Fatih Orum: Euzubillahi Mineş Şeytanir Racim, Bismillahirrahmanir Rahim
El hamdû lillâhi rabbil âlemin, ve’s salâtu ve’s selâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bu hafta değerli hocamız şehir dışında olduğu için, bu haftanın dersini arkadaşlarımızla beraber yapmaya çalışacağız. Geçen hafta bildiğiniz gibi “Talâk” konusunu konuşmuştuk. Yani Erkeğin boşama hakkı, talâk konusu. Kur’an’ı Kerim’deki Ayetlerin ışığında, Rasulullah (s.a.v.)’ın uygulamaları ışığında konu sonuca bağlanmıştı. Bir iki cümle ile özetleyecek olursak; Talâk dediğimiz şey, kocanın eşini karısını boşama hakkı. Kur’an’ı Kerim’de bu hak erkeğe veriliyor. Yani erkek, usulüne uygun olarak bu hakkını kullanabiliyor. O usulün neler olduğunu, o sürecin nasıl işlendiğini geçen hafta görmüştük. Ve geçen hafta bizim fıkıh eserlerimizde konunun ne şekilde algılandığı, ne şekilde uygulandığına da kısmen değinilmişti. Bu hafta da, o talâk konusu işlendikten sonra akla gelen soru şu olacaktı; Peki talâk, erkeğin hakkı ise kadının evliliği sürdürmeme kararı alması düşünülebilir mi, böyle bir hak var mı? Yoksa bu tamamen ailede erkeğe verilmiş bir hak mı? Bu sorunun bugün cevabını inşaallah ayrıntılı bir şekilde bulmaya çalışacağız.
“İftida” dediğimiz olay yani kadının evliliğe son verme hakkı veya kadının boşanma hakkı iftida dediğimiz olay. Bu konuyu ele alırken, yine her dersimizde olduğu gibi öncelikle bu konunun Kur’an’ı Kerim’deki Ayetlerini, ilgili olduğu Ayetleri ortaya koyacağız. Buradan çıkartılan hükümleri detayları yine methodumuza uygun olarak görmeye çalışacağız. Sonrasında yine methodumuzun bir parçası olan Rasulullah (s.a.v.)’ın bize örnek olması yönüyle, onun uygulamaları varsa onlar üzerinde değineceğiz.
Tüm bunlardan öncesinde de bu mesele, fıkıh eserlerimizde nasıl algılanmış, nasıl ele alınmış, nasıl uygulanmış, nasıl temellendirilmiş? Bunlar hakkında bir bilgi sahibi olmaya çalışacağız. Bu bağlamda Abdurrahman Yazıcı hocamız bize meselenin fıkıh eserlerinde ele alınış biçimini özetleyecek. Sonrasında da Kur’an’ı Kerim’den ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in uygulamalarından meseleyi bağlamaya çalışacağız.
Abdurrahman Yazıcı: Bismillahirrahmanir Rahim
Geçen haftaki konu talâktı bildiğiniz gibi. Talâk tamamen erkeğin, evliliği tek taraflı olarak sonlandırması hakkıydı, bunun için herhangi bir sebep gerekmemekte ve bunu istediği zaman dilediği zaman ve belirli şartlarla kullanabilmekteydi. Peki kadının, evliliği sonlandırma hakkı fıkıhta nasıl veya hangi yollarla bunu gerçekleştirebilir? Şimdi bunu, kısaca değinmeye çalışacağım bu konuya.
Fıkıhda birkaç türlü olarak kadın, evliliği sonlandırabilir. Tabi bunlardan hiçbirisinde kadın, tek taraflı olarak sonlandıramaz erkeğin talakta yaptığı gibi. Bunlardan ilki “Tefrizi Talâk” olarak isimlendirilen, kadının erkekten talâk hakkını, gerek evlilik esnasında nikah esnasında veya nikahdan sonra belirli bir vakitte o talâk hakkını alarak bu boşama hakkına sahip olması demek tefrizi talâk. Yani bu şekilde evliliğe son verme hakkına sahip en azından. Bu Hanefi Mezhebinde bu böyle.
Fatih Orum: Yani evlenirken bunu şart koşuyor.
Abdurrahman Yazıcı: Evet bunu evlenirken şart koşuyor ve evlendikten sonra belirli bir şekilde şart koşuyor. Yani koca tarafından, talâğın eşine verilmesi gerekiyor ve kadın da bunu istediği zaman, belirli bir yorumda istediği zaman kullanabilir. Bu şekilde bir talâk hakkı var fıkıhda. Ama bu çok başvurulmamış bir durum. Ancak bir takım bu tamamen kabul edilmiş, tüm Fakihler tarafından kabul edilmiş bir durum da değil. Çünkü, Kur’an’ı Kerim’de açıkca talâk hakkının kocaya ait olduğu açık açık belirtilmiş. Bu yüzden bu aynı zamanda tenkit de edilmiş. Bu aynı zamanda kocanın talâk hakkını vekaletle başka birine vermesiyle de bağlantılı veya şartlı olarak boşamasıyla da bağlantılı bir şey.
Örneğin, hatta 1917 yılında Osmanlı’da çıkartılan Ukkale Kararnamesi‘nde de buna yer verildiğini görmekteyiz. Bu kararname ye daha önce de değinmiştik. İslam Aile Hukuku’nun ilk kanunlaştırılması olması açısından son derece önemli. İfade aynen şöyle; “Üzerine evlenmemek ve evlenmediği surette kendisi veya ikinci kadın boş olmak şartıyla bir kadını tezevvüt ve sahih şart muteberdir.” Yani bu şekilde kadın eğer kocasından böyle bir talâk hakkı almışsa bunu kullanabilmektedir.
İkincisi ise “Tefrik, kazai boşanma”. Günümüzde Medeni Kanun’da olduğu şekliyle, mahkeme yoluyla boşanma da diyebiliriz. Bu tefrik de, kadın eğer belirli şartlarla yani daha doğrusu kadın, belirli şartlar oluştuğu durumda, belirli sebepler oluştuğu durumda mahkemeye başvurarak kocasından boşanma talebinde bulunabilir. Bu da doğrudan erkeğin talâkdaki gibi, tek taraflı olarak evliliğe son verme durumundan farklı. Çünkü burada kadın, belirli şartların oluşması gerekecek ve aynı zamanda mahkemeye başvuracak ve Hakim’in de buna karar verip vermeyeceği yani sonuçta hakimin vereceği bir karar. Bu da dolaylı bir şekilde kadına hak olarak görülmüş. Çünkü talâk da, erkek boşamak istediği zaman, gerek mahkemeye başvurması gerekmediği gibi veya belirli sebeplerin oluşması gerekmediği gibi, erkeğin tefrik yönüyle boşama hakkı olmadığından hareketle bu, kadına yönelik bir hakmış veya böyle olarak görülmüş.
Fatih Orum: Yani, erkek eşini boşamak istediğinde mahkemeye gitmesine gerek yok. Zaten bu hak kendisinde var ama kadında böyle bir hak olmadığı için ancak mahkeme kanalıyla böyle bir
Abdurrahman Yazıcı: Bu da yine Fakihler arasında tartışılan bir konu. Çünkü, hakimin başkasının evliliğini sonlandırmasına ne derecede yetkili olup olmadığı, veya kadının hangi sebepler oluştuğunda hakime başvuracağı da ihtilaflı olduğundan dolayı yani tartışmalı bir konu en azından Fıkıh’da.
Yine Hanefi ve Şafii Mezhebinde bu, sınırlı olarak bu yetki verilmişken hakime veya sınırlı şartlarda yetki verilmişken, bu Hanbeli ve Maliki Mezheplerinde yetkinin çok geniş tutulduğunu görmekteyiz. Buna birazdan değineceğim. Örneğin tefrik sebepleri nelerdir? Hangi durumlarda kadın evliliği sonlandırmak için hakime başvuru yapabilir?
Bunlar Hanefi Mezhebinde; sadece hastalık ve kusurdur. Yani bu, cinsel hastalık ve kusur, geniş kapsamlı olarak düşünmemek gerekir. Eşlerde bulunan yani onların aile olmasına engel olan sağlık kusurlarıdır. Hanefi Mezhebinde sadece kadın, bu durumda hakime başvurarak evliliğini sonlandırmasını talep edebilir.
İkinci kusur, sebep ise akıl hastalığı, cüzzam, alaca hastalığı gibi hastalıklardır. Bunlar Hanefi Mezhebinde, bir evliliğin sonlandırılması için bir sebep olarak görülmemekle birlikte diğer mezheplerde sebep olarak görüldüğünü görmekteyiz. Üç Mezhep de belirli şartlarla, eğer bir kişide akıl hastalığı, delirme olmuşsa veya cüzzam hastalığı varsa, bunlarda kadın hakime başvurarak evliliğini sonlandırmasını talep edebilir. Yine İmam Muhammed’in görüşü de bu konuda, Cumhur’un görüşü gibi. Yani diğer üç mezhebin görüşü gibi ancak, Hanefi Mezhebinin uygulandığı yerlerde veya Hanefi Mezhebinde şöyle bir kural var; Eğer bir mezhebin görüşü, en sahih hangisi ise hakimlerin kadınları ona göre halletmesi gerekiyor. Yani bu yüzden İmam Muhammed’in görüşü alınmayarak, tamamen eğer bu delirse de kadının kocası, hatta cüzzam hastalığı olsada veya buna benzer başka bir hastalık olsa, cinsel bir kusur hastalığı dışında hastalığa yakalansa da boşanma talebinde bulunamamaktadır. Sadece bazı büyük şehirler de, örneğin Kudüs, Halep, Şam, Bağdat gibi, Kahire gibi büyük şehirlerde Hakim olarak veya Hakime naib olarak diğer Mezheplerden de Kadılar bulunduğu için buralarda ancak bu Mezhepden olanlara bu şekilde bir hak dolaylı olarak tanınmış olmaktadır. Yani 1916-1917 yılına kadar bunun uygulandığını söyleyebiliriz. Yani akıl hastalığının, cüzzam hastalığının, alaca hastalığının tefrik sebebi olarak görülmediğini söyleyebiliriz. Ta ki,
Fatih Orum: Gerçekten yani Peygamberimiz (s.a.v.)’in uygulamasını biraz sonra göreceğiz. Kadın sadece “Ben sevmiyorum” diyerek geliyor. Sevemiyorum kendisini diyor ve Peygamberimiz (s.a.v.), “Tamam o zaman boşanın” diyor. Bırakın akıl hastalığını veya başka ciddi bir problemi, sadece artık duygusal bir ortamın kalmadığından yakınan kadına, Peygamberimiz (s.a.v.) “Tamam o zaman boşanın” diyor. Ama öte taraftan adam, akıl rahatsızlığına tutulmuş olsa dahi kadın böyle bir hak ile evliliğine son veremiyor!
Abdurrahman Yazıcı: Ta ki, işte dediğimiz gibi 1917 yılında yürürlüğe giren Ukkale Kararnamesi’yle bu değiştirilerek diğer mezheplerin görüşü ve İmam Muhammed’in görüşü alınarak bu yönde bir düzenleme yapıldığını görmekteyiz. Örneğin, belki okumak mümkün değil ama bu kararnamenin 122. Maddesi buna göre düzenlenmiş olduğunu görmekteyiz. Yine burada cüzzam ve baras gibi illet’i zührevi gibi yani, doğrudan eşe zararı olmayan hastalıklar, evliliği sonlardırmaya sebep olan kabul edilmekle birlikte, buradan örneğin “kör veya topal olmak gibi uyupgan birinin zevc’de bulunması gibi tefrik mucip olmaz.” diyerek bunların istisna edildiğini görmekteyiz. Yani kişinin sakat olması, âmâ olması gibi durumlar, bundan istisna edilmektedir.
Üçüncü, bir evliliği sonlandırma sebebi ise, nafakanın ödenmemesi. Bu da Hanefi Mezhebine göre, evliliği sonlandırma sebebi değildir. Ancak üç mezhebe göre, kocanın bilinen bir mal varlığı yok ise kadın bu durumda hakime başvurarak, evliliğinin sonlandırılmasını talep edebilir. Hanefilerde bu konuda kocanın eşinin nafakasını karşılaması gerektiğini kabul etmekle birlikte, bunun bir kocanın sorumluluğunu kabul etmekle birlikte, bunu bir boşama gerekçesi sayılımayacağını bu durumda, kocanın borçlandırılacağını veya nafakasını karşılaması için cebir kullanılacağını söyleyerek, bunu nafakanın ödenmesini de tefrik sebebi olarak kabul etmemektedirler.
Diğer bir tefrik sebebi de, gaib’lik terk! Bu da Hanefi Mezhebine göre doğrudan bir boşanma sebebi olarak kabul edilmemektedir.
Fatih Orum: Yani
Abdurrahman Yazıcı: Tabi burada bir ayrıntı var. Bunu da birazdan belirteceğim. Yani, eğer Hanefi Mezhebinde koca kaybolur, yani artık haber alınamazsa, bu durumda itibar edilecek şey, bu kocanın akranlarının yaşıdır. Yani örneğin, takriben bu da 90 seneye tekabül eder ki bundan önce kadın, bu sebebi de yani gaiblik, terk sebebiyle şeye başvuramaz.
Fatih Orum: Yani adam çekip gidiyor veya kayboluyor. Yaşanıyorya bazen hani, kadın; “Benim kocam yok artık gelmiyor veya kayboldu veya çekti-gitti” diyerek boşanamıyor. Hakim diyor ki, “Akranları ölsün, ondan sonra boşanın”.
Hakim: Senin kocan kaç yaşındaydı şu an?
Kadın: Kırk yaşındaydı.
Hakim: İşte bunun akranları, arkadaşlarından hiç hayatta kalmayan olursa, o zaman gel, tamam artık bu adam ölmüştür diyelim ondan sonra seni boşayalım. Ondan sonra sana bir yol haritası çizelim, sen de kendine bir yol çiz.
Abdurrahman Yazıcı: Hatta Mehmet Akif Aydın Hocanın bu konuda bir makalesi vardı tefrikle ilgili. Orada şöyle bir not var idi; Hanefi Mezhebinin uygulandığı yerlerde, herhangi bir kişi, eğer askere veya uzak bir yere gidecekse, bu durumda şartlı olarak kadınını boşuyordu, eğer gelmezsem boşsun gibi. Yani bunun kadının zor durumda kalmaması için böyle bir yolu. Yine, hatta 15. 16. Yüzyıla kadar, yani çok zor durumda kalındığı zaman Şafii Mezhebine dayanarak da bunun uygulandığı, daha doğrusu boşandırıldığı görülüyor ama 15.-16. Yüzyılda yayınlanan bir fermanla bunun da Şafii Mezhebi, Hanbeli Mezhebinin engellendiğini görmekteyiz. Ta ki bu genel olarak 1917 yılına kadar uygulanmıştır.
Yine biraz önce değindiğimiz Hukuk Ala 127. Maddesi buna göre düzenlenmiştir. Örneğin nerede olduğuna, aynen okuyacak olursak, “Nerede olduğuna ve hayat ve mematına dair haber alınmamasından yeis hasıl olur ise, yeis tarihinden itibaren Dört sene tecil eyler. İş bu müddet zarfında haber alınamadığı ve zevce talebinde musır bulunduğu halde tarafeyn tefrik eder”. Yani artık kocanın bulunamayacağına ilişkin ümitsizlik başladığı tarihden itibaren dört yıl süre sonra kadın boşanabilir, böyle bir hak. Yine Kararnamenin gerekçesinde de bu açıkça belirtiliyor. Şöyle bir ifade var, örneğin Hanefi Mezhebinin görüşüyle ilgili olarak; “İşbu Mezhep, nikahın lüzumu mahfuziyeti esasına müntesip ise de zevcenin hukukunu asla nazar itibar almamaktadır” diye böyle bir ifade var. Yani bu Hanefi Mezhebinin gaipliği, kocanın evini terk etmesi artık bulunamamasını bir boşanma sebebi olarak görmemesinin, her ne kadar ailenin korunmasına yönelik bir durumsa da bunun eşin zevcenin haklarının asla dikkate almadığını belirtilerek bu konuda diğer mezhepdeki görüşlerin, o da; “Altı Aydan Dört Yıla kadar süre zarfında eğer kocanın tekrar geri gelmesinde bir ümitsizlik varsa bu şekilde Hakime başvurarak boşanma talep edebilir” görüşünün alındığını bu Kararnamenin Esbabı Mucibe Layhası‘nda görmekteyiz.
Yine, bir kötü muamele ve geçimsizlik de bir tefrik sebebidir. Bu da Hanefi va Şafii Mezhebi’nde yine bir boşanma sebebi değildir. Hanefi ve Malikiler tarafından kabul edilmiş bir boşanma sebebidir.
Hul’a gelecek olursak, “Muhala ve Hul” sözlük anlamı olarak, bir şeyi çıkarma ayırmak gibi anlamlara gelen “Hul” terim olarak ise fıkıhda, “Bir bedel karşılığında karı-kocanın anlaşarak evliliğe son vermesi” demekdir. Yani burada kadın, herhangi bir sebepten dolayı evliliği istemediği durumda kocasıyla anlaşarak, ona belirli bir gerek mehirli olsun veya başka bir şey olsun ona, mal karşılığında anlaşarak evliliği sona erdirmesi demektir. Yani burada kadın tek taraflı olarak evliliği sona erdirmemekte, kocasının da nihayetinde rızasının olması gerekmektedir dolaylı olarak.
Yine bunu muhala olarak isimlendirilmesi yani elbiseyi çıkarmak veya birbirleri için elbise olması anlamında, Bakara Suresi 2:187 Ayeti‘nde geçen “Hunne libâsul lekum ve entum libâsul lehunne – onlar sizin için elbise, siz onlar için elbisesiniz” Ayetinden hareketle geliştirilmiştir bu şekilde. Ancak Kur’an’ı Kerim’de ve Hadisi Şeriflerde bu anlamda “Muhalâ ve Hul” kelimesinin ıstırahi anlamıyla geçtiği bir Ayet ve Hadis yoktur.
Muhalâ’ya getirilen delillere baktığımız zaman biraz sonra Fatih Hocamız da sanırım iftidayı ele alırken değineceğinden dolayı ben Ayetlerin tamamını okumayacağım. Sadece mealini okuyayım.
Bakara Suresi 2:229. Ayet; “Ettalâku merratâni fe imsâkum bi ma’rûfin ev tesrihumm bi ıhsân ve lâ yehıllu lekum en te’huzû mimmâ âteytumûhunne şey’en illâ ey yehâfâ ellâ yukıymâ hudûdellah , fe in hıftum ellâ yukıymâ hudûdellâh fe la cunâha aleyhimâ fimeftedet bih tilke hudûdullâhi fe lâ ta’tedûha ve mey yeteadde hudûdellâhi fe ulâike humuz zâlimûn”
“O talâk iki defa olur. Her birinden sonra kadını ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle ayırmak gerekir. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal olmaz. Ama eşler, Allah’ın koyduğu sınırlarda duramayacaklarından korkarlarsa başka. Allah’ın koyduğu sınırlarda duramayacaklarından siz de korkarsanız, kadının fidye verip kendini kurtarmasında her ikisi için de bir günah yoktur. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Onları aşmayın. Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, işte yanlış yapanlar onlardır”
Bu Ayet-i Kerime’den hareketle Fakihler, kadın eğer herhangi bir sebepten dolayı evliliği sürdüremiyeceğine, Allah (c.c.)’ın koyduğu sınırları gözetemiyeceğine dair kendisinde bir korku oluşursa bu durumda, muhala yapmak için kocası ile anlaşarak belirli bir fidye karşılığında veya bir bedel mal karşılığında evliliği sonlandırabileceklerini dair delil alınmaktadır.
İkinci bir delil ise yine,
Nisâ Suresi 4:4. Ayet; “Ve âtun nisâe sadukâtihinne nıhleh, fe in tıbne lekum an şey’im minhu nefsen fe kulûhu henlem merlâ”
“Kadınların mehirlerini gönül hoşluğuyla verin. Eğer kendi istekleriyle mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin.”
Yine bu muhalaya delil alındığı gibi, kadının yani aralarında kadınla koca arasında herhangi bir geçimsizlik veya nüşuz veya herhangi bir problem olmadığında da kadının muhala yapabileceğine de delil alınmaktadır. Ancak bu sadece bir kısım fakihler tarafından. Cumhur’a göre; Kadın ancak belirli durumların olması durumunda, keyfi olarak değil, sadece belirli durumların olması durumunda muhala yapabilmektedir. Nisâ Suresi 4:128. Ayeti de muhalaya delil olarak alınmaktadır.
Nisâ Suresi 4:128. Ayeti; “Ve inimraetun hâfet mim ba’lihâ nuşûzen ev ı’râdan fe lâ cunâha aleyhimâ ey yuslihâ beynehumâ sulhâ., ves sulhu yayr, ve uhdıratil enfusuş şuhh., ve in tuhsinû ve tettekû fe innellâhe kâne bi mâ ta’melûne habirâ”
“Bir kadın kocasının serkeşliğinden veya yüz çevirmesinden endişe ediyorsa, bir barış ile aralarını düzeltmelerinde kendilerine bir günah yoktur. Barış daima iyidir, nefisler kıskançlığa hazırlanagelmiştir. Eğer arayı düzeltir ve geçimsizlikten sakınırsanız şüphe yok ki Allah her ne yaparsanız haberdardır.”
Yine muhalanın Sünnetten delili de, aynen okumak istiyorum;
Ensar’dan Sehl’in kızı Habîbe, Sâbit b. Kays ile evliydi. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) sabah namazına çıkmıştı. Habîbe’yi, alaca karanlıkta kapısının önünde buldu. “Sen kimsin?” dedi. “Sehl’in kızı Habîbe’yim” diye cevap verdi. “Neyin var?” dedi. “Sâbit ile birlikte olamayacağım” dedi. Kocası Sâbit gelince Peygamber ona: “İşte Habîbe! Allah ne vermişse söyledi.” dedi. Habîbe dedi ki: “Ey Allah’ın Elçisi, onun bana verdiklerinin hepsi duruyor.” Rasulullah (s.a.v.) Sâbit’e dedi ki; “Al o malı ondan”. O da aldı ve Habîbe ailesinin yanında oturdu.
Yine bu Hadisi Şerif’ten rivayetten yola çıkarak, kadının belirli bir bedel karşılığında kocasıyla anlaşarak boşanabileceğini, burada da Habîbe’nin Sâbit b. Kays’a belirli bir bedel vererek, ondan boşandığını ve İslam Tarihi’ndeki ilk “hul” örneğinin de bu olduğu kabul edilmektedir.
Fatih Orum: Ama herhalde o rivayetin Tallika şeklindeki,
Abdurrahman Yazıcı: Evet ona da değineceğim birazdan.
Fatih Orum: bu haliyle değil de o haliyle herhalde
Abdurrahman Yazıcı: Bu da delil alınıyor, ona birazdan değineceğim. Yine muhalanın rukünleri nelerdir diye bakacak olursak; Karı ve kocanın yapacakları, icap ve kabulden ibarettir diyebiliriz. Burada sarih lafızlar kullanabilecekleri gibi kinayeli lafızlar da kullanabilirler. Örneğin, bir kimse, bunu Ömer Nasuhi Bilmen’in İslam Hukuk Kamusu’ndan aynen okumak istiyorum;
“Bir kimse, zevcesine “nefsinin mehrini mukabilinde sana bey ettim” deyip, zevce de “iştira ettim” dese muhala münakit olur.” Yani bunu günümüz Türkçesine bakacak olursak, “Bir kimse, eşine-karısına “seni mehrin karşılığında sana sattım” deyip, karısı da eşi de “satın aldım” derse, muhala akdi gerçekleşmiş olur.”
Yani çeşitli lafızlar da kullanılabilir bu muhalanın gerçekleşmesi için. 1917 tarihli Hukuk Alâ Kararnamesi’nde de muhalaya yer verildiğini görmekteyiz. Ama tabi ki bu klasik muhaladan biraz daha farklı. İlk defa bu Kararname’de Aile Meclisi ve Hakemlerden oluşan bir kişilerin de evliliğe müdahil olması durumunun olduğunu görmekteyiz. Burada da zamanımız varsa okuyabilirim.
Örneğin; “Zevcein arasında beyninde niza ve şikak zuhur edip de tarafeynden biri Hakemeyn müracaat ederse, Hakim tarafeyn ailelerinden birer hakem tayin eder.” Yani karı-koca arasında bir problem çıkarsa, bir geçimsizlik olursa, eşlerden birisi Hakime müracaat ettiğinde Hakim de tarafların ailelerinden birer Hakem tayin eder.” Eğer ailelerden tayin edilecek hakem bulunamazsa, başka birilerinden başkalarından oluşan veya uzak akrabalardan veya akraba olmayanlardan bir Hakem tayin eder. Bu suretle teşekkül eden aile meclisi tarafeynin ifadat ve müdafatını yani savunmasını ve ifadesini aldıktan sonra tetkik ile beyinlerini ıslaha çalışır”. Yani bu Hakem Heyeti onları ıslaha çalışır. “Kabil olmadığı surette kusur zevc de ise beyinlerini tefrik eder”. Eğer kusur kocada ise ve evliliğinde devamına ilişkin Hakemlerin kanaati oluşmamışsa, Hakim aralarını ayırır yani tefrikle boşanırlar ve zevcede ise mehrin tamanını veya bir kısmı üzerine muhalayla, eğer kadın suçlu durumda ise, geçimsizliğin sebebi kadın ise, bu durumda ise muhala yaparlar gerek mehrin tamamı üzerinden veya bir kısmı üzerinden.
“Hakemler ittifak edemezlerse, Hakim efsadulazmi haiz diğer bir heyet hakimiye veya tarafeyne karabet olmayan üçüncü bir hakemi tayin eyler. Hakemlerin verecekleri hüküm kat’i ve nakabil itirazdır”. Bunlara biraz önce değinmiştik. Yani bu durumda, hakemlerin kararları, eğer hakemler eşlerden hangisinin suçlu olduğuna ilişkin kararlar veya mehrin bir kısmını veya tamamını vereceğine ilişkin kararları bu anlamda dikkate alındığını görmekteyiz.
Burada birkaç noktaya daha değinmek gerekir. Örneğin, peki muhala sonuç itibariyle bir talâk mıdır? Veya bir fesih midir? Mezheplerin veya Fakihlerin çoğunluğuna göre bu bir talâkdır.
Fatih Orum: Yani sonuç?
Abdurrahman Yazıcı: Yani “bayin talâk”dır. Eğer kişi talâkı yani muhalayı yapmışsa, bir daha artık kadının başka bir erkekle evlenmesinden sonra ancak tekrar evlenebilirler. Buna delil olarak da, biraz önceki Sâbit b. Kays’ın rivayetinde geçen, bazı rivayetlerin ifadelerinde geçen
Sâbit b.Kays’a hitaben “Bahçeyi al kabul et ve onu da bir talâkla boşa” ifadesinin geçtiğidir. Ama tabi bu tüm rivayetlerde geçmiyor, sadece bir kısmında. Bundan dolayı, fakihlerin bunu talâk olarak gördüklerini görmekteyiz. Ancak bunun tamamı talâk olarak görmüyor. Örneğin burada isimlerinin, örneğin Abdullah b. Abbas, Tavus gibi bazı hatta Tabiin alimlerinden de bazıları bunun talâk olamayacağını, fesih olduğunu hatta Şah Mesiv’in görüşü de bu yönde, fesih olduğu yönündedir. Çünkü, eğer talâk olarak kabul edilirse, talâkların sayısı Dört olmuş olur. Yani Kur’an’ı Kerim’de talâk iki tanedir, daha sonra da son talâkdan sonra da Bayın Talâk gerçekleştiğinden, kadının başka birisiyle evlenmesinden sonra ancak tekrar kocasına helal olacağından dolayı, tekrar evlenebileceklerinden dolayı, burada eğer ? muhalada talâk olarak kabul edilirse talâk dört olacağından dolayı, bu Peygamberimiz (s.a.v.)’in rivayetindeki fesih olduğu kanaati de bazı fakihler tarafından dile getirilmektedir.
Tabi fıkıhda herkesin muhalayı kabul ettiğini söylememiz de mümkün değildir. Yani muhalayı kabul etmeyen, hatta muhalayı iftidah olarak isimlendiren fakihler bulunduğu gibi, bazı fakihler de muhalayı kabul etmemektedirler. Örneğin Tabiin Alimlerinden Ebu Bekir b. Abdullah el Muzeli (Öl.Hicri 106), işte Nisâ Suresi 4:120. Ayetinden hareketle, örneğin buradaki Ayetin mealini aynen okuyacak olursam;
Nisâ Suresi 4:20 “Ve in eradtumustibdâle zevcim mekâne zevcin ve âteytum ıhdâhunne kıntâran fe lâ te’huzû mihnu şey’â, e te’huzûnehû buhtânev ve ismem mubinâ“
“Bir eşi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz bıraktığınıza yüklerle vermiş olsanız bile hiçbir şeyi geri almayın. İftira ederek ve apaçık günaha girerek mi alacaksınız?”
Bu Alim, kişinin, eğer kim, suçlu olmuş olsa bile kadının, bu durumda kocanın vermiş olduğunu geri alamıyacağını, bu Ayet’in nesh ettiğini, bu şeye ilgili alınan Ayeti nesh ettiğini söylerek muhalayı kabul etmemektedir. Yine bazı Tabiin Alimleri de Muhammed b. Silin ve Hasane Basri gibi bazı Alimlerde muhalanın, ancak Sultan’ın önünde Kadı’nın önünde olacağını gerek Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den veya gerekse Sahabe döneminde olan bu tür boşamalarda Sultan’ın yanında olmasından hareketle, muhalanın Sultan’ın yanında veya Hakim’in yanında olmadığı durumunda geçersiz olacağını söylemektedirler.
Ancak genel olarak Dört Mezhebin kabul ettiği, muhalanın Kadı’nın yanında olması şartı yoktur, eşler belirli bir bedel üzerinde anlaşırlarsa bunda, bu bedel tabi mehrin üstünde bir miktar da olabilir, eğer anlaşırlarsa evliliğe bu şekilde son verebilirler. Benim genel olarak söyleceklerim bu kadar, daha sonra sorular olursa açabiliriz.
Gani bey soru soruyor,
SORU: İstanbul’dan Coşkun Atasoy; Cüzzam hastalarını, hanımları istedikleri zaman boşayabileceklerini söylediniz. Sorum şu; İslamiyetin cüzzam hastalığına göstermiş olduğu bu dışlanma, uydurma Hadislerden kaynaklanıyor olabilir mi? Osmanlı’da yanlış hatırlamıyorsam Yavuz Sultan Selim, bu cüzzam hastaları için bir bakımevi açmış ve Cumhuriyet ile bu ev kapatılmış, hanımlar istedikleri takdirde niçin cüzzam hastalarını boşayabiliyorlar? Çünkü Kanser ve AIDS gibi hastalıklar da var, daha farklı hastalıklar da var kadınların boşaması olabiliyor mu? Allah başarılarınızın devamını getirsin.
Yani bu kusurlardan bahsettiniz ya, hani fiziksel kusurlar
Abdurrahman Yazıcı: Burada kadının boşanması tabi, kocasına karşı bir hastalığı dışlama anlamında anlaşılmaması lazım
Gani Bey: İslamiyetin böyle bir tavrı sözkonusu değil yani hastaların dışlanması diye değil.
Abdurrahman Yazıcı: Tabi ki onu hiç kimse iddia edemez. Ancak burda önemli olan, ailenin devam edememesi. Yani kişi evlendikten sonra eğer eşi cüzzam hastalığını yakalanırsa bunun evliliğinin devam etmesi ne kadar mümkün olabilir. Yani pratikte ne kadar mümkün olabilir. Yani bunun bir şey olarak,
Salondan katılımcı: Sağlıklı ve soy devamını engelleyen
Abdurrahman Yazıcı: Yani bunun, eşlerin mutluluğu, tabi ki kimse eşleri zorla ayırmak mümkün değil. Eşler istedikleri takdirde cüzzam da olsalar, başka türlü problem de olsa elbetteki bu evliliği devam ettirebilirler. Ancak buradaki sorun, kadının böyle bir durumda evliliği sona erdirip erdiremeyeceği. Böyle bir hak, böyle bir meseleden yola çıkarak Hakim’e başvurup vuramıyacağıdır.
Bir katılımcı: Yani böyle bir yaptırımı yok.
35.00 Salonda üst üste konuşanlar var anlaşılmıyor.
Abdurrahman Yazıcı: Zaten bu görüş Hanefilerde boşanma sebebi değil biraz önce söylediğimiz gibi. Yani kişinin kocası akılhastası da olsa, delirmiş dahi olsa daha sonradan, hatta cüzzam da olsa, Alaca hastalığı gibi çeşitli hastalık da olsa Hanefi Mezhebinde 1916 yılına kadar bu, evliliği sonlandırma sebebi olarak, kadının mahkemeye başvurma sebebi olarak kabul edilmemekte.
Fatih Orum: Hanefi derken, tabi bilmiyorum şeytanın avukatlığını yapıyoruz belki de, o kapıyı şunun için mi açmamışlar acaba; böyle bir şey dersek kadınların hepsi, benim kocam kafayı yedi delirdi diye gelir, herkes aynı şeyi, belki hani yani.
Abdurrahman Yazıcı: Burda belki şunu da belirtmek lazım; İslam’ın bu hastalara karşı herhangi bir ayrımcılığı var mı yok mu, tabi bu ayrı bir konu, bunun olmadığını da görmekteyiz. Birçok Daru’l Şifahane, İmarhane, Anadoluda bir çok hastane olması, bu hastaların tedavi edilmeye çalışılması. Avrupada bile yokken bu tip kuruluşların bizde olması, onlara karşı ayrımcılık yapıldığını değil.
Gani bey: Ayrımcı değil, aksine koruyucudur.
Fatih Orum: Abdurrahman Hocamıza teşekkür ediyoruz. Şimde ben de iftida konusuna değinmek istiyorum. Yani Fıkıh’da tabloyu hocamız çizdi, peki Kur’an açısından bakıldığında; kadının boşanma hakkı var mı? Varsa bunun işlenişi nasıl? Şimdi ilk Ayetimiz Bakara Suresi 229. Ayeti. Biraz önce Abdurrahman Hocamız da okudu. Bu Ayeti isterseniz bir tahlil edelim.
Bakara Suresi 2:229. Ayet “Ettalâku merratâni fe imsâkum bi ma’rûfin ev tesrihum bi ıhsân ve lâ yehıllu lekum en te’huzû mimmâ âteytumûhunne şey’en illâ ey yehâfâ ellâ yukıymâ hudûdellah, fe in hıftum ellâ yukıymâ hudûdellâh fe la cunâha aleyhimâ fimeftedet tilke hudûdullâhi fe lâ ta’tedûhâ ve mey yeteadde hudûdellâhi ve ulâike humuz zâlimûn.
Şimdi, o talâk iki defa oluyor. Herbirinden sonra kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle ayırmak gerekiyor. Yani geçen hafta işlenen konu.
“Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal olmaz”. Yani kocalara hitaben; Eşlerinize mehir vermişsinizdir, hediyeler vermişsinizdir, bazı imkanlar sağlamışsınızdır, bunları almanız onlardan geri istemeniz helal olmaz. Ancak ne zaman helal olur bu?
“Eşler Allah’ın koyduğu sınırlarda duramayacaklarından korkarlarsa o başka” Yani ailede bir sıkıntı varsa, bu defa evliliğe son verme durumu mümkün mü mümkün değil mi? Mümkünse, bu nasıl olacak, ona giriyor Ayet;
“Allah’ın koyduğu sınırlarda duramayacaklarından siz de korkarsanız, kadının fidye verip kendini kurtarmasında her ikisi için de bir günah yoktur”. Ayet’in bu kısmında bu defa, üçüncü bir tarafa diyor ki; Ailede böyle bir şey varsa, siz devreye girin diyor. Sonra, Allah’ın koyduğu sınırlar bunlar olduğu söyleniyor.
Şimdi Ayeti tekrar tekrar tahlil edersek, evliliğin yürümüyeceği endişesine kapılan kadın, durumu yetkililere bildirir. Yani kadın, artık sebep ne ise, Peygamberimiz (s.a.v.)’in uygulamasında; Peygamberimiz (s.a.v.) sebep falan hiç sormuyor. Yani rivayetlerde Peygamberimiz (s.a.v.) “Sen niçin boşanıyorsun, niçin ayrılmak istiyorsun” gibi sebep sormuyor. Eşini çağırıyor; “Eşin böyle söylüyor” diyor ve ayrılmalarına izin veriyor. Kadın yetkililere durumu bildiriyor ve diyor ki; “Ben ayrılacağım, ayrılmak istiyorum”. Bu defa, kadının başvurduğu bu yetkili makam, “evet ortada hakikaten bir problem var” kanaatine sahip olduklarında kadına diyorlar ki, tabi burada şey önemli yani, bu niçin isteniyor? Çünkü bir mal iadesi olacak, burada suçlu hakikaten kadın mı erkek mi olduğunun tespiti gerekiyor. Eğer erkeğin herhangi bir suçu yok ise, kadın “Ben sevmiyorum artık veya devam etmek istemiyorum onunla” diyorsa, bu defa erkekten aldığı bütün malları, erkeğe tekrar geri vermek zorunda.
Niçin bu önemli? Bu şunun için önemli; kötü niyetli olan insanlar, malı-mülkü olan zengin erkeklerle evlenir, iki gün sonra da “tamam ben istemiyorum, bu hakkımı kullanıyorum onunla olmuyor, işi bitiriyorum, evliliği bitiriyorum” deyip malı-mülkü alıp gidip, bunun suistimal edilmemesi için, yetkili merciinin burada görüşü önemli. Diyecek ki; “Sen niçin, ortada bir sebep var mı? Yok gösteremiyorsun, haklı bir sebep gösteremiyorsun. O halde, kocanın sana bugüne kadar yapmış olduğu tüm bu harcamaları, mehirleri geri vereceksin” diyerek, bu yönde bir kötü suistimal var ise, bunun önüne geçmek için yetkili makamın bunu tahkik etmesi gerekiyor. Ayet’te,
“mimmâ âteytumûhunne şey’en – Onlara verdiklerinizden” ifadesi geçiyor. Buradan anladığımız, kadının kocasından aldığı mehir veya hediyelerin tamamı olarak anlaşılabileceği gibi, bir kısmı olarak da anlaşılabilir. Yani, bu hakem heyeti bakar ki suç müşterek, her ikisinde de sıkıntı varsa bu defa mehrin bir kısmını verebilir kadını mağdur etmemek için. Veyahut erkektedir bütün kabahat, bu defa kadına der ki; “tamam ayrılın, hatta sana verdiklerini de hiç geri vermene gerek yoktur” da diyebilir veya biraz önce söylediğimiz gibi, erkeğin hiç bir kabahati yoktur. Bu defa diyebilir ki kadına; “Bugüne kadar aldığın herşeyi geri ver tamam, yollarınız ayrıldı” diyebilir. Bunun tespitini yapacak olan hakem heyetidir. İşte üç tane alternatifin de düşünülebileceği; “mimmâ âteytumûhunne şey’en – Onlara verdiklerinizden” ifadesinden çıkan sonuç.
Buna işte yetkili makam karar veriyor. Yetkili Makam denilen şey, bugün için düşündüğümüzde bir mahkeme olabilir veya hakem heyeti de olabilir veyahut mahkemeye açılan bu davayı mahkeme, Bilir Kişilere işte hakem heyetlerine de ihale ederek bunun bir şekilde, hızlı bir şekilde sonuçlanmasını sağlayabilir.
İkinci Ayetimiz iftida ile ilgili Mümtahina Suresi 10. ve 11. Ayetleri;
Mümtahina Suresi 60:10 Ayet; “Yâ eyyuhellezine âmenû izâ câekumul mü’minâtu muhâcirâtin femtehınû hunn, allâhu a’lemu bi imânihinn, fe in alimtumûhunne mu’minâtin fe lâ terciûhunne ilel kuffâr, la hunne hıllul lehum ve lâ hum yehıllûne lehunn, ve âtûhum mâ enfekû, ve lâ cunâha aleykum en tenkıhûhunne izâ âteytumû hunne ucûrahunn, ve lâ tumsikû bi ısamil kevâfiri ves’elû mâ enfaktum velyes’elû mâ enfekû, zâlikum hukmullâh, yahkumu beynekum, vallâhu alimun hakim”
Mümtehine Suresi 60:11 Ayet; “Ve in fâtekum şey’um min ezvâcikum ilel kuffâri feâkabtum fe âtullezine zehebet ezvâcuhum misle mâ enfekû, vettekullâhellezi entum bihi mu’minûn”
“Müminler, mümin kadınlar size hicret ederek gelirlerse, onları imtihandan geçirin. Onların imanlarını en iyi Allah bilir. Eğer mümin olduklarını öğrenirseniz, onları kafirlere geri çevirmeyin. Bunlar onlara helal olmazlar, onlar da bunlara helal olmazlar. Onların bunlara harcadıklarını geri verin. Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenize engel yoktur. Kafir kadınların ismetlerine yapışmayın. Onlara harcadığınızı isteyin. Onlarla da kendi harcadıklarını istesinler. Bu Allah’ın size hükmüdür. Aranızda O hükmeder, Allah bilir doğru karar verir. Eşlerinizden biri kafirlere kaçar sonra onlardan öcünüzü alırsanız, ganimetten eşleri kaçıp gitmiş olanların harcadıkları kadar ödeme yapın.”
Şimdi bu Mümtahina Suresi’nin 10. ve 11. Ayet’i, mealini okuduğumuz Ayetler, rivayetlere göre Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, Hudeybiye Antlaşmasından bir müddet sonra iniyor. Olayın arka planı, yani bu Ayet’in nüzul sebebine girersek, şimdi karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor;
Hepimizin bildiği gibi, Hicretin 6. Yılı, yani 628 Yılında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir rüya görüyor. Rüyasında, Mescidi Haram’a girdiğini, tavaf yaptığını görüyor ve bunu Sahabelerle paylaşıyor Medine’de. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu rüyasını duyan sahabe, muhtemelen heyecanlanıyor. Niçin heyecanlanıyor? Çünkü karşılarında bir Nebi var ve bu Nebi bir rüya görmüş, bu rüyayı önemsemiş ve arkadaşlarıyla paylaşmış ve bu rüyada netice itibariyle güzel bir rüya. Bu defa, büyük bir ihtimalle sahabe ve Peygamberimiz (s.a.v.) bu rüyanın iyi şeylere işaret olacağını düşündüklerinden dolayı, Mekke’ye Hac için yürüme kararı alıyorlar Hicret’in 6. Yılı. Olay, Hendek Savaşı’ndan sonra gerçekleşiyor. Hendek Savaşı’nda işte malumunuz, müslümanlar Medine’de kendilerini savunuyorlar, uzunca süren bir sıkıntılı dönemden sonra, en sonunda Mekkeliler geri dönüyor. Herhangi bir netice alınamıyor.
Bu defa müslümanların başlarında Rasulullah olmak üzere, Mekke’ye Hac için gitme kararı almaları, Medine ve çevresindeki bir grup insana tuhaf geliyor. Hatta diyorlar ki; “Bunlar çıldırmış olmalılar ve böyle bir şeye nasıl cüret ederler? Bilerek ölüme gidiyorlar”. Hatta Fetih Suresi’nde o Ayetleri görüyoruz. Bir takım Arap Bedeviler diyorlar ki; “Bunlar gidiyorlar ama asla geri dönemeyecekler. Asla geri dönemeyecekler!” Niçin bunu düşünüyorlar? Çünkü Binbeşyüz kişi Peygamberimiz (s.a.v.) başlarında. Binbeşyüz kişiyi Medine’de bırakıp, Binbeşyüz kişi yola çıkıyor. Tahminen Üç bin civarında müslüman Medine’de. Ve hiç bir silah almıyorlar yanlarına. Diyorlar ki; “Sadece amacımız gitmek, Kabe’yi tavaf etmek, Hac vazifesini yapmak ve geri dönmek”
Dolayısıyla o çevre kabilelerden, Arap kabilelerinden insanlar diyorlar ki; “Bunlar gidiyorlar ama asla geri dönmeyecekler. Bu iş burada bitecek. Çünkü Mekkeliler bunları silahsız, oraya elini kolunu sallaya sallaya sokmayacaklar. Böyle bir fırsatı bulmuşken de, zaten Hendek Savaşı’nda da netice alamadılar. Resmen kendi elleriyle gidip, düşmana teslim oluyorlar.” Ve müşhiş bir şeye kapılıyorlar bu kötü niyetli insanlar umuda kapılıyorlar. Diyorlar ki; “Bu iş bitecek artık!”
Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.v.), müslüman görünüp “Hadi siz de bizimle gelin, Mekke’ye gidiyoruz” dediklerinden bir kısmı diyorlar ki “İşte bizi kusura bakmayın işimizi gücümüz var” gibi sürekli mazaretler uyduruyorlar, çünkü hepsi, bunların asla geri dönemeyeceklerini düşünüyor. Yola çıkıyorlar Zilkade Ayı’nda. Hicretin 6. Yılı Zilkade ayı. Bu defa Hudeybiye’ye geliyorlar, Mekke’ye 17km. uzaklıkta bir mekan. Medine’den yukarıdan Kuzey’den yola çıkıyorlar ve Mekke’ye 17km. yaklaşıyorlar. Burada mola veriyorlar.
Bu esnada tabi müslümanların artık neredeyse Mekke’ye varmak üzere oldukları bilgisi Mekkelilere ulaşınca, Mekkelilerden bir grup, gidiyor müslümanlara Hudeybiye’de diyorlar ki; “Sizin amacınız ne? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?” İşte konuşulduktan sonra diyorlar ki; “Bu böyle bir şey mümkün değil. Böyle bir şeye asla izin veremeyiz.” Hatta rivayetlerde Hz. Osman (r.a.)’ın elçi olarak gönderildiği, Onu orada bir müddet tuttukları, hatta Peygamberimiz (s.a.v.) bakıyor ki işin rengi değişiyor, müslümanları topluyor Hudeybiye’de ve onlardan biat alıyor. Diyor ki; “Eğer savaşmak durumunda kalırsak, işte kanımızın son damlasına kadar savaşacağız” diye onlardan söz alıyor. Neyse bunlar yapılırken, en sonunda bir Antlaşma imzalanıyor. Antlaşmada müslümanların geri döneceği Medineye, bu yıl bu isteklerinin asla mümkün olmadığını, seneye aynı tarihte gelip üç gün boyunca işte silahsız şekilde ziyaret edip, bu isteklerini ancak bir yıl sonra karşılayabileceklerini. Sonrasında, müslüman olup Medine’ye sığınan insanların Mekke’ye geri teslim edileceğini ama tam tersinin olmayacağını gibi maddeler yazılıyor ve altına imza atılıyor.
Bu, sahabede müthiş bir hoşnutsuzluk yaratıyor. Hepsi büyük bir heyecanla neredeyse artık Mekke’yi, işte birkaç saatlik mesafeye yaklaşmışlarken geri dönmeyi hiç kimse kabullenemiyor. ve Peygamberimiz (s.a.v.)’e bir muhalefet başlıyor burada. Hatta rivayetler ne kadar doğru, onlar tabi tetkik edilmeli, Hz. Ömer (r.a.)’in özellikle ciddi bir muhalefet ettiği Peygamberimiz (s.a.v.)’e “Böyle bir şeyin altına nasıl imza atabiliriz. Buraya kadar gelmişken nasıl geri dönebiliriz? Sen hani rüya görmüştün, görmedin mi yoksa?” gibi, yani Peygamberimiz (s.a.v.)’i rahatsız edici böyle söylentiler, tavırlar şunlar bunlar. Çünkü müthiş bir hayal kırıklığı, hepsi kendini ona şartlandırmış; “Rasulullah bir rüya gördüyse, bu rüya gerçekleşecektir. Çünkü çıktık geldik buraya kadar, bizim girip Kabe’yi tavaf etmemiz gerekirdi. Niçin böyle oldu? Aleyhimize gözüken bir sürü şartın altına imza atarak, nasıl geri dönebiliriz?” şeklinde bir sürü müthiş bir hoşnutsuzluk!
Hatta Peygamberimiz (s.a.v.), işte “Kurbanlarınızı kesin, traşınızı olun, artık dönüyoruz” dediğinde, hiç kimsenin bu emre riayet etmediğine dair rivayetler vardır. Peygamberimiz (s.a.v.) eşi’nin olduğu çadıra girer ve eşine dert yanar, “Hiç kimse kalkmıyor, dediklerimi yapmıyor” gibi bu tür konuşmalar geçtiği rivayet olunur. Ve geri dönüş başlar bir şekilde. Artık neredeyse bir kaç saatlik mesafeye kadar gelinip girilemeden geri dönüş başlar ve müthiş bir moral bozukluğu vardır. İşte yolda, Fetih Suresi’nin Ayetleri iner.
Ayetler çok ilginç Fetih Suresi’nin Ayetleri, tamamen bu olayla ilgili şeylerdir. Mesela o şey, Medine’den o müslümanların Mekke’ye giderken o Arap bazı Bedevilerin kötü niyetli insanların, bunların asla geri gelemiyeceğini düşündüğünü Ayet tasdik eder, “Öyle düşünüyorlardı” der. Aslında yapılan bu Antlaşmanın büyük bir fetih olduğu müjdesi verilir ki, eğer rivayet doğruysa Peygamberimiz (s.a.v.), “Hiç hayatında beni mutlu eden, hiç bir Ayetin inmesi beni hayatımda bu kadar mutlu etmemişti” diyerek, bu Fetih Suresi’nin Ayetlerini okur. Ondan sonra;
“Le kad sadekallâhu rasûlehur ru’yâ bil hakk” (Fetih Suresi 48:27) şeklindeki Ayet iner. Yani “Rasulullah rüya gördü. Evet siz bu yıl giremediniz ama belki gereğini yaparsanız daha sonra girersiniz” şeklinde, bunun olabileceğini söyler ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in hakikaten böyle bir rüya gördüğünü tasdik eder Allah (c.c.).
Ondan sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)’in çok isabetli vermiş olduğu bir iki kararı da Ayetler işaret eder. Bunlardan bir tanesi şudur; Geri dönmek istemeyen müslümanlar derler ki Peygamberimize, “İçeri girelim savaşalım onlarla, yani baskın yapalım Mekke’ye. Niçin geri dönüyoruz?” derler. Peygamberimiz (s.a.v) izin vermez. Bunun çok isabetli karar olduğunu yine Fetih Suresi’ndeki bir Ayetten görüyoruz. Diyor ki;
“Eğer siz içeri girseydiniz yani Mekke’ye baskın yapsaydınız, orada müslüman olan erkek ve kadınlar vardı ama bir şekilde bu müslüman olduklarını orada itiraf edemiyorlardı. Siz, belki onlarla da savaşmak, onları da öldürmek zorunda kalırdınız ve bu size müthiş bir leke sürerdi. Bu belki size hayatınız boyunca, sürekli içinizde hissedeceğiniz bir vicdan azabı olarak kalırdı. Oradaki müminler ve kafirler arasında bir ayrım olmadığı için savaşmamanız iyi oldu” (Fetih Suresi 48:25) şeklinde Peygamberimiz (s.a.v.)’in o kararı yine orada tasdik edilir. Neticede Medine’ye dönülür.
Antlaşma maddelerinden, taraflar bir başka düşmanla mücadele ederken, bunların tarafların pasif kalacağına dair maddeden hareketle Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye döner dönmez bir ay sonra, Hayber’i ele geçirir. Daha önce Hayber’e saldıramıyordu çünkü Mekkeliler ile Hayberlilerin arasında Antlaşma vardı; Birbirlerine yardım edeceklerine dair. Bu Hudeybiyeyle birlikte, Hayberlilerin bu Kureyşlilerle irtibatını kesmiş oluyor ve Hayber hemen feth ediliyor.
İşte bu olaylardan sonra, bir rivayete göre iki tane kadın Medine’ye geliyor, bu Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra.
57.25dk. sanırım ekranda Mekke-Medine haritası var.
Hudeybiye dediğimiz yer, işte şurası tepeliklerin olduğu yer şurası. Medine’ye çok yakın. Bu da Hudeybiye Antlaşmasının yazılı olduğu metin.
İki kadın geliyor “Biz müslüman olduk” diyerek. Şimdi sorun şu; Peygamberimiz (s.a.v.), bu kadınları geri yollayacak mı yollamayacak mı? Antlaşma maddelerinden; “Eğer Mekke’den Medine’ye gelen olursa, bunların Mekke’ye geri gönderilmesi” şartı vardı. Peygamberimiz (s.a.v.)’in altına imza attığı o belgede Er Rical kelimesi yani erkekler, Mekke’den Medine’ye gelen erkekler ibaresi olduğundan dolayı Peygamberimiz (s.a.v.) bunları geri göndermedi deniliyor.
Başka bir yorum da; “Esasında böyle bir madde yoktu, erkek-kadın hepsini kapsıyordu Antlaşma. Bu kadınlar gelince, bu Ayet indi. Bu Ayet o Antlaşmayı tahsis etti” diye de bir yorum var. Bizim Fıkıh ?eserlerinde böyle tahsise örnek olarak bunu da verirler. Ama Er Rical kelimesinin geçmiş olması yani Peygamberimiz (s.a.v.)’in sadece erkekleri kapsadığını, kadınları o Antlaşmaya dahil etmediğine dair o şeyi çok daha tutarlı olduğu gözüküyor. Nitekim gelen bazı erkekleri Peygamberimiz Mekke’ye geri yolluyor ama o kadınları göndermiyor bu Ayet iniyor çünkü. Ayette deniliyor ki;
“Müminler, mümin kadınlar hicret ederek size gelirlerse, onları imtihandan geçirin” (Mümtehine Suresi 60:10) İmtihandan geçirilmesi gerekiyor bu kadınların. İki kadın geliyor “Biz müslüman olduk, Mekke’den kaçtık” diye. Ayet diyor ki; “Bu kadınları imtihan edin”
“Onların imanlarını en iyi Allah bilir” diyerek de, burada yani sadece biz zahirine bakarak, gerçekten bunun için kaçtıklarını söylüyorlarsa, yani dinleri için kaçıp geldiklerini söylüyorlarsa tamam, ona itimat etmeliyiz. Hiçkimsenin içerisinde tam olarak ne olduğunu bilemiyeceğimize dair Ayette işaret var.
“Onları kafirlere geri çevirmeyin. Bunlar onlara helal olmazlar, onlar da bunlara helal olmazlar.” (Mümtehine Suresi 60:11) Yani Peygamberimiz (s.a.v.) şu kararı alıyor diyor ki; “Tamam bunlar hakikaten mümin olarak gelmişler, en azından görünüş itibariyle böyle” Artık bu ne demek? Bu kadınların geri gönderilmemesi, çünkü artık bu kadınların o kocalarına helal olmadığı, o kocaların da bunlara helal olmadığına ifade ediyor.
Başka ne demek bu? Kadının hicret etmesi, eşini, ailesini ve yurdunu terk etmesi anlamına geliyor. Yani bir kadın hicret ediyorsa, bu hicret ile eşini, ailesini, yurdunu terk ederek bir yere sığınıyor demek. İşte göç etmesinin tespiti için imtihandan geçirilmesi gerekiyor. Niçin? Çünkü bunun tespiti, bunun sonucu itibariyle müslümanlara bir külfet olacak. Yani bu insanlar geliyorlar, ellerinde avuçlarında herhangi bir para yok, boşanma talebiyle geliyorlar. Boşanmaları için de daha önce eşlerinin bunlara yapmış olduğu harcamaların geri ödenmesi gerekiyor. Kadınlarda bu paranın olmadığına göre, bu parayı kim ödeyecek? Müslümanlar ödeyecek! Onun için de bu kadınların, gerçekten bu amaçla gelip gelmediğinin tespiti önemli. Bu tespit edildi ve kabul edildiler. İşte bu, artık bir boşama oluyor. Bu kadınlar artık kocalarına helal olmuyor. Ne yapılması gerekiyor. Bu kadınların kocalarının da mağdur edilmemeleri gerekiyor. Sonuçta bu insanlar, bu kocaları bu kadınlara bir harcama yapmış mehir vermiş, bunların kendilerine ödenmesi gerekiyor kocalarına. Ayetin bir başka kısımı;
“Onların bunlara harcadıklarını iade edin.” Bunu kim yapacak? Bunu müslümanlar yapacak. Diyecekler ki, para toplayacaklar veya varsa bir toplu yerde fon, “senin kocan ne kadar sana mehir verdi?” “Şu kadar”. “Ne kadar harcama yaptı?”, “Şu kadar”. Bunlar toplanacak ve bunlara verilecek. Nitekim rivayetler de Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu parayı toplayıp Mekke’ye gönderdiği bildirilmektedir.
“Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenize engel yoktur.” Şimdi bu defa, medeni halinde de bir değişiklik oluyor kadının. Dini için göç eden, ailesini yurdunu terk eden bu kadının, medeni halinde de bir değişiklik oluyor artık evli değil bu kadın. Müslümanlara da deniliyor ki; “Eğer isterseniz bu tür kadınlarla evlenebilirsiniz.” Gelmiş, boşanmış, evliliği sona ermiş ve evlenmek istiyorsanız onlar da istiyorlarsa, bu kadınlarla evlenebilirsiniz. Bu niçin deniliyor? Çünkü artık bu kadınların medeni hallerinde değişiklik var.
Peki bu, müslümanların bu kadınlar için yapmış olduğu para, bu kadınlara bir borç mu yani kadınlar durumlarını düzelttiğinde, mesela evlendiğinde yeni kocasının vermiş olduğu mehirle bunu devlete ödeyecek mi? Hayır ödemeyecek! Bu bir bağış olarak kabul ediliyor. Yani kadınlar için verilen bu para, onlara bağıştır, borç değildir. Yeni bir evlilik yaptıklarında veya durumları düzeldiğinde bu parayı ödemelerine gerek yok.
Ayrıca bir başka hukuki neticesi, bu kadınların iddet beklemelerine de gerek kalmıyor. İddet, Kur’an’ı Kerim’de kocası tarafından boşanmış kadın için sözkonusu. O da, eğer kadın adet görüyorsa Üç kur, ki takriben üç ay eder. Eğer iddet görmeyen hayız görmeyen bir kadınsa üç ay, hamile ise çocuğunu doğurmasına kadar ki süre iddet olarak, bir de şeyin iddeti olarak Kur’an’ı Kerim’de geçiyor eşi ölmüş, kocası ölmüş kadının. Onlar da Dörtayon gün. Peki iftida ile boşanmış bir kadın ne kadar bekleyecek bir başkasıyla evlenebilmesi için? İddet dediğimiz şey süre olarak, boşanmış bir kadının, bir başkasıyla evlenebilmesi için beklemesi gereken süreyi ifade etmekte. İftida ile evliliğine son vermiş kadın, ne kadar bekleyecek kendisine bir talip olursa? Beklemeyecek! Yapılacak tek şey, kadın hamile mi değil mi, onun tespiti için o süre ne kadarsa işte sadece bu belli olacak, bu belli olduktan sonra, kadın bir başkasıyla evlenebilecek. Muhalada da
Abdurrahman Yazıcı: Muhalada da mutlaka beklemesi lazım. Bunun süresi farklı olmakla birlikte, en az bir ay olmakla beraber, talâk bayin dahi olsa, hatta fesih de olsa, iddeti var.
Fatih Orum: Buna iddet mi deniliyor yoksa hani, istibra olarak mı şey yapılıyor? Mesela ne kadar beklemesi gerekiyor.
Abdurrahman Yazıcı: Yani bu ihtilafla birlikte, önce bunu söylemek lazım, ama istibra ise bir ay
Fatih Orum: En kısa bir ay deniliyorsa, bu “istibra” yani “hamile olup olmadığının tespiti”nden kaynaklanıyor olabilir. Şimdi Ayetin bir başka kısmı;
“ve lâ tumsikû bi ısamil kevâfir – inkarcı kadınların ismetlerine yapışmayın” Bu da, bu defa hitap, müslümanlara Medine’de yaşayan müslümanlara dönüyor ve diyor ki Ayet; “siz de kafir kadınların ismetine yapışmayın”.
İsmetine yapışmak, erkeğin kadın üzerinde bir takım ağırlığı var. Yani bu ne demek? Erkek, yapısı gereği veya Allah (c.c.)’ın ona Kur’an’ı Kerim’de vermiş olduğu bazı haklardan dolayı, kadının birtakım taleplerine isteklerine engel oluyor. Mesela kadın, “Şuraya gitmek istiyorum” diyor. O da, “kocan olarak izin vermiyorum. Oraya gitmeni doğru bulmuyorum” gibi bir takım kocalıktan kaynaklanan bazı yaptırımları var. Yüce Rabbimiz diyor ki; İşte size verilen bu yaptırım hakkından dolayı, onların sizden ayrılmalarına engel olmayın. Yani siz müslümansınız, nikahınız altında müslüman olmayan bir eşiniz var, gitmek istiyor, “Ben gitmek istiyorum. Ya beni boşa, boşamıyorsan da iftida hakkımı kullanarak ben bu evliliğe son vermek istiyorum” diyor. Adam da diyor ki; “Yok göndermiyorum, hadi git de bir göreyim” gibi. Rabbimiz diyor ki, “işte bunu yapmayın, gitmek istiyorsa, bırakın o da gitsin”.
Yine rivayetler doğruysa, Hz. Ömer (r.a.)’in bu Ayet indikten sonra iki tane eşini gönderdiği yani onlarla evliliğini sona erdirdiğini ve Mekke’ye gönderdiğini rivayet edilmekte. Ayrıca, yine bu Ayetin bir başka yönü, Devletler Hukuku ile alakalı bir prensip. O da, yani bu insanlar ülkeyi terk etmek istiyorlar dinlerinden dolayı, yani “sizin inancınızı paylaşmıyorum, ben müslüman değilim, bırakın beni, ben ülkeyi terk edeceğim” dediğinde, müslüman bir ülke de, yok buraya giriş var, çıkış yok gidemezsin gibi bir tavırla değil “tamam gitmek istiyorsan gidebilirsin” deyip hatta onun güvenliğini sağlayarak, nereye gitmek istiyorsa, müslüman bir devlete burada bir sorumluluk ve görev yüklenilmekte, Ayet’ten kasd edilen bu.
“Onlara harcadıklarınızı isteyin.” Yani müslüman bir adam, eşi müşrik kafir “Ben gitmek istiyorum” diyor, tamam buna izin verin ama onun için yapmış olduğunuz harcamaları da kendisinden isteyin demek. “Ben sana işte şu kadar mehir vermiştim, aslında ben seni boşamak istemiyorum seninle devam etmek istiyorum ama sen inancından dolayı benimle yaşamak istemiyor ve gitmek istiyorsan, o zaman benim sana verdiğim mehri bana iade et, yaptığım harcamaları bana geri ver” deme hakkı doğuyor müslüman bir koca için.
“Onlarla da kendi harcadıklarını istesinler.” Nasıl müslümanlar yaptıkları harcamaları istiyorlarsa, müşrikler kendi harcamalarını isteyebilirler. Yani onlara, böyle bir talep hakkı aynı şekilde bilmukabele tanınmakta. En son bir de Ayet’in, bir başka şeyi; Kadın kaçak yollarla gitti, yani kaçtı gitti. Erkeğin onun için yapmış olduğu harcamaları, mehirleri şunu bunu vermeden kaçtı gitti. Bu defa mağdur olan bir koca var. “İşte ben bununla evlenmiştim, şu kadar mehir vermiştim, şu kadar imkan sağlamıştım, şu kadar harcama yapmıştım. Bunların hiçbirini bana iade etmeden çekti gitti. İftida yaptı ama para vermedi”. Bu ne olacak? Bu defa diyor ki;
“Şayet ileride siz onlara üstün gelir, oraları feth eder iseniz, elde edilen ganimetten, şundan-bundan önce, bu tür mağduriyet yaşamış insanların mallarını karşılayın. Onların mağduriyetini giderin.” diyerek de yine müslümanlara bir emir de bulunuyor.
Şimdi iki Ayet’in yani Bakara Suresi’nin 229. ve Mümtehine Suresi’nin 10. ve 11. Ayetlerini beraber okuduğumuz da böyle bir tablo ortaya çıkıyor. Biz hep methodumuzdan konuşurken, Ayetlerin birbiriyle bağlantılı olarak okunması gerektiğini söylüyoruz. Ayrıca, Rasulullah’ın da örnek olması sebebiyle, O’nun söz ve fiillerinin bizim için çok önem arzettiğini sürekli söylüyoruz. Çünkü Rasulullah, Kur’an’ı Kerim’deki hükümleri çıkartıyor yani hikmeti çıkartıyor ve bunları müslümanlara uyguluyor idi. Bu bizim pek çok Ayeti gerçekten doğru anlayıp anlamadığımızın da bir testi oluyor. Gerçekten Rasulullah’dan bize, sahih bir şekilde gelmiş bir rivayet varsa, bu rivayet konuyla ilgili Ayetleri bizim doğru anlayıp anlamadığımız için çok önem arz ediyor. Bazen, Peygamberimiz (s.a.v.)’in o sözünden ya da uygulamasından hareketle bazı Ayetleri anlama imkanına kavuşuyoruz, bağlantıları ondan sonuçtan hareketle bazen buluyoruz. Nitekim bu iftida ile ilgili, dersin başında Abdurrahman Hocamın da okuduğu rivayet, bu iki Ayet’in yani Mumtehine Suresi ile Bakara Suresinin o iki Ayetinin anlaşılması açısından, test edilmesi açısından çok önemli.
Sâbit b. Kays’ın eşi Habîbe olayı diyoruz biz buna. İşte rivayete göre, Efendimiz Sabah Namazı için Mescid’de iken veya artık içinde veya dışında neredeyse, bir karartı görüyor ve tanıyamıyor tabi o karanlıkta onu, alacakaranlıkta onu, “Kimsin sen” diyor. O da “Ben, Sâbit’in karısı Habîbe’yim” diyor. “Bu saatte burada ne işin var” diye sorduğunda, o da diyor ki; “Artık Sâbit ile olmuyor” diyor Peygamberimiz (s.a.v.)’e, “Gitmiyor, yürümüyor, yapamıyacağım onunla” diyor. Bu defa Efendimiz, Sâbit b. Kays’ı çağırıyor ve diyor ki; “Eşin burada, seninle artık olamıyacağını söylüyor, ne diyorsun?” diyor. O da, demek ki itiraz etmemiş olmalı ki, bu defa Peygamberimiz (s.a.v.) artık işin ciddiye bindiğini, ne verebileceğini söylüyor Sâbit b. Kays’a. O da, “Onun bana verdiğini veririm” diyor ve “Tamam o zaman, Sâbit al onu” diyor ve yollarını ayırıyor hemen orada.
Rivayetin farklı lafızlarla, farklı ayrıntılarla olan kısımları var. Sebep olarak Habibe, birşeyler söylüyor, diyor ki; “İyi bir insan hakkını yiyemem, şöyledir böyledir ama ondan nefret etmekten kendimi alamıyorum, sevmiyorum” diyor. Hatta diyor ki; “Allah’tan korkmasam, her gördüğümde yüzüne tükürürüm, sevemiyorum” diyor.
Kadın o kadar istekli ki, bir başka rivayette bu işin bitirilmesi noktasında, Peygamberimiz (s.a.v.) “Ne verirsin?” dediğinde, “Çok daha fazlasını veririm, onun bana verdiklerinden daha fazlasını veririm, yeter ki bu iş bitsin!” Peygamberimiz (s.a.v.) “Yok ona gerek yok sadece onun sana verdiklerini geri verirsen yeterli” diyor. Diğer rivayetlerde var. Sonuç itibariyle böyle bir uygulama gerçekleşiyor ve ikisinin arası bu şekilde açılıyor. Şimdi bu rivayetin, Abdurrahman Hocam konuyu anlatırken, muhala ala’ya örnek olarak da bu rivayeti alıyorlar. Bu rivayeti alıyorlar, ancak bu rivayetin Buhari’de ve Nesayi’de rivayetin sonunda şey ifadesi var;
1.16.15. dk. hadis arapça okunuyor. doğruluğundan emin değilim
“Hak bil el hadika ve tallika taklikaten – Bahçeyi al” Bahçeyi al derken, işte Sâbit b. Kays’ın mehir olarak Habîbe’ye vermiş olduğu bahçe için, Peygamberimiz (s.a.v.) diyor ki Sâbit b. Kays’a; “Bahçeni geri al ve bu kadını da boşa.” Tallika ifadesinden hareketle deniliyor ki, bu esasında bir talâk-boşamadır. Bu bir boşama olduğu için, boşamanın hukuki sonuçları belki cereyan eder, iddet gerekiyor ve ayrıca, bunun bir boşama olmasından dolayı, muhalada da son kararın erkeğin vereceği yani buna son karar merciinin erkek olduğu, dolayısıyla hani şöyle belki kurgulanıyor; Sâbit b.Kays “Boşamıyorum” dediğinde, son kararı vermediğinde, artık yapacak hiçbir şey yok evliliğe devam etmeleri gerekir şeklinde anlaşılıyor.
Şimdi Abdulaziz Hocamla birkaç gün önce, Buhari’de ve Nesayi’de geçen ibareyi yani, “Onu boşa” şeklindeki ibareyi konuşmuştuk. Hocam, daha önce o rivayetleri gördüğünü ancak onların, İbni Abbas’dan geliyor, o ibarelerin kesinlikle oraya monte edildiğini “Tallika” ifadesinin olamıyacağını hocam o şekilde tespit etmiş. Ben de onu Hocamdan aktarıyorum. O ifadede geçen “tallika-onu boşa” ifadesi, oraya daha sonrakilerin bir mücerrit
Abdurrahman Yazıcı: Zaten hadislerde genel de sonlardaki ilave, yani hadise ekleme olup olmadığını araştıran Hadis Alimleri, genelde bu sonlardaki, yani sonlardaki ifadelerin ekleme olduğu, yani tabi bunu genellemek mümkün değil, genellememek lazım ama mücerrit ifadeleri ekleme ifadeleri çıkaran Hadis Alimleri, bunların genelde sonlarda olduğunu söylüyorlar.
Fatih Orum: Sonlarda ve neticeyi, açıklama şeklinde belki bu şeyin bile, o bile olabilir hatta Buhari bu şeyi alırken zihninde talâk’a boşama denince, ha talâk var, demek ki onu boşa anlamında, tallika ifadesi belki
Abdurrahman Yazıcı: İlk kitaplarda genelde talâk her türlü boşamayı ifade ediyor.
Fatih Orum: Genel, hepsi için kullanılan şey olduğu için. Zaten Ayet ile uyuşmadığı için bu yorumu yapmak zorunda kalıyoruz. Ayet’te böyle bir ifade yok. Çünkü, Mümtehine Suresi 10. Ayeti’nde iddetten bahsetmiyor ve diyor ki;
“Evlenebilirsiniz, artık bu iş bitti ve evlenebilirsiniz onlarla.”
Abdurrahman Yazıcı: Fakihler de hocam, buradaki rivayet hadisdeki olayın tam bir talâk olmadığını çünkü, Peygamberimiz (s.a.v.)’in yani temizlik dönemlerinde olup olmadığını sormadığını, olmaması sebebiyle
Fatih Orum: Sormuyor insanların önünde, o da çok önemli bir ayrıntı, nitekim İbn Ömer’in olayında Peygamberimiz (s.a.v.) şey yapıyor, “Boşadım diyorsun da nasıl boşadın” diye ayrıntıları istiyor. Temizlik döneminde boşamadığını öğrenince, Peygamberimiz şey yapmıyor “Bu geçerli değildir” diyor. “O süreci bekleyin, eşin temizlensin ondan sonra boşama kararında hala ısrarlıysan, o zaman boşa” diyerek onu geri çeviriyor ve süreci olması gereken şekline sokuyor. Oysa bu rivayette, herhangi böyle bir şey yok, hiç. Yani “Sen adet döneminde misin, şöyle misin-böyle misin”, hiç bu tür şeylere girmiyor. “Tamam bak seninle yaşamak istemiyormuş, haberin olsun, senden aldığını verecek” deyip olayı hemen orada neticelendiriyor.
1.20.39 dk. Bir katılımcı soru soruyor ama bütünü anlaşılmıyor.
Bir Katılımcı: Mümtehine Suresi 10. Ayette “Kadınlar geldikten sonra, imanları için geldiklerini anladıktan sonra artık kafirlere geri vermeyin” deniyor ama mehirleri ödendikten sonra düşünülebilir ama mehirler verilmeden evvel de kafirlere helal değiller yani iman etmiş olmaları, karı-kocalık ilişkileri arasındaki
Fatih Orum: Şimdi meseleye o yönüyle bakmıyoruz. Yani yaşamak istiyorsa yaşayacak. “Helal değil” şu; gelmiş, kararını vermiş, artık bu resmen bir karardır. Yani nedir? “Ben artık onunla birlikte olmuyorum, iftida hakkımı kullanıyorum, ben onu artık bundan sonra koca olarak kabul etmiyorum. Benim paramı da verin” anlamında.
Katılımcı: Karar vermiş olması önemli.
Fatih Orum: Ama şey anlamında, burada, bir kadının ülkesini imanı için terketmiş olması, bu iftida için yeterlidir. Yoksa, “işte ben terk ettim, iki-üç günlük herhangi bir sebeple” bu değil, böyle değil. Ama bu kadınlar, imanlarından dolayı terk ettiklerinden dolayı, artık bu bir şeydir.
Katılımcı:
Fatih Orum: Oradaki kesin kararı çünkü, müslümanların Medine’de halen nikahları altında müslümanlığı kabul etmemiş insanlar var. Ayrıca Fetih Suresi’nde ki; “Müslümanların Mekke’ye girmemesinin, savaş yapmamasının ne kadar isabetli bir karar olduğunu” teyit eden Ayet’te diyor ki “Orada bilmediğiniz müslüman insanlar vardı ki” (Fetih Suresi 48:25) izin verilmiyordu. Bu ne demek? Yani kadın müslüman, kocası müşrik veya adam müslüman, karısı müşrik bu tür aileler var, bu tür insanlar var. Aynı şekilde Medine’de de bu şekilde. Bir de o Mümtehine Suresi’nde
Mümtehine Suresi 60:10 Ayeti’nde “ve lâ tumsikû bi ısamil kevâfiri” derken yani, yaşamak istiyorsanız yaşayın tamam ama kadın da gitmek istiyorsa, bırakın gitsin anlamında o, o şekli ile karara vurgu yapılıyor.
Yine bir başka uygulama Hz. Ömer (r.a.) zamanında oluyor. İşte, bir kadın geliyor, kocasından şikayetçi. Kocasıyla yaşamak istemediğini söylüyor. Ömer (r.a.) da rivayete göre, onu çok da hoş olmayan bir yere götürüyor ve diyor ki; “Burada sabahla bakalım”. Sabahladığında da kadına; “Gecen nasıl geçti?” diyor. Kadın da “Böyle bir parlak gece geçirmedim” diyor. Yani kadın demek ki öyle bir bıkmış ki, onun olmadığı her yer kadına çok sevimli geliyor. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), “Tamam o zaman” diyor ve yollarını ayırıyor. Tabi ayrıntıları yok, kim ne veriyor, ne ediyor o yok ama sonuç itibariyle bu rivayet tamamen iftidanın uygulanması oluyor Sahabe Döneminde.
Sonuç itibariyle toparlayacak olursak; “iftida, kadının boşanma hakkı” ancak bu hakkını kullanırken, suistimallere kapı açmamak için, bunun mutlaka yetkili bir makam tarafından tespiti ve o şekilde onların eşgüdümünde yürütülmesi gereken bir işlem. Niçin? Kadın haklıysa, buna karar verecek olan yetkili merciidir. Haksız ise kadın, yine hiçbir sebep yoksa buna yine karar verecek olan mahkemedir. Ancak bu karar sadece mal ile ilgili, yani malın ne kadarı geri verilecek, ne kadarı geri verilmeyecek meselesiyle ilgilidir. Yoksa kadın, zaten kafasında bu işi bitirmiş ise, kocasının suçu olsun veya olmasın bu hakkını elde edecek, evliliğe son verme yetkisini kullanarak bu işi sonuçlandıracaktır. Bunun bir hakem heyeti eşliğinde yapılması, sadece kocanın mağduriyetini ve bu işin suistimal edilmemesini kullanmak için alınmış bir tedbir gibi gözükmektedir.
SORU: Konya’dan İrfan Hüsrev Çoban soruyor, erkeğin kadını dövmesi boşanma sebebi olabilir mi? Fiziksel şiddet olayı
CEVAP: Bu tıpkı şeye benziyor,
“Fe lâ tekul lehumâ uffiv ve lâ tenher humâ – Anne babaya öf bile demeyin” (Isrâ Suresi 17:23) Ayeti var ama dövmeyin Ayeti yok. Öf bile demesek de dövsek olur mu gibi. Yani sadece duygusal bir şeyler hissetmemekten dolayı dahi kadın, bu işi bitirme kararı alıyorsa, şiddet görüyor ki bu şiddet, duygusal şiddet de olabilir yani sadece fiziki bir şiddet değil. Yani kültürel bir şiddet olabilir, kadın kendini kocasının yanında iyi hissetmiyordur, kendini onun yanında ne bileyim aşağılanmış hissediyordur veya psikololjik olarak, tüm bunlar, bir ailenin yollarının ayrılması için sebep. İsterse, tabi ki isterse. Yani inancı için bunun yolunu ayırıyor veyahut Peygamberimiz (s.a.v.)’in uygulamasında da duygusal bir sebepten dolayı. Dolayısıyla kadın şiddet görüyorsa, bu, tabi ki ayrılmak için yeterli bir sebep.
Peki, herhalde konu o kadar harika anlatıldı, o kadar iyi anlaşıldı ki soru hiç gelmedi
1.27.30 Salondan bir bayan katılımcı, sorunun başı ve her söylediği anlaşılmıyor.
Bayan Katılımcı: Şeyden bahsettiniz, Peygamberimiz hiç sorgulamıyor dediniz, o Habibe Hatunun hadisinde, ikincisinde orada Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir sorgulaması var. Yani orada bir sorgulama var.
Fatih Orum: Nerede?
Bayan Katılımcı: İkincisinden bahsettiğinizde, Peygamberimiz (s.a.v.)’in orda bir sorgulaması var yani, sorgulaması olması, Habibe Hatun’un o şekilde bir açıklaması olmaz dı, yani nefret ettiğini filan bildirmez. Orada zannediyorum bir sorgulama var.
Fatih Orum: Yani o muhtemelen şundan; yani bu tamamen senin onu artık sevmemenden kaynaklanan bir şeyse o zaman, “ondan aldığının hepsini vermelisin” gibi, ama mesala bu sorgulama şunun için, yani, “Beni dövüyor, şiddet kullanıyor” dese belki Sâbit b.Kays’a diyecek ki; “Bu kadın için verdiğin malı falan geri almayacaksın, sana ceza, bu gidecek” yani o sorgulama şey anlamında, haklıyı-haksızı ayırıp
Bayan Katılımcı: Tabi yani, zaten olması da gerekir.
Fatih Orum: O, o anlamda. Yani “Ha bunun için mi? Ya bunun için de boşanılmaz, hadi bakalım evinize” anlamında değil. Ben bir bakıyım dinleyim sizi de
Bayan Katılımcı: Hayır, dinleyecek açık nokta var mı? Ne kadar şeyi var arada, yani açık bir nokta, hani acaba yürüyebilir mi, öyle şeyler, zannediyorum Peygamberimiz (s.a.v.), mesela belki o zaman islam devleti vardı, belki boşanmalarda biraz daha esnek de davranabiliyor du Peygamber Efendimiz ama bu şartlara baktığımızda, acaba mesela kadın boşandığı zaman, hemen ikinci-üçüncü bir eş olabiliyordu, çocukları bir islam ortamında, kız çocuğu için bir sorun olmuyordu. Kadın korkmuyordu kız çocuğum ne olacak diye. Ama şimdi ki ortamda mesela biz bunu söylersek, hani Peygamberimiz o zaman o Ayetleri, o ortama göre o şekilde şey etti, uyguladı. Ama şimdi o Ayetleri bu zamanda uygulasak, sanıyorum Rabbimizin hani biraz daha merhamet, hani biraz daha bireysel bir hayat daha merhametsiz bir hayat var. Daha insanlar daha bencilleştiler.
Fatih Orum: Doğru, dediklerinizde
Bayan Katılımcı: Biraz daha merhameti, sabrı zannediyorum kaynaklı
Fatih Orum: Dediklerinizde doğru, ancak burada şu çizgiyi de korumak lazım diye düşünüyorum ben. Tabi ki devamı için herhangi bir şey varsa, bu yapılır ama hakemler zaten bunun için ama bile bile de ikisine de cehennem azabı çektirmenin bir anlamı yok. Yani baktılar ki iş olmuyor, insanlara bu dünyada sıkıntı çektirmenin de şeyi yok. Yani işte bizim mesela kültürel olarak toplulumuz
Bayan Katılımcı: Yok ben zaten, öyle bir şey
Fatih Orum: Toplumumuzda genelde, kadın haklı dahi olsa, şiddet uyguluyor bile olsa kendi ailesi bile, kendi öz anne-babası dahi ona bu işin devamından yana sürekli telkinde bulunur. Hatta bu telkinler bazen tavır almaya kadar şey yapar. Oysa bu konuda, insanların kendilerinin güvende hissedeceğini, rahat hissedeceği duygusu verilirse. Bu belki şu yönüyle de önemli olur, adam der ki; “Ya bak bu işler kolay, kadın çekiyorum gidiyorum seni sevmiyorum diyebilir. Dolayısıyla benim onu hoş tutmam lazım, biraz daha kendime çekidüzen vermem”, yani bu işlerin biraz daha kolay olduğu izlenimi, eğer toplumda bir bilinç olarak yerleşirse, belki eşler birbirlerine daha hassas davranırlar. Birbirlerini daha hoyrat kullanmamış olurlar. Yani o yönüylede işlerin kolaylaştırılmasının ailelerdeki huzurun, mutluluğun devamı açısından da belki şeyi olabilir.
Bayan Katılımcı: Ama siz devamı onun üzerine hep vuruldu. Mesela geçen derste, devamlı vurgu hep bunun üzerine, bunun üzerine bu kadar vurgu vurulurken de ama Peygamberimiz (s.a.v.)’in Hz. Zeynep’e de dediği “Allah’tan kork, biraz da sabır yolu”, yani bunu böyle insanlar anlayabiliyorlar. Çünkü, bir erkeğin de “efendim benim boşama hakkım var, ben boşadım, hiç kimse sorgulayamaz benim bu hakkımı” dediğinde, yani bunu gerçekten mümin yani çok muttaki olsa bile insandır yani nefsine şey yapabilir, yani burada da bu kadar şey edilmemeli bence. Çok şeyler, çok net sözler söylenmemeli.
Abdurrahman Yazıcı: Bir Hadisi Şerif var mesela; “En sevimsiz helal, boşanmak” gibi talâkdır. Kocasından boşanmak isteyen kadına
1.32.20 A.Yazıcı’nın her söylediği anlaşılamadı.
Bayan Katılımcı: Bir de Ayet, hangi Ayet olduğunu hatırlayamıyorum ama Rabbimizin burda, “Eğer gerçekten siz bu boşanmayı, gerçekten iyi niyetle yani dayanamadığınız için yaptıysanız, ben size bir çıkar yol göstericem” Yani buradaki insanın, hani kendi nefsinle, kendi vicdanınla başbaşa kalmaz ama birilerinin de hani o sorgulamayı yapması gerekiyor toplumda.
1.32.55 Salondan başka bir katılımcı soruyor ama duyulmuyor tam.
Bir katılımcı: .. ?
Fatih Orum: Kadının kinden zor gözüküyor evet.
Bir Katılımcı: İddet beklenmesi gerekiyor, o dönemde sürekli kadının cinselliğiyle ilgilenmesi gibi sorgular daha çok, sorgu hakimin kararına bağlı olmaması
Fatih Orum: Evet öyle doğru.
Çok teşekkür ediyoruz, bu zor hava şartlarında hepiniz buraya geldiniz, çok teşekkür ederiz