enzelnâ ileykel kitâbe bil hakkı li tahkume beynen nâsi bimâ erâkallâh. Ve lâ tekun lil hâinîne hasîmâ” “sana bu kitabı gerçeğin kendisi olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma” Serahsi bu ayetle ilgili diyor ki; vahy ikiye ayrılır, zahir vahy, batın vahy, yani bu bir nevi metluv ve gayrimetluv anlamında. Zahir vahyide kendi içerisinde meleğin lisanıyla ve işaretiyle olmak üzere ikiye ayırıyor. Zahir vahy yani metluv vahy, bizzat melek geliyor birşeyler söylüyor veya melek geliyor bir işarette bulunuyor bir ilham veriyor içine, ikiye ayırıyor, herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kalbin teyidi olarak tanımlıyor bu batın vahyi, gayrimetluv vahyi ve bu ayeti gayrimetluv vahyin delili olarak zikrediyor. İşte bu ayette gayrimetluv vahyin gelebileceğini peygamberimize, delili budur diyor, bu ayeti zikrediyor. Vahy taksiminde, usulünde;
Dr. Yahya ŞENOL soruyor; Hangi kelimeye dayanıyor orada?
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM cevap veriyor; “bimâ erâkallâh” ifadesi ile. Evet.
Şimdi yine aynı mimvalde, Buhari de diyor ki yine hanefi usulcülerinden, bu ayet nassın yani nassın yanı sıra nasstan istimbakla çıkarılan hükümleri de kapsadığını söylüyor. Yani ayette, bu ayet şunları kapsar diyor, sadece Kur’an’ı kerimlerin değil Kur’an’ı Kerim’lerin dışında da Peygamberimizin içtihatlarının bizim için bağlayıcı olduğunun delili olarak sunuyor. Şirazi bu ayeti içtihatın cevazı bağlamında zikrediyor.
Doç.Dr. Servet BAYINDIR soruyor; O zaman Peygamberimizin içtihatda bulunduğunu mu kabul ediyor?
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM cevap veriyor; tabi kabul ediyor, evet.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR soruyor; O zaman hem içtihatda bulunuyor, Buhari daha öncede bir ifadesi de geçmişti hem ayrıca içtihat vesaire ihtiyaç duymadan hüküm mü koyuyor? Böyle bir durum mu söz konusu?
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM cevap veriyor; tabi yani şey olarak görüyor, Kur’an’la kayıtlı değil, Kur’an’ın dışında içtihatlar yapar ve bu içtihatlar bu ayetin içerisine yine girer diyor. Kur’an’la kayıtlı değil.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM söze devam ediyor; Buhari, bu Buhari, Abdulaziz El Buhari değil. Hadisçi olan Buhari. Hadis eserinde İhtisam Kitabı- Kitabul İhtisam’ın sekizinci babına şu ismi veriyor: Nebi sallallahu aleyhi vesselem hakkında vahy inmemiş bir konuda, kendisine soru sorulduğunda bilmiyorum der veya vahy gelinceye dek bekler di, rey ve kıyasla hüküm vermezdi mealindeki bab başlığını atıyor ve bu bab başlığının altında bu ayeti zikrediyor. Yani şunu söylüyor: “içtihat etmezdi, kıyas yapmazdı vahy varsa söyler, vahy yoksa susardı, bilmiyorum derdi” diyor ve bu bab başlığında bu ayeti zikrediyor.
Bir başka ayet; Haşr Suresinin 7. ayeti; “Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ fe lillâhi ve lir resûli ve lizîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîli key lâ yekûne dûleten beynel agniyâi minkum, ve mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû, vettekûllâh(vettekûllâhe), innallâhe şedîdul ikâb(ikâbi)” “Resul size ne verdiyse alın, sizden neyi yasakladıysa kaçının” ayeti. Şimdi İmam-ı Şafii, Kur’an’da geçen hikmet kelimesi ile sünnet arasında ilişki kurarken Resulullaha ittibanın gereklililiğine dair bu ayeti zikrediyor, risalede. Yine bir takım farzların Nebinin diliyle beyan edildiğini söylüyor, yine bu ayeti zikrediyor. Cessas, sünnetin Kur’an’la neshini itiraz edenlere bunu cevap olarak söylüyor. Yani sünnet Kur’an’ı neshedemez diyenlere bu ayeti hatırlatıyor. Bakın diyor ki burada Resul size neyi verdiyse alın, sizi neyden yasakladıysa o yasağa uyun ayeti varsa demekki o Resulullah Kur’an’ı da neshedebilir diyor. Yine Basri ve Zerkeşi, bunlar usulcüler, Resulullahın fiillerinin de sözleri gibi bağlayıcı olduğuna dair görüşü bununla temellendiriyorlar. Serahsi Resulullahın dini hükümleri bildirme konusunda hata üzere bırakılmayacağının, bu yönüyle masum olduğundan, sözlerinin ilmi-yakin yani kat’i bir ilim ifade ettiğinin ve ona ittibanın ümmete farz oluğunu söylüyor ve bu ayeti delil getiriyor. Yani şunu söylüyor, “eğer resulullahtan size birşey gelmişse o kesinlikle doğrudur, niçin? çünkü hata yapsaydı hata üzere bırakılamazdı, mutlaka uyarılırdı, böyle bir uyarı gelmediyse onun söylediği şeyler bizzat murad-ı İlahi’dir” diyor ve bu ayeti delil getiriyor. Ayrıca yine Serahsi kitabın sünnetle neshini meşruiyeti bağlamında da bu ayeti delil getiriyor.
Bir başka ayet; Nisa Suresinin 65. ayeti; “Fe lâ ve rabbike lâ yu’minûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecera beynehum, summe lâ yecidû fî enfusihim haracen mimmâ kadayte ve yusellimû teslîmâ” bu ayette işte özellikle hucciyettü-sünnet türü kitaplarda, yani sünnetin delillendirilmesi bağlamında kitaplarda çok fazla kendisine atıfta bulunulan bir ayet. “Hayır Rabbine andolsun ki bunlar inanmazlar ama aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yaparlarsa, sonra verdiğin kararı içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul eder ve tam olarak teslim olurlarsa, o başka”. Şafi Resulullaha itaat bahsinde bu ayeti zikrediyor. Ayetin iki hasım arasında Resulullahın hükmetmesi sebebiyle indiğini ve dava sonucu verilen hükmün Resulullahın bir hükmü olduğunu, bunun Kur’an’da yer alan bir hüküm olmadığını söylemektedir. Yani Resulullah herhangi bir şeyi söylüyor, bir hüküm veriyor, bu hüküm Kur’an’ı Kerim’de yok ama bu hüküm de mutlaka itaat edilmesi tabi olunması gereken bir hükümdür ama Resulullahın o verdiği hükmü biz Kur’an’ı Kerim’de bulamayız diyor. İki kişi gelir peygamberimize, bir tartışma olmuştur, peygamberimiz onları dinler bir karar verir ve o karar artık müminler için bağlayıcı bir karardır diyor ama siz o kararı Kur’an’da aramayın bulamazsınız, dolayısıyla Kur’an’da olmayan da Resulullahın sünnetiyle yapıp ettikleriyle bizim için ona tabi olmak, ittiba olmak farz olur anlamında söylüyor.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR ; Bulamazsınızdan kasıt yani bulmanıza gerek yok anlamında.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM devam ediyor; Gerek yok, iki kişi tartışmış ve özel bir mesele, peygamberimiz de sen şöyle yap sen böyle yap demiş. Siz bunu bulamazsınız ki, istediğiniz kadar arayın Kur’an’ı Kerim’de diyor. Ama bu ayet Onun bu sözlerine bu fiillerine de uymamız gerektiğini söylüyor diyor. Şimdi Buhari de Resulullahın hata üzere bırakılmayacağından hareketle Ona ittibanın gerekli olduğunu söylüyor ve bu ayeti delil getiriyor. Yine aynı şekilde Razi’de hata yaptıklarında vahyi ile tahsi edildikleri için verdikleri fetva ve hükümlerde nebilerin hatadan masum olduklarını söylüyor bu ayeti delil getiriyor. Ayet ayrıca kıyasla nassın tahsisinin caiz olmadığına delalet ettiğini söylüyor bu ayet. Yani çok özel bir konuyu yine bu ayetle delillendiriyor.
Yunus Suresinin 15. Ayeti; “Ve izâ tutlâ aleyhimVe izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne lâ yercûne likâena’ti bi kur’ânin gayri hâzâ ev beddilh(beddilhu), kul mâ yekûnu lî en ubeddilehû min tilkâi nefsî, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyy(ileyye), innî ehâfu in asaytu rabbî azâbe yevmin azîm” “De ki onu kendiliğimden değiştirmeye yetkim yoktur, ben sadece bana yapılan vahye uyarım” şimdi bu ayete bakıldığında sanki ilk etapda insanın aklına şu geliyor; tamam çok açık ayet yani, çok açık, herşeyi açık seçik, Resulullah diyor ki “benden hiçbir şey istemeyin, ben hiçbir şeyi değiştiremem yeni bir şey söyleyemem, koyamam, ben sadece bana yapılan vahye uyarım” bu ayet çok açık seçik, ancak bu ayet öyle yerlerde delil olarak kullanılıyor ki, insanın hafızasının sınırları zorlanıyor.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; Ayetin başını okuyalım mı? Ayetin başında “Ve izâ tutlâ aleyhimVe izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne lâ yercûne likâena’ti bi kur’ânin gayri hâzâ ev beddilh(beddilhu)” evet, yani “Onlara bizim ayetlerimiz , açık olan ayetlerimiz onlara okunduğu zaman Allah’la karşılaşmayı arzu etmeyenler, öyle bir beklenti içerisinde olmayanlar, Peygamber Efendimize derler ki “O’ndan başka bir Kur’an bize getir yahut onu değiştir” bunun üzerine diyor ki kul mâ yekûnu lî en ubeddilehû min tilkâi nefsî” ey Muhammed sende de ki ben kendi kendime o Kur’an’dan birşey değiştirme hak ve yetkisine sahip değilim. Şimdi sadece bu ortadaki bölümü alıp parçayı alıp onun üzerine büyük teoriler bina ediyorlar.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM söze devam ediyor; Gerçekten, ben bu ayeti ilk kez şeyde görmüştüm, istidlal anlamında gayrimetluv vahy olduğunu iddia edenler bu ayeti delil getiriyorlar. Yani şimdi ayete bakıyorsun, yani bu ayet gayrimetluv vahye nasıl delil olabilir? ilk etapda bir bağlantı kuramıyorsunuz, bu defa şunu söylüyorlar, diyorlar ki: bak ayette Resulullah sadece kendisine vahyedilene uyduğunu söylüyor mu, evet söylüyor, tamam! peki Resulullahın çokça söz ve fiili biza aktarılmış mı? aktarılmış. Bunların hepsini sen Kur’an’da buluyor musun? bulamıyorsun. Bulamıyorsan bunlar vahyi ile gelmiş olmalı çünka vahye uyduğunu söylüyor, demek ki Kur’an’da olmayan onun yapıp ettiği herşeyde vahy ürünüdür, çünkü O sadece vahye uyduğunu söylüyor. Biz de Onun söylediği şeylerin Kur’anda olmadığını görüyor isek, demekki onun söylediği şeyler de aslında hep vahy ile gelmiştir. deniliyor. Yani epey zorlamamız gerekiyor. Evet. Şimdi Şafi diyor ki bu ayetle ilgili, “kitabın ancak kitapla neshedilebileceğine dair iddiası için İbn Hazm ise bu ayete hakkında vahy inmemiş konularda Resulullahın içtihat etme hakkının olmadığına dair delil getiriyor” Yani Şafi diyor ki İmam-ı Şafi, Kitabın ancak kitapla sünnetin de ancak sünnetle nesh olunabileceğini söyleyenlerden, “bu ayet kitabın ancak ve ancak kitapla nesholunabileceği için delil getiriyor İmam-ı Şafii. Yani bir prensip kararı alıyor İmam-ı Şafii diğer usulcülerden farklı olarak, diyor ki; bir nesh söz konusu olacak ise, bu nesh ancak kitabın kitapla kendi arasında ya da sünnetin sünnetle kendi arasında olur diyor ve bunun temelinde de işte bak “Allah diyor ki Resulullaha ben sadece bana indirilene tabi olurum diyor sa, Resulullah burada bir sınır belirliyor, bu sınır kitap diğeri de sünnet” kitap kitapı nesheder, sünnet sünneti nesheder, diyor bunu söylüyor. İbn Hazm’da içtihat etme hakkının olmadığına, biliyorsunuz İbn Hazm içtihat ve kıyasa karşı. O da bu prensibini bununla delillendiriyor. Diyor ki bakın burada Resulullah sadece kendisine vahyedilen, tabi İbn Hazm gayrimetluv vahyin en önemli savunucularından birtanesi, hatta bunun prensiplerini, genel çerçevesini İbn Hazm koymuştur, gayrimetluv vahy meselesinin. Peygamberimiz bir şey söylüyorsa bu içtihaden değildir, tamamen gayrimetluv vahy ile gelmiştir diyor ve bu ayeti delil getiriyor. Razi bu ayetten hareketle, kıyasla hüküm vermenin caiz olmadığını söyleyenlerden bahsediyor, doğru, hakikaten kıyas muhalifleri bu ayeti kullanıyorlar ve diyorlar ki işte bakın Resulullah sadece kendisine vahyolunana tabi olur, bu da nedir ya Kur’andır ya da gayrimetluv vahy ile sünnettir üçüncü bir yol yoktur diyorlar ve bu ayeti delil getiriyorlar. Bu defa Serahsi kitabın sünnetle neshinin caiz olmadığını söyleyen Şafinin bu ayeti delil getirdiğini zikrediyor, sonra diyor ki, sünnetin gayrimetluv vahy olma yönüne temas ediyor ve iki vahy arasında fark olmadığını söyleyerek bir nevi Şafii’ye cevap vermeye çalışıyor. Yani diyor ki, burada hiç önemli değil, kitap olmuş, sünnet olmuş bunlar birbirini neshederler çünkü Resulullaha inen de, Resulullahın söylediği şeyler de esasında Kur’an da olmasa da Cebrailin ona bildirdikleridir diyor ve bu şekilde Şafiiye cevap veriyor.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; Serahsi de bizim hanefi fıkhının hem usulde hem de furuda en önemli teorisyenlerinden biridir veya işte Ebu Hanife’nin görüşlerini İmam Muhammed derlemiş toplamış daha sonraki nesillere nakletmiştir. İmam Muhammed’in görüşlerini dağınık haldeki eserlerini derleyen, toplayan, onları şerheden, onları temellendiren, dolayısıyla hanefi fıkhını, bugüne bu mevcut hali ile aktaran en önemli şahsiyetlerden birisi, hem usul bakımından hem furu bakımından. Otuzüç ciltlik bir kitap halinde gelmiştir sadece furu fıkhı, birde onun usulü fıkhı vardır, bir de kitab-ı siyer denen yani uluslararası hukuk diyebileceğimiz yani bugünkü islam tarihinde yazılan ilk eser olduğu söylenir İmam Muhammed’in eseri, onu da şerhetmiştir. Dolayısıyla bugün mesela müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki hukuki ilişkileri mevcut algılamayı mevcut anlayışı da temellendiren, ortaya koyan şahsiyetlerden birisidir. Yani Serahsi de böyledir derken Fatih Hoca, Serahsi bu konuda böyle demiş derken mesela biz hanefi geleneğinde yaşayan insanlarız, mutlaka bizim hemen hemen din ile ilgili bütün algılamalarımızda mutlaka Serahsi’nin bir payı vardır. Serahsi okadar önemli bir şahsiyettir, bizim zihinsel dünyamızda. Bu anlamda onun görüşleri çok önemli, ister beğenelim ister beğenmeyelim.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM söze devam ediyor; Evet şimdi isterseniz şöyle toparlayalım, biz buraya işte dokuz-on tanesini yazdık bu rivayetlerin ve sadece bir alan taraması olarak meseleye yaklaştık. Yani dedik ki gerek tefsirlerde gerek fıkıh usulü eserlerinde gerek de işte hucciyet-ü sünneh türü, yani sünnetin delillendirilmesi bağlamında yapılan çalışmalarda bir takım ayetlere atıfta bulunulmakta ve bu ayetler işte şu şekilde anlaşılmaktadır şeklinde böyle genel bir tarama yaptık. Bu daha fazla detaylandırılabilir. Çünkü daha başka, biz burada on tanesini altık ama o on değil yirmiye-otuza-kırka çıkabilir.
Çeşitli ayetler bir şekilde bu bağlamda delillendiriliyor. Sadece ufak bir görüntü anlamında biz bunu buraya sunmaya çalıştık. Bir de pek çok rivayet var tabi Kur’an’ın dışındada işte Resulullahın mutlak bir şari olduğu, dinde hüküm koyma yetkisine sahip olduğu, bir otorite olduğu, onun gayrimetluv vahy yani Kur’an dışında da vahy aldığı onun söylediklerini bu yönüyle müslümanlar için bağlayıcı olduğuna dair çeşitli rivayetler var, bu rivayetlerden iki tanesi çok fazla zikrediliyor kitaplarda. Birincisi Sakaleyn Rivayeti dediğimiz rivayet. Bu rivayetin bizim hadis eserlerinde üç çeşidi var, birinci çeşidinde Peygamberimiz diyor ki “size iki şey bırakıyorum bunlara sıkı sarılırsanız sapıtmazsınız” yani yanlış yollara girmezsiniz, sırat-ı müstakiymden gitmiş olursunuz. O birincisi kitap ikincisi de sünnetim diyor. Bir başka rivayet de “iki şey bırakıyorum, bunlardan birincisi kitap ikincisi ehlibeytim” diyor. Üçüncüsü de ki bu üçüncüsü senet olara en sahih olanı ve rivayet olarak da hadis eserlerinde en fazla rivayet edileni yani ençok çeşidi olanı. Oda şu ” Size sarıldığınızda sapıtmayacağınız bir şeyi bırakıyorum O da Allah’ın kitabı” ifadesi. Şimdi size ikişey bırakıyorum Allah’ın kitabı ve sünnetim ifadesini Ehli sünnet kullanıyor, kitaplarında. Size iki şey bırakıyorum, bunlardan birincisi kitap ikincisi ehlibeytim ifadesini Şii ulema kullanıyor kitaplarında. Üçüncü rivayet ki aslında hadis kitaplarında en fazla olanı, onu hiç kimse kullanmıyor, bu rivayeti. Ortada yani. Şimdi bu Sakaleyn rivayetini peki usulcüler ve tefsirciler nasıl kullanıyorlar? Mesela İbn Abdilber, İmam Malik’in Muvatta eserine Şerh yazan kişi: “Hidayetin Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünnetinden ibaret olup, sünnetin Kur’an’ın mübeyyini” olduğunu söylüyor ve bu rivayeti zikrediyor. Yani Resulullahın sünneti kitabın mübeyyinidir, açıklayıcısıdır diyor ve bu rivayete atıfta bulunuyor. Hatip El Bağdadi, sünnete muhalefet edenle muhatap olunmaması gerektiğine dair bir konu başlığı atıyor, yani eserinde diyor ki, konu başlığı şu: bir adam sünnete muhalefet ediyor ise onu muhatap almayın, konuşmayın şeklinde bir başlık atıyor. Ve o başlığın altında bütün o başlığı bu rivayete göre şekillendiriyor. Gerek erken dönem gerekse son dönem bütün eserlerde bu rivayet yani kitap ve Resulullahın sünneti ifadesi bu Sakaleyn rivayeti, sünnetin hücciyeti bağlamında çokca karşımıza çıkan rivayetlerden birtanesi.
İkincisi de Erike rivayeti dediğimiz işte hepinizin yine bildiği bir rivayet. Şöyle; bu rivayet üzerinde pek çok tartışmalar var bunu peygamberimiz nerelerde söyledi, hangi bağlamda söyledi, hangi ifadelerle söyledi, neyi kasdetti gibi pek çok ifadeler var. Genel itibariyle meali şu rivayetin: “Koltuğuna yaslanmış da kendisine bir hadisim rivayet edildiğinde sizinle bizim aramızda Allah’ın kitabı var, Onda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu haram kabul ederiz diyen kişilerin gelmesi yakındır” Yani peygamberimiz demiş ki dikkat edin bakın öyle kişi ya da öyle kişiler gelecek ki, koltuğunda yaslanmış karnı tok sırtı pek, size şöyle diyecek “yani sen ne konuşuyorsun Allah’ın kitabında varsa tamam onun dışında ben hiçbirşeyi kabul etmem diyen insanlar gelecek” demiş ve sonundada şu ifadeyi kullanmış; “sakın ha unutmayın ki Resulullahın haram kıldığı Allah’ın haram kıldığı gibidir” demiş sonunda da peygamberimiz.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; yani o tavır doğru değildir.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM söze devam ediyor; evet. O tür adamlara sakın rağbet etmeyin, çünkü Resulullahın haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir demiş. İbn Mace bu rivayeti Resulullahın hadisini tazim etme, muhalefet edeni yerme bab başlığını koyuyor ve bu bab başlığı altında bu hadisi veriyor. Aynı rivayette “sünnet Allah’ın kitabı üzerine kadidir” başlığını koyduğu ve sünnetin bağlayıcılığını ele aldığı babda, Miktam Bin Madikerib, bu rivayette iki kanal var bu kanallı bu Madikerib’den Resulullah eşek eti gibi bir takım şeyleri Hayber’de haram kıldı şeklindeki giriş ifadesiyle Darimi zikrediyor. Yani Darimi diyor ki; kitabın başlığı: ”es-sünneti gadiyetün ala kitabillah” sünnet Allah’ın kitabı üzerine hakimdir, kadidir, baskındır anlamında bir bab başlığı koyuyor ve bu bab başlığı altında bu rivayeti koyuyor ama bu rivayetin sonuna bu ifadeyi koyuyor. Diyor ki “Hayber’de Resulullah eşek eti gibi bir takım şeyleri haram kıldı ve bu rivayeti de orada söyledi” diyor Darimi. İşte rivayetlerden en önemli iki tanesi de bu, bu iki rivayeti de sünnetin meşruiyeti ve işte bağlayıcılığı bağlamında delil getiriyorlar.
Şimdi peki biz bu ayetleri nasıl anlamalıyız? Gerçekten bu ayet ve rivayetler nasıl anlaşılmalı? Resulullaha iman, itaat ve ittiba ne anlama gelmekte? Şimdi biz bunun için anahtar kelimenin Resul ve Nebi olduğunu düşünüyoruz. Daha önce de burada pek çok kez konuştuk. Şimdi dikkat edilmesi gereken şey, bu ayetlerin metinlerinde hep Resul ifadesi geçmektedir. Yani Resule iman, Resule ittiba, Resule itaat. Resul ifadesi geçmektedir. O halde Resul nedir? meselesi. İşte burada pek çok kez konuştuk.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; çok kısaca belki geçen bir saatlik Fatih hocamızın anlattığı konuları, ben ne anladım veya Fatih hoca ne anlatmak istiyordu? Ben onu kendi anladığım kadarıyla ifade edeyimde, eğer yanlış olursa Fatih hoca düzeltsin. Şimdi işin özeti şu; bugün ilahiyet çevrelerinde veya bütün islami camialarda şöyle bir algılama var: Allah Resulu Peygamber Efendimiz, Allah’tan ayrı olarak bağımsız şekilde hüküm koyma veya dolayısıyla hüküm kaldırma hak, yetki ve selayetine sahiptir. Peki peygamberimizin koymuş olduğu bu hükümler, tarihte yaşadı peygamberimiz binbeşyüz yıl önce yaşadı, nerelerde bulunuyor? işte sünnet dediğimiz, bugüne gelirsek hadis kitabı diye bildiğimiz hadis kitaplarındaki hadislerdir. O halde bu hadisler eğer sahih ise Kur’an’ı Kerim’deki ayetler gibi her ne kadar bunlar namazda okunmasa da vesair, fakat ayetler gibi müstakil, bağımsız, sorgusuz, sualsiz uyulması, ittiba edilmesi, iman edilmesi gereken şer-i nasslardır. İşin özü bu. Dolayısıyla Fatih hoca bu bir saatlik süre içerisinde bu yaklaşımın fikri, zihni daha çok Kur’ani ve sünnetten delillerini gerekçelirini izah etmeye çalıştı. Fakat iş döndü dolaştı geldi, Resul ve Nebi meselesinde düğümlendi. Çünkü Fatih hocamızın da ifade ettiği gibi şimdiye kadar okuduğu hemen hemen bütün ayetlerde, mealini verdiği ayetlerde, burada elçiye peygambere itaat edin vesaire ayetlerin tümünde Resul kelimesi geçiyordu. Hatta Elmalılı Hamdi Yazır’ın görüşüne orada bir atıfta bulunuldu. “Resule itaat Asil’e itaattir” diye de bir kavram kullanmıştı Elmalılı Hamdi Yazır. Asil’e itaatten kasıt Resul’e gönderen. Resul elçidir, elçiyi gönderene itaattir. Ona itaat ettiğiniz zaman elçiyi gönderene itaat etmişsinizdir bunun anlamı budur. Allah ve elçisi arasındaki ilişki arasında düşündüğümüz gibi bu kuralı normal diğer elçiler için de düşünebiliriz. Yani bugün Abdulaziz hoca örneğin bana dedi ki; “git şu konuyu filan filan kişiye benden selam söyle, şöyle şöyle anlat” ki arasıra olmuştur böyle şeyler. Ben gidip anlattığım zaman işte ben Abdulaziz hocadan geliyorum, Abdulaziz hoca gönderdi, size selamı var, şu ifadeleri, şu bilgiyi size değerlendirmek üzere gönderdi dediğim zaman eğer o bana “ya ne güzel bilgi, hay Allah razı olsun çok iyi oldu” dediği an o bilgi bana ait olmadığı için her ne kadar ben orada biraz moral bulmuş olsam da aslında bu beni gönderene olan ilgisinden, saygısının veya iltifatının göstergesidir. Ama çok kere ben haşlanmışımdır. Bu beni haşlarkende adam beni tanımıyor; ilk defa karşılaşmış, benden hıncını alırken aslında kızım sana diyorum gelinim sen anla misali haşlıyor. Yani elçiye itaat Asil’e itaattir, o elçiyi gönderene itaattir.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM; zaten varya Servet Ağabey, “Seni yalanlamıyorlar, aslında sana söylemiyorlar, Allah’ı yalanlıyorlar şeklinde. Enam Suresi 33. Ayet “Kad na’lemu, innehu le yahzunukellezî yekûlûne fe innehum lâ yukezzibûneke ve lâkinnez zâlimînebi âyâtillâhi yechadûn” “Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar”
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; işte Elmalılı Hamdi Yazır bunu çok güzel bunu ifade etmiş, Allah rahmet eylesin. Dolayısıyla burada elçi peki kimdir? veya gerek bütün peygamberler, gerekse bizim peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselam için hangi tür kavramları kullanmış yüce Allah kitabında baktığımız zaman “Abid” ifadesi kullanılıyor. Kul ifadesi kullanılıyor. Ama bizim için de kul ifadesi kullanılıyor. Fakat asıl peygamberlikle ilişkili olarak kullanılan iki temel kavram var; birisi Resul kavramı birisi de Nebi kavramı. Şimdi bizim geleneksel Kur’an kurslarında, imamhatiplerde, camilerde işte ilahiyatta vesair, Nebi ve Resulün farkı nedir diye bunları görüyoruz, öğretiyoruz. Farkı şudur: geleneksel anlayışta; Resul kendisine kitap verilen yani bir şeriat ve bunu tebliğ etmek üzere görevlendirilmiş olan peygambere denir. Nebi ise; kendisine bağımsız, müstakil bir kitap verilmemiş ya kendi dönemindeki veya kendisinden önceki herhangi bir dönemde gelmiş olan ve kendisine kitap verilen bir peygamberin şeriatını, onun kitabını insanlara anlatmak üzere görevlendirilmiş kişiye denir. Mesela Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihalinde bu şekilde tanımı vardır. Geleneksel tanım budur, fakat Kur’an’ı Kerim’e bu gözle baktığımız zaman, acaba Allah-u teala Resulu ne için kullanıyor? Nebiyi ne için kullanıyor? Hangi peygamberleri nebi hangi peygamberleri resul diye nitelendiriyor? diye baktığımız zaman, çok kısa konuyu dağıtmadan söylüyorum, mesela En’am suresinin 83 ile 89. ayetleri bu konuda bize çok net olarak cevabı veriyor. “Ve tilke huccetunâ âteynâhâ ibrâhîme alâ kavmih(kavmihî), nerfeu derecâtin men neşâ’(neşâu), inne rabbeke hakîmun alîm(alîmun)” “Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe vel hukme ven nubuvveh(nubuvvete), fe in yekfur bihâ hâulâi fe kad vekkelnâ bihâ kavmen leysû bihâ bi kâfirîn(kâfirîne)” Şunu diyor Allah-u teala, İshak, Yakup, onların babaları, onların ataları, onların kardeşleri, onların soyları tümüne atıfta bulunuyor. Yani Hz. Adem’den en sonunda da peygamberimize geliyor, peygamber efendimize kadar gerek usül bakımından yani cedleri bakımından, gerekse furu bakımından, soyları çocukları vesaire bakımından tüm peygamberlere Resul ifadesi kullanıyor. Dolayısıyla biz bu ayetlerden şunu anlıyoruz, Hz. Adem’den peygamberimize kadar gelen bütün peygamberlere Allah-u teala resul sıfatını kullanıyor. Elçi sıfatını kullanıyor. Bizim resul diyealgıladığımız, bizim resul diye tanımladığımız, yani kendisine kitap verilen peygambere resul denir diye biz tanım yapıyoruz ya Allah-u teala bütün bu peygamberlere kitap verdiğini Enam suresi 89. ayette ifade ediyor. Yukarıdan aşağı sıralıyor, 89. ayette diyor ki “Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe vel hukme ven nubuvveh(nubuvvete), fe in yekfur bihâ hâulâi fe kad vekkelnâ bihâ kavmen leysû bihâ bi kâfirîn(kâfirîne)” Nebi kavramına geldiğimiz zaman hemen hemen bütün peygamberler için, bizim bildiğimiz peygamberler tarihinde bildiğimiz bütün peygamberler için kullandığını görüyoruz Allah-u tealanın. Dolayısıyla bizim geleneksel anlayışta mesela İsmail Aleyhisselam nebidir örneğin. Musa Aleyhisselam, İsa Aleyhisselam işte Muhammed Aleyhisselam Resuldür, neden? bunlara kitap verilmiştir fakat İsmail Aleyhisselama kitap verilmemiştir. O nebidir, bunlar resuldür. Mesela Musa Aleyhisselam resuldür, Harun Aleyhisselam, geleneksel anlayışta nebidir, çünkü Musa’ya gelen kitabı anlatmakla o görevlendirilmiştir. E fakat bu ayetlere bakıyoruz ki, mesela özellikle İsmail Aleyhisselam için “Resulennebiyya” yani özellikle İsmail Aleyhisselam için o resuldü nebiydi. (Meryem Suresi 54. Ayeti”Vezkur fîl kitâbi ismâîle innehu kâne sâdıkal va’di ve kâne resûlen nebiyyâ(nebiyyen)”) Sonuç olarak şunu anlıyoruz Allah-u teala peygamberleri, peygamber olarak seçilmiş olmaları, dolayısıyla çok yüce bir makama getirilmiş olmaları, kendilerine çok önemli bir misyon bir görev yüklenmesi sebebiyle onların değerini, şanını, şerefini yücelttiği için, ayrıca onlara haber verdiği için, yani tebliğ ettiği için, vahy verdiği için ve dolayısıyla o haberi de alıp insanlara aktarmakla görevlendirdiği için hemen hemen bütün peygamberleri Allah-u teala nebilik kavramıyla nitelendiriyor. Onun dışında da kitap verilen, kendisine kitap verdiğinden bahsederken de ona resul diyor Allah-u teala. Veya kitabı anlattığını, anlat derken o kitaba uy derken, onun getirdiği emirlere uyun diye bahsederken de az önceki Fatih hocanın okuduğu bütün ayetlerde de oralarda hep resul ifadesini kullanıyor. Yani şu sonuca varıyoruz, şöyle diyelim, teşbihde hata olmasın, ben Süleymaniye Vakfında bu tür faaliyetlere katılan, burada çalışan, karınca kararınca birşeyler yapmaya çalışan burada bir mensubum. Süleymaniye Vakfı çalışanıyım. Benim genel sıfatım bu, fakat az önceki Abdulaziz hocanın örneğini düşünürsek, Abdulaziz hoca buradan bazen beni, bazen Fatih hocayı bazen Yahya’yı bazen diğer arkadaşı, ya git filana şunu söyle diyor. İşte o dediği an Abdulaziz hocanın özel elçisi olmuş oluyoru. Genel anlamda çalışan oluyorum. Fakat özel bir görevle yüklenilipde o görevi ifa ederken, onun adına beni görevlendiren adına onu ifa ederken, dolayısıyla o zaman elçilik görevi ile de ayrıca yüklenilmiş oluyorum. Dolayısıyla peygamberler kendilerine kitap verilip, o kitabı anlatırken zaten nebi, genel sıfatı itibariyle nebi, ama o kitabı aktarır iken aynı zamanda Resullük görevi de yani elçilik, bugünkü anlamıyla elçilik görevini yapmış oluyorlar. İşte sanıyorum Fatih hocanın bu bir saat içerisinde anlattıklarından çıkan sonuç şu, geleneksel anlayışta bu nebi ve resul farkı dikkate alınmadığı için, nebiye hangi misyon, hangi anlam yüklenilmeli, resule hangi anlam yüklenilmeli özellikle resule hangi anlam yüklenilmiştir, yüklenilmeli farkı dikkate alınmadığı için, gerçekten alınmamış. Yani tarihte çok böyle, küçük, bu konulara temas eden olmuş ama, ciddi bir şekilde ortaya koyulmamış fark, ikisi arasındaki fark. Bu dikkatsizlikler sonucu resuller, nasıl diyelim, beşeri yönü itibariyle aslında nebilik vasfıyla ilgili noktalar, resullükle karıştırılmış, dolayısıyla resul eşittir Allah’a imandır, gönderene itaattir, bu aradaki fark bir türlü gözetilmeden, müstakil birer şahsiyetler olarak, haşa Allah teala ve resul ayrı ayrı şariler olarak algılanmış ve işte resule itaat Allah’a itaattir veya kim resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur benzeri ayetlerini temellendirirken delillendirirken, dolayısıyla Resul eşittir Allah’tır, o halde Allah’ın sözüyle bir ayetle aynı anlamdadır. Birde burada belki Fatih hoca temas etmeli “Ve ma yentıku anil heva” ayetini de hemen okuyorlar, işte Resul hevasından, kendi arzusundan konuşmaz, peki nerede konuşur, vahy mahsulü vahy ürünü olarak konuşur. O halde resulün konuştukları nedir, şu hadis kitaplarındaki hadislerdir, o hadisler onun heva ve hevesinden söylediği sözler, kelimeler, cümleler değil vahy mahsulü ürünlerdir şeklinde de bir yine tamamen parçacı, tamamen ayeti cımbızlayarak alıp okumuşlar ki neydi o ayeti ben, siz biliyorsunuz diye üzerinde durmuyorum, peki nasıl anlayacağız “Ve ma yentıku anil heva” yı, “Ve ma yentıku anil heva” derken ne kastediyor Allah-u teala, Necm suresindeki, ben siz bunu biliyorsunuz diye çok kısa geçtim, yani Kur’an’ı Kerim’de Necm Suresinde, Kur’an’ı Kerim’in nüzulü anlatılırken, ilk vahy geliş süreci anlatılırken, bir yere geliyor orada diyor ki, yani müşrikler itiraz ediyorlar işte “senin getirdiğin bu Kur’an değildir sen uyduruyorsun, işte cinlendin hani vesair vesair” bunlara Cenabı-ı Allah cevap verirken, diyor ki “Ve ma yentıku anil heva” “O peygamber o resul kendi heva ve arzusundan konuşmaz” “İn huve illâ vahyun yûhâ” o konuştuğu o söyledikleri, kendisine vahyedilmiş olan vahyidir. “Allemehu şedîdul kuvâ” o vahyi, o Kur’an’ı o şedid ve kuvvetli olan Cebrail ona öğretti.“Zû mirreh(mirretin), festevâ.””Ve huve bil ufukil a’lâ””Summe denâ fe tedellâ.””Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ””Fe evhâ ilâ abdihî mâ evhâ””Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.””E fe tumâr rûnehu alâ mâ yerâ.” (Necm Suresinden 6,7,8,9,10,11,12. ayetler) diye ayet devam ediyor, yani hani Peygamber efendimiz hayatında ilk vahy geliş süreci anlatılıyor ya “Cebrail geldi işte diz dize böyle karşı karşıya geldik ve bana oku dedi vesair” “Ikra’bismi rabbikellezî halak” (Alak 1) olayı anlatılıyor, bunu anlatıyor Kur’an’ı Kerimdeki o Necm suresinde. Yani peygamberin indiriliş sürecinde Kur’an’ı anlatıyor, ama bizimkiler ayetin başını ve sonunu koparıyorlar sadece bir ayeti alıyorlar orada diyorlar ki, bak peygamberin söylediği dolayısıyla eşittir sünnet, sünnet eşittir vahydir, sonucunu ve genelde de malesef geneldede böyle çok aklı başında diye bildiğimiz alimlerin özellikle sünnetten bahseden kitapların başında bu ayeti mutlaka verirler.
Dinleyici söz alıyor; Hocam burada bahsedilen kişiler hepsi alimler, yani işte, büyük, Raziler, Buharilerden bahsediyoruz ve bu insanlar doğal olarak Arapçaya hakimler, hatta o dille büyümüşler vesaire, bu söylediğiniz Resul ve Nebi kavramlarının birbirine karıştırılması bizim için olsa, bir şekilde anlaşılabilir, çünkü bizim dilimizde biz sadece Peygamber kelimesiyle özellikle mealden okuyan kitleler peygamber kelimesiyle her iki kelimeyi, karşıladıkları için, karşılandığı için, biz bunların arasındaki farkı anlayamayabiliriz ya da orjinaline hakim değilsek, her ikisinde söylenilen bu hatalara biz düşebiliriz, ama bu bahsettiğiniz isimlerin, bu kadar dile hakim insanların Resul ve Nebi kavramlarını arasındaki farkı hiç incelemeden, dikkate almadan ya da en azından üzerinde durmamış olmaları biraz aklın alacağı birşey değil yani bu yanlışlıkla yapılmış birşey olamaz gibi geliyor.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; Yani şimdi şöyle söyleyelim, bütün ilimlerde olduğu gibi, bizim şuanda bahsettiğimiz islami ilimler, islami ilimlerde de külliden, genelden, tarihi süreç içerisinde detaya doğru bir kayma var, gidiş var ki normal seyir budur. Yani Kur’an’ı Kerim’i ilk tanıtmaya çalışan insan kaba haliyle kaç sayfadır, kaç ayettir, kaç suredir vesair diye başlıyor. Birisi geliyor daha detaya iniyor, birisi geliyor daha detaya iniyor, sanıyorum benim yani tahminim bu detaya inme sürecinde bu kavramlar göz ardı edilmiş, göz ardı edilirken de işte Fikri Bey’in dediği gibi biraz geleneğin baskısı ve birde tarihte bu anlattığımız konular, bu gün mesela Chp var Akparti var işte diğer dün işte sol vardı sağ vardı milliyetçilik vardı, bu tartışılan konular tarihteki iktidarların en önemli sloganları. Ehli sünnet mesela o zaman tarihin bir döneminin hakim otoritenin ideolojisi, mutezile aynı. O bilim adamları da mutlaka siyasetin etkisinde kalmış olabiliyorlar. (Dinleyici konuşması mikrofon olmadığından anlaşılamıyor, kaydın 01:15 zamanı) O geleneği pekiştirme oluyor. Fatih hoca siz devam edin de, asıl konu yeni geldi. Onun için fazla vaktini yemeyelim.
Dinleyici söz alıyor; yanlışlık değil de bilim adamlarının siyasete yaranma çabaları.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; tarih boyunca bu hep olmuştur. Bilerek veya bilmeyerek hep olmuştur.
Dinleyici söz alıyor; orada Resul ya da Nebi kelimelerinin üzerinde durulamadığından değil de, gerek bulunmadığından bahsediliyor.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; Neyse artık biz vakaya bakalım. Niçin, nasıl olduğu okadar önemli değil onlar.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM; şimdi isterseniz şuan görüntüyü arz ettik ve öyle bir noktaya geldik ki o nokta neydi ayetlerde geçen hep bu şuana kadar verdiğimiz delil getirilen ayetlerde geçen bir kelime, oda Resul kelimesi ve o Resul kelimesine verilecek anlam eğer tesbit edilebilirse, yani şuan durduğumuz nokta, iddiamız bu. Eğer o kelime iyi tesbit edilebilirse bu ayetlerin anlamında gerçekten bir farklılık olur mu, bizim açımızdan şimdi tekrar okuduğumuzda ve bugüne kadar söylenilenlere acaba bir cevap teşkil eder mi? Mesele bu, şimdi bundan sonraki aşamada meseleye bu yönüyle bakacağız. Resullere iman etmek ne demek? Hakikaten Kur’an’ı Kerim’de resullere iman edilmesi gerektiği bildiriliyor. Mesela bir ayet “Fe aminu billahi ve rusulihi” Allah’a iman edin ve Resullerine. Bakın yine Resul kelimesi geçiyor. Eğer biraz önce Servet Ağabeyin de dediği gibi Resulü Allah’ın ona vahyettiği şeyleri olduğu gibi tebliğ etme vasfı olarak o Nebinin o vasfı olarak alırsak burada “Fe aminu billahi ve rusulihi” ne demek olur. Doğrudan onun bize Allah’tan vahyettiği ve bize tebliğ ettiği şeyleri biz inanırsak o elçiye inanmış oluruz ama, bu elçiye inanmamız esasında Allah’a inanmamız olur. Resule inanmamızı gerektiren şey onun Resul vasfıdır diyoruz. Onun Resul vasfı eğer Resul vasfını kastediyorsak mutlaka ona iman etmemiz gerekir, ona itaat etmemiz gerekir ama tüm bu iman ve itaat esasında Allah’a iman ve itaat anlamına gelir.
Şimdi bir ayet; Nisa suresinin 170. Ayeti; “Yâ eyyuhân nâsu kad câekumur resûlu bil hakkı min rabbikum fe âminû hayran lekum. Ve in tekfurû fe inne lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard(ardı). Ve kânallâhu alîmen hakîmâ(hakîmen)” Resulün hak ile, hak ile dediği kitap ile geldiğini söylüyor ve ardından diyor ki ona inanırsanız sizin için iyi olur. Yani Resulün gelişini kitapla ilintilendiriyor, ondan sonra ona iman etmemizi istiyor. O halde Resul kitapla geliyorsa bizim ona iman etmemiz kitaba iman etmemiz anlamına gelir, o da Allah’a iman etmek anlamına gelir. Resulü eğer bu anlamda anlarsak.
Şimdi bir başka ayet; İsra Suresinin 106, 107. ayetleri “Ve kur’ânen faraknâhu li takreehu alen nâsi alâ muksin ve nezzelnâhu tenzîlâ””Kul âminû bihî ev lâ tu’minû, innellezîne ûtul ilme min kablihî izâ yutlâ aleyhim yahırrûne lil ezkâni succedâ” Kur’an’a imanı emrediyor bu defa ayet. Yani doğrudan Kur’an’dan bahsediyor ve Kul âminû bihî derken Kur’an’a iman edin, birazcık daha Resule imanın ne anlama geldiğini açıklık kazandırıyor ayet. Ve şu ayet esasında meseleyi özetliyor, imanla ilgili “Fe âmınû billâhi ve resûlihî ven nûrillezî enzelnâ, vallâhu bimâ ta’melûne habîr”(Tegabun 8. ayet)” Bu defa sadece Allah ve Resulüne değil kitap ortaya çıkıyor yani “Allah’a inanın O’nun elçisine inanın ve ona indirdiğimiz kitaba inanın” O halde elçiye düşen de tebliğ ise ve bu tebliğ de ona indirilen kitap ise bizim elçiye iman etmemiz, o kitabın Allah’ın kitabı olduğuna ve o kitaptaki hükümlerin Allah’ın hükümleri olduğuna iman etmemiz anlamına gelir ki, bu anlamda düşünüldüğünde Resule iman etmek tabiki Allah’a iman etmek olur. Ama işte Resul kelimesini farklı bir anlamda düşünürsek bu defa, işte Resule iman farklı birşey, Allah’a iman farklı birşey, kitaba iman farklı birşey olur ve budefa zihnimiz bunları…
Dinleyici söz alıyor; hocam şimdi peygambere, resule iman edin, o da kitabı tebliğ ediyor ya kitabı tebliğ ettiği için, kitaba inanmıyorsanız Allah’a da inanmış sayılmıyorsunuz. Öyle anlaşılıyor.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM; tabiki öyle söylüyor. Şimdi mesela Tevbe Suresini baştan itibaren şöyle bir taradığınızda, Allah ve Resulünün geçtiği ayetlerin en fazla sıralandığı ender surelerden birtanesi. Mesela şu ifadeler var Tevbe Suresinde; “Allah ve Resulünden uyarı”, “Allah ve Resulünden bildiri”, “Allah ve Resulünün müşriklerden beri olması”, “Allah ve Resulü tarafından müşriklere söz verilmesi”, “Allah ve Resulünü razı etmek”,”Allah ve Resulünü herşeyden üstün görmek”,”Allah ve Resulünü inkar etmek”,”Allah ve Resulüne karşı gelmek”,”Allah ve Resulüne yalan söylemek”,”Allah ve Resulüne samimi davranmak”,”Allah’ı ve Resulünü ve Müminleri sırdaş edinmek”,”Allah ve Resulünün verdiğine razı olmak”,”Allah’la ayetleriyle ve Resulüyle eğlenmek”,”Allah ve Resulünün lütfuyla zengin olmak”,”Allah ve Resulü ile savaşmak” şimdi bu ayetleri, Allah’ın farklı, Resulünün farklı bir konumda olduğunu düşünürsek, nasıl anlamamız mümkün olur?
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; Yani Allah’ı memnun ediyor ama Resulü memnun etmiyor, mümkün mü?
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM; Mümkün mü böyle bir şey yani? veyahut birisini seviyor birisini sevmiyor, birisini inkar ediyor birisini inkar etmiyor, birisine samimi oluyor birisine samimi davranmıyor, tüm bunlarda ve bu ayetlerde geçen kelime Resul kelimesi. Nebi değil. Çünkü insanlar nebiye yalan söyleyebilir. Kişisel olarak söyleyebilir yani bu insanın Allah’a yalan söylemesi anlamına gelmez. Nebiye hakarette edebilir. Nebinin kalbini de kırabilir, tamamen kişisel şeylerden dolayı ama bunların hiç biri nebiye hakaret ettiği için, yalan söylediği için, onu kandırdığı için cehennemle tehdit edilmiyor. Sadece günaha girdiniz deniliyor Kur’an’ı Kerimde. Yani nebiyi üzenlerden bahsediyor ve nebi kelimesi geçiyor. Nebiye yüksek sesle bağıranlardan ve bunların günaha girdiğini bu davranışlarının doğru olmadığı söyleniyor ama Resul kelimesi geçtiğinde hemen devamında cehennemden bahsediyor, imandan bahsediyor, küfürden bahsediyor.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; burada çok basit bir örnek, peygamberimizin hanımlarıyla olan bazı problemler var tarihte, mesela bir sahabe deriz, en başta gelen sahabe peygamberimizin hanımlarıdır. En fazla peygamberimizle birlikte olan bu insanlardır. Ayeti de, vahyi de, şeriati de en iyi bilen bu insanlardır. Resule itaatsizlik, Allah’a itaatsiztir. Resule isyan Allah’a isyandır. Ayetlerini okuyup da eğer resule isyan her türlü, peygamberimize karşı her türlü itiraz diyelim, her türlü hatta isyan eşittir onun resullüğüne isyan olarak düşünürsek haşa peygamberlerimizin hanımlarının bir çoğunun Allah’a isyan ettiğinin sonucunu çıkarmamız lazım. Fakat peygamberimiz bir eş olarak, bir insan olarak, kişisel ilişkilerinde, işte hanımları kıskandı, diğeri kıskandı, o onu kıskandı, o şöyle dedi, aralarında küstüler, fakat hiç biri ben bunu yaparken Allah’a karşı bunu yapıyorum düşüncesi ile yapmadı veya peygamberimiz de böyle algılamadı. İnsani ilişkilerdi bunlar. Dolayısıyla peygamberimizin, yani nebi vasfıyla, söylediği sözler, yapmış olduğu davranışlar veya insanların peygamberimize nebilik vasfıyla olan yaklaşımlarını zaten ogünki sahabe biliyordu. Yani Hz. Ömer en fazla itiraz eden insanlardan biridir. Peygamberimize bazı olaylarda savaşlarda, şurada, burada, anlaşmalarda. Ama Hz. Ömer diyordu ki, Ya Resulullah bu Allah’ın emri mi yoksa sizin kendi görüşünüz mü? Benim kendi görüşüm. O halde bu yanlış. Bana görü bu yanlış, şöyle olmalı diyordu. Diğer sahabede diyordu. Ama Allah’ın emri ise başım gözüm üstüne diyorlardı. Yani sahabe peygamberimizin Resullük ve Nebilik vasıflarını çok iyi biliyorlardı ve davranışları da ona göre idi, ve peygamberimize itiraz ederken asla Allah’a itiraz akıllarının köşesinden geçmiyordu. Fakat daha sonraki literatür işte az önce bahsetmiş olduğumuz litaretürde tümü birbirine karıştırılmış, bugün siz bir hadise veya peygamberimizden gelen bir rivayete “ya acaba hele bi dur şunu bir araştıralım” dediğiniz an “o napıyorsun sen yani o da işte vahy ürünüdür sen,” hemen başlarlar bidefa sapıklıktan başlarlar, onun için mesele bu kadar aslında basit temel itibariyle, fakat bugünkü haline baktığımız zaman çok, böyle karmaşık bir hale bürünmüş.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM; Evet çok doğru. İkinci anlam peki itaati nasıl anlamalıyız? Resule itaati, şunu da söyleyelim mesela Kur’an’ı Kerim’in hiç bir ayetinde nebiye itaatten bahsedilmez ama, pek çok ayetinde Resule itaatten bahsedilir. Nebiye itaat edin diye birşey yoktur mesela, Resule itaat edin. Bütün peygamberler hep şunu söylemişler; Şuara suresinden biz bunu görüyoruz, insanlara çıkmışlar demişlerki, insanlara, bana itaat edin, bakın burada; “İnnî lekum resûlun emîn” (Şuara Suresi 143. Ayet), “biz sizin için bir güvenilir elçiyiz”, “Fettekullâhe ve etîûn” (Şuara Suresi 144. Ayet) Allah’tan korkun ve bana-bize itaat edin.
Peki bir peygamber bana itaat edin denildiğinde bu itaat ne anlama gelmekte? Bu itaatin ne anlama geldiğini Kur’an’ın müteadid ayetlerinde görüyoruz. Bir ayet şöyle “Ve etîûllâhe ve etîûr resûl(resûle), fe in tevelleytum fe innemâ alâ resûlinel belâgul mubîn” (Teğabun Suresi 12. Ayeti) Diyor ki, Allah’a itaat edin, Resule itaat edin, en sonunda diyor ki biliniz ki resulümüze düşen tebliğdir. Bu ne demek? Yani Resul size birşey söylüyorsa bu kendisine indirileni size tebliğ ediyordur, o halde ona itaat edin. Bu durumda Resule itaat etmek, onun söylediği şeye, yani kendisine indirilene, yani kitaba itaat anlamına gelir. Bundan dolayıdır ki; “Men yutiır resûle fe kad atâallâh” bu konuda en önemli formül aslında bu. Kim Resule itaat ediyorsa, bilsin ki bu aslında Allah’a itaat etmiştir. Niçin? çünkü bir Resule, Resul vasfıyla itaat ediyorsanız, onun tebliğ ettiğine itaat ediyorsunuzdur. Buda Allah’a itaattir. Yani esasında çok açık seçik ayetler var ve ayetin devamındaki şu ifade çok önemli, gözden kaçırılan ifade; ” fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ.” biz seni onlar üzerine bir koruyucu bir gözetmen olarak filan göndermedik, onlar için senin anlamın, bizim sana indirdiğimizi tebliğ etmek, tebliğ et, neyaparlarsa yapsınlar. Bundan dolayı bu ayet bir başka ayette şu şekilde formelize ediliyor; “Fe in a’redû fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ”(Şura Suresi 48. Ayet) sen onlara tebliğ et, eğer yüz çevirirlerse biz seni onlara bir koruyucu bir gözetleyici olarak göndermedik, “in aleyke illel belâgu” seni sadece onlara sana indirileni tebliğ etmen için gönderdik. İster kabul etsinler, ister, işte bu durumda “Fe in a’redû” yaparlarsa yani yüzçevirirler ise, Allah’tan yüz çevirmiş olurlar. Bundan dolayı da Kur’an’ın bazı ayetlerinde aslında onlar seni yalanlamıyor, Allah’ın ayetlerini yalanlıyorlar, aslında bunlar onu sana söylemiyor, bize söylüyorlar şeklinde Resullere yapılan bütün itiraz ve hakaretleri yüce Allah kendi üzerine alıyor. Diyor ki “sen onların söylediğine üzülme, onlar sana söylemiyor bunu, bizim ayetlerimize söylüyor” diyerek Allah bu defa bütün o itirazları kendi üzerine alıyor.
Bir başka ayet; aslında çok olayı detaylandıran bir ayet bu; Nur Suresinin 54. Ayeti; “Kul atîullâhe ve atîur resûl(resûle), fe in tevellev fe innemâ aleyhi mâ hummile” “eğer sana itiraz ediyorlarsa senin görevin sana verilen görevdir” o görevin ne olduğunu şimdi söyleyecek; “ve aleykum mâ hummiltum” Onlara düşen de onlara verilen sorumluluktur, onlara verilen sorumlulukta işte Resule itaat edin, Allah’a itaat edin diyor, “ve in tutîûhu tehtedû” “eğer ona itaat ederseniz” derken bu defa bu ,tutîûhu yü nereye alırsanız buradaki zamiri nereye alırsanız hiç farketmez, ister Resule itaat ederseniz anlamında, ister kitaba, ister Allah’a, çünkü hepsi aynı kapıya çıkıyor. Tehtedû “hidayete erersiniz” yani bu imani birşey olduğunu söylüyor itaatin, imani bir boyutu tehtedû diyor. “ve mâ aler resûli illel belâgul mubîn” Resule düşen de apaçık bir beyandır. Demekki yukarıdaki ayette “fe innemâ aleyhi mâ hummile” dediği şey Resulün tebliğ görevi. Diğerlerine “ve aleykum mâ hummiltum” ifadesi de “ve in tutîûhu” da açıklanıyor, yani ona itaat etmeniz. Size düşen ona itaat etmek, Resule düşen ona indirileni size tebliğ etmek, eğer itaat ederseniz tehtedû yani hidayete erersiniz, eğer itaat etmezseniz kendiniz bilirsiniz anlamında.
Bu ve benzeri bir çok ayet Kur’an’ı Kerimde geçmekte bunları zaten gördük burada. Hep işte gördüğünüz gibi şeyler itaatin ne anlama geldiğini ve hep resul kelimesinin geçtiği şeyler ve şu ayette Nisa Suresinin 59. Ayetinde; Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîûr resûle ve ulil emri minkum, yani “sadece Allah’a Resulüne değil içinizden yetki sahipleri insanlara, bu yetki sahipleri her alanda yetki sahipleri olur, ilmi alanda olabilir, idari anlamda olabilir, şu anlamda bu anlamda. Ama bu insanlara itaat ancak ve ancak kitaba uygunluk şartı çerçevesinde düşünülür, nitekim ayetin devamında “fe in tenâza’tum fî şey’in fe ruddûhu ilâllâhi ver resûli” diyor. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün. E bugün mesela bizim için bir meseleyi Allah ve Resulüne götürmek ne anlam ifade eder, tabiki kitabına götürmek anlamında ve ayetin devamı çok önemli “in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhir” imani bir mesele olarak tanımlıyor. Bir insanın herhangi bir yöneticisinin keyfi bir davranışına inanıp inanmaması imani bir mesele olamaz. Bu imani bir mesele ise, yani bir kişinin başındaki bir amirine yöneticisine, şusuna, busuna itaat etmesi imani bir mesele olarak ayette tanımlanıyorsa demek ki buradaki itaat farklı bir itaat. Kitaba uygun olan hükümlere itaat anlamında. Çünkü “Vemah teleftüm fihi şey’in fe hükmuhü ilallah” ayetinde Allah bunun formülünü veriyor diyor ki herhangi bir şeyde, bir ihtilaf, bir sıkıntı, bir anlaşmazlık varsa,fe hükmuhü ilallah bunun hükmü Allah’ındır, Allah’a götür, buna karar verecek olan Allah’tır, o halde nedir kitabıdır. Ve bunun gibi pek çok ayette çeşitli vesilelerle, Resullere ittibada da yine aynı şekilde, tüm bu ittiba konusunda, mesela Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî diyor. “Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun” Peygamberimize dedirtiyor bunu.Ve bu tabi olmanın ne anlama geldiğini Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde Yüce Allah ayrıntılı bir şekilde açıklıyor, Resule tabi olmak ona verilen kitaba, mesela bakın; Resul neye tabi oluyor ki, buna eğer kendisine tabi olduğunu söyleyen bir Resule bizim tabi olmamız tabiki onun tabi olduğu şeye tabi olmaktır. Nitekim şu ayette “ve haza kitabun enzelnahu mubarekun fettebiuhü” kitaptan bahsediyor ve kitaba tabi olun diyor. Resul de kitabı tebliğ ettiğine göre Resule tabi olmak, kitaba tabi olmak o da Allah’a tabi olmak anlamına gelir ve bununla ilgili pek çok diğer ayetler, hepsi bunların esasında, bakınız şu ayette çok önemli; “ve intediuhü minel hudellayettebiuküm” diyerek, bu defa size tabi oluyor, yani hepimize, bizler de birilerine Allah’ın ayetini tebliğ ettiğimizde şunu diyebiliriz çok rahatlıkla “bana tabi olun” çünkü ayette “la yettebiuküm” diyor. “size tabi olmazlar siz onları çağırsanız da Allah’ın yoluna” demekki bizler de tıpkı Resuller gibi bir ayeti tebliğ ederek, bana tabi ol dediğimizde, Allah’ın ayetine tabi ol demek anlamında bunu çok rahatlıkla kullanabiliriz.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; Yani ancak o anlamda kullanabiliriz, dolayısıyla öyle anlaşılmalı, (Dinleyici konuşması anlaşılmıyor 01:27)
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM; şimdi peki Resullerin helal ve haram koyması ne anlama geliyor, en önemli meselelerden biri bu. Ne anlama geliyor? Hakikaten ayete baktığımızda, bakınız orada, “Yemuruhum bil maruf, ve yenhahum anil münker” yani Resul marufu emrediyor, münkerden onları alıkoyuyor nehyediyor, “ve yuhıllu lehumut tayyibâti” onlara tayyibatı helal kılıyor, “ve yuharrimu aleyhimul habâise” ve onlara habaisi haram kılıyor. (A’raf Suresi 157) Peki bu ne anlama geliyor, bakınız hemen ayetin devamında 157nci ayetinde “fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu” diyor. Onun beraberinde indirilene tabi diyorsa, ona tabi olun diyorsa demek ki Resulullah’ın helal ve haram kıldığı emrettiği, nehyettiği herşey kitaptakiler olmalı. 158inci ayette çünkü diyor ki “fe âminû billâhi ve resûlihin nebiyyil ummiyyillezî yu’minu billâhi ve kelimâtihî” Allah’ın kelimelerine iman eden Resule tabi olmaktan bahsediyor, ona iman etmekten bahsediyor. Yani Resule önce bir bağlıyor, Resulü belli şeylerle bağlıyor, onun görev ve yetkilerinin sınırlarını belirliyor, ondan sonra Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde Resule iman edin, o Resule ittiba edin, Resul size şunu helal kılıyor, bunu haram kılıyor, onun helal haram kıldığına tabi olun diyor.
Şimdi İsmail Aleyhisselam hakkında şu ayet var, Meryem Suresi 55 “Ve kâne ye’muru ehlehu bis salâti vez zekâti ve kâne inde rabbihî mardıyyâ” “ehline namazı ve zekatı emrediyordu. Bir resulün insanlara namazı ve zekatı emretmesi kendiliğinden olabilir mi? Zaten var olanı emrediyor.
İsa Aleyhisselam ile ilgili ayet, Ali İmran Suresi 50. Ayeti “Ve musaddikan limâ beyne yedeyye minet tevrâti ve li uhılle lekum ba’dallezî hurrime aleykum ve ci’tukum bi âyetin min rabbikum fettekûllâhe ve etîûn” bana itaat edin diyor, itaat neydi, itaat ona tebliğ edilen şeylere itaat neymiş, onlara bazı şeyleri helal bazı şeyleri haram kılması. Kendisine indirilen kitapla. Şimdi şu ayet çok önemli konuyla ilgili, (Tevbe suresinin 71.Ayeti) mümin erkekler ve mümin kadınlardan bahsediyor ayet ve bu kişilerin “ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker” dediğinden bahsediyor. Yani bu mümin erkek ve mümin kadınlar, marufu emrediyor, kötülükleri de nehyediyor. Yani insanlara nisbet ediyor Kur’an’ı Kerim bunu. Yani öyle müminlerdir ki bu müminler, bu mümin erkek ve kadınlar, iyiliği emreder kötülükten nehyeder diyerek bu defa bu fiili diğer ayetlerde nasıl resullere nisbet ediyorsa, insanlara da nisbet ediyor. Ama devamında da diyor ki, “ve yutîûnallâhe ve resûleh” diyor, onları da kayıtlıyor, demek ki bu insanların, yani resul olmayan nebi olmayan insanların, diğer insanlara emrettiği, nehyettiği, helal haram kıldığı herşey kitapla kayıtlı olarak. Ve bu bütün insanlara verilmiş bir görev, ayete göre; Ali İmran Suresi 104. ayet “Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn” sizin içinizde bir grup olsun bu grup insanları neye çağırsın, hayra çağırsın ve marufu emretsin münkerden nehyetsin, böyle yapan insanlar olsun aranızda. Bu insanların ehli kitap içerisinde olduğunu da ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker ifadesiyle Kur’an’ı kerim bize bildiriyor. Ve “la yuminune billahi vela bil yevmil ahiri vela yuharrimune ve harramallahu ve resuluhü” diyor ayette bakınız buda çok önemli, yani; “kitap verilmiş kimselerden oldukları halde, yani bizlerde kitap verilmiş insanlarız, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan Allah’ın ve elçisinin haram kıldığını haram kılmayan, ve bu doğru dini din edinmeyen kimse”. Yani bizler birisine faiz haramdır dediğimiz zaman veyahut zina haramdır dediğimiz zaman, birisi gelip bize “ya sen bunu nasıl haram kılıyorsun”diyebilir mi? biz bunu bu ayetle okumadan, doğrudan kendi ifadelerimizle şöyle desek birisine “Allah faizi haram kılıyor sen neyapıyorsun” desek, birisi gelip, ya sen şarimisin nasıl böyle birşey söylersin? diyebilir mi. diyemez çünkü biz Allah’ın kitabındaki bir hükmü kendi ifadelerimizle insanlara tebliğ etmiş oluyoruz. Birisi bize soruyor, şöyle özel bir mesele anlatıyor, bizde diyoruz ki hayır bu haramdır, Allah böyle bir şeyi kabul etmez dediğimiz zaman, biz bunu kendi vasfımızdan dolayı yapmıyoruz ki. Allah’ın kitabını kendi lisanımızda bir şekilde ona tebliğ etmiş oluyoruz. Ve Allah’ta bunu emrediyor, içinizden bu tür insanlar olsun. Allah’ın helallerini, haramlarını, emir ve yasaklarını hatırlatan insanlar aranızda olsun diyor. Nitekim bunun örnekliğini bize peygamberler yapmış. Allah’ın kitabı, peygamberler kendilerine sorulan soruları, kendi lisanlarıyla ve karşısındaki muhatapının anlayacağı şekilde bazen doğrudan ayeti okumadan kendi ifadeleriyle aktarmışlar. Bu durumda onların şari vasfı olduğunu tabiki söyleyemeyiz. Bundan dolayı da nebiye hitaben; Yüce Allah diyor ki; “Yâ eyyuhâ-nnebiyyu lime tuharrimu mâ ehalla(A)llâhu lek” (Tahrim Suresi 1. Ayeti) “Allah’ın sana helal kıldığı bir şeyi sen nasıl haram kılarsın?” Bu ifade çok önemli bir ifade ve nebi vasfıyla, bakın resul vasfıyla değil. Şayet resul vasfıyla olsaydı böyle bir ikazın gelmesine imkan ve ihtimal yoktu. Resul vasfıyla çünkü birşeyin helal ya da haram kıldığında ayetin tebliği anlamındadır o. Ama nebi vasfıyla bazen kendisine bazı şeyleri yasaklamış olabilir ve bunda dahi, resuller peygamberler uyarılmaktadır.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; şimdi tabi bu, yani az önceki ayetler, bu ayetler, gerçi Fatih hoca anlattı aslında. En büyük peygamberin şari olduğuna dair hemen hemen bütün, o az önceki “Ve ma yentıku anil heva” Kul atîullâhe ve atîur resûl” bu tür ayetleri siz bir şekilde, farklı şekilde tevil ettiğiniz zaman, hemen önünüze işte resul helal kılar, haram kılar ayetini okur, helal ve haram kılmıyor mu? o halde ve ehli eşek, onu da helal haram kılmıştır, dolayısıyla işte bakın resul müstakil bir şaridir diye getirirler, fakat ayetlere baktığımız zaman ki, bir çok sayıda ayet var, bu minval üzere, sadece resul eğer o gözle okursak helal ve haram kılmıyor Kur’an’ı Kerime göre. Hatta geçen bir ayet vardı, kafirler bile helal ve haram kıldığına dair ayet var. “İnnemen nesıü ziyadetün fil küfri yüdallü bihillezıne keferu yühıllünehu amev ve yüharrimunehu amel li yüvatıu ıddete ma harramellahü fe yühıllu ma harremellah züyyine lehüm suü a’malihim vallahü la yehdil kavmel kafirınan” geçen gün Abdulaziz hoca salı dersinde anlatmıştı. Yani kafirlerin bile helal ve haram kıldığını ifade ediyor Kur’an’ı Kerim. Ama yanlış olduğunu söylüyor. Dolayısıyla bu haram kılıyor, helal kılıyor diye böyle bir ifade Allahu Teala ona atfediyor diye hemen onun müstakil bir şari olduğunu düşünürsek o zaman kafirlerin, hatta az önce burada ifade edildiği, “Gatilüllezine la yü’minüne billahi vela bil yevmil ahiri vela yuharrimune ma harramallah” burada da kafirler aslında, yani ehli kitabın da haram ve helal kıldığı, onlarında haşa peygamber, haşa demiyelim peygamber gibi, kılmadıkları için, niye helal ve haram kılmıyorlar şeklinde böyle bir algılama var. Bir de Tevbe Suresinin 122. Ayeti “Ve mâ kânel mu’minûne li yenfirû kâffeh(kâffeten), fe lev lâ nefere min kulli firkatin minhum tâifetun li yetefekkahû fîd dîni ve li yunzirû kavmehum izâ receû ileyhim leallehum yahzerûn” belki bu anlamda yorumlayabilir miyiz, Yani Allah’u teala buyuruyor ki, bütün müminler topyekün savaşa çıkmasınlar, bir kısmı kalsın, Allah’ın dinini tefakku etsin, dini ilim görsün diyelim, dini ilim yapsın da diğer insanlar döndüğü zaman, onlara “yunziru” onları inzar etsin, yani onlara dini anlatsın. Dikkat edersek inzar ifadesi peygamberimiz için de kullanılıyor, yani resuller için kullanılıyor, dolayısıyla gerek resullerin, gerek insanların, hatta kafirlerin olumsuz anlamda, haram helal kılmaları, inzar etmeleri, yemurune bilmaruf ve nehyianil münker, marufu iyiliği emretmeleri, kötülüğü nehyetmelerinden maksat Kur’an’ı Kerim’e tümüne baktığımız zaman ki buna ne diyorlar? Semantik mi diyorlar? Semantik yani Kur’an’ı Kerim’in metinsel bütünlüğü içerisinde olaya baktığımız zaman, Allah’ın kitabında haram veya helal kılmış olduğu şeyleri dillendirerek haram olduğunu söylemek veya helal olduğunu söylemekten ibaret olduğu ortaya çıkıyor.
Yard. Doç. Dr. Fatih ORUM; Tabi bu mesele çok uzun. Ancak bu kadar kısıtlı vaktimizde, yalnız şu rivayetle bitirmek istiyorum, bu rivayet çok önemli. Şimde Ebu Said şöyle diyor; Hayber’in fethinden henüz dönmüştük, bizler Resulullah’ın ashabı sarımsak tarlasına rastladık doyasıya yedik, ardından mescide gittik, Resulullah kokuyu duydu ve kim bundan yerse mescide gelmesin dedi, bunun üzerine halk sarımsak haram kılındı dediler, bu söylenti Nebiye ulaşınca şöyle dedi; “Ey insanlar Allah’ın bana helal kıldığı bir şeyi haram etmek benim elimde değildir, şu varki ben bunun kokusundan hoşlanmıyorum”. Nebi olarak.
Doç. Dr. Servet BAYINDIR; mescide gelirken yemeyin demek istiyor. Fatih hocamıza özellikle bu konudaki çalışmalarından dolayı teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun diyoruz.