El hamdû lillâhi rabbil âlemin, ve’s salâtu ve’s selâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bugün Allah nasip ederse Dabbetu’l Ard diye bilinen ve hakkında çeşitli tahminler ortaya konan bir varlıktan, o varlıkla ilgili Kur’an’ı Kerim’de olan açıklamalardan bahsedeceğiz. Bu vesileyle, Kur’an’ı Kerim’in, Kur’an ile açıklanmasının bizin önümüze ne büyük imkanlar çıkardığını da bir kere daha görmüş olacağız. Ayeti Kerime, Neml Suresi 82. Ayeti. Allah’u Teala burada şöyle buyuruyor;
Neml Suresi 27:82. Ayet; “Ve izâ vekaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbetem minel erdı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn”
“Ve izâ vekaal kavlu aleyhim – onların üzerinde söz gerçekleştiği zaman”
“ahracnâ lehum dâbbetem minel erd – onlar için yerden bir dabbe çıkarırız.” Bir hareket eden varlık çıkarırız.
“tukellimuhum – onlara konuşur”
“ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn – insanlar, ayetlerimiz karşısında kesin bir inanca sahip değillerdi diye.”
Şimdi, bununla ilgili elimdeki meal’de şöyle ifade kullanılmış;
“O söz başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı) zaman onlara, yerden bir dâbbe mahluk çıkarırız da, bu onlara insanların ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.”
Yani kıyamet yaklaşıyor, yerden bir canlı çıkıyor ve insanlara diyor ki; “Ey insanlar, siz Allah’ın Ayetlerine kesin olarak inanmıyorsunuz” Muhammed Hamdi Yazır’ın konu ile ilgili bir görüşünü paranteze almış buraya koymuş Diyanet Vakfı’nın Meali’nde; “Kıyamet alametleri arasında sayılan ve dabbetu’l arz denen yaratık hakkında, Elmalı Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirinde şu şu sayfalara bakınız”. Ben zannettim ki bir görüş belirtiyor.
Neyse onunla ilgili görüşleri biraz sonra Yahya’dan dinleyeceğiz.
Şimdi bununla alakalı çok çeşitli ifadeler kullanılır, işte kıyamet alametleridir falan. Şimdi kıyamet nasıl gelecek? Ansızın gelecek değil mi? Ansızın gelecek şeyin alameti olur mu? Yani bir Şehire gidiyorsunuz, orada yazıyor işte, İstanbul’a geliyorsunuz; İstanbul’a 100 km. diyor. Biraz sonra geliyorsunuz İstanbul il sınırına girdiniz, sonra işte falan yer, burada ansızın olmaz. Ama İstanbul’a değil, böyle gidiyorsunuz, giderken bir de bakmışsınız ki, karşınıza bir şehir çıkmış. Alla alla bu nerden çıktı? Ha bu İstanbul!
Şimdi, ansızın olan o dur, hiç beklenmeyen bir anda karşınıza çıkan şeydir. Şimdi kıyamet, beklemediğimiz bir anda olacağına göre, kıyametin alameti olmaz. Mesela kıyamet alametleri için, “Eşrâtus sâa”tabirini kullanırlar değil mi? Mesela şimdi Muhammed Suresi’nin 18. Ayeti’nde Allah’u Teala bu kelimeyi kullanıyor. Bu Medine’de inmiş olan bir suredir. Burada Allah’u Teala diyor ki;
Muhammed Suresi 47:18. Ayet; “Fe hel yenzurûne illes sâate en te’tıyehum bağteh, fe kad câe eşrâtuhâ, fe ennâ lehum izâ câethum zikrâhum”
“Fe hel yenzurûne illes sâate en te’tıyehum bağteh – Bunlar, o saatten başka bir şey mi bekliyorlar, beklemedikleri bir anda gelmesini”
“fe kad câe eşrâtuhâ – o saatin şartları geldi işte” diyor.
“fe ennâ lehum izâ câethum zikrâhum – kendilerine o saat geldiği zaman, akılları başlarına gelse ne olur gelmese ne olur”
“fe ennâ lehum” yani kendileri için nerede olacak, nasıl olacak, o saat geldiği zaman, ister o bilgilerini kullansınlar, kafalarındaki doğruları kullansınlar, ister kullanmasınlar ne işe yarar? Yani akıllandım ama çok geç, zaman geçti. Şimdi bakın burada nasıl bir mana vermiş.
“Muhammed Suresi 47:18 Ayet; “Onlar kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar. Şüphesiz onun alametleri belirmiştir” (Diyanet Vakfı Meali)”
Bu ne zaman, bu Sure nerede inmişti? Medine’de. Yani bu sure indiği zaman, kıyametin alametleri belirmiştir. (Ben bu manaya katılmıyorum da, biraz sonra şey yapıcağız.) Yani bu ayetlere bu manayı verenler, öbür ayetlere öbür manayı veriyorlar. Ve bu ayetlere verilen yanlış manalardan ortaya çıkan yanlışlar da çözümsüz yanlışlar haline geliyor sonuçta. Çözemiyoruz. Diyor ki burada;
“Onlar kıyamet gününü ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar?”
07.15dk. Keşraf aranıyor.
Keşraf Tefsirine bir bakalım, orada da kıyamet günü mü diyor? Çünkü Keşraf tefsiri bir çok tefsirlerin anasıdır
“Onlar kıyamet gününü ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar. Şüphesiz onun alametleri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca, ibret almaları neye yarar? (Mekke kafirlerinin, kıyametin kopmasını beklemelerini kınayan Ayet. Kıyametin alametlerinin geldiğini hatırlatmaktadır. Hz. Peygamberin gönderilmesi, Ay’ın ikiye yarılması gibi olaylar bu cümledendir.)” (Diyanet Vakfı Meali)”
Şimdi, bir ay’ın ikiye yarılması diye tutturmuş gidiyorlar. Yani, hakikaten bu “İslam Uleması” dediğimiz zatları anlamak gerçekten mümkün değil. Şimdi bir taraftan Allah’u Teala, Peygamberimiz (s.a.v.)’e geçmiş ümmetlerde olan şekilde bir mucize vermediğini söyleyecek, ondan sonra da “Ay’ın İkiye Yarılması” mucizesini verecek, onunla ilgili de sadece bir tek kelime olacak “in şekkal kamer”, başka da bir şey olmayacak! Yani Allah’u Teala’nın, Musa Aleyhisselam’a verdiği “Deniz’in Yarılması Mucizesi”nden daha basit bir mucize mi ki o? Onu çeşitli yönleriyle Allah’u Teala sürekli anlatıp duruyor.
Mesela bakın, bunu sadece bir parantez olsun diye söyleyim; Isra Suresi’nin 59. Ayetinde Allah’u Teala diyor ki;
Isrâ Suresi 17:59. Ayet; “Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti illâ en kezzebe bihel evvelûn, ve âteynâ semûden nâkate mubsıraten fe zalemû bihâ, ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvifâ”
“Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti illâ en kezzebe bihel evvelûn – Yani onlara mucizeler göndermemizi engelleyen şu; öncekiler, mucizeler karşısında yalan söylediler”
Nasıl yalan söylediler? İşte, firavun ve hanedanıyla ilgili olarak ne diyor Allah’u Teala?
09.30dk. “Ve kezzebu bihâ” diye başladı sn. Bayındır ama neml suresine devam etti. daha sonra düzeltti. o kısmı yazmıyorum.
Neml Suresi 27:14. Ayet; “Ve cehadû bihâ vesteykanethâ enfusuhum zulmev ve uluvvâ, fenzur keyfe kâne âkıbetul mufsidin”
“Ve cehadû bihâ – o gösterilen mucizeler karşısında firavun ve hanedanı yalan söylediler”
“câhd” kelimesi, içten bildiğinin tersini söylemektir. Bunu yalanla o demektir ama tabi inkar ediyor.
“Ve cehadû bihâ – o Musa Aleyhisselam’ın göstermiş olduğu mucizeler karşısında bile bile inkara saptılar”
“vesteykanethâ enfusuhum – halbuki içleri çok kesin bir kanaate varmıştı.” Bu doğrudur ve mucize, Musa Aleyhisselam’ın peygamberlik belgesidir. İşte şimdi Allah’u Teala diyor ki;
“Ve mâ meneanâ en nursilu bil âyât – o ayetleri göndermemize engel şu oldu.” Yani o mucizeleri Muhammed Aleyhisselam’a o tür mucizeler vermemiştir Cenabı Hakk.
“en kezzebe bihel evvelûn – öncekilerin, bunların karşısında yalan söylemeleridir.” Mesela bir örnek veriyor,
“ve âteynâ semûden nâkah – semud kavmine, o deveyi mucize olarak verdik”.
“mubsıraten – bütün gerçeği gösterecek şekilde herşeyi” yani işte bu Salih Aleyhisselam’ın Allah’ın Peygamberi olduğunu çok açık ve net olarak gösterecek özellikte o deveyi verdik. Ama,
“fe zalemû bihâ – bu mucize karşısında zalimlik ettiler” Ne yaptılar? Deveyi öldürdüler.
“ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvifâ – Biz o ayetleri, mucizeleri korkutmak için göndeririz.”
Halbuki diğer ayetler niçin geliyor? Korkutmak değil uyarmak değil mi? Uyarmak için geliyor. Şimdi bu Ayet, çok açık olmasına rağmen, işte efendim ayın yarılması mucizesi.
Halbuki “in şekkal kamer” kelimesinin bir anlamı var Arapçada; “it tedahal âmr – herşey açık ve net bir şekilde ortaya çıktı” anlamına geliyor. İşte şimdi bakın burada diyor ki Ayet;
Muhammed Suresi 47:18. Ayet; “Fe hel yenzurûne illes sâate en te’tıyehum bağteh, fe kad câe eşrâtuhâ, fe ennâ lehum izâ câethum zikrâhum”
“fe kad câe eşrâtuhâ – o kıyametin şartları geldi”
Peki Allah (c.c.) geldi dediğine göre daha ne bekliyorsun sen? Dabbetu’l ard nerde? Allah geldi diyor. Eğer madem buraya kıyamet manası veriyorsun bu Ayete, alametleri geldi diyor, daha ne bekliyorsun, daha başka hangi alamet olacak?
Birde “bağteden” aniden gelen şeyin alameti olur mu? Öyleyse bu Ayette ne diyor Cenabı Hakk?
Bakın şimdi, “es sâa – o saat” demek. Yani herbirimizin başına gelecek olan bir saat vardır. Ömrümüzün bitmesi! Ölüm, hiç beklemediğimiz anda gelir. Ya işte hiç te ölmesini beklemiyorduk, bir anda elimizden kaydı gitti, uçtu gitti falan gibi. Peki “onun eşrâtı gelmiştir” diyor Allah’u Teala. Siz hep ölenleri hergün görüyorsunuz da, bu sizin öleceğinizin en kesin işareti değil midir? İşte yaşıyorsunuz, yaşlanıyorsunuz, her gün bunun onlarca alameti oluyor. Onun için diyor ki burada, bu herkesi ilgilendiren örnektir,
“fe ennâ lehum izâ câethum zikrâhum – ölüm onlara geldiği zaman, akılları başlarına gelse ne olacak ki”
“zikrâ” kelimesi çok önemli. Nasıl mana verilmiş burada (Diyanet Vakfı’nın meali) “ibret almaları”. İbret almaları yanlış değil ama “zikrâ” kelimesinin asıl anlamı değil. ?”lazimim” manası. Onun asıl manası şu; “zikir” demek, böyle araştırarak ya da şöyle iç noktalarını kavrayarak elde edilmiş olan bilgilerin ki ona marifet deniyor, doğru bilgilerin kafaya yerleştirilmesidir. Yani, “Bir marifetin, kafaya yerleştirilmesine zikir denir.” O marifet, yani hayatla birebir ilişkili olan o marifet, o bilgiyi siz sürekli kullanırsınız. Sürekli kullandığınız için aklınıza da gelir, dilinize de gelir. Yani zikir, dil ile de söylenmiş olur, akılda da söylenmiş olur. İşte o, tabiattan edinilmiş olan marifeti, yani o doğru bilgilerle, Peygamberlerin getirmiş olduğu kitapları karşılaştırmanın adı da “Tezekkür”dür. Bundan oluşan bir sonuçda “zikrâ”dır.
Dolayısıyla insanlar vefaat ettiği zaman; Şöyle söyleyim; Mesela, az önce firavun ve hanedanının durumunu konuştuk, Musa Aleyhisselam’ın peygamberliği, Allah’ın varlığı ve birliği konusunda en küçük bir şüpheleri yoktu. Ve kalpten, içten bunu biliyorlardı. Peki bu bizim genel tabire göre, bunların dört dörtlük müslüman olması lazım değil mi? Bak “isteykanet” diyen Allah’u Teala’dır. Yani bu konuda yakin sahibi olmuştur. “Enfusuhum”, içleri yani kesin olarak Musa Aleyhisselam’ın peygamberliğine, Allah’ın varlığına ve birliğine, mucizelerde anlatılması gereken şeylerin doğruluğuna kesin inanmışlardır. Peki, buna niye kafir diyorsunuz? İman, kalpten tasdik idi, niye kafir diyoruz? Yani buradan şunu anlatmak istiyorum; bizim temel kavramlar, maalesef ciddi manada yıpratılmıştır. Onun için biz, müslümanı da tanıyamıyoruz, kafiri de tanımıyoruz falan.
Şimdi burada sık sık söylüyoruz; Kafir neydi? Örten! Olmayan bir şey örtülür mü? Olmayan bir şey örtülür mü? İşte, bütün kafirlerin içinde o iman kesin olarak vardır. İşte o az önce söylediğimiz, tezekkür-zikir ile hasıl olan birşeydir. Yani firavuna o mucizelerle oluşan şey, ilave bir şeydir. Sadece Musa Aleyhisselam’ın da Peygamberliği manalı ama diğerleri hepsinde vardır. Mesela dün akşam bir yerde, bir televizyonda reklam arasında birisi dedi ki; “İşte ben ateistim”. Ben de; “Ben senin ateist olduğuna asla inanmam. Yani sen, Allah’ın varlığına ve birliğine kesin olarak inanıyorsundur.” Şöyle durdu ve “olabilir” dedi. Sonra dedim ki; “Bir de birşey daha söyleyim, sen kesin dindarsın değil mi?” “Yani evet” dedi. Muhakkak sizlerinde vardır ateist arkadaşlarınız, ama bir gerçek olduğunu biliyorlar, gayet iyi biliyorlar. “Yani evet ama benim dindarlık anlayışım farklı” dedi. “Hah işte o, asıl olan o” dedim. Peki bu ne oluyor biliyor musunuz? O insanların, işte siz bu Kur’an’ı Kerim’den öğreniyorsunuz ki; bütün kafirler aslında mümin olduktan sonra kafir oluyor. İşte size sık sık okuduğum ayet var ya Âl-i İmrân Suresi’nin 106. Ayeti;
Âl-i İmrân Suresi 3:106. Ayet; “Yevme tebyaddu vucûhuv ve tesveddu vucûh, fe emmellezinesveddet vucûhuhum e kefartum ba’de imânikum fe zûkul azâbe bimâ kuntum tekfurûn”
“Yevme tebyaddu vucûhun ve tesveddu vucûh – o gün bazı yüzler ak, bazı yüzler kara olur”
“fe emmellezinesveddet vucûhuhum – yüzleri kara olanlara şöyle denir”
“e kefartum ba’de imânikum” yüzleri kara olanlar bütün kafirlerdir değil mi?
“İnandıktan sonra kafir mi oldunuz?”
İşte firavunun o kalbindeki o kesin inancın üstünü ne yapıyor? Örtüyor. Niye örtüyor?
“zulmen ve uluvvâ” iki sebebten dolayı. Bir, zalimlik yapmak istiyor; “Bunlarda kim, sen de kim oluyorsun?”. Bir de kendi üstünlüğünü ortaya koymak istiyor. Zaten bu iki özellik, şeytanın özelliğidir.
“E bea vestekbar – direndi ve kendini büyük gördü”. Kendini büyük gördükten sonra şeyi de fesattır. o da zalimlik yapmasıdır, ikinci yapacağı şey. Yani sistemi bozması, düzeni bozmasıdır, düzene uymak istememesidir.
Onun için mesela siz Allah’ın ayetlerini anlatırsınız o insana, o insan Allah’ın ayetlerini çok iyi bilen birisidir. Fakat hesabına gelmediği için; “evet dindarlık ama benim istediğim sınırlarda!” Bu ne demek? Kendini Allah’ın yerine koyuyor, “Büyük benim, kararı ben veririm.” Benim istediğim sınırlarda derken, Allah’ın sınırlarını bozuyor, bir fesatlık cereyan ediyor. Şimdi bu kesin olarak biliyor mu bilmiyor mu? İşte, bildikten sonra ki kafirlik! Siz bunu Kur’an’ı Kerim’den öğrendiğiniz zaman, birisi ben ateistim dediği zaman, şöyle yapıyorsunuz; (Bardağın üzerine bir kağıt konuyor) Mesela şunu gizliyor, sen şimdi biliyorsun ki bunun altında birşey var, şöyle kaldırıp diyorsun ki; “Baksana buna”, “Ha ya işte falan”. Yani yalanını yakalamış oluyorsun, “ben senin ateist olduğuna inanmadım” dediğiniz an kağıdı kaldırmış oluyorsun, bak altta şu var diye. Nerden öğreniyorsun bunu? Kur’an’dan öğreniyoruz, başka öğreneceğin bir yer yok.
Şimdi burada da diyor ki;
“O ölüm geldiği zaman akılları başlarına gelse ne olacak?” (Muhammed Suresi 47:18.)
Zaten geliyor, şimdi ordan ona zaten intikal edeceğiz biraz sonra, dabbetu’l ard ile ilgili rivayetleri okuduktan sonra, şunu kesin olarak göreceğiz ki, dabbetu’l ard olayı, bütün kafirlerin başına tek tek gelir.
“ve kavle alekum” ne demektir? İsterseniz onun da manasını bir doğru anlayalım da, ondan sonra ilgili rivayetleri falan Yahya’dan dinleriz. Tekrar Neml Suresi’ne geliyoruz. 383. sayfa.
Şimdi burada, bir önceki ayetten başlayalım; tekrar şunu söyleyim ben size, Allah’u Teala kendi Ayetlerini kendinden başkasının açıklamasını yasaklıyor ve bunu haşa Tanrılığa soyunmak olarak değerlendiriyor Hud Suresi’nin 1.2 ayetlerinde
Fakat bizim oluşan Tefsir geleneği maalesef bunun dışında. Bizim Ulema, kendisi açıklamaya kalkışıyor. Ya sen ne bilirsin? Sen bunu nerden bileceksin? Cenabı Hakk, bir yerde birşey söylemiş ise, bir başka yerde onu açıkladığını söylüyor, sen niye kendin açıklamaya kalkışıyorsun kardeşim? Sana bu yetkiyi kim verdi? Peygamberimiz (s.a.v.) de Hûd Suresinin ayetlerini ifade eden bir söz söylüyor.
“Men fessi.. 22.20 dk.? – Kim Kur’an’ı kendi görüşüyle açıklarsa kafir olur” diye. Çünkü;
Hûd Suresi 11:1.2 Ayetler; “Elif lâm râ, kitâbun uhkimet âyâtuhû summe fussılet mil ledun hakimin habir. Ellâ ta’budû illellâh, inneni lekum minhu neziruv ve beşir”
“kitâbun uhkimet âyâtuhû summe fussılet mil ledun hakimin habir – O bir kitapdır ki, ayetleri muhkem kılınmış, aynı zamanda açıklanmıştır Hakim ve Habir tarafından.”
Oradaki “summe” ye “ma” manasını veriyoruz. Çünkü o anlam da vardır, Arapça bilenler için söyleyim, başta o uygun değil.
“Ellâ ta’budû illellâh – Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye” Açıklamayı ben yapıyorum ki, başkasına kul olmayasanız!
İşte burda da bakın, sadece 2 Ayeti birlikte okuyacağız diğer açıklamaları, diğer ayetlerden okuyacağız. Yani Allah (c.c.)’ın yaptığı açıklamaları diğer ayetlerden okuyacağız.
Şimdi 81. Ayette diyor ki
Neml Suresi 27:81. Ayet; “Ve mâ ente bi hâdil umyi an dalâletihim, in tusmiu illâ mey yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn”
“Ve mâ ente bi hâdil umyi an dalâletihim – sen, körü yanlış yoldan doğrultamazsın”
Yani şimdi, kör gidiyor. Kör’e diyorsun ki; “işte bak, şurdan şöyle git, şurdan sağa dön, şurdan şunu yap”. Yok olmaz, illa yanına gideceksin, ya da bugün deynek gibi bir takım şeyler verecekler ki, onunla yolunu tespit etsin. Yoksa, köre yol tarif edilmez. Nasıl tarif edeceksin köre yolu? Burada Allah’u Teala öyle söylüyor,
“Ve mâ ente bi hâdil umyi an dalâletihim” Körleri, sapıklıklarından, yani yanlış yoldan doğru yola tarif ile çıkaramazsın. Ya elinden tutarsın, “gelmiyorum” derse, zaten yapacağın birşey yok.
“in tusmiu” Bakın burada, ses ile davet! El ile tutmaktan bahsetmiyor.
“in tusmiu – sesini duyurursun ?” Yani duyuramazsın, bu “in” nafiye manasına.
“illâ mey yu’minu bi âyâtinâ – sadece ayetlerimize inananlara sesini duyurabilirsin”
“fe hum muslimûn” ama buradaki “fa”dan sonra gelen cümle, önceki cümlenin “hali” olabilir. Bu “fa” ile ilgili öyle hükümler vardır.
“fe hum muslimûn – onlar, teslim olabilecek şekilde, ayetlerimize inanırlarsa”
Şimdi, bir çok kimse Ayetlere inanıyor ama teslim olamıyor. “Evet doğru ama yapamıyoruz.” “Sen ancak teslim olabilenlere sesini işittirebilirsin”.
Neml Suresi 27:82. Ayet; “Ve izâ vekaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbetem minel erdı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn”
“Ve izâ vekaal kavlu aleyhim” “kavl” onlara vaki olduğu zaman, buradaki “hum” zamiri, Arapça bakımından kimi gösterir?
Bir Katılımcı: Şart koşulan şeyi yapmayan.
A.Bayındır: Enes Hoca, bakıyor musun “Ve izâ vekaal kavlu aleyhim”deki “hum” zamiri kimi gösterir? O “körleri” gösterir değil mi?
“Ve izâ vekaal kavlu aleyhim” Şimdi bu körler, yaşayan insanlar değil mi yukarıdaki? Onlara oluşan “kavl” nedir? Devamına bakacağız zaten, onların ölmesidir. Çünkü, Cenabı Hakk herkese bir ölüm yazmış. Öbür Ayette belirtilen “o saat” tir. “Ölüm saatinin gelmesidir” az önce Muhammet Suresi’nde okuduk ya. Peki öldükleri zaman, öldüler kabire kondu.
“ahracnâ lehum – onlar için çıkarırız” Onların her birisi için çıkarırız.
“dâbbeten minel erd – yerden bir dâbbe” yani kabirlerin içinden bir canlı çıkar diyor. Bir canlı çıkarırız diyor.
“tukellimuhum – onlara konuşur” Nedir?
“ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn – Bu insanlar, bizim ayetlerimize kesin bir inanç içinde değiller, şüphe duyarlardı. “
Bak, Peygamberin sesini dinleyen bir insan, yani bir körü dalalettinden çıkarmak istiyor, duyurmak istiyor. Ne diyor Allah;
“Tam teslim olabilen insanlara sesini duyurabilirsin!”
Tam teslim olamıyorsa, şüphesi var demekdir değil mi? Bakın, “Bu insanlar ayetlerimize kesin olarak inanmıyorlar” diyecek. İnanmıyorlar diyecek. Şimdi, bu ölmüş olan kişiye, yerden çıkan bu dabbe; bunun böyle olduğunu söylediği zaman. Yani o dabbe’nin ne olduğunu da Peygamberimiz anlatıyor; “Münker ve Nekir” denen melekler. Biraz sonra onlarla ilgili rivayetleri okuyacağız.
Bir Katılımcı: Biraz önce bir şey söylediniz de; bu zamirin nereye döndüğü ile ilgili. Yani “yu’minu bi âyâtinâ” oraya dönmesi de muhtemel değil midir? “Ve izâ vekaal kavlu aleyhim” öldüklerinde yani mümin de
A.Bayındır: İkisi de olur tabi.
Bir Katılımcı: ahracnâ lehum dâbbetem minel erdı tukellimuhum
A.Bayındır: Ama her ikisine de gider yani.
Bir Katılımcı: Bu konuşmaları, iman etmiş olanlara söylüyor olmaları, ilk bakışta biraz daha mantıklı geliyor. Yani müminlere diyecekler; “İşte insanların çoğu bizim ayetlerimize yani Allah’ın Ayetlerine inanmıyorlardı”. Anlam açısından neyi ifade ediyor?
A.Bayındır: Müminler için fazla bir anlamı yok. Müminler onu zaten biliyorlar. Bak şimdi, eğer bir mani varsa; Biraz sonra ilgili Ayetleri okuyacağız; Müminlere gitmesine gerek olmadığına dair. Çünkü Nahl Suresinde (ki daha sonra daha detaylı olarak okuruz) 32. Ayet diyor ki;
Nahl Suresi 16:32. Ayet; “Ellezine teteveffâhumul melâiketû tayyibine yekûlûne selâmun aleykumudhulûl cennete bimâ kuntum ta’melûn”
“Ellezine teteveffâhumul melâiketû tayyibin – iyi kişiler olarak, meleklerin canları aldığı kişiler”
“yekûlûne selâmun aleykum – onlara söyleyecekleri söz; size selam olsun.”
Öbürleri de melek, bunlar da melek. İkisini de melekler karşılıyor ama birisini farklı karşılıyor, öbürünü farklı karşılıyor. Selamun aleykum
“udhulûl cenneh – bu cennete gir” O cennetin ne olduğunu biraz sonra şey yapacağız, kabir o. Kabir!
“bimâ kuntum ta’melûn – “yaptıklarınıza karşılık bu cennete girin” denecek kendilerine”
Ama aynı surenin 28. ayetinde de kafirlerle ilgili de yanlışlar içerisinde olanlarla ilgili ki, yanlışlar içerisinde dediğin zaman; günahkarlar da bu kapsama girer.
Nahl Suresi 16:28. Ayet; “Ellezine teteveffâhumul melâiketû zâlimi enfusihim fe elkavus seleme mâ kunnâ na’melu min sû’, belâ innellâhe alimum bimâ kuntum ta’melûn”
“Ellezine teteveffâhumul melâikeh – Meleklerin, vefat ettirdikleri kişiler”
“zalimi enfusihim” Bunlar, bu defa yanlış yapan insanlar. “Kendilerine karşı yanlış yapan insanlar”
“fe elkavus seleme – teslimiyet gösterirler” itiraz yok, teslimiyet gösterirler.
“mâ kunnâ na’melu min sû’ – biz yanlış bir şey yapmıyorduk ki derler” Yani suçlular öyle; ben bir şey yapmadım ki! Bir dakika. “ben bir şey yapmadım demek ile adam kendini kurtarır mı?” Kurtaramaz ki!
“belâ innellâhe alimum bimâ kuntum ta’melûn – Hayır, ne yaptığınızı Allah biliyor”
İşte bakın, karşılaştırdığınız, bu iki ayeti birleştirdiğiniz zaman; “İnsanlar ayetlerimize tam olarak inanmıyorlardı” sözü kime söylenir? Müminlere değil! Belli yani.
Mü’minûn Suresi 23:99. Ayet; “Hattâ izâ câe ehadehumul mevtu kâle rabbirciûn”
“Hattâ izâ câe ehadehumul mevt – onlara ölüm geldiği zaman,” Hani o meleklerle karşılaşıyor, artık işin hakikaten ciddi olduğunu, problem olduğunu anlıyorlar, iş büyük, ki diğer ayetlerde okuyacağız, ne kadar büyük olduğunu orada anlatacak.
“kâle rabbirciûn” Bu defa Cenabı Hakk’a yalvaracaklar; “Ya Rabbi, bizi geri çeviriniz”. Meleklere söyleyemeyecekler. Çünkü meleklerin yapamayacağını biliyorlar ya, Allah’a yalvarıyorlar. Artık, Allah’tan başkasına yalvarmanın bir anlamı olmadığını anlıyorlar;
“Rabbirciûn – Ya Rabbi bizi geri çeviriniz” diyecekler.
Mü’minûn Suresi 23:100. Ayet; “Lealli a’melu sâlihan fima teraktu kellâ, innehâ kelimetun huve kâiluhâ, ve miv verâihim berzehun ilâ yevmi yub’asûn”
“Lealli a’melu sâlihan fima teraktu – Terkettiğim dünyada belki iyi birşey yaparım” Terkettiğim dünyada belki iyi birşey yaparım, ölmüş ya!
“kellâ – hayır”
“innehâ kelimetun huve kâiluhâ – bu onun söylediği boş söz”
“ve miv verâihim berzehun – arkalarında engel var” Yani, artık gidecek, ruhun gideceği bir vücut kalmadı. Nereye gidiyorsun?
“ilâ yevmi yub’asûn – Baas olacakları güne kadar”
“Baas günü” ne zaman? Kıyametin kopması olayı. Bak ölmüş, ve baas’dan önce, buna ne diyoruz biz? Kabir hayatı diyoruz değil mi? İşte bütün bunları birleştirdiğiniz zaman, “dabbâtu’l minel ard” Peygamberimizin hadisi şerifinde belirtilen, bu Ayette de belirtilen “Kafirlere konuşan melekler”. Müminlere konuşan melekler başka, kafirlere konuşan melekler başka. Şimdi onunla ilgili rivayetleri ve değerlendirmeleri Yahya’dan dinleyelim.
Y.Şenol: Tefsirlerde, bu dabbe’nin nasıl bir canlı olduğu hususunda yaklaşık 10 kadar farklı tarif var. Mesela birincisinde şöyle; “Bizim bildiğimiz canlıların dışında bir canlı” diye tarif etmişler. Bilmiyorlar tarif edemiyorlar.
A.Bayındır: Bir kere bu ne zaman çıkacağında ittifak etmişler mi? Kıyamet?
Y.Şenol: Yok, onu da okuyacağım biraz sonra. Dokuz farklı zaman söylemişler, ne zaman çıkacağına dair. Önce nasıl bir canlı olduğunda,
İkincisinde; “Dört ayaklı ve iki kanatlı olacak bu canlı” demişler.
A.Bayındır: Çok masal dinlemişler.
Y.Şenol: Üçüncüsü; Şimdi biraz daha tarif ediliyor. Demişler ki; “Kuyruğu koç kuyruğu, ayakları deve ayağı, her mafsalının her ekleminin arası 12 zira, başı öküz başı”
A.Bayındır: 1 “zira” dediğimiz ne kadar biliyor musunuz? Parmak ucu ile dirsek arası mesafe. Her ekleminin arası 12 zira. 12 X 30=3.60 mt. her ekleminin arası 3.6 metre
Y.Şenol: Başı ökü başı gibi olacakmış, “gözleri domuz gözü, kulakları fil kulağı, boynuzu geyik boynuzu, göğsü aslan göğsü, rengi kaplan rengi, böğrü kedi ve inek böğrü, yüzü insan yüzü gibi olan, diğer yanları kuşa benzeyen, boyu 60 zira olan tüylü ve kıllı bir canlı” Diyanet Ansiklopedisi’nde ufak bir minyatür var çizmeye çalışmışlar. Böyle
A.Bayındır: Bunun kaynağı ne?
Y.Şenol: Bunların hepsi, tefsirlerde geçen rivayet. Begavi’de, Ali ? , İbnu’l Cevzi, Suyûti, Zamahşeri, Kurtubi hepsinde var. “Yanında Musa Peygamber’in Asası ve Süleyman Peygamber’in Mührü olacak. O mühür ile müminin yüzünü parlatacak ve asa ile de kafire vuracaktır.” Böyle bir rivayet var. Ondan sonra, bu canlının, ajan ve casus olduğu söylenmiş. Zamahşeri, Kurtubi
Bir Katılımcı: O casus olayı aklıma,
A.Bayındır: O, Yecuc-Mecuc olayı
Y.Şenol: Elmalı şöyle bir rivayet vermiş; “Deccal için bilgi toplayan casus” demiş.
A.Bayındır: Deccal için, ama o bir adada falan diye ifade var. Mesela inşaallah Yecuc-Mecuc olayını da anlatacağız. Orada da buna göre bir sürü şeyler var ama Kur’an’ı Kerim, en küçük bir şüpheye yer vermeyecek şekilde sahih hadislerle en küçük şüpheye yer vermeyecek şekilde bunları ortaya koymuş. Burada da zaten biraz sonra, Kur’an-Sünnet bütünlüğünün ne kadar net bir şekilde oluştuğunu göreceğiz.
Y.Şenol: Sonra, “yılandır” şeklinde bir tarif de var. “İlk adımını Antakya’da atacak”mış. Bir rivayette Begavi ve Ummu Cevzi, Kurtubi’de geçen bir rivayette; “Bidat ve küfür ehli ile mücadele edecek bir insan” olacağı da söylenmiş.
A.Bayındır: Dabbetu’ul ard!
Y.Şenol: Bu ne zaman çıkacak? Bununla ilgili de 9 farklı zaman söylenmiş.
A.Bayındır: Bir ara da Yaşar Nuri, Stefan Howking (hiçbir tarafını oynatamayan) için dabbatu’l ard demişti.
Y.Şenol: Dabbe’nin çıkacağı zamanla ilgili anlatılanların birincisi;
“İnsanların iyiliği emretmeyip, kötülükten nehy etmedikleri bir sırada çıkacak”.
“Yeryüzünde hayr-iyilik adına hiçbir şey kalmadığı bir zamanda çıkacak”.
“Ahir zamanda, insanların bozuldukları, Allah’ın emirlerini terk ettikleri ve Hakk dini değiştirdikleri zaman çıkacak”.
“Hz. İsa’nın ve Mehdi’nin ölümünden sonra”.
“Artık insanların ıslah olmasının beklenmediği bir zamanda”.
“Alimlerin ölüp de ilmin kaybolup gittiğinde”.
“Kur’an’ı Kerim’in ortadan kaldırıldığında”.
“Kıyametin kopması anında”.
“Tövbe eden kimsenin artık kalmadığı bir sırada” diye 9 farklı zaman söylenmiş.
A.Bayındır: Bunların 9’u da Kur’an’ı Kerim’in bütünlüğüne ters.
Y.Şenol: Sonra, nerede çıkacağına dair de 7 farklı rivayet var. Onlarıda söyleyelim.
Dabbe’nin çıkacağı yer; Mekke denmiş. Mekke’nin dışında bir yer olduğu da söylenmiş. Saf’a Tepesi denmiş. Tıhama Vadileri, Safa ve Merve arası, Taif denmiş bir de Küfe Mescidi’nde çıkacak denmiş.
Ondan sonra bu Ayette çıkıp da konuşacağından bahsetmişti. Ne söyleyeceğine dair de 8 farklı rivayet var. Birincisi; “İslam dışındaki dinlerin batıl olduğu”nu söyleyecekmiş.
İkincisi; “Kimilerine mümin, kimilerine de kafir “ diyecek.
“Mekkelilerin Kur’an’ı Kerim’e ve öldükten sonra dirilmeye inanmayacaklarını söyleyecek” demişler.
Dördüncüsü; Ayetteki ibare; “İnsanlar ayetlerimize, kesin bir inanç ile inanmıyorlar” diyecek.
Beşincisi; “İnsanlar benim çıkacağıma inanmıyorlardı” diyecek.
Altıncısı; “İnsanların çoğu, kıyametin geleceğine delalet eden Allah’ın ayetlerine inanmıyorlardı” diyecek.
Yedincisi; “Dabbe’nin konuşması, insanların Allah’ın huzurunda dirilip toplanacakları yerde olacak” bunu söyleyen de varmış.
“İnsanlarla konuşacak ve küfür üzerine olanları azarlayacak” böyle demişler.
Sonra çıkışıyla alakalı da 5 farklı rivayet var. Demiş ki;
“İlk olarak, Yemen’de ortaya çıkacak ve sonra gizlenecek”. Bir müddet gizlenecekmiş. Razi ve Zamahşeri’de geçen bir rivayet bu.
“Sonraki çıkışı, çölde olacak ve sonra yine uzun bir zaman gizlenecek. Daha sonra müslümanların bulunduğu bir sırada Mescid-i Haram’dan çıkacak. Ayakları daha yerden çıkmamasına rağmen başı bulutlara değecek.” Böyle demişler. Bir de; “At’ın koşması
A.Bayındır: Başı bulutlara değecek, kolay. Sis çökmüş olursa anında değer. Problem değil.
Y.Şenol: “At’ın koşması gibi yerden çıkacak ama bu hıza rağmen üç günde 3’te 1’i çıkamayacak” mış.
A.Bayındır: Üç günde üçte biri çıkacakmış. Peki tam çıktığı zaman, herhalde boynuzuna ay takılır değil mi? Ay yukarı çıkarken, daha kafasını çıkarmadan,
Y.Şenol: Farklı farklı, bunların hepsi tefsirlerden derlenmiş yani dabbe ile söylenen bütün şeyler, tefsirlerde bunlar.
A.Bayındır: Bitti mi, başka var mı?
Y.Şenol: Var şimdi onlara da bakacağız. Dabbe ile ilgili rivayetler, Müslim başta olmak üzere.
Bir Katılımcı: Detaylara girmeden, Müslim’de geçen rivayet
A.Bayındır: Onun tercümesini alsaydınız keşke, tercümesiyle vakit geçirmesek. Var mıydı tercümesi? ilgili yerini oku sadece.
Bir Katılımcı: İlk Ayetleri şu şekilde sıralamış; Güneşin tersinden doğması,
A.Bayındır: Kıyametin alametleri. Zaten kıyametin alametleriyle ilgili Ayeti okuduk. Allah’u Teala, “Geldi – fe kad câe” “kad câe” ne demek? “Kesin olarak geldi bitti.
“Eşrâtuhâ – şartlar geldi oluştu” (Muhammed Suresi 47:18) diyor.
Ve Medine’de iken bu herkesin kendi, zaten benim öldüğüm gün, benim kıyametim kopmuştur. Yani Nasrettin Hoca’nın tarifini biz dinlediğimiz zaman biraz gülüyoruz falan ama doğruyu söylüyor. Yani ben doğduğum gün dünya başladı, öldüğüm gün de bitti. Ondan öncesi yada sonrası benimle alakalı değil ki! Öyle değil mi? Zaten o kıyamet sahneleri oluşsa da, ben ölene kadar benim açımdan bir anlam ifade eder. Öldüğüm andan itibaren zaten hiç bir haberim olmaz. Yani onlardan etkilenmem.
44.10dk. Bayan katılımcı konuşuyor ama duyulmuyor.
A.Bayındır: Şimdi bir okuyalım, sonra bakarız.
Bir Katılımcı: İkincisi; “Bir kuşluk vakti, duha vaktinde dabbenin çıkması” bu şekilde geçiyor.
A.Bayındır: Dabbe’nin tarifi var mı?
Bir Katılımcı: Yok, bu rivayette Müslim’de yok. “Kitabu’l Fitten ve Eşrâtu’l Sâa” Fitne ve
A.Bayındır: Eşratus saa diyor değil mi? Eşratus saa işte o ayette okuduğumuz, Muhammet Suresi’nde okuduğumuz Ayette.
Bir Katılımcı: Devamında diyor ki; “Bu iki alametten hangisi önce olursa, diğeri hemen arkasından gerçekleşecek.” Yani orada bir belirsizlik de var, hangisi daha önce olacak.
İkinci rivayette; Hureyra’dan (r.a.) yine Müslim’den. Bu sefer iman bab-ın da. İmanın kabul edilmeyeceği zaman babı. Diyor ki; “Üç şey gerçekleştiğinde ya da meydana geldiğinde, iman etmemiş olanın imanı artık ona fayda sağlamaz. Ya da iman edip de eğer amel işlememiş ise, o da ona, o saatten sonra birşey yapması ona bir fayda sağlamaz. Birtanesi, güneşin batıdan doğması, deccal ve dabbetu’l ard’dır.” Bu şekilde geçiyor. Müsnet’te de geçiyor; buna yakın bir hadis, hatta Müslim’deki ile aynı
(45.35 dk. söyleneni anlamıyorum)
orda da uzun bir hadis var. O biraz detaylandırmış ne yapacağıyla ilgili. İşte, kişi namaza duracak, dabbetu’l ard gelip onun, işte mühürle onu mühürlemesin diye, bu namaza duruyor ve diyor “Sen namaza dursan da benden kurtulamazsın”. En sonunda onu da mühürlüyor o şekilde. Daha sonra insanlar birbirlerini görüyorlar; İşte, sen müslümansın sen kafirsin, çünkü herkes yüzünden belli oluyor müslüman kafir olduğu.
A.Bayındır: Ama yapacakları birşey yok.
Bir Katılımcı: Yapacakları birşey yok yani. Aşağı yukarı hadisler bunlardır. Müslim, Ahmed’deki hadisler, çok da detaya girmemişler, sadece “dabbetu’l ard çıkacak – hurucul dabbeti” diye. Diğer, Müstetrit, Mecmuaz Zevarit 46.20dk.. (?) diğer tali kaynaklar onlar detaylandırmışlar; Şu şekilde olacak, şunu söyleyecek.
Y.Şenol: Diyanet Ansiklopedisi’nin 8. Cild’inde Zeki Sarıtoprak tarafından hazırlanan madde 293-295 sayfalarda ilgili bütün rivayetleri verdikten sonra şu şekilde konuyu bağlamış;
“Dabbe konusu, ilgili ayet ve ondan önceki ayetlerin çizdiği çerçeve dahilinde düşünüldüğü takdirde, bu kavramın yeryüzündeki bütün insanları kapsamayan, belli olumsuz şartların ortaya çıkması halinde, sadece belirli yerlerde vuku bulan veya vuku bulacak olan sosyal bir sarsıntıyı sembolize ettiği düşünülebilir.” Yani herkes için geçerli olmayacak demiş. “Bu sarsıntının, başka bir deyişle ilahi azabın mahiyeti ve ayrıntıları hakkında Kur’an’da herhangi bir beyan yoktur”.
“Konuyla ilgili hadislere gelince; Hiçbir mütevatir olmayan bu hadislerin, ilgili ayetden farklı olarak içerdikleri açıklamalar, kesin bilgi değil sadece zan ifade eder. Haberi vahit denilen bu çeşit rivayetlerin, akaid alanında delil olamıyacağı Kelam İlmi’nin bir ilkesi olarak benimsenmiş ve bu tür açıklamaların bağlayıcı olmadığı kabul edilmiştir. Çeşitli kıyamet alametleri hakkındaki hadisleri rivayet eden Buhari’nin El Camus Sahihi’nde Dabbetu’l Ard ile herhangi bir kaydın bulunmaması, Kutubi Sitte’deki diğer rivayetlerin de ayrıntı vermemesi dikkat çekicidir.” Hadislerde bu biraz önce okuduğumuz ayrıntıların hiçbiri yok.
“Bu durumda Tirmizi’nin El Camus ile İbni Mace’nin Sünen’inde; Ebu Hureyre’den rivayet edilen hadisin verdiği kısa bilgi dabbetu’l ard Ayeti’nin yani “insanların ayetlerimize gerçekten inanmadıklarını kendilerine söyler” mealindeki son kısmının maddileştirilmiş veya sembolize edilmiş bir açıklaması görünümündedir. Çoğu Eşratu saat kitaplarında geçen yani kıyamet alametlerini anlatan kitaplarda geçen konuyla ilgili ayrıntılı bilgileri özetleyen Fahrettin Razi, kendi kanaatini şu cümlelerle bitirmektedir. Şöyle demiş Razi; “Şunu bilmelisin ki, Kur’an’da bu hususların hiçbiri hakkında herhangi bir delil mevcut değildir. Eğer Hz. Peygamber’den sahih bir haber gelmişse kabul edilir, değilse hiçbir açıklama dikkate alınmaz””.
Bu madde de bu sözlerle bitmiş.
A.Bayındır: Ahmet ? mi demiş?
Y.Şenol: Yok, Fahrettin Razi.
A.Bayındır: Ben burda şunu da şey yapıyım. Bir kere bu rivayetlerin sahih olma şansı yok. Geçende birisi, Buhari ile alakalı bir soru sormuştu değil mi? “Buhari’ye nispet edilen bir nüsha var mı?” diye. Onunla ilgili de bir cevap gelmişti. O cevap neydi? Hüseyin Hansu hocanın verdiği cevap.
Y.Şenol: “Kendisinden kalan yok” diyor da, talebelerinden hani onun onayladığı bir nüsha var elimizde. Ama kendisinin yazdığı nüsha yok.
A.Bayındır: Kimin onayladığı?
Y.Şenol: Yuniğni diye bir alim.
A.Bayındır: Ondan 5 Asır sonra oluşmuş.
50.25dk. Katılımcının her söylediği duyulmuyor.
Bir Katılımcı: Öğrencisiydi hatırladığım kadarıyla ve Buhari’ye onaylatmış. Bağlantılardan çıkar
A.Bayındır: Şimdi bakın orada diyor ki; Bu olaylar olduğu zaman, artık tekrar inanma imkanı yok, tevbe etme imkanı yok diyor. Nisa Suresi’nin 17-18 .Ayetleri’ne bakalım var mı bu? Şimdi burada diyor ki Allah’u Teala;
Nisâ Suresi 4:17. Ayet; “İnnemet tevbetu alellâhi lillezine ya’melûnes sûe bi cehâletin summe yetûbûne min karibin fe ulâike yetûbullâhu aleyhim, ve kânellâhu alimen hakimâ”
“İnnemet tevbetu alellâhi lillezine ya’melûnes sûe bi cehâletin summe yetûbûne min karib – Allah’u Teala’nın kabul etme sözü verdiği tevbe; cehaletle kötülük işleyen kişinin tevbesidir”.
Tabi buradaki “Cehalet” belki sizde sıkıntı doğurabilir, yani “bilmeden kötülük işleyen”. Herkes bilerek yapıyor zaten, bilmeden işleyeni Cenabı Hakk sorumlu tutmaz. Buradaki “cehalet”, bilmeden manasına değil, “kendine engel olamayarak” manasına gelir, yani biliyor ama engel olamıyor. Şimdi herkes öyledir. Bütün kafirler, kafirliğinin yanlış olduğunu gayet iyi bilirler ama engel olamazlar. Ondan dolayı, işte Ayeti Kerime’de;
Hicr Suresi 15:2. Ayet; “Rubemâ yeveddullezine keferû lev kânû muslimin”
“O kafirler zaman zaman şunu söylerler keşke müslüman olsalar”. Yani, keşke teslim olabilseler. Zaten az önce okuduğumuz;
“in tusmiu illâ mey yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn – teslim olarak ayetlerimize inananlar ancak senin sesini dinler.” (Neml Suresi 27:81)
Teslim olabilmek zor birşeydir. Çünkü o kafirlerin kalbinde (Ayette okuduk ya), her birinin kalbinde iman olduğunu Ayetten öğrendik. Şimdi üstünü örtmüş olsalar bile, size şunu söyler; “Siz kendinize bakın, benim kalbime bak, benim kalbimi Allah biliyor” der. Doğru ama üstünü örtmüşsün sen onun. Onun için hepsi, kendini zaten kendi açısından mümin sayıyor. Ondan dolayı da ahirette, işte “biz bunu yapmıyorduk ki, şunu yapmıyorduk ki” diyorlar. Ama teslim olamadıkları için;
“lev kânû muslimin” diyor Ayeti Kerime, “Keşke teslim olsalar”. İsteyecekler yani, bütün kafirler zaman zaman, keşke teslim olabilsek diye içlerinden büyük bir arzu geçireceklerdir.
Şimdi dolayısıyla, “bi cehaletin” ifadesi o, yani kendisine engel olamıyor. Neye engel olamıyor; İlla ben büyüklük taslayacağım. Neye engel olamıyor; İlla dünyayı, ahirete tercih edecek. Zaten temel ayırım da o, illa dünyayı ahirete tercih edecek! İşte “ya’melûnes sûe bi cehâletin” bu. Kendine engel olamayarak kötülük yapıyor.
“summe yetûbûne min karibin – ama vakit geçmeden tevbe ediyorlar.” Peki, “yakında tevbe ediyorlar” ifadesi, “yakınların” manasını biraz sonra öğreneceğiz Ayetten.
“fe ulâike yetûbullâhu aleyhim – Allah onların tevbelerini kabul edecektir.”
“ve kânellâhu alimen hakimâ – Allah bilir ve doğru karar verir.”
Peki, “min karibin – çok geçmeden tevbe eden” ne demek? Onu da burada anlatıyor.
Nisâ Suresi 4:18. Ayet; “Ve yeysetit tevbetu lillezine ya’melûnes seyyiât, hattâ izâ hadara ehadehumul mevtu kâle inni tubtul âne ve ellezine yemûtûne ve hum kuffâr, ulâike a’tednâ lehum azâben elimâ”
“Ve yeysetit tevbetu lillezine ya’melûnes seyyiât – kötülük yapıp duranların tevbesi, tevbe değildir.” Ne zamana kadar?
“hattâ izâ hadara ehadehumul mevt – ölüm onun için hazır oluncaya kadar” Şimdi bu dabbetu’l ard geldiği zaman, ölüm hazır oluyor mu? Ölmek üzere mi bu insanlar o rivayetlerde?
Bir Katılımcı: Öyle bir şey yok.
A.Bayındır: Öyle bir şey yok! Bakın Ayet ne diyor? Ölüm gelip çatmış. Ölümün gelip çatmasının örneği var değil mi? Firavunun tevbesi olayı var. Firavunun tevbesiyle ilgili
Yûnus Suresi 10:90 Ayet; “Ve câveznâbi beni isrâilel bahra fe etbeahum fir’avnu ve cunûduhû bağyev ve advâ, hattâ izâ edrakehul ğaraku kâle âmentu ennehû lâ ilâhe illellezi âmenet bihi benû isrâile ve ene minel muslimin”
“Hattâ izâ edrakehul ğarak” o garak
buradaki “Hadara ed edrake” aynı manaya geliyor. ed edrake, “garak-boğulmak” demek
“hadara el mevtu garak” aynı manaya gelir. Ölüm gelip çatmış, yani firavun için artık ölmeme diye birşey sözkonusu değil. Bütün şeyler bitmiş. İşte o zaman ne diyor firavun?
“inni tubdul ân-ben şimdi”
“hattâ izâ edrakehul ğaraku kâle âmentu ennehû lâ ilâhe illellezi âmenet bihi benû isrâile ve ene minel muslimin – israiloğullarının inandığı ilahdan başka ilah olmadığına inandım, ben teslim olanlardanım”.
O zaman teslim olamıyorduya, “ben şimdi teslim oluyorum” diyor. Ne yapacaksın, teslim olmasan ne yapacaksın? Geçmiş olsun tabi. İşte o zaman Allah’u Teala diyor ki;
Yûnus Suresi 10:91 Ayet; “Âl âne ve kad asayte kablu ve kunte minel mufsidin”
“âl an – Şimdi mi?”
“ve kad asayte kavlu – ama bundan önce isyan içerisindeydin”.
İsyan da nedir? Yani sınırları tanımıyor, böyle karşı çıkıyordun devamlı böyle, hep karşı çıkıyordun.
“ve kunte minel mufsidin – o zaman da bozgunculardandın” şimdi muslimin diyorsun ama mufsitlerdendin.
Yani tekrar ediyorum bakın arkadaşlar, bunlar çok önemli hususlar; Kafirlerin iki önemli özelliği vardır; Bir: Kendilerinin büyüklüğü, şeytanın “enharrum min – ben daha iyiyim” ifadesi. Bunu, böyle bir duygu içerisinde gelen kişi, dünyanın en büyük alimi olsa farketmez, şeytandan daha büyük alim olamaz. İblis’den daha büyük alim olamaz. Alimlik adamı kurtarmaz. Ben daha iyiyim diyorsa, orada ciddi bir sıkıntı var. İşte bu kendisinin üstünlüğünü ortaya koyabilmek için, mecburen sistemi bozacak. O zaman da “mufsid” olacak. Yani iki temel özelliği var; Birisi kibir, birisi fesad! Bunu bütün kafirlerde görürsünüz. Bütün kafirlerde görürsünüz! O fesada da sebep olan, işte o kendi büyüklüğünü ispatlamak. Bak, şeytan kendi büyüklüğünü ispatlamak için Cenabı Hakk’a ne diyor?
“Göreceksin, bunların çoğu sana teşekkür etmeyecektir” diyor. Allah (c.c.) ile haşa, rekabette bulunuyor!
58.05 dk. katılımcının söyledikleri duyulmuyor.
A.Bayındır: Yok o şey değil, kendisine hep tebliğ edilen o olduğu için. Yani Musa (a.s.)’ın inandığıyla.
Şüphesiz öyle de, ben burada şunu ifade etmek istiyorum. Tabi orası öyle. Yani burada bu Ayeti anlamak için, Cenabı Hakk, Kur’an’ı Kerim’de demiyor mu;
? “Her konunun örneğini verdik bu Kur’an’ı Kerim’de”.
Şurada bir olay anlatıyorsa, o olayın örneği var. Yani kişi, ölüm gelinceye kadar tevbe edebilir. “Ölüm gelmesi” ne demektiri, Allah, firavun örneğiyle bize gösteriyor. Boğuluyor. Şimdi dabbetu’l ard geldiği zaman, böyle bir olay var mı? Böyle bir şey yok.
59.10dk. katılımcı duyulmuyor.
A.Bayındır: Hayır edemiyor. Şimdi mi? Nerdeydin şimdiye kadar? Artık süresini geçirmiş o. Tabi zamanlama ters.
Başka bir katılımcı konuşuyor ama ilk söyledikleri duyulmuyor.
Bir Katılımcı: .. “Son an” demek te, belki “o an” da yok yani. Tam bitiş.
A.Bayındır: İşte “an”. Geçen hafta bir arkadaş anlatıyor. “Askerde helikopterimize teröristler saldırıda bulundu. Helikopter düştü, içerisinde 8 kişi ölmüş, 4 kişi de kurtulmuş. Ateş topu içerisinde o sıra, ben Cenabı Hakk’a sığındım; Yarabbi beni affet!” Başka bir şey aklına gelmiyor. Artık o anda, o son an, herşey gidiyor. Çünkü ne için bu insan inanmıyor du? Bilmediğinden dolayı değil. Hani küfür, örtmekti ya; güçlü bir rüzgar geldiğinde hemen örtü düşecek, altındaki çıkacak! O güçlü olay, ortaya çıkınca, imandan başka birşey kalmıyor. Bu sende zaten vardı, firavunda yok muydu? Vardı zaten! Ama artık zulmedeceği bir israiloğulları yok, bozacağı birşey kalmadı. Yani yapacağı herşey bitti. İşte o zaman, onun için diyor ki; “Şimdi mi?” Ve kabul edilmiyor! Diyor ki Allah’u Teala;
“ve ellezine yemûtûne ve hum kuffâr – kafir olarak ölenlerin tevbeside tevbe olmayacak.” O tevbeyi de az önce Müminun Suresinde okuduk, diyorlar ki;
“Rabbirciûn – bizi dünyaya çevir”
“Lealli a’melu sâlihan fima teraktu kellâ – terkettiğim dünyada belki iyi bir şey yaparım” (Mü’minûn Suresi 23:100)
Bu nedir? Bir tevbedir. Orada ne diyor, aynen “al an” gibi, orda ne diyor?
“Kellâ-hayır”
“innehâ kelimetun huve kâiluhâ – bu onun söylediği boş bir sözdür”. Kafir olarak ölenler de, dönmek istiyorlar işte o tevbe, ölmek üzere olan firavun gibi. O zaman bu dabbetu’l ard olayın da ve diğer iki tane olayda ölme olayı olmadığı için, Kur’an’ı Kerim’in bu kesin kuralına aykırıdır. Tamam mı?
Evet şimdi, Buhari ile ilgili olayı okuyalım.
Y.Şenol: Buhari’nin kitabının ismi; “El Camus Sahih”. Bu El Camus Sahih’ih müellif nüshası günümüze ulaşmamış. Yani bizzat Buhari’nin kaleme aldığı nüsha, günümüze ulaşmamış. Günümüzde mevcut Sahih’in Buhari nüshaları ise Ali b.Muhammed El Yuniğni tarafından, Buhari’nin meşhur talebelerinden El Firevri’nin nüshasına dayanılarak hazırlanan nüshaya dayanmaktadır.
Yani Buhari’nin öğrencisi Firevri, onun da nüshasından yazan El Yuniğni. Yani Buhari’den sonraki
A.Bayındır: Yani Buhari’den çok sonraymış.
Y.Şenol: İki şey.
A.Bayındır: Yok hemen şey değil. Onun nüshasından. Ondan çok sonra yaşayan
Y.Şenol: Firevri’nin kendi nüshasında, hocası Buhari’den iki defa dinlediği rivayet edilir diyor. 701 Yılında vefaat etmiş Ali b.Muhammed El Yuniğni. 256 ise yaklaşık 500 Yıl gibi birşey yapıyor.
A.Bayındır: Arada 5 Asır var. 5 Asır sonraki tabi. Yani Buhari ile Buhari’nin Kitabını bize nakleden kişi arasında 5 Asır var. Ve bizim en sahih hadis kitabımız bu! Düşünebiliyor musunuz? Buhari ile Peygamberimizin arasında ne kadar var? 2 Asır var. Yani 205 Buhari’nin doğumu. Doğduğu gün hadisci olmadı ki. Buhari ile Peygamberimiz arasında 2 Asır var, Buhari’nin kitabını bize naklettiği rivayet edilen kişi ile de Buhari arasında 5 Asır var.
Y.Şenol: Bugünkü nüsha böyle. Yani Buhari’den direkt nakleden değil, Firevri. Buhari’nin talebesi Frevri’nin nüshası var da, bugün elde yok diyor.
A.Bayındır: İyi ya, Firevri’nin nüshasını söyleyen, bu zat.
Y.Şenol: Yani, o nüshaya dayanarak yazan adam, Muhammed El Yuniğni.
A.Bayındır: Bu Firevri’ye nispet edilen nüshayı, 5 Asır sonra bize naklediyor. O 5 Asır, bu kitap Firevri. Yani Firevri ile görüşmüş değil ki! Ona aittir deniyor. Tamam mı, aynı problem. Devam et, bitti mi?
Y.Şenol: Bu kadar. Firevri, Buhari’den iki defa dinlemiş.
A.Bayındır: Ve şuanda bizim elimizdeki bu arkadaşımız Doç.Dr. Hüseyin Havsu, bizim Fakültede öğretim üyesidir bunu yazan. Onunla konuştum, diyor ki; “Şu anda bizim elimizde bulunan Buhari Nüshaları da, Abdulhamit zamanında tahkik edilmiştir.” O zaman bir çalışma yapılmıştır. Bunu şunun için söylüyorum; Bazıları bu hadis kitaplarını, Kur’an’ı Kerim gibi değerlendiriyorlar. Bunların üzerinde, bu sıkıntıların olduğunu düşünmemiz lazım.
Onun için, biz bütün çalışmalarımıza, Kur’an-Sünnet bütünlüğünü esas alıyoruz. Tabi bu da çok zor bir iş. Herzaman tekrarlıyorum, burada size bir meseleyi sunuyorsak; mesela dabbetu’l ard ile ilgili çalışmalarımızı şöyle geriye doğru götürürsek, herhalde 7-8 seneyi bulur. Yani daha yeni yeni “acaba ders yapabilir miyiz” dedik ve geçen hafta yaparız dedik ve şimdi yapıyoruz. Yani bu öyle, Kitap-Sünnet bütünlüğü dediğimiz olay, hemen akşamdan sabaha bir kişinin halledeceği bir iş değil. Büyük bir ekip çalışması ve son derece dikkatli ve uzun yoğun bir çalışmayı gerektiriyor. O da zor ama Ulema da bununla meşgul olsunlar. Yani bizim ulema sadece eski kitapları okumayı, bir ilim zanneder. “Ben işte falancanın kitabını okuyorum”. E oku tamam. Peki sen! Sen ne yapıyorsun? Falanca o kitabı yazmış, sen ne yaptın? O bilgiler doğru mu değil mi araştırsana, bir kontrol etsene! Ondan sonra, kendi tembelliğini gizlemek için, o kitabını okuduğu Alimi meth etmeye başlıyor, kutsallaştırıyor. Bu defa insanlara onu, bir kutsallık halesiyle sarıyor ve ondan sonra oluşuyor yepyeni bir din anlayışı.
01.06.20 katılımcı duyulmuyor.
A.Bayındır: Yok. Doktora Tezleri yine eskiye nazaran çok çok iyidir. Çünkü, hiç olmazsa tek bir kitabı okuyan kişi alim sayılıyordu eskiden ama şimdi birtek kitaptan Doktora Tezi hazırlamıyor. Onlarca kitaba bakmak zorunda ve bir tez ortaya koyması lazım. Bir sonuca varması lazım. Yani en azından, ciddi bir zihinsel faaliyettir. Yani eskiyle kıyasladığınız zaman, çok önemli bir faaliyettir.
Y.Şenol:
SORU: Ayette geçen, “dabbete’l minel ard” kelimesi, melek için kullanılır mı? Dabbe kelimesi, çünkü Cenabı Allah, “Vallahu halaka kulla, dabbe mimma – biz her dabbeyi sudan yarattık” Melekler de sudan mı yaratıldı? diye bir soru var.
A.Bayındır: Soruyor mu, senin mi aklına geldi?
Y.Şenol: Yok, bu tartışılmış şeylerden.
A.Bayındır: Ne demişler?
Y.Şenol: Herkes farklı farklı demiş. Biri; “Hayır, melekleri içine almaz. Çünkü melekler sudan yaratılmadı” diyen olmuş. Şimdi, “meleklerdir” dersek, o zaman bizim “meleklerde sudan yaratılmıştır”ı mı kabul etmemiz lazım?
A.Bayındır: Tamam, şimdi ilgili ayetleri okuyalım da. (Dabbe ile ilgili yapılan çalışmaların getirilmediği konuşuluyor)
Y.Şenol: “Dabbe” kelimesi, arapçada “debbe” fiil kökünden gelen, ismi fail kalıbında bir kelimedir. Debbe fiili, lugatta; “insanın, hayvanın acele etmeden vakarla, sükunetle yavaş yavaş yürümesi. Yürümenin en hafif şekliyle yeryüzünde hareket etmek” gibi anlamlara gelir. Yürüme eksenindeki bu anlamların yanında, debbe fiilinin, yaşamak anlamına geldiğini de görüyoruz. Nitekim Arapçada “ek debu men debbe men derace – yaşayanların ve ölmüşlerin en yalancısı” anlamındaki ifadede ki söz konusu, fiil yaşamak anlamında da kullanılmıştır.
Tefsir kaynaklarında; Birbirine yakın adımlarla yürümek, çocuğun, ihtiyarın, akrebin, çekirgenin sürüsünün emeklemesi; gerçekte yavaş yavaş intikal etmek. Canlıların kendi özellikleri çerçevesinde yeryüzünde yürümeleri, hafif yürüme, debelenme gibi anlamlara gelir. Bu anlamda olan, “debibu’l ceys – ordunun debibi” ifadesi arapçada, “ordunun yavaşça sızıp intikal etmesi” anlamına gelir.
A.Bayındır: Bugün de “Tank”a ne diyorlar? “Debbabe” diyorlar. Çünkü o da yürüyor, gidiyor.
Şimdi
Y.Şenol: Melekleri de kapsar mı? Asıl soru bu.
A.Bayındır: Ne diyorlar? Melekleri de kapsar mıyla ilgili görüşleri de bir alalım. Ondan sonra biz konuşalım.
Y.Şenol: Bazıları, “Yerde ve gökte hareket edip yürüyen tüm canlılar” demiş. Bazıları, “Sadece insanlar ve melekler”. Bazıları, “Melekler, insanlar, cinler ve diğer canlıların hepsini, farklı din tabiat renk cinsleriyle kapsayan bir isim” olduğunu söylemişler. Bazıları, “Buna kuşlar dahil değildir hiçbir şekilde” söylemişler. Çünkü,
“vemâ bin dabbeti’l fil erdı ve lâ tairin yakının.?. ” diye Allah istisna etmiştir bunu. Kuşlar buna dahil olmaz.
Fahrettin Razi’ye göre dabbe; “Yeryüzünde olmakla sınırlı bir kavramdır. Dolayısıyla gökyüzünde olan yaratılmış varlıklara dabbe denilemez.”
A.Bayındır: Fahrettin Razi’ye şaşırdım.
Y.Şenol:
“İnne şerrad devâbbi ındellâhissummul bukmullezine lâ ya’kılûn Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar, dilsizlerdir” (Enfâl Suresi 8:22) buyrulmakta ve bu ayette “devâb” lafzı; “yeryüzünde yürüyen her canlı, haşeradan maymuna, domuzdan köpeğe, eşeğe ata ve insana kadar yeryüzünde bütün canlılar”. İşte yeryüzünde diye sınırlanmış.
01.12.00 dk. okunan ayeti bilmiyorum.
? “ve min dabbe fil erdi illa rıza .?.. ” meleklerin rızkı var mı yok mu? falan gibi söylenmiş. Ondan sonra bu 176.
Nûr Suresi 24:45. Ayeti; “Vallâhu haleka kulle dâbbetim mim mâ’, fe minhum mey yemşi alâ batnih, ve minhum mey yemşi alâ ricleyn, ve minhum mey yemşi alâ erba’, yahlukullâhu mâ yeşâ, innellâhe alâ kulli şey’in kadir”
“Vallâhu haleka kulle dâbbetim mim mâ’, fe minhum mey yemşi alâ batnih, ve minhum mey yemşi alâ ricleyn, ve minhum mey yemşi alâ erba’ – Allah her canlıyı sudan yarattı, onların kimi karnı üzerinde, kimi iki ayak üstünde, kimi de dört ayak üstünde yürür” Melekler bunların hiçbirisine dahil değildir.
A.Bayındır: Nûr Suresi 45. Ayet, en ciddi itiraz o gözüküyor. Tamam siz şimdi 42. Surenin 29. Ayetini bir zahmet açın. Allah’u Teala buyuruyor ki;
Şûra Suresi 42:29. Ayet; “Ve min âyâtihi halkus semâvâti vel erdı ve mâ besse fihimâ min dâbbeh, ve huve alâ cem’ıhim izâ yeşâu kadir”
“Ve min âyâtihi halkus semâvâti vel erd – gökleri ve yeri yaratması Allah’ın ayetlerindendir”
“ve mâ besse fihimâ min dâbbeh – göklerde ve yerde yayılmış olan dâbbe”
O zaman dabbe’nin yere mahsus olmadığını anladık mı şimdi? Peki göklerde yayılmış olan dabbe nedir? Bunun da kendi kafamızdan cevabını vermeyeceğiz, Kur’an’ı Kerim’den vereceğiz. Önce bunu anlayalım, sonra ne olduğuna bakarız diğer ayetlerde. Zaten bu “Ayetlerin müteşabih olması” olayı var ya yani birinin diğerine benzemesi. Geleneksel müteşabih’i kasdetmek mümkün değil, çünkü onun kabul edilmesine imkan ve ihtimal yok. Ne kelimenin sözlük anlamına uyar, ne Kur’an’ı Kerim’in arasındaki bütünlüğe uyar, ne Allah’u Teala’nın Kur’an’da Kur’an’ı bize tanımlamasına, hiç bir şeye uymaz! Kim nerden nasıl yapmış ta müteşabih tanımı yapmış milletin zihnine yerleştirmiş anlamak mümkün değil yani. Anlaşılmaz ayet falan.
1.15.55 dk. katılımcının söyledikleri duyulmuyor.
A.Bayındır: Öyle zaten maalesef. Şimdi, yani ayetler arasında benzer ifadelerden hareketle ancak açıklamalara ulaşabiliyorsunuz. Şimdi burada diyor ki Allah’u Teala;
“Ve min âyâtihi halkus semâvâti vel erd – Allah’ın ayetlerindendir, gökleri ve yeri yaratması başka”
“ve mâ besse” “besse – yayılması” demek. Yayılması,
“fihimâ – göklerde ve yerde yayması”
“min dâbbetin – dâbbeleri göklerde ve yerde yayılması Allah’ın ayetlerindendir.”
“ve huve alâ cem’ıhim izâ yeşâu kadir – onları toplamaya”
“izâ yeşâu – emir verdiği zaman” demektir.
“izâ yeşâ amâra – bi cem’ihi” demektir.
1.17.03 söyleneni anlamıyorum.
Yani “izâ kadara emra ..? ” Allah “şey”i murat ettiği zaman “kun” der. İşte “yeşâ”da “şey etmesi” demektir.
“Allah şey ettiği zaman emrettiği zaman OL diye emir verdiği zaman, onları toplamaya kadirdir.” “Kadir” kelimesi de “ölçü koymak”, yani “onun ölçüsünü koymuştur”. Öyle bir ölçü koymuştur, onun ölçüsünü koyandır yani. Emrettiği zaman, toplama ölçüsünü koyandır. Bunlar emrettiği bir zamanda, toplanacaklardır biraraya.
Peki, Allah (c.c.) emrettiği zaman, biraraya toplanacak olanlar ne? Toplanma nerede olacak? Bütün varlıkların toplanması, mahşerde olacak. Peki mahşerde toplananlar kimler? Nebe Suresi’nin son ayetlerine bakalım; 582. sayfa. Burada mahşer yerini anlatıyor Allah’u Teala,
Nebe Suresi 78:37. Ayet; “Rabbis semâvâti vel erdı vemâ beynehumer rahmâni lâ yemlikûne minhu hıtâbâ”
“Rabbis semâvâti vel erdı vemâ beynehume – göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi’ne yemin olsun ki,” Bak burada gök ile yer. Göklerde ve yerde yayılmış olanlardan bahsetti. Gökler ve yer, ikisi arasında bulunanların Rabbi’ne yemin olsun ki,
Y.Şenol: “cezâi mir rabbike”den de şey değil mi?
A.Bayındır: Tabi şimdi, ordan bedel de, şimdi anlatacağım kısım. onu şey yaparsak, birçok şey yapmak gerekir ki ben daha az anlatmak için onu şey yapıyorum.
“Er rahmâni – Rahman’a yemin olsun”
“lâ yemlikûne minhu hıtâbâ – Allah’a hitap da bulunmaya malik olamıyacaklardır.” Yani Cenabı Hakk’a karşı konuşamıyacaktır. Kim işte? Bu varlıklar. Ne zaman? Şimdi bunlar, konuşacak olan varlıklar bunlar. Allah’a karşı kendini savunacak olan, yani hesap verecek varlıklar.
Nebe Suresi 78:38. Ayet; “Yevme yekûmur rûhu ve melâiketu saffâ, lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle savâbâ”
“Yevme yekûmur rûhu ve melâiketu – Ruhun ve meleklerin ayağa kalktığı gün”
“saffân – sıra sıra” Şimdi ruh kim? Cenabı Hakk, bize Ruh’undan üflediğini bildiriyor mu? O ruh, hergün uyuduğumuz zaman giden, uyandığımız zaman tekrar gelen. Öldüğümüz zaman vücut ölüyor, ruh ölmüyor. İşte o kabirdeki olaylar, konuşmalar hep ruh ile olup bitiyor. Ve o ruh, yeniden yaratıldığı zaman, vücuda gelip giriyor. Şu bilgisayarın programı gibi. O ruh kalkacak, yani ruh sahibi olan insanlar kalkacaklar. Başka?
“ve melâiketu – melekler”
“saffân – sıra sıra”
“lâ yetekellemûne” bak işte,
“lâ yemlikûne minhu hıtâbâ”deni açıklıyor.
“lâ yetekellemûne – bunlar konuşamıyacaklardır.” Yani, melekler ve ruhlar. Buradaki Elif Lâm’lı ruh. Ruh sahibi olan bütün insanlar konuşamayacaklardır.
“illâ men ezine lehur rahmân – Rahman izin verdiği başka” Sen konuş dediği konuşur.
“ve kâle savâbâ – o da doğruyu söyleyecektir.”
Peki o toplanma günü, şimdi tekrar bakalım Şura Suresi 29. ayete
Şûra Suresi 42:29. Ayet; “Ve min âyâtihi halkus semâvâti vel erdı ve mâ besse fihimâ min dâbbeh, ve huve alâ cem’ıhim izâ yeşâu kadir”
“Ve min âyâtihi halkus semâvâti vel erd – gökleri ve yeri yaratması, Allah’ın ayetlerindendir.”
“ve mâ besse fihimâ min dâbbeh – her ikisinde yayılmış olan dabbeler” Dabbe, yani canlılar.
“ve huve alâ cem’ıhim izâ yeşâu kadir – emir verdiği gün, onların hepsinin toplamasının ölçüsünü koymuştur Allah.” Orada prensipleri var, ona göre toplaşacaklar.
İşte burada toplanma yeri, toplanacak olanlar kim? Melekler ve insanlar! Hayvanlar da var tabi ama onlar, konuşan varlıklar değil.
Nebe Suresi 78:40. Ayet; “İnnâ enzernâkum azâben kariybâ, yevme yenzurul mer’u mâ kaddemet yedâhu ve yekûlul kâfiru yâ leyteni kuntu turâbâ”
“İnnâ enzernâkum azâben kariybâ – sizi yakın bir azapla uyarmıştık”
Burada şunu da söyleyelim; Melekler ibadet eden varlıklardır. Melekler sorumlu varlıklardır, sorumsuz varlık değil. Allah’u Teala, meleklerden de yanlış yapanları cehenneme göndereceğini de bildiriyor.
Enbiyâ Suresi 21:29. Ayet; “Ve mey yekul minhum inni ilâhum min dûnihi fe zâlike meczihi cehennem, kezâlike necziz zâlimin”
Yani “meleklerden kim derse ki; Ben Allah ile aranızda bir ilahım”, ki onu diyen meleklerden olan iblis öyle dediği için kovulmuştur.
“Ve mey yekul minhum – Meleklerden kim derse;”
“inni ilâhum min dûnihi – “ben, Allah ile sizin aranızda ilahım” derse” ki Mekkeliler böyle bir iddiada bulunuyorlardı.
“fe zâlike meczihi cehennem – onu cehennem ile cezalandırırız” Bunu diyemiyecek durumda olan birisi için bu söylenir mi?
“kezâlike necziz zâlimin – zalimleri böyle cezalandırırız.” İşte onlar da hesap veriyorlar.
Şimdi o zaman, kalkacak olanlar, insanlar yeryüzünde yaşıyor. Peki semavatta yayılmış olanlar kim? Semavatta yayılmış olan dabbe kim olur? Melekler değil mi çok açık bir şekilde? O zaman melekler, dabbe miymiş değil miymiş?
1.23.55 katılmıcı duyulmuyor.
A.Bayındır: O, “ve halakal”. Şimdi Nur Suresine gelelim.
Nûr Suresi 24:45. Ayeti; “Vallâhu haleka kulle dâbbetim mim mâ’, fe minhum mey yemşi alâ batnih, ve minhum mey yemşi alâ ricleyn, ve minhum mey yemşi alâ erba’, yahlukullâhu mâ yeşâ, innellâhe alâ kulli şey’in kadir”
“Vallâhu haleka kulle dâbbetim mim mâ’ – Allah bütün dabbeleri sudan yarattı” diyor mu? Şimdi azönce de, Kur’an’ı Kerim’de Allah’u Teala meleklere de “cin” diyor. “Cin” kelimesinin anlamı, bizim zihnimizde oluşan değil, “gözükmeyen varlık” demekdir.
Şimdi, cinleri neden yarattığını söylüyor Allah’u Teala;
1.24.45 okunan ayeti bilmiyorum.
? “ve halakal cennemi min marici min nar” – canlı da, karışık bir ateşten, “merace, karışık” demek. Yani, “cin takımını da karışık bir ateşten yarattık”
Peki bir ateş yaratıldığı zaman, dışarıya ne çıkarır? Su vermiyor mu ordan bir? Hah, onun içerisinde bak yine su var görüyor musun? “Bütün dabbeleri sudan yarattık” dendiği zaman, bizim yaratılışımızda da; Ben şimdi, eski lise yıllarındaki bilgimi hatırlıyorum, yoksa yanlış olabilir çok yıllar geçmiş. Bir ateş yandığı zaman, buhar neşretmiyor mu dışarıya? Ben öyle biliyorum, yanlış hatırlıyorsam lütfen söyleyin. Yani orada su ile ilgili bir şey var neyse onu bilen varsa şey yapalım, ben onu lise bilgilerimle şu anda konuşuyorum. Şimdi burada böyle bir soru soracağınızı bilmediğim için! Ama sizler de bir bakın, haftaya bilen olursa getirsin, ben öyle hatırlıyorum.
Dolayısıyla, eğer yani bu bilgi doğru ise orada da yine bir
Y.Şenol: Ateşin aslı su denebilir mi, içinden çıksa bile?
A.Bayındır: Ateşin aslı su değil. Bak
Y.Şenol: “Herşeyi sudan yarattık” deyince, asıl su olması lazım değil mi?
A.Bayındır: “Herşeyi sudan yarattık” diyen Allah (c.c.), insana ne diyor;
“Halakul min turabin” diyor mu? “Turab”un aslı su değil ki! “Turab” başka, “Tıyn” başkadır. “Tıyn, suyla toprağın karışmış şeklidir”. Turab başka, tıyn başka.
Dolayısıyla orada “min turabın” diyor, burada “min marici min nar” diyor. Minen nar da demiyor, min marici min nar diyor. Ondan çıkandan!
Dolayısıyla ben orada, su buharı olduğunu hatırlıyorum. Yani bilgilerim çok eski olduğu için, yanlış olabilir. Onu, sonra tashih ederiz.
1.27.08dk. katılımcı her söylediği duyulmuyor.
Bir Katılımcı: Yeryüzünde yürüyecek olanların yaratılışından bahsediyor.
A.Bayındır: Şimdi, “kulle dabbe” deyince, öbür dabbelerde girer “kulle” kelimesinin içerisine girer. Ama ondan sonraki kısım, yeryüzünde dolanlarla ilgili olur. Ondan sonraki kısım, yeryüzünde olanlarla ilgili olur. Çünkü onlardan bir kısmınıda, burada zikretmemiş olabilir. Çünkü, göklerde yaydığı dabbeyi, öbür ayette anlatıyor. O şey değil, ama “kulle” kelimesi, sudan yaratılmış olmasını gerektiriyor. Bu bir teknik bilgidir. Yani herhalde 1 hafta içerisinde onu şey yaparız inşaallah.
“izâ yeşâu kadir” ifadesi, insanları, o topladığı yerde de, insanları ve cinleri topladığını gayet iyi biliyoruz.
“Ve câe rabbuke vel meleku saffen saffâ” (Fecr Suresi 90:22) ayetinde de var. Başka ayetlerde de var. Şimdi sonuç olarak şuraya gelelim.
Yani şu ayette; dabbe’nin sadece yeryüzünde değil, göklerde ve yerde olduğu çok açık ve net. Herhangi bir yoruma imkan vermiyor. Yani Şûra 29. Ayette,
“Ve min âyâtihi halkus semâvâti vel erd”
Y.Şenol: Tefsirlerde, göklerde kuşlar diye söylenmiş. Çünkü “onlar da ayakları üzerinde yürüyebilirler”.
1.29.05 katılımcı duyulmuyor.
A.Bayındır: Neyse onu haftaya kadar inşaallah öğreniriz. Neyse, Yahya az önceki iddiayı tekrarla da, çünkü o önemli.
Y.Şenol: “Göklerde olan dabbe, kuşları kapsayıcı bir şekilde kullanılmıştır. Çünkü kuşlar da ayaklar üzerinde yürüyebilen canlılardır.”
A.Bayındır: Yani bu da görüşlerden bir görüş. Çünkü bir başka görüş söylemiştin, kuşlar girmez diye.
Y.Şenol: “Girmez” diyen var.
A.Bayındır: “Girmez” diyenler var. Ben bunu şunun için söylüyorum; bunları söyleyenler aynı kişiler değil, karıştırılmasın diye izleyiciler tarafından. Öyle diyen var, böyle diyen var. Ama bu sözü söyleyen kişi ne diyor? Diyor ki; “Göklerde anlatılanlar yani şu ayette anlatılan dabbe, kuşlardır” diyor değil mi?
Y.Şenol: Kuşları da içine alacak şekilde kullanılsın diye “göklerde ve yerde dabbe” denmiştir. Sadece yerde dabbe dese, kuşlar girmeyecek.
A.Bayındır: Tamam. Sadece bu ayetteki dabbe ile, o sözü söyleyen kişinin anladığı kuşlar. Göklerdeki dabbe’den anladığı kuşlar. Şimdi bakalım bu ayet, o anlayışa uygun mu?
Kuş, bir kere Kur’an’ı Kerim’de birinci kat sema hangisi? Ne diyor Allah’u Teala;
“ve lâ kat zeyyennes semâed dunya bi mâ sabiha – en yakın göğü yıldızlarla süsledik” diyor.
Birinci kat, yıldızların bulunduğu kattır. Yıldızlar! Peki, kuşlar nereye kadar çıkıyor? Kuşlar, bizim atmosferin belli bir noktasına kadar çıkar, daha yukarısına yani dünyaya çok yakın. Ki, biz uçakla gittiğimiz zaman, hiç gökte, uçak tam havalandığı zaman, hiç kuş göreniniz var mı? Ya da gören duyulmuş mu? Sadece, havalanırken veya inerken bazen kuşlara çarpar. Halbu ki, onun 10bin metrede ya da 20bin metre atmosfer için çok küçük bir alandır. 400 km. kalınlığı olduğu, bazıları daha fazla olduğunu söylüyorlar. Peki, ay ile güneş nedir? Allah’u Teala, Ay ve Güneşi de birinci kat semanın içinde yarattığını söylüyor. Yani birinci kat semadan değil ay ve güneş. Bunun içerisinde yer alan varlıklar. Birinci kat semada yıldızlar, bir, iki üç, yedi devam ediyor. Peki şimdi bunu ayetler söylüyor. Burada şunu da ifade etmiş oluyum; Kur’an’ı Kerim, öyle muhteşem bir kitap ki, Allah (c.c.) önemli kelimeleri kendisi açıklıyor. Biz insanlara bırakmıyor. Yani sözlük olarak da kullanabiliyorsunuz Kur’an’ı Kerim’i. Çok dikkatli bir şekilde ararştırma yaparsanız. İşte diyor ki burada;
Şûra Suresi 42:29. Ayet; “Ve min âyâtihi halkus semâvâti vel erdı ve mâ besse fihimâ min dâbbeh, ve huve alâ cem’ıhim izâ yeşâu kadir”
“Ve min âyâtihi halkus semâvât” “halkus semâ” deseydi, çoğul değil de “semâ” deseydi, o anlaşılabilirdi. Çünkü Arapçada “semâ”; şu tavana da sema denir, artık çok yukarılara çıkmaya gerek yok. Yani üst tarafda olan herşey. “Sema da uçan kuşlar” biz de söyleriz, “gökte uçan kuşlar” deriz değil mi? Ama burada diyor ki; “semâvât” diyor. Semâvât’ın karşılığı var Kur’an’ı Kerim’de; bunlar yedi gökler olarak anlatılıyor, “Es semâvât” Elif Lam’lı.
“O semaları Allah yarattı” başka,
“vel erd – yeri yarattı”
“ve mâ besse fihimâ”, “fihimâ” derken, “semâvâtta ve yerde”, “göklerde ve yerde yayılmış olan”
O zaman kuş bunun içine giriyor mu? Girer mi? Kuş girmez! Birinci kat sema, ta yıldızların olduğu yer ise, güneş ile ay onun içerisinde yer alan ve birinci kat semadan sayılmayan varlıklarsa. Bak onu da ayetten, neye dayanarak söylediğimi, Nuh Suresini açın; 577 sayfa bende. Nuh Aleyhisselam zamanında, bu ilim çok gelişmiş. Yani bu göklerle ilgili bilim, bizim şu anda hayal edemiyeceğimiz noktalara ulaşmış. Zaten Allah’u Teala, Adem Aleyhisselam’a bunları öğretmişti. Meleklerin bilmediği bu idi, yoksa eşyanın içini öğretmişti Cenabı Hakk Adem Aleyhisselam’a. Esas büyük ilimler onlarla gitti. Biz de tabi araştırıp bunlara tekrar ulaşabiliriz.
Nuh Aleyhisselam, kavmine söylüyor;
Nûh Suresi 71:15. Ayet; “E lem terav keyfe halelkallâhu sebâ semâvâtin tıbâkâ”
“E lem terav – görmediniz mi?”
“keyfe halelkallâhu sebâ semâvâtin tıbâkâ – Allah yedi ğöğü tabaka tabaka nasıl yarattığını görmediniz mi?”
Bu, Nuh kavminden başka hiçbir kavimle ilgili olarak geçmiyor. Sadece onunla ilgili geçiyor bu ifade. Çünkü bizim ile ilgili olarak ne diyor?
“Ferciıl besara hel terâ min futûr – bir bak bakalım, birinci kat semada çatlak görecek misin?” (Mülk Suresi 67:3).
Biz sadece o kadarını, ama bunlar yedi katı gözle görür gibi, ya da bizzat görmüş de olabilirler. Biliyorlar! Ondan sonra ne diyor;
Nûh Suresi 71:16. Ayet; “Ve cealel kamera fihinne nûrav ve cealeş şemse sirâcâ”
“Ve cealel kamera – ay’ı”
“fihinne – o yedi kat göğün içinde” Yani şöyle bir yumurtanın içerisindeki embriyo gibi küçük bir şey.
“Ve cealel kamera fihinne – o yedi kat göğün içerisinde ay’ı”
“nûran – nur” yani münevvir, “ışığı yansıtan bir şekilde getirdi”.
“ve cealeş şemse sirâcâ – güneşi de bir kandil haline getirdi.” O yedi kat göğün içindeki varlıklar. Yedi kat göğe dahil değil yani. Şöyle yıldızlar birinci kat sema olduğu için o, onun içerisinde kalıyor. Dünya da zaten ortada kalıyor.
İşte bütün bu ayetleri gördüğümüz zaman bakıyoruz ki, yani demek ki, yıldızlarda dolaşan dabbeler var. Daha yukarda olanlar var. Biz bunları biliyoruz, Peygamberimiz (s.a.v.), Sidretul Munteha’ya çıktığı zaman; Cebrail (a.s.) oraya iniyor.
“Ve le kad raâhu nezleten uhrâ – bir başka inişinde gördü” ( Necm Suresi 53:13)
İşte bütün bu ayetler bize göklerdeki dabbe olayında yani sadece bunu kuşlar diye anlatmanın imkansızlığını gösteriyor. Peki şimdi sonuca gelelim.
Bakın, kelime ile ilgili çalışmayı burda yaptığınız zaman, tekrar aynı ayete dönelim. Neml Suresi’ndeki “dabbetu’l ard ayetine dönelim. Zaten dersin sonuna geldik. Şimdi başka, ben biraz daha devam edeceğim ayete, biraz önce 2 tane ayet okumuştum. Şimdi size devamını da okuyacağım. Ondan sonra diğer ayetlere bakacağız.
Neml Suresi 27:76. Ayet; “İne hâzel kur’âne yekussu alâ beni isrâile ekserallezi hum fihi yahtelifûn”
“Bu Kur’an, israiloğullarının ihtilaf ettiği bir çok şeyi onlara hikaye eder”
Neml Suresi 27:77. Ayet; “Ve innehû lehudev ve rahmetul lil mu’minin”
“Bu bir hidayet kaynağıdır ve inananlar için de bir rahmettir”
Neml Suresi 27:78. Ayet; “İnne rabbeke yakdıy beynehum bi hukmıh, ve huvel azizul alim”
“İnne rabbeke yakdıy beynehum bi hukmıh – senin Rabbin, aralarında kendi hükmü ile karar verecektir.”
“ve huvel azizul alim – O güçlüdür ve bilendir.”
O karar verecek olan, sadece israiloğulları değil müminlerin arasında da, herşeyin arasında kararını verecek. Zaten ta en üstünden başlamadığımız için, yani israiloğullarıyla sınırlı anlaşılmasın onu demek istiyorum.
Neml Suresi 27:79. Ayet; “Fe tevekkel alellâh, inneke alel hakkıl mubin”
“Fe tevekkel alellâh – Sen Allah’ı vekil et.” Yani ona güven, ona dayan.
“inneke alel hakkıl mubin – sen apacık bir gerçek üzerindesin.” Peki, öyle de ne olacak?
Neml Suresi 27:80. Ayet; “İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirin”
“İnneke lâ tusmiul mevtâ – sen ölülere işittiremezsin”
“ve lâ tusmius summed duâe – sağıra da çağırıyı işittiremezsin”
“izâ vellev mudbirin – arkalarını döndükleri zaman.”
Yani, bir sağır, eğer sırtını size dönmüş ise bağırmakla ona hiçbir şey işittiremezsin ama yüzü dönmüş ise bu bir şey diyor diye ağız hareketlerinizden anlar ama sırtı dönmüş ise bitti. Şimdi bu Peygamberi dinlemeyenleri ölü ve sağırlara benzetti burada. Ondan sonra diyor ki;
Neml Suresi 27:81. Ayet; “Ve mâ ente bi hâdil umyi an dalâletihim, in tusmiu illâ mey yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn”
“Ve mâ ente bi hâdil umyi an dalâletihim – sen körleri de yanlış yollarından doğruya çıkaramazsın”
Yani ses ile şöyle git, şuradan git hiçbirşeyi göremiyor ki nasıl gitsin? Tabi bunların hepsi mecazi şeyler. Yani adamlar gerçekleri görmek istemiyorlar. Nasıl göstereceksin? Yani biz çok yaşıyoruz bunu. “Yav şu ayeti okusanıza” diyoruz, “Ben onu biliyorum” diyor. Bir oku o zaman, dinlemiyorlar, dinletemiyorsunuz, duymak istemiyorlar
“in tusmiu illâ mey yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn – ayetlerimize inanmışlardı, inandıkları için teslim olanlar, sen bunlara, inanarak teslim olmuş olanlara ancak şey yapabilirsin. Teslim olmak istemiyorsa, ne yaparsan yap boşuna.”
Neml Suresi 27:82. Ayet; “Ve izâ vekaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbetem minel erdı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn”
“Ve izâ vekaal kavlu aleyhim – bütün bu insanlar, bunlara o kavil vaki olduğu zaman”
Yani Cenabı Hakk zaten bir sürü şeyler söylüyor; insanların öldürüleceği, öldükten sonra olacak olaylar hepsini söylüyor. Yani öldükleri zaman, niye “öldükleri zaman” dediğimi şimdi okursak çok daha net anlayacaksınız
“ahracnâ lehum dâbbetem minel erd – onlar için yerden bir dabbe çıkarırız” Şimdi meleklerin de dabbe olduklarını öğrendik mi? “Kabirlerinden bir dabbe çıkarırız”
Zaten şeyde
1.41.50 dk. okunan ayeti bilmiyorum
? “ve ma entihum musb fil kubur – kabirde olanlara işittiremezsin” dediği için, kabir de, ruhun kabirde olduğunu bu ayetlerden anlıyoruz
“tukellimuhum – onlara konuşacak” Ne diyecek?
“ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn – diyecek ki; şu insanlar bizim ayetlerimiz karşısında kesin bir kanaata sahip değillerdi.”
Yani tam olarak inanmıyorlardı, teslim olamıyorlardı ayetlerimize. İşte kabirden çıkan dabbe yi Peygamberimiz (s.a.v.) efendimiz ne ile anlatıyor? “Münker ve Nekir”.
Yani şimdi “Nekire” kelimesi şöyle; bir “Arafe” vardır bir de “Nekire” vardır, ve de “Enkere” vardır.
“Arafe-tanıdık” diye anlam veririz. Niye tanıdık? Şimdi (bir bardak gösteriyor sn.Bayındır) ben bunu gördüğüm zaman, size sorarım, bu ne? Bardak! Niye bardak diyorsunuz? Çünkü bunun sureti, sizin zihninizde var. Zihninizde olan o sureti, burada bulduğunuz için “bardak” diyorsunuz. Onun için buna “arafe” deniyor. İşte zihninize yerleştirilen bilgiye de zikir deniyor. Bu bilgi senin zihninde olduğu için, “bu nedir” diye sorduğumda hemen “bardak” diyorsun! Ama hiç görmediğin bir şey olsa, “bu nedir” diye sorsam, ne dersiniz? “İlk defa gördüm bilmiyorum”, işte buna “Nekra” denir. Zihninde onun bilgisi yoksa “Nekra” denir.
Mesela Yusuf Aleyhisselam’ın kardeşleri; Yusuf (a.s.) kardeşlerini hemen tanıdı.
“Fe arafâhum fe hum lehum munkirun”
Yusuf (a.s.) onu tanıdı da, kardeşleri Yusuf’un olabileceği ihtimal vermedikleri için; onun zihinlerindeki Yusuf kavramıyla, karşılarındaki Yusuf örtüşmedi. “Münkir” kelimesiyle geçiyor, “nekre” yani.
“Onlar bunu tanımadılar” diyor.
Şimdi, niye münker-nekir ifadesi kullanılıyor aynı kökten? Çünkü bu insanların daha önce hiç görmediği bir tipde varlık! Meleği hiç birimiz görmedik, onun için adına münker ve nekir deniyor. Evet bu melek geldiği zaman ne yapıyor?
Bir Katılımcı: Melek geldiği zaman, hadis, Buhari ve Müslim’de geçiyor ve diğer kaynaklarda da geçiyor Ebu Davud, Tirmizi’de. Diyor ki; “kul yani kişi kabre bırakıldığında ve onu mezara götürenler oradan ayrıldıktan sonra, kişiye iki melek”
A.Bayındır: Bak, onu bir daha oku.
Bir Katılımcı: “Kul kabre koyulduğunda bırakıldığında ve onun arkadaşları (yani onu kabire koyanlar) geri döndüklerinde”
A.Bayındır: Orada kal!. Onun için, “Ve izâ vekaal kavlu aleyhim” (Neml Suresi 27:82)
Ölmüş, herşey meydana, herşey bitmiş kabre konmuş.
Bir Katılımcı: “Bu ölen kişi, gidenlerin ayakseslerini duyar. Daha sonra Peygamberimiz (s.a.v.), iki melek gelir, onu oturturlar”
A.Bayındır: Tamam, ruh’u tabi vücudu değil. Bazıları vücudu oturttuklarını zannediyor. Öyle bir şey yok. Vücud meselesi yok, onu zaten ayetlerden okuduk. Gerçi detaya girmedik ama çok dersimizde anlattık onu.
Bir Katılımcı: Buhari’deki rivayette; “Onu oturturlar ve derler ki; Peygamberimizden sorarlar, “Muhammed hakkında ne diyorsun?” Mümin olan kişi der ki; “Ben Onun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim”. Daha sonra melekler ya da o iki melek ona der ki; “İşte cennetteki yerine bak, Allah senin,”
A.Bayındır: Yok, kafir olanları anlatmadın. Kafir olanlar ne diyor?
Bir Katılımcı: Kafir olana da geliyoruz. “Mümine diyor ki; “İşte bu senin yerin olacaktı ama Allah değiştirdi çünkü, sen sınavı geçtin” (tabiri caiz ise). Kafir ise,
A.Bayındır: Yok bir dakika, geçtin sınavı senin yerin neresi diyor?
Bir Katılımcı: Sonra bir cennetteki yerini gösteriyorlar ona, “Bu gidecek olacağın yeri Allah sana cennette bir yer ile değiştirdi” diyor.
A.Bayındır: Yani kafir olsaydın, cehennemde şuraya girecektin. Şimdi mümin oldun, Allah sana burayı verdi diyorlar. Ve cenneti görüyor.
Bir Katılımcı: Cenneti görüyor. “Münafık ve kafir
A.Bayındır: Orada kal. Bak şimdi, bu cennet hangi cennettir? Şeyde, daha net anlayabileceğimiz şey, Yâsin Suresi’nde; uzaktan gelen bir kişi vardı;
Yâsin Suresi 36:20. Ayet; “Ve câe min aksal medineti raculuy yes’â kâle yâ kavmittebiul murseliyn”
“Ey insanlar, bu rasullere inanın” demişti, sonra da onu öldürmüşlerdi. O öldürüldükten sonra ona ne denildi?
Yâsin Suresi 36:26. Ayet; “Kıyledhulil cenneh, kâle yâ leyte kavmi ya’lemun”
“Kıyledhulil cenneh – Cennete gir dendi.” O ne demişti?
“kâle yâ leyte kavmi ya’lemun – keşke kavmim bilseydi”
Yâsin Suresi 36:27. Ayet; “Bimâ ğafera li rabbi ve cealeni minel mukramiyn”
“Rabbimin beni affettiğini ve ikram ettiklerinden kıldığını bilselerdi”
Ahirette kavmi, bunun durumunu bilmeyecek mi? Yani onu öldürenler, ahirette bunun hangi durumda olduğunu bilmeyecekler mi? Birçok ayetler yok mu? Birbirleriyle karşılıklı konuşuyorlar, görüyorlar. Peki o zaman hangi zamanda konuşuyor? Yani şu anda, henüz o cennet kıyamet koptu mu şimdi? Kopmadığına göre bu kişinin girdiği cennet, hangi cennet? Kabir! işte Peygamberimiz (s.a.v.) ne demiş;
“Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçedir.” İşte, o hadis de bunu tasdik ediyor ve şu Ayeti Kerime Nahl Suresi 32
Nahl Suresi 16:32. Ayet; “Ellezine teteveffâhumul melâiketû tayyibine yekûlûne selâmun aleykumudhulûl cennete bimâ kuntum ta’melûn”
“Ellezine teteveffâhumul melâiketû tayyibin – Meleklerin iyi kişiler olarak vefat ettikleri” yani canlarını aldıkları insanlar.
“yekûlûn – melekler bunlara der;”
“selâmun aleykum” Bak işte orada detayını verdi Peygamberimiz. Bak Kitap-Sünnet bütünlüğü bu! Ne dedi melekler onlara? “İşte siz yanlış yapsaydınız buraya gidecektiniz, bak işte siz selam, artık bundan sonra
Bir Katılımcı: İkisini de görebiliyorlar.
A.Bayındır: Tamam. Bundan sonra şey yok. Kurtulduklarını iyice anlıyorlar.
“selâmun aleykum – artık sizin üzerinize selamet var, esenlik var. Daha sıkıntı yok, bitti sıkıntı” diyorlar.
“udhulûl cenneh – cennete girin”
Bak o öldürülene de “Kıyledhulil cenneh – Cennete gir dendi.” (Yasin Suresi 36:27)
Bunlara da ne deniyor? “udhulûl cenneh – cennete girin” deniyor.
“bimâ kuntum ta’melûn – yaptıklarınıza karşılık cennete girin” deniyor.
İşte kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe. Biraz sonra, buradan ayet, ilgili ayeti okuyacağız. Devam et;
Bir Katılımcı: “Kafir ve münafığa sıra gelince, yine soracaklar; “Muhammed (s.a.v.) hakkında ne düşünüyorsun?” Cevaben, “Bilmiyorum, insanlar ne diyorsa ben de onu diyorum” der. Melekler; “onun hakkında bilgin yoktur ve ona da tabi de olmuş değilsin.” Bunun üzerine melekler, demirden çekiçlerle ona vuracaklar diyor ve bağıracak o kişi. Cin ve ins dışındaki herşey o sesi duyabilecek.
A.Bayındır: Yani sıkıntıları olacak. Şimdi bak, onlarla ilgili olarak
Bir Katılımcı: Bir rivayet daha var. Onu da okuyalım. Ebu Davud’da geçiyor. “Melekler yine soracaklar; “Muhammed (s.a.v.) hakkında ne düşünüyorsun?” Kişi diyecek; “Allah’ın elçisi ve kulu’dur”. Melekler, “Nerden biliyorsun Allah’ın elçisi ve kulu olduğunu?” “Ben Allah’ın Kitabını okudum ve O’na iman ettim”. Daha sonra Peygamber (s.a.v.)’imiz diyor ki, “Bu da şu ayetin tasdikidir””
A.Bayındır:
1.50.40dk. okunan ayeti bilmiyorum.
? – Allah inananları kavli sabitte tutar”
Bir Katılımcı: Şöyle bir şey var hocam, paylaşmak istiyorum. Bu istisna edilmiş, bu şeylerin dışındadır. Yine bu konuda Peygamberimizin hadisleri vardır. “Kabir azabı” değil de, o sorgudan muaf tutuluyor. (1.51.06dk. anlamıyorum söyleneni). Onunla ilgili de Müslim’de bir rivayet var.
A.Bayındır: Şimdi şehitler ölmüyor. Allah’u Teala’nın koyduğu bir kural var biliyorsunuz. Cenabı Hakk diyor ki; ”
“Men cae haseneten .?. – kim bir iyilik yaparsa, ona onun on katı vardır.” Hatta başka bir ayette;
“Bi meselul .?. habbetin” Bir’e yediyüz daha fazlasını verebileceğini ifade ediyor.
Şimdi bir insan, Allah rızası için 10 lira verirse, Cenabı Hakk buna karşılık Bin Lira vereceğini kesin garanti ediyor. Daha fazlası içinde, ucunu da açık bırakıyor. Peki bu kişi, malını değil de Allah için canını vermiş! Peki Allah’u Teala buna karşılık enaz ne vermesi gerekir? On tane hayat vermesi lazım değil mi en az? Şimdi, kendi hayatını verene, en az on tane hayat vereceğine göre Allah’u Teala, en az on tane hayat! O zaman ne diyor Cenabı Hakk?
Bakara Suresi 2:154. Ayet; “Ve lâ tekûlû li mey yuktelu fi fisebilillâhi emvât,bel ahyâuv ve lâkil lâ teş’urûn”
“Ve lâ tekûlû li mey yuktelu fi fisebilillâhi emvât – Allah yolunda öldürülmüşlere ölüler demeyin”
Niye? Çünkü o verdiği hayatının karşılığını fazlasıyla aldı.
“bel ahyâuv ve lâkil lâ teş’urûn – ama siz onu anlayazmasınız.”
Canlıysa, o zaman bu farklı, bunun sistemi farklı.
1.53.05 dk. bayan katılımcının söyledikleri duyulmuyor.
A.Bayındır: Şimdi, “ölüler duymaz” değil. “Sen duyuramazsın”
“inneke tusmiul – Sen sesini duyuramazsın” (Neml Suresi 27:80).
“O duymaz” diye ayette yok. “Sen duyuramazsın” diyor.
Neml Suresi’ndeki ayetlere devam ediyim. Yani birebir uygunluğu görmek açısından dabbetu’l ard’ın ne olduğu için. Hatta şu ayeti eksik bıraktım, önce yarım bıraktığım ayeti okuyum.
Peygamber Efendimizin, size sürekli söylüyorum; şunun dibinde çay var, biraz önce daha fazlaydı. Tabiatın hiçbir yerinde “çay” yoktur değil mi? Ama bunun çay olması için, bir yerden çay otunun gelmesi lazım, bir yerden suyun, bir yerden ısının, birisi çaydanlığı yapması lazım, birisi de bardakları üretmesi lazım bütün bunlar yetmiyor, bir kişinin de onları birleştirip çay yapması lazım! Tabiatta hiç çay yoktur ama çayın bütün unsurları tabiattan alınmadır. İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sözleri de öyledir. Peygamber Efendimizin hadisleri, Kur’an’ı Kerim’de yoktur bulamazsınız! “Münker-Nekir çıkacak şunları söyleyecek” yok. Ama Peygamberimizin sözünün bütün cümleleri Kur’an’dan alınmadır. Aynen bu çay gibi! Peki onu nasıl, hepimiz çayın nasıl olduğunu bildiğimiz için bunu anlatabiliyoruz. Çayın nasıl olduğunu bilmesek şaşırır kalırız değil mi? İşte, Kur’an’ı Kerim’den çıkarılan hükümlerdir. Yani onlara Allah’u Teala “Hikmet” diyor, Peygamber Efendimizin Kur’an’dan çıkardığı hükümlerdir. Yani, Kur’an ile yaptığı çay.
O zaman size, bunun parçalarını göstermeye çalışıyorum; burdan şunu almış, burdan bunu almış. Onun için tek bir ayet ile olmaz, birçok ayetlerden çıkarılmış olan o hükümlerdir. İşte mesela, “cehenneme girme” meselesi. Burada Nahl Suresi 32. ayette diyor ki Allah’u Teala; Müminlerin cennete gireceğini anlatan ayet
1.55.30 dk.Sn. Bayındır 32 ayet dedikten sonra 28. ayet dedi. o kısmı yazmıyorum.
Nahl Suresi 16:28. Ayet; “Ellezine teteveffâhumul melâiketû zâlimi enfusihim fe elkavus seleme mâ kunnâ na’melu min sû’, belâ innellâhe alimum bimâ kuntum ta’melûn”
“Ellezine teteveffâhumul melâiketû zâlimi enfusihim – kendilerine zulm ettikleri halde öldürülenler” Yani kafirken ya da günahkarken. Burada kafir olduğu anlaşılıyor.
“fe elkavus seleme – o meleklere karşı bir “selam” verirler” Şeyde, işin kötülüğünü anlayınca “abi saygılar” der. Meleklere saygı gösterisi falan yapacak, selam verecekler ama boşuna. Öyle rüşvet vermeye çalışıyorlar kendi kafalarınca.
“mâ kunnâ na’melu min sû’ – biz bir kötülük yapmıyorduk ki” Hani şimdi çocuklarda oluyor, gidersin; “Ben birşey yapmadım ki” der. Anlarsınız ki bir şey yapmıştır! Ben bir şey yapmadım ki! Şimdi bunlar da biliyorlar suçlarını; “Biz bir şey yapmadık ki!” diyorlar.
“belâ innellâhe alimum bimâ kuntum ta’melûn – Hayır, Allah sizin ne yaptığınızı biliyor”
Nahl Suresi 16:29. Ayet; “Fedhulû ebvâbe cehenneme hâlidine fihâ, fe lebi’se mesvel mutekebbirin”
“Fedhulû ebvâbe cehennem – cehennem kapılarından girin” Bu, ahiretteki cehennem değil. Onu, niye değil olduğunu biraz sonra başka bir ayetten okuyacağım.
“hâlidine fihâ – orada ölmeyeceksiniz.” Yani ölseniz kurtulacaksınız.
“fe lebi’se mesvel mutekebbirin” Bak bu da çok önemli, kibir temel özellikleri ya,
“kibirlenenlerin kalacakları yer ne kötüdür.”
Şimdi 52. Sureyi açın, 47. ayette. Bakın orada “zaleme” kelimesiyle bundakinin arasında bir benzeşme var. “zâlimi enfusihim” yani müteşabih ayet. 47. Ayet diyor ki Allah’u Teala;
Tûr Suresi 52:47. Ayet; “Ve inne lillezine zalemû azâben dûne zâlike ve lâkinne ekserahum lâ ya’lemûn”
“Ve inne lillezine zalemû – zalimler için vardır”
“azâben dûne zâlik”
Önceki Ayet hakkında konuşuluyor.
Tûr Suresi 52:46. Ayet; “Yevme lâ yuğni anhum keyduhum şey’ev ve lâ hum yunsarûn”
Burada kıyamet sahneleri anlatılıyor. Ama ondan sonraki Ayette ne diyor?
“Ve inne lillezine zalemû azâben dûne zâlike – Kıyamet’dekinden önce bir azap vardır zalimler için” İşte o da, kabir azabı olduğunu gösteriyor, “işte cehenneme girin” ifadesi.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Kabir, cehennem çukurlarından bir çukurdur ya da cennet bahçelerinden bir bahçedir” demesi, tamamen bu ayetlerden çıkarılmış olan hükümlerdir. Ve şimdi bunu gördükten sonra, Neml Suresindeki ayetleri bitirmeye çalışalım. Vakit biraz fazla geçti, konu tabi oldukça zor bir konu. Bizim bu anlattığımız gibi anlatan birisi var mı o şeyi, yok değil mi?
Bir Katılımcı: Muhammed Suresi 27. Ayet de bağlantılı bir ayet değil mi?
A.Bayındır: Tamam çok var. Ben şimdi sadece vakit çok geçtiği için bunu bitirmemiz lazım artık. Zaten bu ayetler de onu gösteriyor. Hepsi şey yapıyor. Burada diyor ki Allah’u Teala;
Neml Suresi 27:82. Ayet; “Ve izâ vekaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbetem minel erdı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn”
“Ve izâ vekaal kavlu aleyhim – onlara o kavim, yani öldükleri zaman
“ahracnâ lehum dâbbetem minel erd – onun için o yerden, kabirlerinden bir dabbe (işte Peygamberimizin belirttiği Münker-Nekir) çıkarırız.”
“tukellimuhum – onlarla konuşur”
Şimdi bu “tukellimuhum” gerçekten müminlere de gider, kafirlere de gider. Onun için Peygamberimiz (s.a.v.), münker ve nekiri müminlerle de kafirlerle de konuşturmuş. Yani ayetlerin hükmü bu.
“ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn” O da öyle, “sen inanmasaydın böyle olacaktı, inandığın için böyle olacaksın”ın o da onun değişik ifadesi ya da öbürlerine söyledikleri.
“Ayetlerimiz karşısında kesin bir kanaate ulaşımıyorlardı insanlar”
Şimdi bu kabir, ondan sonra ne diyor?
Neml Suresi 27:83. Ayet; “Ve yevme nahşuru min kulli ummetin fevcem mimmey yukezzibu bi âyâtinâ fehum yûzeûn”
“Ve yevme nahşuru min kulli ummetin” Bu da neyi anlatıyor? Ondan sonraki olayı. Haşr olayını!
“Ve yevme nahşuru min kulli ummetin fevcen – her ümmetten bir bölük haşr ettiğimiz gün”
“mimmey yukezzibu bi âyâtinâ – ayetlerimizi yalanlayanlardan bir bölük haşr ettiğimiz gün”
“fehum yûzeûn – onlar sevk edilirler.”
Neml Suresi 27:84. Ayet; “Hattâ izâ câû kâle e kezzebtum bi âyâti ve lem tuhıytû bihâ ılmen emmâ zâ kuntum ta’melûn”
“Hattâ izâ câû – geldikleri zaman mahşer yerine”
“kâle e kezzebtum bi âyâti – Allah’u Teala diyecek ki; “Siz ayetlerimiz karşısında yalan mı söylediniz?” Bak dikkat ediyor musunuz; aşağısıyla birleştirdiğiniz zaman, öyle kıyamet alameti falan hiç öyle var mı? Yok!
ve lem tuhıytû bihâ ılme – tamı tamına kavramadığınız halde yalan söylediniz öyle mi?”
“emmâ zâ kuntum ta’melûn – ya da ne yaptınız? Söyleyin bakalım, hesabınızı verin.”
Tekrar;
Neml Suresi 27:85. Ayet; “Ve vekaal kavlu aleyhim bimâ zalemû fe hum lâ yentıkûn”
“Ve vekaal kavlu aleyhim”
Bakın yukarda da “vekaal kavlu aleyhim” (Neml Suresi 27:82), burda da “vekaal kavlu aleyhim” dikkat ediyor musunuz? Şimdi tekrar kıyamet mi kopacak bunlar için? Tekrar o emir yerine getiriliyor yani zaten ayetlerde belirtilen hususlar. Niye?
“bimâ zalemû – zalimlikleri karşısında”
“fe hum lâ yentıkûn – onlar konuşamıyacaklar.”
Okuduk ya Nebe Suresinin ayetini
“lâ yemlikûne minhu hıtâbâ – konuşamayacaklar Allah’ın izin verdikleri başka” (Nebe Suresi 78:37)
Tamam burda bunu bitirmiş olalım. Teşekkür ederiz.