SERVET BAYINDIR: Bugünkü fıkıh dersini inşallah birlikte yapacağız. Malum, Abdulaziz Hocamız kısa süreliğine de olsa İstanbul dışında. Dolayısıyla bugünkü dersi Abdurahman Hoca, Yahya Hoca, Harun Hoca, Enes Hoca hepbirlikte inşallah bu boşluğu doldurmaya çalışacağız. Dersta hangi konu üzerinde duralım diye düşünürken malum hac ayları bitmek üzere. Hac vakti yaklaştı. Artık insanları hac heyecanı sardı. Hatta yolculuklar da başladı. Kafileler yola çıkmaya başladılar. Dolayısıyla bugünkü dersi hac ile ilgili yapmayı kararlaştırdık. Tabi diğerderslerfe de olduğu gibi biz işte efendim haccın farzı nedir, sünneti nedir, vacibi nedir, erkanı nedir, o tür bir seyir içerisinde olmayacağız. Belki önümüzdeki haftalarda o konu üzerinde de durulabilir. Ama bugünkü dersimizde bir kaç yıl önce de yapmış olduğumuz, üzerinde durduğumuz bir konuyu ele alacağız. O da başksının adına hac yapmanın fıkhi dayanağı var mıdır yok mudur? Fıkhi dayanağı nedir. Ki bu bizim ilmihal kitaplarımızda bedel hac veya vekaleten hac diye adlandırılır. Dolayısıyla bugünkü dersimizde kısaca bedel hac üzerinde duracağız. Tabi bedel hac konusuna doğrudan geçmeden önce hızlı bir şekilde hac ile ilgili kuranda nerelerde nelerden bahsediliyor onlara bir göz atacağız, ondan sonra da bedel hacca geleceğiz. Malum hac, sözlük anlamı itibarıyla bir mücadeleyi, bir çabayı, bir gayreti, emek harcamayı içinde barındıran bir kelime. Delmek, geçmek, kasıtlı olarak bir işe yönelmek v.s analmına gelen bir kelime terim olarak fıkıhtaki ifadesi ile veya bizim ilmihaldeki hac dediğimiz zaman kastrdilen ifade ise, belirli zamanda belirli şartlarla belirli yerleri belirli kurallar içerisinde ziyaret etmek diye tarif ediliyor. Yani belirli zamanda hac zamanında. Belirli şartlarla ihram vs. O şartlara uygun olarak. Belirli mekanlar: hac mekanlarını ziyaret etmek şeklinde bildiğimiz hac ibadeti tarif ediliyor. Hac ibadeti sadece islamda meşru kılınan bir ibadet şekli değil. Veya müslümanlardan ifa edilmesi talep edilen bir ibadet değil. Bugünkü diğer semavi din mensuplarının yaşantılarını şöylé gözlemlediğimiz zaman anlıyoruz ki onlarda da bir hac kültürü var. Hatta semavi dinler demeyelim hemen hemen bütün dinlerde yeryüzündeki, kendisini din diye tanımlayan bütün beşeri veya semavi orjinli dinlerde hac anlayışı, hac düşüncesi, hac uygulaması mevcut. Mesela ben bunu Malezya’da çok gördüm. Malezya’da Hindular var. Ve bir de Budistler var müslümanların dışında. Bu Hindular’ın da kendi içinde çok farklı alt dinleri var diyelim. Fakat bunların hac ibadetleri var. Mesela Kualalumpur’da bir dağ var Batukeyif denen dağ var. O dağın içi yaklaşık-şu anda tam hatırlamıyorum ama- 1-2 km falan oyuk. Bir taraftan girdiğiniz zaman diğer taraftan çıkıyorsunuz. İşte dağın ortası da oyuk, tepesi açık. O dağın içinde bir takım mabedler yapmışlar, tanrılarının kabirlerini yapmışlar orada heykelleri putları var ve yaklaşık yanılmıyorsam 400 basamak gibi basmak o dağa çıkıyorsun ki asıl merkeze gelesin. İşte insanlar Kualalumpur’un 10 km kadar dışında bir yerde toplanıyorlar yılın belirli gününde. Oradan, böyle adeta düğüne, bayrama gider gibi süsleniyorlar. Ve bir takım da hediyeler alıyorlar ellerine. İşte şu bildiğimiz sürahilere benzeyen sütler. Özellikle süt omuzlarunda. Özellikle kadınlar omuzlarında sütlerle. İşte muz, oranın yiyecekleri mango, ananas, vs. o çevrede değerli adledilen varlıkları da alarak ama güzel, öyle rastgele değil güzel paketlenmiş haliyle tanrılarına hediye olarak götürüyorlar. Ve tamamen disiplin içerisinde ve tamamen bir ibader aşkıyla bunu yapıyorlar. Ben de katıldım onların o törenlerine. O bayanların ayakları çıplak yürüyorlar bir çoğu. Sordum niçin ayaklarınız çıplak gidiyorsunuz? Diyor ki bu daha sevap olduğu için. İşte şu omuzları bizim hacdaki şey gibi açık. Bir tarafları açık. Hatta o sürahileri koymuşlar omuzlarına, o omuzları yarı oluyor. Niçin böyle? Şunu normal tut, elinde tut? Yok olmaz, bu omuzda hiç omu dökmeden kilometrelerce yolu ve yola çıkış da öyle istenilen saatte değil. Toplanıyorlar, akşam namazından sonra. Akşam güneş battıktan sonra. Tabi onlarda namaz yok. Güneş battıktan sonra çıkıyorlar yolâ toplandıkları yerden. Sabah güneş batımına ancak gidiyorlar gidecekleri yere. Şehrin ortasından geçiyorlar. Yani Kualalumpur’un tam göbeğinden geçerek ibadet merkezine ulaşıyorlar. Yani şunu demek istiyorum: Bizdeki belirli vakit, belirli yer mantığı onlarda fa var. Ve yakından görüp konuştuğunuz zaman gözleri adeta ışıl ışıl parlıyor o ibadet aşkıyla. Ve peki ne ibadet yapıyorlar? Gidip de tanrılarının yerine baktığınız zaman koskocaman büyük bir bina gibi tahtın üzerinde şu kadar bir tanrı var. Güzel böyle parlıyor. Hepsi şu kadar bir tanrı. Bütün mücadeleler onun için. İşte o bütün sütleri götürüyor tepesinden aşağı döküyorlar yıkıyorlar bir yıl boyunca serin olsun diye. Muzları, ananasları, mangoları önünde kırıyorlar, önünde döküyorlar, efendim tanrımız doysun, bize bol bereket versin vs.mantığıyla. Yani şunu demek istiyorum: en ilkel(tabir doğru ise eğer) en beşeri olan Hinduizm’de bile-Hinduizm’in bir kolu bu-bir hac anlayışı var ki o din adamlarına ben sordum bu dinin kuruluşu ne zaman? 2500 yıl önce dediler o ekolün kuruluşu. Yani şöyle diyelim: Peygamberimiz’in hayata adım atması, islamın bugünkü anlamda kuranın vahyedilişinden bu tarafa 1500 yıl geçti. Buradan 1000 yıl öncesine ait bir din. Ve o dinin ibadetleri arasında bizim hacca benzer birhac ibadeti var. İşte hıristiyanlık belli Meryem Ana’ya geliyorlar. Yahudiler kendi kutsal mabedlerine gidiyorlar. Yani hac anlayışı hemen hemen bütün dinlerde var. Kurana baktığımız zaman kuranda hacdana tabiki bahsediliyor. Ama ilgili ayetlere baktığımız zaman kuranda hac ibadetini geçmiş işe ilintilendiriyor. Mesela ilk ayetleri şöyle hızlı bir şekişde bakalım. 2/124 yani Bakara suresinin 124.ayetinden itibaren bakarsak eğer. BAKARA, 124.. Ayet: Ve izibtela ibrahıme rabbühu bi kelimatin fe etemmehünn* kale innı caılüke lin nasi imama* kale ve min zürriyyetı* kale la yenalü ahdiz zalimın” Rabbi İbrahim’i bir takım imtihanlardan geçirip de İbrahim de bunu başarınca Allah buyurdu ki; seni insanlar için bir önder olarak görevlendiriyorum. İbrahim; “kale ve min zürriyeti” ya Rabbi benim neslimi de aynı güzel bir, onurlu bir vazife ile konumlandır diye bir anlamda dua edince Allah; “kale la yenalü ahdiz zalimın” benim vaadim zalimlere ulaşmaz. Hani son günlerdeki tartışmalarda bu ayetler sık sık kullanılıyor. Ulaşmaz dedi Allah. Yani eğer senin neslinden yanlışlık yapanlar olursa onlara vaad etmem/öyle bir söz vermem . İsterse peygamberin çocuğu olsun, ister şeyhin, alimin, kimin çocuğu olursa olsun din öyle nesilden nesile geçmez. Benim babam hacıydı, nenem hocaydı, babam peygamberdi filan, peygamber soyundayım falan bunların hiç birinin dinle, kuranla bağlantısı yok. İşte çok açık ayet. Zalim yanlışlık yapıyorsa İbrahim’in çocuğu bile olsa Allah ona diyor ki benim öyle bir vaadim yoktur. Bu ayet doğrudan ilintili değil ama konumuzun bir alt yapısını oluşturuyor, bir zemin oluşturuyor. BAKARA, 125.. Ayet: “Ve iz cealnel beyte mesabetel lin nasi ve emna: O beyti (yani kabeyi) insanlar için sabit duracakları ve emniyet içeriinde bulanacakları bir yer kıldık” diyelim. “vettehızu mim mekami ibrahıme müsalla: dolayısıyla İbrahim’in makamını orada musalla edinin”. “Ve ahidna ila ibrahıme ve ismaıyle: İbrahim ve İsmail’den şu ahdi aldık/şu görevi yükledik”, “en tahhira veytiye lit taifıne vel akifıne ver rukkeıs sücud” asıl hac ile ilgili bizin için en önemli yer burası. Yani Allah, İbrahim ilé geçen konuşmayı zikrediyor, devamında buyuruyor ki; “o beyti insanlar için sabit durabilecekleri, emniyet güven içerisinde olacakları bir yer kıldık”. Yani kabeyi. İki: İbrahim ve İsmail’e de o beyti rüku edenler, itikafta bulunanlar ve tavaf edenler için hazır halde tutmalarını, temizlemelerini emir buyurdum İbrahim ve İsmail’den. Peki bu ayet nerde geçiyor? Kuranda. Yani tamam ya Rabbi, İbrahim ve İsmail’e bunu buyurdun ama bizi ne ilgilendiriyor? Evet ilgilendiriyor. Çünkü bak sizin de hac yaptığınız, orada namaz kıldığınız yerin geçmişini taa İbrahim ile bir anlamda başlatıyor burada Allah. Ve İbrahim’in duası var az önce olduğu gibi. BAKARA, 126.. Ayet: “Ve iz kale ibrahımü rabbic’al haza beleden aminen”. İbrahim malum Hacer Validemiz kıssası vs. Ya Rabbi bu beldeyi emin kıl diyrie dua ediyor İbrahşm. “verzuk ehlehu mines semerati min amene minhüm billahi vel yevmil ahır: ehlinden, halkından Allah’a ve ahirete iman edenler için onlara her türlü ürünlerden rızıklar ver ya Rabbi” diye dua ediyor İbrahim. Bakınız bir önceki ayetin sanki bir muadili: “kale ve men kefera fe ümettiuhu kalılen sümme adtarruhu ila azabin nar* ve bi’sel mesıyr: eğer o insanlardan oranın halkından nankörlük eden olursa, küfür peşinde koşanlar olursa onları da dünyada “fe ümettiuhu kalılen” dünyada az bir miktar metalandırırım”, “summe adtarrruhu ila azabin nar: sonra onları cehennem azabına mecbur ederim koyarım”. Ki “ve bi’sel mesıyr: o cehennem azabı ne kötüdür”. Yani İbrahim dua etti, halilul Rahman idi Allah’ın dostu idi dua etti Allah onun duasını onun yüzü suyu hürmetine kabul etti: öyle bir şey yok. Nankörlük edeni diyor cezalandırırım Allah. Bir kabe ile irtibatı kurdu Allah. Devamında BAKARA, 127.. Ayet: “Ve iz yerfeu ibrahımül kavaıde minel beyti ve ismaıyl* rabbena tekabbel minna* inneke entes semıul alım” İbrahim ile İsmail kabenin, beytin, beytullahın duvarlarını yükseltirken şöyle dua ediyorladı. Yine ayet İbrahim ve İsmail’in kabenin duvarlarını yükselttiğini söylüyor. Tabi bu konuyu araştıranlar bilirler. Tefsirlerde, islam tarihi ile ilgili eserlerde bu ayetten de yola çıkılarak denir ki; “demek ki kabe Adem’den beri var idi. İbrahim ve İsmail’in döneminde bir anlamda kaybolmuştu yıkılmıştı. Bu ayete göre ayette ifade edildiği üzere İbrahim ve İsmail duvarlarını yükseltiyor. Demek ki var olan bir şeyi duvarları tekrar yükseltilir, direkleri tekrar dikilir, tavanları tekrar çatılır. Dolayısıyla bu ayet bize kabenin aslında İbrahim ve İsmail’den de önce var olduğunu gösterir”. Deniyor ki ona güçlü bir işaret. İşte Allah İbrahim dönemi ile haccı, hacdaki merkezi konumu teşkil eden kabeyi irtibatlandırdı. Ve onlar tabi dua ediyorlar BAKARA, 127.. Ayet: “rabbena tekabbel minna” hayırlı bir iş yaptıklarını da biliyor İbrahim, “tabbimiz bu hayrımızı, bu davranışımızı yani kabeyi yeniden inşa etmemizi bizden kabul eyle”, “ inneke entes semıul alım: sen işitensin, bilensin”. Ve evet bu ayetlerle Yüce Allah Bakara suresi 2.surenin 124.ayetinden itibaren kabenin tarihini doğrudan İbrahim’e, işaret yoluyla da İbrahim’den öncesine kadar gittiğini bize bildiriyor. Peki buraya kadarki bölümde doğrudan hacdan bahsedilmedi. Sadece bir yerde tavaftan bahsedildi. Tavaf tutanlar için orayı hazır tutun, temiz tutun diye bir ifade kullanıldı ama sadece o ayetten yola çıkarak biz müslümanlara hac farzdır, iştr kuranın ayetinde bize Allah haccı farz kılmıştır demek mümkün değil. Ta ki nereye kadar? Hac suresinin ilgili ayetlerine kadar. Hac suresi kuranın 22.suresi. Zaten surenin ismi de hac. Hacdan alıyor. Çünkü o surede ağırlıklı olarak hacdan bahsediliyor. Ne buyuruyor Allah burada? HAC, 26.. Ayet: “Ve iz bevve’na li ibrahıme mekanel beyti el la tüşrik bı şey’ev” yani az önceki okumuş olduğumuz ayetlere bir gönderme var burada. Hani o beytin mekanını, beytin yerini İbrahim için hazırlamıştık ve şöyle demiştik “ el la tuşrik bi şey’en: sakın bana hiç bir şeyi ortak koşma demiştik” artı “ve tahhir: ve temizle”, “beytiye: benim beytimi”, “littaifıne vel kaimıne ver rukkeıs sücud: bu beytimi tavaf edenlere, kıyamda bulunanlara, ruku edenlere ve secde edenlere hazır halde onların bu ibadetlerini rahatlıkla yapabilecekleri halde tut diye İbrahim’e o vazifeyi yüklemiş idik”. Nerede yüklemişti bunu? Bakara suresinde az önce okuduğumuz ilgili ayetlerde. Gerçi orada kaimine geçmemişti. Şimdi asıl hac geldi. Hacc suresi 27.ayeti. “Ve İbrahim’e şunu söylemiştik HAC, 27.. Ayet: “Ve ezzin fin nasi bil hacci: insanlar arasında haccın ezanını oku”yani insanları hacca davet et. İnsanları hac yapmak üzere o kabeye gelmeleri için insanları davet et. Kim bu? Sınuçta davet edecek kim? Peygamber. Emir kime? İbrahim’e. Dolayısıyla Allah peygamberine insanları hac yapmaya davet etmek üzere bir görev yüklüyor, peygamber de o görevi yerine getiriyor. Yani Allah bu andan itibaren bizim bildiğimiz-geçmişi bilemiyoruz-bu andan itibaren haccı farz kılmış oluyor. İbrahim döneminden itibaren. “Ve ezzin fin nasi fil haccı ye’tuke ricalev ve ala külli damiriy ye’tıne min külli feccin amıyk”: insanlar yürüyerek zayıf, güçsüz, dayanıksız dahi olsa hayvanlara binili olarak “min kulli feccin amıyk: her köşeden, dünyanın her yöresinden, her bucağından, her bölgesinden ister yürüyerel ister binili olarak gelsinler hac etsinler diye insanları hacca davet et diyor Allah İbrahim’e. Tabi bu, biraz sonra üzerinde duracağımız konu ile ilintili bu ayet. İnsanlar gelsinler: yürüyerek gelsinler veya binili olarak gelsinler. Peki ya Rabbi gelecekler de ne olacak? Hac yapmalarından maksat ne? HAC, 28.. Ayet: “Li yeşhedu menafia lehüm ve yezkürüsmellahi fı eyyamim ma’lumatin ala ma razekahüm mim behımetil en’am”: gelsinler de kendileri için Allaj’ın bahşetmiş olduğu menfaatlere şahid olsunlar. Bu da bizim bugünkü dersimizin özü ile ilgili bir ifade. Yani bizzat gözle görmek, tanıklık yapmak. Gelsinler de menfaatlere, kendilerinin lehine olan pek çok şeye tanıklık etsinler ve artı Allah’ın kendilerine hayvanlardan, enamdan. Tabi burada enam deyince Yahya tabi onun zihnine farklı şeyler geliyor. Enam türü hayvanlardan kendilerine rızık olarak verdiklerimize de Allah’ın adını anarak yani kurban kessinler. Ve ondan sonra da o kurbanları “fe külu minha: ondan yesinler”, “ve at’ımül baisel fekıyr: muhtaca ve fakire o kurban etlerinden versinler”.
İbrahim(as)’a ilk gelen konu ile ilgili vahiyleri tekrar özetlersek:
1-İnsanları hacca devet et. İnsanlar uzak bölgelerden binili olarak veya yürüyerek gelsinler. Gelsinler de kendilerine olan Allah’ın menfaatlerine şahitlik yapsınlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak vermiş olduğu enam cinsinden bildiğimiz kurban kesilen hayvanlar, kurbanlık olan hayvanlardan kurban kessinler ve kendileri, fakirler, yoksullara ikram etsinler. Bitti mi? Hayır. HAC, 29.. Ayet: “Sümmelyakdu tefesehüm velyufu nüzurahüm velyettavvefu bil beytil atiyk”: daha sonra günahlarından arınsınlar, nezirlerini/ adaklarını ifa etsin yerine getirsinler ve bu beytul atiki yani kabeyi tavaf etsinler. Demek ki bu ayetlerden hac ile ilgili ne anlıyoruz?
1-Oraya gelecek.
2-Kurban kesecek.
3-Tevbe edecek. Günahlardan arınmak için gerekli gayreti çabayı gösterecek. Eğer yerine getirmesi gereken vaadleri, nezirleri, adakları varsa onları ifa edecek. Artı, kabeyi tavaf edecek. İbrahim’den Allah’ın halkına hacc ile ilgili tebliğ edilmesini istediği kurallar bunlar. Başa dönersek biz buradan şunu anlıyoruz ki taa İbrahim’den beri hac farz kılınmış. Peki bugüne yani Hz. Muhammed ümmetine geldiğimiz zaman birileri hani diyebilir ki; “ya bu anlattıkların doğru. Fakat bunalar İbrahim’in dönemine ait. Allah da ayetler çok açık bunu böyle söylüyor. Bizi ne kadar ilgilendirir” diye birisi bir şey sorsa haklı olabilir. O zaman haccın bizi doğrudan ilgilendiren, bize doğrudan hitab eden ayetler var mı? Evet var. Nerde? Ali İmran suresi 95-96-97.ayetler. Yani kuranın 3.suresinin 95-96-97.ayetlerinde Allah doğrudan bize hac ile ilgili emirde hitapta bulunuyor. Bakalım ne diyor Allah.
ALİ İMRAN, 95.. Ayet: “Kul sadekallahü fettebiu millete ibrahıme hanıfa* ve ma kane minel müşrikın”. Yine İbrahim ile irtibatlandırdı. “De ki Allah doğru söyler” Allah’ın söylediği her şey doğrudur, doğru söyledi. “Fettebiu millete ibrahime hanifa: hanif olan İbrahim’in dinine uyun”. Yani İbrahim’in dini ne idi ise benim size tebliğ ettiğim kurandaki din de aynı din. Ama ifade çok önemli: “hanif”. Hanif ne demek? Hiç bir katık olmayan. Katıksız, saf. Orjinal. Allah’tan geldiği gibi. Saf , halis. Orjinal. Som altın diyoruz ya, işte böyle bir din. Bu çok önemi. Bu bugün için çok önemli. Hac ile irtibatlandırıken hemen bunu kullanıyor. Neden? Çünkü, az önce ifade ettim ya. Her alanda olduğu gibi en fazla içine bir şeyler katılan ibadetlerden birisi de hac. Malum Peygamberimiz döneminde kabeye haniften bahsedilirken putlar doldurulmuş. Onların etrafında insanlar hac yapıyorlardı. Dolayısıyla Allah hanif olan İbrahim”in o dinine uyun ki o İbrahim “ ve ma kane minel müşrikin” hanifin tam tersi işte: “müşriklerden değildi” hanifti. Hanif olan, olmayan. Hanif olan iyidir, hanif olmayan dini anlamda müşriktir kısacası. Kısacası: hanif olmayan müşriktir. Devamı, uyun da ne yapın?ALİ İMRAN, 96.. Ayet: “İnne evvele beytiv vüdıa linnasi lellezı bi bekkete mübarakev ve hüdel lil alemın:ve şunu bilin ki muhakkak ki insanlar içiv vâz edilmiş olan/konulmuş olan ilk ev/mabed Mekke’de konulmuş olan mabeddir ki orası mubarektir” ve “hüden lil alemin: ve bütün alemlerin hidayet kaynağıdır/ hidayet rehberidir”. Ne yapıyoruz bütün namazlarda bütün dünyada oraya yöneliyoruz ya, bir anlamda istikamet merkezidir ve hidayet alma, beslenme merkezidir. Böyle bir yerdir Mekke. ALİ İMRAN, 97.. Ayet: “Fıhi ayatüm beyyinatüm mekamü ibrahım: orada çok önemli açık belgeler vardır, artı makamı İbrahim vardır”, “ve men dehalehu kane amina: her kim ki oraya girerse emniyette olur” bir anlamda olmalıdır yani. Emniyette olur derken, mesela 82’de miydi 80’lerde hatta belki 79’da bir ayaklanma olmuştu Suud yönetimine karşı. Bu ayaklananlar, nasıl olsa ayette oraya girenler emniyettedir diye düşünerek kabeye sığınmışlardı. Sanıyorum o zamanki medyanın şeyine göre su pompaladılar zehirli gazla içeride boğdular öldürdüler. Yani hani emniyet içinde oluyordu oraya girenler? Yani sizin göreviniz oraya girenleri emniyet içinde tutmak. Oraya girenler emniyette olmalı. O vazife müslümanların görevi. “Ve men dehalehu kane amine: her kim ki oraya girerse emniyette olmalıdır/emniyette olur’. Şimdi geldi asıl nokta burada konuyor. “ve lillahi alen nasi hıccül beyti menistetaa ileyhi sebıla”. Hani dünyanın ilk beyti dedi ya insanlar için vâz edilmiş olan, “işte bu beyti hac yapmak Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır” veya insanların Allah’a karşı görevidir. O insanlar da hangi insanlar? “menistetaa ileyhi sebıla” oraya gücü yeten, oraya yol bulabilen istietaat sahibi insanlar üzerinde Allah’ın hakkıdır, insanların Allah’a karşı bir borcudur o beyte hac yapmaları. “men kefera fe innellahe ğaniyyün anil alemın” her kim ki bu imkanlar elinde olduğu halde gereğini yerine getirmez de nankörlükte bulunursa Allah’tan bir şey eksilmez. Allah ganidir, Allah’ın hiç bir şeyr ihtiyacı yoktur, kaybeden o olur Allah olmaz. Dolayısıyla özetlersek dersin başında da ifade ettiğim gibi hac hemen hemen bütün semavi, gayrısemavi dinlerde mevcut olan bir ibadet türü. İslama geldiğimiz zaman kuranın ilgili ayetlerinden biz işaretle şunu anlıyoruz ki kabe ki haccın merkezi konumunu oluşturuyor. Kabe taa Adem’den beri var olmuş bir ibadet merkezi ama doğrudan ayetlere bakıyoruz ki ayetlerden doğrudan çok açık anladığımız, İbrahim ve İsmail(as) kabenin duvarlarını yükseltiyorlar yani bugünkü kabeyi geçmişteki haliyle bina haline getiriyorlar İbrahim ve İsmail. Ve Allah, İbrahime’e haccı ümmetine tebliğ etmekle görevlendiriyor. İbrahim bu tebliği yapıyor. İbrahim’den başlamak üzere kurana göre baktığımız zamam insanlık tarihinde uygulanıyor. Ve tarihi vesikalar da bunu gösteriyor. Yani Peygamberimiz’in peygamber olarak görevlendirilmesinden önce malum çok sayıfa rivayetler var onların o günkü hac uygulamalarıyla ilgili. Ve kuran bize İbrahim ile irtibat kurarak bak İbrahim nasıl saf, hanif olarak dine mensup olarak saf hanif bir şekilde hac ibadetini yaptırıyor idi ise siz de ona uygun olarak hanif bir şekilde şirkten uzak bir şekilde hac ibadetinizi yapın. Noktayı da şöyle koyuyor Allah: hacca gitmeye gücü yeten istitaatı olan her müslümanın oraya gidip hac yapması Allah karşısında o kulun borcudur veya Allah’ın o kul üzerindeki hakkıdır.
Asıl konumuza gelirsek. Bu ayetlerden biz ne anladık? Özellikle son ayetteki istitaat kelimesi. Oraya gitmeye gücü yeten, oraya yol bulanların hac yapmaları. Bizim fıkıh kitaplarında şöyle bir ifade var. Genel olarak çok kısaca değinelim. Detayına sonra gireriz. İnsan var sayalım ki maddi gücü iyi. Zangin. Her türlü imkanı var fakat sağlığı el vermiyor. Sağlığı yerinde değil. Bu insana hac farz mıdır değil midir? Farz değilse problem yok. Ama farz der isek? Peki bu insan bizzat kendisi gidemiyor ne yapacak? İşte sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; Maliki mezhebi hariç Hanefiler’den bir kısım alimler hariç Şafi, Hambeli, Şia, Zeydi vs. ve Hanefiler’in çoğunluğu diyorlar ki; “insan eğer bizzat kendisi gidemiyor ise gidemeyecek sağlık problemleri vs içinde ise kendisi gitmez. Başkasını kendisi adına vekaleten hac yapmak üzere parasını vererek hacca göndermesi gerekir. Göndermeden ölürse günahkar olur. Eğer o göndermemiş olsa bile vasiyet etmemiş olsa bile onun mirasçılarını onun malından birisine verip onun adına hac yaptırmaları gerekir”. İşin özeti bu. Hatta mesela İbni Abidin’de bir ifade var. Şimdi Abdurahman Hoca’nın şeyinde o bölüm. Mesela padişahlar da hacdan muaftırlar. Çünkü padişah makamını terkedip uzun süreli bir yere gidemez. Orayı okuyabilir misin Abdurahman Hoca.
ABDURRAHMAN YAZICI: Sultanların ve vezirlerin hac yapmayacakları ile ilgili İbni Abidin, Kurtaşi’nin Hanefi fıkhına Tevrilül Evsar dair adlı eserine Haskefi’nin Durül Muhtar adıyla yaptığı şerhe İbni Abidin’in yaptığı bir hâşiye. Burada İbni Abidin önce Hemevi’nin bu konudaji aleyhte görüşünü naklediyor. Daha sonra diyor ki; “bize göre bu böyle değildir” diyerek buna cevap veriyor. Tabi başka alimler de İbnuNuceym bunun gibi ibare. Şöyle söylüyor; “lakin kaddemna ani şerhül İbabi anül şemsil islami ennes sultane ve men bi manahu minel umerai kulha kum bil mahpus. Fe yecibul ihcacu fi malihi an hukukul ibad. Ey izata hakkaha bima zukrahu ve dame ilel mevti. Kavluhu bi şartil emri bihi Sarraha bi haza şartı fil bahri”. Burada Şerhul İbab’dan naklederek emirlerin, sultanların mahpus hükmünde olduğunu söylüyor. Onların mevcut mallarından hac yaptırılması gerektiğini yani hac yapılması gerektiğini, ölene kadar onların malından birisinin bedel olarak hac yapması gerektiğini söylüyor. Yine iBni Nüceym ondan daha önce yaşamış alim 1563’lerde. İbni Abidin’in de refrans verdiği. O da Nesefi’nin Kenzut Lekayid adlı eserinde bu konuyu daha da ayrıntılı ele alıyor. Şöyle diyor Hocam. “Bil mahpus” ifadesini açıklarken yani “bunlar hapisdeki gibidirler” şeyini açıklarken “fe yecibul hacci fil malihi yani iza kane lehuma hayru mustarikun li hukukun naai fi zimmetihi dune nesfsihi” yani onların kendilerine ait bir malları varsa bundan hac yapılır, o gerekir. “le ennehu harece min memleketihi” memleketinden çıkarsa eğer bu sultanlar “tahrabul biladu” o ülke harap olabilir “fe tekul fitnetu beynel ibad” bir takım fitneler ortaya çıkabilir “ve rubbema yuktelu fihi kel haleti” veya öldürülebilir gidip gelirken. “Ve rubbema na yunekkinihu mişlun ahar mined duhuli memleketihi fe teku fitnetun adunetun tukdi ila madaratin beligatin ya ümmeti müslimin” şeklinde açıklıyor meseleyi. Yani bir takım fitneler, büyük problemler olabilir gibi söyleyerek bu konuda onların yerine bedel hac yapılması gerektiğini, onların yapmamasının daha şey olduğunu ifade ediyor.
SERVET BAYINDIR: Abdurahman Hocam teşekkür ederiz. İbni Abidin tabi bir örnek. Çok sayıda fıkıh kitaplarında bu tür ifadeler yer alıyor. İşin özeti şu, veya özü şu: hac kime farzdır? O gözle olaya baktığımız zaman fıkıh kitaplarına göre, bütün fukahaya göre mezhep ayrımı yapmaksızın. Şurada bakın sıralamışız
1- Akıllı olması lazım, bluğ çağında olması lazım. Müslüman olması lazım. Müslüman olmamışsa önce bir müslümanlık şartı var. Dördüncü şart istitaat. “Men istetaa ileyhi sebila” dedi ya. İstitaat sahibi olmalı. Akıllı, bluğ ve islam konusunda pek bir ihtilaf yok.Ama istitaat kavramı ile kastedilen nedir? İstitaatın altı nasıl dolduruluyor? İşte burada ihtilaflar başlıyor. Şimdi istitaat da şu maddelerden oluşuyor yine hemen hemen bütün fıkıhçılara göre. İstitaat kavramının altında bir: maddi imkana sahip olmak. İki: sağlıklı olmak. Burada sağlıktan kasıt hacca gidip gelebilecek kadar fiziksel, biyolojik vs.engeller olmamak. Üç: Yol güvenliği olması. Kadınlar açısından özel bir şart, yanında mahreminin bulunması ve hür olması kişinin. Hapis vs. olmaması. İşte bunlara bir takım ilaveler yapıluyor ama bunlarla ilintili. İşin özü bu. Demek ki insan akıllı olacak, bluğ çağına ermiş olacak, müslüman olacak, istitaat sahibi olacak. Peki istitaatdan kasıt ne? Maddi durumu yerinde olacak, sağlıklı olacak, yol güvenliği olacak, kadın ise yanında hacca gidip gelecek o uzun yolculukta mahremi bulunacak ve hür olacak. Bu şartlar da istitaatı oluşturuyor. İşte tartışma şu: adamın mali imkanı vardır âma sağlık, yol güvenliği, mahremi veya özgürlüğünün olmaması, biri veya bir kaçı olmayabilir. Peki bu durumda ne olacak? Bu açıdan baktığımız zaman fukaha bu istittaatı da kendi içinde ikiye ayırıyor. Bir mali imkan, iki diğerleri. Mali imkan ve diğerleri diye ikiye ayırıyorlar kendi içinde. Hanefi, Şafi, Hambeli fukahasına göre öncelikli olarak mali ibadettir. İlk bakımdan birinci ağırlıklı olarak mali bir ibadettir. Tamam bedeni yönü de vardır ama ağırlıklı olarak mali ibadettir. Dolayısıyla bir önceki slayta geri dönelim. Eğer bu istitaatdan malı varsa diğerleri yok olsa bile hac o kişiye farzdır. Yani şöyle diyorlar. Örneğin bir çocuk anasından doğdu kötürüm. Hiç bir şekilde hareket edemiyor. Bugünkü anlamda bitkisel hayatta. Ama anası banası zengin. Ve bu çocuk var sayalım anası babası vefat etti, babasının malı da kendisine kaldı. Ama kendisi hiç bir şekilde hareket edemiyor. Bu çocuğa hac farzdır. Buluğ çağına erdikten sonra hac farzdır. Bu hakdeki bir insan hac yapmakla yükümlüdür. E ama gidemiyor, yapamıyor? Tamam gitmesin, başka birine. Kendisi konuşamıyor bile? İşaretle bile. Olmasın. Onun mutlaka velisi, vasisi var. Bunun adına tasarrufta bulunanlar malından alıp bir kişiyi görevlendirip bunun adına hac yapmakla yükümlüdürler. İşte örneğin kadın. Bir kız doğdu, anası babasının maddi durumu iyi veya kendisinin maddi durumu iyi. Ama varsayalım ki kız çocuğu buluğ çağına erdikten sonra anne babası vefat etti. Bu çocuğun hiç bir mahremi de yok, maddi durumu da iyi, buna hac farzdır. Nw yapması gerekir? Mahreminin olmasına kadar beklemelidir. Yani yarın evlenebilir, bir takım sebeplerle mahremi oluncaya kadar bekler. Var sayalım ki evlenemedi-hatta fıkıh kitapları öyle derler-artık evlenme ihtimali kaybolunca öyle bir durım ortaya çıkıncaya kadar bekler, öyle bir durum ortaya çıkınca artık mutlaka kendi adına birine para verip ona hac yaptırmalıdır. Çünkü kendisi gidemez mahremi olmadığı için. Mahpus sayılır. Hapisteki bir kişi gibi sayılır. Veya hapisteki bir kişi. Herhangi bir şekilde hapise girmiş, ömür boyu müebbet hapis ama maddi durumu iyi. Kendisi gidemiyor. O halde birini hacca göndermelidir. İşte az önceki Abdurahman Hoca’nın okuduğu padişahlar da burada hapis gurubunda sayılıyor. Her ne kadar hapiste değilseler de fiilen hapistirler diyor. Çünkü oradan ayrıldığı zaman kendi can güvenliği problemi olabilir, o ülke karışabilir, o giderken başka tarafa diğer ülkelerin topraklarından geçeceği için oralarda problemlere yol açabilir. Onun için mahpus hükmündedir. Bu kişi de kendisi gitmez, başkasını hacca göndrir. Ve nitekim bizim Osmanlı padişahları bildiğim kadarıyla büyük bir kısmı hac yapmamıştır.
ABDURRAHMAN YAZICI: Belli bir döneme kadar hiç yapan yok.
SERVET BAYINDIR: Hiç yapmamaıştır. Osmanlılar padişahlar tarih kitaplarını okudupumuz zaman yapmamışlardır. Acaba niye yapmadı? Bunlar dini yönden çok eksik miydiler falan diye düşünürken işin fıkhi bu tarafını düşünmek lazım. Yani bunlara o yapmama fetvasını verenler bizleriz: hocalar. Onu demek istiyorum. Hatta yeri gelmişken bir şey anlatayım: Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye medreselerini, külliyesini, camisini inşa ettikten sonra bir vakfiyesi var. Bunu Vakıflar Dergisi’nde 1970’lerde Hüseyin Atay Hoca tercüme etmiş. Osmanlıcadan latinize etmiş. Osmanlıcasıyla birlikte basmış Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Vakıflar Dergisi’nde basılmış. Yaklaşık 60 sayfalık bir metin. Orada aslında doğrudan ilintili değil ama mantığı vermesi bakımından ilintili. Vakfiyede işte efendim camiye şöyle imam atansın, şöyle müezzin atansın, şöyle süpürgeci atansın, şöyle hizmetli olsun vs. vs. Görevleri, maaşları, yevmiyeleri olsun en detayına kadar anlatılmış vakfiyede. Bir yerde de diyor ki, darul hadis medresesi var. Medreselerden bir tanesi darul hadis o zaman Osmanlı coğrafyasının enyüksek mertebeli üniversitesi. Resmiyette öyle. Mesela önemli bir yere kadı, Mekke’ye, Medine’ye, Kahire işte İstanbul, Edirne kadısı veya leyhulislam olmak isteyen kişi buradan mezun olmak zorunda. En son mertebesi burası. Mezun olmak zorunda. Öyle bir de medrese payesi veriliyor resmen. Orada darul hadis bölümü var. Darul hadisin hocasının yani bugünkü anlamda prefosörün diyelim günlüğü 50 akçe. Yazıyor: elli akçe ödene. Hocanın asistanı, bugünkü araştırma görevlisi diyelim. Asistanın da bir asistanı olabilir diyor orada. Ona da günlük 10 akçe ödene diyor. Tabi başka çok şeyler var da asıl konumuz açısından ilginç olan bir de diyor ki: kalbi temiz, ağzı düzgün, güzel kuran okuyan salih kullardan(şu anda sayısını unuttum diyelim 4 kişi) tespit edile, görevlendirile, her gün ikindi namazından sonra Süleymaniye Camisi’nde padişahımızın kaçırmış olduğu namazlar için orada namaz kıla. Ve bunlara da 2 ya da 6 şimdi yanlış olmasın, 6 akçe diyelim. 6 akçe günlük yevmiye ödene. Yani ilim adamı adayı bir araştırma görevlisi bugünkü anlamda doktora yapan bir alim adayına 10 akçe, onun hocasına 50 akçe, orada ikindi namazından sonra padişahın kaçırdığı namazlar için namaz kılana da 6 akçe yevmiye ödene. Ve bu o vakfiyede var. Yani şunu demek istiyorum. Başkası adına hac yapmakla bunu mukayese ettiğiniz zaman aslında mantık aynı, düşünce aynı. Böyle bir durum var yani bizim tairhte. Evet şimdi tekrar konumuza dönelim. Demek ki işin özeti mezheplere geri dönersek Hanefiler’de bir muğlaklık var. MeselaEbu Hanife, Serahsi, İbni Hümam, bu vekaletle hac konusunda olumsuz yaklaşıyorlar. İmameyn olumlu yaklaşıyor. Vekaletle hac olur diyorlar, farz diyorlar ve mezhebin hakim görüşü de budur bedel hac konusu. Mesela işte Diyanet’in ilmihali, Ömer Nasuhi Bilmen ilmihalinde, tümünde bedel hac konusu vardır. Normal,doğal olaması gereken bir ibadetmiş gibi , görevmiş gibi anlatılır. Çok rutin bir şeymiş gibi anlatılır. Hanefi mezhebinin hakim görüşünü yansıtır bunlar. Fakat dediğim gibi Ebu Hanife, Hanefiler’in yine belki 3.nesil diyebileceğimiz Serahsi, ondan sonra gelen İbnul Humam buna muhaliftir. İmam Muhammed, her ne kadar bu tür insana vekaleten hac farzdır derse de şunu diyor; vekaleten giden kişi kendi adına hac yapmış olur. Gönderen kişi, giden kişi ancak hac yapmıştır. Onun hac yapmasına vesile olduğu için sevap alır diyor. Yani Hanefi mezhebi alimlerinin bu konuda kafaları net değil, onu söyleyeyim. Ama Şafi ve Hambeliler çok net. Vekaleten hac, az önceki anlattığımız şartlarda vardır, farzdır, olmalıdır, yapılmalıdır, yapmazsa günahkar gider yani birini göndermezse kendi adına günahkar gider. Onun günahından kurtulmak için o vasiyet etmemiş olsa dahi mirasçılar onun malından alıp bir kişiyi onun adına vekaleten hac yaptırmalıdır diye söylerler. Maliki fukahası böyle bir şeye gerek yoktur diyor. Zaten bu insana hac farz değildir diyorlar. Bu bahsettiğimiz şartta olan insana hac farz değildir. Hac, öncelikle bedeni ibadettir diyorlar mali ibadet değildir. Bedeni ibadet olduğu için adam öncelikle bedensel “men istetaa sebila” ayette, oraya yol bulamadığına göre malı olsun, şuyu olsun, buyu olsun önemli değildir diyorlar. Peki delilleri ne? Ne tür deliller ileri sürüyorlar? Şafiler ve Hambeliler, diğer hac farzdır bu tür insanlara. Hastaya diyelim biz. Bedeni gücü yerinde olmayan kişiye farzdır diyenler 1 diyorşar, tamam ayette Allah istitaat kelimesini kullanıyor. Tekrar özetlersek, Malikiler diyor ki; fiziksel anlamda,biyolojik anlamda bedeni gücü yerinde olmayan kişi zengin olsa dahi o kişiye eğer bizzat gidip hac yapabilecek güçte kudrettr değiş ise o kişiye hac farz değilidir der Malikiler. Şafiler, Hambeliler ve Hanefiler’de hakim görüş diyelim: bu kişiye harc fazdır. Hac farzdır diyenlerin gerekçeleri ki burada en fazla gerekçeyi İmam Şafi başta olmak üzere Şafi uleması ileri sürüyor. Diyorlar ki; 1-Hac farz değildir diyenlere diyorlar ki, siz diyorsunuz ki efendim bu insan istitaat sahibi değil. Halbuki Allah ayette “men istetaai ileyhi sebila” buyuruyor diyor diyorsunuz, onun için farz değildir diyorsunuz. İmam Şafi diyor ki; eğer bir insan dese ki ben kendime bir ev yaparım, ben bir elbise dikebilirim, bir elbise sahibi olabilirim dese. “Ene estatiu” ifadesini kullanıyor. “Estatiu en ebniye el beyt” diyor. Yani o kişi o binanın tüm işlemlerini kendisi yapacağını mı kastetmiş oluyor. Yook! Ben kardeşim paramı veririm, ustasını çalıştırırım, ben kendime bir ev inşaa ettiririm demek istiyor. Ben parayı veririm, terziyi çalıştırırım, kendime bir elbise yaptırırım demek istiyor. Dolayısıla istitaat bizzat olacağı gibi bil vesile ile de olabilir diyor İmam Şafi. Adam kendisi gidemiyorsa başkası aracılığıyla o gücü elde eder. Dolayısıyla hac yapmalıdır diyor İmam Şafi. Birinci gerekçesi bu. Bir diğeri: bir bayan, rivayete göre Yemenli, Yemen’den bir kabileye mensup bir bayan veda haccında Peygamberimiz Müzdelife’de devesinin üzerinde mola vermiş iken yaklaşıyor. Doğrusu çok insan yaklaşıyor, herkes kendisi o günkü problemleri sorular soruyorlar. Bir bayan da yaklaşıyor diyor li; ya Resulallah, benim babaö çok yaşlı. Hac farz olunduğu vakit babam çok yaşlı. Bir hayvan üzerine bağlasan dahi duramayacak kadar yaşlı. Bu babamın adına hac yapsam olur mu? Peygamberimiz de buyuruyor ki; babanın birine borcu olsaydı da o borcu ödeseydin olur muydu? “Olurdu ya Resulallah”. “O halde bu da olur” diyor. Başka bir rivayette bu hadisin devamında diyor ki; “ya Resulallah peki faydası olur mu?”..Diyor ki; “faydası olmasa da zararı da olmaz”. Farklı bir rivayet bu. Böyle bir hadis var. Kısacası bir bayan bunu soruyor. Bu hadis işte diyorlar ki bak Peygamberimiz bizzat hac borcunu normal birine ödenmesi gerek parasal borca benzetmiştir. Para borcunu nasıl ki başkasının adına ödediği zaman oluyor ise hac borcu da böyle bir borçtur. İkinci delilleri bu farzdır diyenlerin. Üçüncüsü: diyorlar ki Peygamber’imiz yine veda haccında kabenin eterafında tavaf ederken birisine bakıyor ki “lebbeyk an şübrüme, lebbeyk an şübrüme” diyerek adam tavaf ediyor. Peygamberimiz kulak kesiliyor “sen ne diyorsun” diyor. “Ya Resulallh, lebbeyk an şubrüme” diyor. “ Ne demek istiyorsun?”. Şubrüme adınds bir arkadaşım var, onun adına diyor tavaf ediyorum diyor. “Sen kendi adına tavaf ettin mi?”. “Ettim ya Resulallah”. “Tamam et o zaman” diyor. Diyorlar ki bak Peygamberimiz Şübrüme adına tavaf edilmesine kendi adına yapmak kaydıyla dahi olsa müsade etmişler, o halde demek ki oluyormuş. Bir diğer rivayet Hz.Ali’den rivayer var. Hz.Ali yaşlı birisiyle karşılaşıyor. Ona diyor hac yaptın mı? Yapmadım diyor. Demek ki maddi durumu iyiymiş, öyle anlaşılıyor konuşmanın akışından. Diyor ki istersen birini donat yani birine para ver vs. gerekli işlemleri, erzağı tamamla da adına gitsin hac yapsın. Hz.Ali demiş. Diyorlar ki işte sebeplerden birisi de budur. Bir diğer gerekçe de bunu daha çok Hambeliler öne sürüyorlar. Hambeliler diyor ki; ey Hanefiler ve diğerleri veya herkes! Hacda herhangi bir rüknü, vacibi vs.ifsad edildiği zaman fidye gerekiyor mu?Gerektiğine dair çok sayıda kurallar var ayet var hatta. İlgili kurallar var. Yani hacda şöyle yaparsan şu kadar fidye ödemelisin, şu kadar kurban kesmelisin. Var mı? Var. O halde demek ki peki o fidyeyi diyelim ki ben hacda varsayalım ki 1 milyarlık bir suç işledim, bir fidye vermem gerekiyor. Benim bu fidyemi ben değil de eşim verse,kardeşim verse birine olur mu? Olur. Maddi borçtur olur. Buna itiraz eden yo. O halde diyor fidyesi olan bir ibadetin ve başkası tarafından da ödenebildiğine göre bu ibadet vekaleten de başkası tarafından yapılabilecek bir ibadettir diyorlar ve dolayısıyla kişi sağlık anlamında müsait olmasa bile imkanı olmasa bile maddi durumu yerinde ise kendisine hac farzdır. Dolayısıyla bedeş hac meşrudur, yapılmalıdır diyenlerin gerekçeleri bunlar. Mesele anlaşıldı mı? Anlaşılmayan bir nokta var mı? Şimdi gelelim diğerlerine. Diğerlerinden kasıt Malikiler. Yanlız burada da şöyle bir anektot var çok ilginç yani. Az önce anlattım ya bir bayan Peygamberimize geliyor soru soruyor. Bu bayan, kaynakların anlattığına göre genç bir bayan, güzel bir bayan. Peygamberimize geliyor, peygamberimiz devesinin üzerinde. Terkisinde de Fazl var. Fazl da amcasının oğlu. Abbas’ın oğlu Fazl. Ve yine anlatılana göre 18-19 yaşlarında bir delikanlı Fazl. Peygamberimizin devesinin terkisinde. Kadın yaklaşıyor “ya Resulallah bir soru soracağım” diyor. Peygamberimiz farkediyor ki Fadl gözlerini dikmiş bayana bakıyor. Genç, demek ki o da güzel. Peygamberimiz hemen tutuyor Fadl’ın yüzünü şu tarafa çeviriyor. Neyse, bayanla konuşmaya devam ediyor. Bir bakıyor yine bizimkisi gözlerini dikmiş. Bir daha çeviriyor bu tarafa. Artık üçüncü oluyor mu bilmiyorum. Şimdi buradan hareketle, Malikiler’in çok meşhur bir alimi var. İşte bu hareketle bu alimin buradan çıkardığı sonuçlar var. Bu olayı anlatırken ben de öyle tesadüfen bu konuyu araştırırken orada adam bu olayı, sahneyi anlatıyor, oradan hareketle hükümler çıkarıyor. Mesela demek ki deveye iki kişi binebilir. Demek ki devenin terkisine binilebilir. Demek ki bir kişi üstte iken bir kişi yerde iken soru sorulabilir. Yukarıdaki alta cevap verebilir falan böyle güzel yani ilginç sonuçlar çıkarmış madde madde ama asıl ilginci şu; demek ki diyor kadınların toplum içine çıkması yasaklanabilir. Neden? Çünkü o kadın geldi oraya, o peygamberimizin sülalesinden o mübarek delikanlı Fadl’ın aklını bozdu. Onu günaha soktu. Onun günaha girmesine vesile oldu, onun için kadınların toplum içine çıkması engellenebilir. Buradan bu sonuç da çıkabilir. Tabi bem açıkçası bu bölümü okuyuncaya kadar çok şahane anlatmış, konuyu öyle güzel anlatıyor ki bu ifadeye gelinceye kadar o bölümü ve diğer bölümlerini çok iyi okuyordum seve seve ama bu ifadeyi gördükten sonra Allah Allah! Böyle bir hüküm çıkaran insanın diğer konularda çıkardığı diğer hükümlere nasıl güvenirsin? Sonradan çıkartılma imkanı yok onu söyleyeyim. O dönenin kültürü, o dönemin anlayışı öyle. Orjinal olduğu kanaatindeyim o görüşlerin. Böyle bir durum da vardı. Biraz da güncel bir konu. İlahiyat fakültelerin programları şu anda tartışılıyor. İlahiyat fakülteleri programları üzerinde YÖK ciddi bir neşter vurdu olumlu-olumsuz tarafıyla. Fakat işin özü şu. Yani tartışmaların özünde lu yatıyor: felsefe, kelam da dahil felsefe gubuna dahil, bir şekilde felsefe ile ilintili olan derslerde azaltmaya gitti YÖK. Onun yerine de kıraat, kuranı kerim, hadis, tefsir, fıkıhta artma yok ama biraz düzenleme var. Açıkçası islami ilimler alanında getirilen dersler, yerleştirilen sistem yani şu şartlarda olabileceğin en güzeli. Benim gördüğüm o. Fakat itiraz, felsefe alanındaki eksiklik ama problem şu. Tabi şu anda tartışılıyor. Aslında karar çıkmış ama karar üzerinde yeniden bir düzeltme yapmaya çalışılıyor. Herkes kendince bir takım mücadele veriyor. Yani tekrar söyleyeyim fıkıh açısından, kuran açısından, arapça açısından,temel islam bilimleri açısından olması gerekene biraz yaklaşmış. Yani iyi. Bu anlamda açıkçası takdir etmek lazım bu programı yapanları. Fakat yaklaşım tarzı problemi var. O da şu: ben yaptım oldu mantığı ile yapılıyor. Ve ikincisi: ehli sünnet anlayışına sahip ilahiyatçı yetiştireceğiz sloganı ile bunlar yapılıyor. Mantık bu ya, mantık bu olunca sizin yaptığınız ne kadar görüntüde doğru olsa da isabetli olsa dahi özü yanlış. Onun için geçmişte de aynı mantık var. Siz burada felsefeyi vesairi işte kelamı. Kelam da çok fazlaydı. O da var. Kelamcılar kızıyor ama. Bir zamanlar da YÖK’ün ilahiyatların programını yapanlar hep kelamcılardı ağırlıklı olarak. Kendilerine ders icad etmek için Allah’a şükür “Kelama Giriş”, “Kelam Ekolleri”, “Kelam Gurupları”, “Kelam Tarihi”, “Kelam Konuları”, “Kelamın Ana Konuları”, “Kelamın Talii Konuları” yani kelam işte. Hadi iki dönem, üç dönem. Böyle bir problem de vardı yani. Etki tepki meselesi heralde şu anda. Fakat işte bakış açısı meselesi önemli burda. Kalkış noktası, zihniyet önemli. Siz eğer ben ehli sünnete tâbi, ehli sünnet mensubu, ehli sünnet savunucusu ilim adamları ilahiyatçılar yetiştiricem dersen bu olmaz. Kardeşim ilmin ehli sünneti ehli bidatı Hasanı Hüseyini olmaz. Ben ilmi mantığa sahip, ilmi namusa sahip insanlar yetiştiricem de, orada sen hadisi de tefsiri de fıkıhı da felsefeyi de ise bütün ilmin materyallerini potanın içerisine koysun, orada dövsün dövsün, oradan ne ortaya çıkarsa “ilim bana bu sonucu çıkarttı” desin, o mantıkla yetiştir, o mantıkla yola çıkarsan bir şey olur. Bizim geçmişteki o bahsettiğimiz kitaplarda çok güzel noktalar var ama dediğim gibi mantık problemi var. Orada diyor ki; “dini anlama anlatma ve topluma dizayn vermede tek yetkili erkeklerdir”. O mantıkta o var. Kadınlara dışarı çıkması ysaklana bilir”in mantığınds o var. Sen kimsin ki? Düşünebiliyor musun bu insanı tanrılaştırmaya kadar götürüyor. Sen kimsin ki diğerini yasaklama hakkını sen kendinde görüyorsun. Kadın da aynısını der; “erkeğe yasaklayalım”. Aynı şey. Değişen bir şey yok yani. Bu mantık sağlıklı bir mantık değil. İşte geçmişte de öyle bugün de aynı. Neyse konumuza dönelim.
Peki vekaletle hac istitaatı olmayan için sağlık durumu el vermeyen için veya hapis durumunda olan için. Veya yol güvenliği olmadığı için hacca gidemeyen için vekaletle hac neden farz değildir. Daha doğrusu bu insana hac farz değildir ki kendisi adına birilerini görevlendirsin. Bunların gerekçeleri şu:
1-Diyorlar ki; Ali İmran suresinin, haccın farzıyetini ifade eden 97.ayette Allah buyuruyor ki; “…ve lillahi alen nasi haccul beyti menistetaa ileyhi sebila” Allah buyuruyor ki; “oraya yol bulabilen, oraya gitmeye gücü yeten kişiye hac farzdır” hac yapmak “haccul beyti” hac yapmak farzır diyor. Oraya gücü yetmeyen kişi mali durumu yerinde olursa hac yaptırmak ona farz “ihcacul beyt” demiyor Allj diyorlar. Kendisine hac farzdır. Dolayısıyla kendisi gidemiyorsa sen nasıl başkasını onun adına göndermesinin gerekli olduğunu, farz olduğunu vs.söylersin, adama öyle bir yükümlülük getirirsin diyorlar.
2-Diyorlar ki; “hac öncelikli olarak mali bir ibadet değildir. Öncelikli olarak bedeni bir ibadettir”. Yani ibadet: mesela zekat mali ibadettir. Siz burada İstanbul’dasınoz, 1 milyar zekat borcunuz var. Erzurum’daki, Ankara’daki bir dostunuz, kardeşiniz, abiniz, babnız “ya senin zekatını burada veriyorum sen şey yapma” dedi ve 1 milyarı fakir fukuraya verdi. Hatta senden istemedi de onu. Olur mu? Olur. Yani mali, sırf mahza mali bir ibadet bizzat olabileceği gibi bir başkası tarafından da yerine getirilebilir. Ama bu, zekat gibi mahza mali ibadet değildir. Bu, Malikilere göre öncelikli olarak hac, bedeni ibadettir. Dolayısıyla bedeni ibadet yönüne bakılarak hüküm verilmelidir. E o halde önce beden oraya gitmesi gerektiğine göre beden gidemiyorsa eğer bu kişiye hac farz değildir diyorlar. Ve tabi ku konuyu çok detaylandırıyorlar. Mesela İbrahim’in hac ile ilgili okuduğumuz ayette hani “uzak beldelerden gelsinler”, “li yeşhedü menafia lehum; şahid olsunlar” diyor Allah. Diyor ki; “bak, ‘şahid olsun’ diyor. Başkası gidip de başkası adına nasıl şahitlik yapacak? Adam kendisi gidecek. Oradan dersler çıkaracak, ibretler alacak, peygamberin yaşadığı, islamın geldiği vs. vs. yerlerden bizzat yaşayarak onun sıkıntısına da keyfine de vararak gereken sonucu çıkaracak. menfaati o şekilde elde edecek. Dolayısıyla bu ancak bedenle okur. Namaz gibidir” diyorlar. Hac namaz gibi bir ibadettir. Ama işte işin kötüsü, az önce okudu ya padişahların adına namaz kılmaya fetva verenler: işte o mantık buna da fetva veriyor. Ve yine başka ayetler “Ve en leyse lil insane illa maesea: insanoğlunun kendisinin yaptığı dışında bir şeyi yoktur” ayetini delil getiriyorlar. Vs.diyorlar ki kişi kendisi yaparsa ibadet olur. Onun için öncelikli olarak bedeni ibadettir. E peki gelelim hadislere. Adamlar güçlü hadisler ileri sürüyorlar. Öncelikle diyorlar ki; “öncelikle işi kurandan bağlayalım. Kurandaki ilgili ayetlere baktığımız zaman ve maddi ibadet malü ibadet diye mantık kurallarına göre kardeşim bu hac, bedeni ibadettir. Hadi sizin hadislere gelelim, rivayetlere gelelim. 1-Bu bayanla ilgili hadis tamam sahihtir. Cerh ve tadil kriterlerine göre sahihtir. Bu bayanın sözü, peygamberimize sorusu, peygamberimizin verdiği cevap tümü birden düşünüldüğü zaman bu bayanın babasına haccın farz olduğu sonucu çıkmaz buradan” diyorlar. Yani demek istiyor ki; “ya Resulallah, babam rahatsız, yaşlı. Babam gelemedi zaten buralara gelme imkanı da yok. Hayvan üzerine bağlasan da gelemeyecek. Ben babamın adına da bir tavaf yapsam olur mu?”. “Olur” diyor. Ama ona farzdı o yapmadı, sen onun yerine yap falan öyle bir sonuç çıköaz diyorlar. Bir bu.
YAHYA ŞENOL: Öyle bir soru sorma nerden çıkıyor? Kimsenin aklına gelmiyor mu?
SERVET BAYINDIR: İşte o Şübrüme olayına bak… Bir de şunu söylüyorlar, detayımda var. Diyorlar ki; “normalde zaten başkası adına tavaf anlayışı… Tavaf bir duadır diyorlar. Tavaf sadece bir dua yerine kabul edilir. Başkası adına tavaf geleneği islamdan önce de vardı. Nitekim Şübrüme adına tavaf ediyorum diyen adam da o geleneği bir anlamda devam ettiriyor. Dolayısıyla o bayanın sözü bu şekilde de anlaşılabilir diyorlar. Zaten haccın sözlük anlamı içinde tavaf kelimesi de var. Bir şey etrafında dönme. Bildiğimiz tavaf hac kelimesiyle de ifade ediliyor. Zaten bakın diğer bir madde: bu bayana peygamberimiz babası adına hac yapmasına vesile olması, babasının sevap alabileceğini. Niye? Çünkü kızıdır. Böyle bir ibadet yapmasına vesile olan bir evlat yetiştirmiştir vs.bundan sevap alır. Yoksa onun adına hac yapılmış olmaz diyorlar. Malikiler, Şafilere en fazla en güçlü eleştiri yani şey olarak hadisten vs.mantıktan yola çıkarak onların getirdiği gerekçelere en büyük eleştirileri veya cevapları şu: Şafilere dönelim tekrar. Diyorlar ki; mesela hasta bir insan veya mahremi olmayan bayan örneğinden gidelim. Bir bayan kalktı bir şekilde hac farz maddi durumu iyi ama mahremi yok, hacca da gidemiyor. Bekledi bekledi mahremi olmadı, ümidini kesti, kendisi adına birini hacca gönderdi. Onun adına hac yapıldı dönüldü ama daha sonra evlendi bir şekilde mahremi oluştu. Bu bayan tekrar hacca gitmeli mi? Şafiler, evet gitmelidir diyorlar. O geçen sayılmaz diyorlar. Hac şimdi kendisine farz olduğu için kendisi artık istitaat sahibi olduğu için daha önceki geçersizdir. Gidip yapmalıdır diyor. Borcu ödenmemiştir diyorlar. Bu, Şafilerin teorisinde var. Şimdi Malikiler bunlara burdan hareketle şunu söylüyorlar: diyorlar ki; “siz diyorsunuz ki hac farz, onun yerine başkası hac yapmalı diyorsunuz ve yaparsa borcu düşer diyorsunuz. Ama diğer taraftan da diyorsunuz ki düzelirse daha önceki borcu ödenmemiş sayılır. Böyle bir mantık olur mu” diyorlar. Böyle bir ibadet yaklaşımı olur mu diyorlar. Onun için sizin teoriniz bir defa baştan çürük diyorlar Malikiler. Böyle bir eleştirileri var. Bir de İmam Malil’ten şöyle bir ifade var. Diyor ki İmam Malik; “burası (Medine) peygamber yurdudur” diyor. Malum İmam Malik Medine’de yetişmiş. Medine’nin imamı diye tanınır. Çocukluğundan beri Medine’de mescidi nebevide yanılmıyorsam vefat edinceye kadar Medine’de öğrencilik ve hocalık yapmış. Diyor ki; “burası peygamber yurdu. Peygamberimiz burada yaşadı. Burada vefat etti. Medine’de bugüne kadar böyle başkası adına hac yaptırma olayına ben şahid olmadım. Böyle bir şey yoktur” diyor. Dolayısıyla peygamberin uygulamasında O’nun ashabının uygulamasında, onların anlayışında, zihninde, algılamasında böyle bir durum söz konusu değildir. Onun için böyle bir şey kabul edilemez diyor özerle İmam Malik. Velhasıl gelelim Enes Hoca’ya. Bu işi benim başıma salanlardan birisi Enes Hoca’dır. Bu konu ile ilgili çalışma yaparken biz Enes Hoca ile de konuşmuştuk. Enes Hoca bana iki tane sertifika vermişti. Sağolsun getittirdi. Sertifika var. Arabistan’da basılmış Vezaretül Evafıl Vezaretül Hacc diyor yani Suudi Arabistan Hac Bakanlığı’nın resmi anteti bulunan sertifika. Diploma gibi. İki tane sertifika getirmişti sağolsun Enes Hoca. Zaten matbuu bir evrak. Sadece isim yerleri boş. İşte biz şahitlik ederiz ki filan isimli filan zat, filan adam, filan kişi, filan hac dönemimde filan adına burada vekaleten hac yaptı. Altına demek ki mühür vuruyor. Dolduruyor, mühür vuruyor ve bunu veriyor. O adam da o evrakı alıyor getiyor örneğin Doğu Türkistan’a götürüyor Mehmed Ağa’ya diyor bak senin adına ben hac yaptım, işte belgesi buyur diyor. Yine Enes Hoca o zaman bana anlattığı bir şey vardı. Çadırlarda çadırlara geliyorlar diyor, “vekaleten hac yaptıran var mı! Vekaleten hac yaptıran var mı!” diye adeta müşteri arıyorlar. Enes Hoca bunu anlattı. Onun dışında yine bu konuyu araştırırken Kanada’da büyük bir şirket ilan vermiş. Sanıyorum şia ağırlıklı bir şirket. Bir cemiyet diyelim, şirket demiyelim. Diyor ki; “boylu poslu dinç sağlıklı genç elemanlarımızla adınıza vekaleten hac yaptırılır”. Amerika filan filan yerlerden adına hac yaptırmak isteteyenler kredi kartı filan numaradan şu anda tam hatırlamıyorum ama örneğin 5 bin dolar yatırsın diyor. Daha yakın bölgelerden vermiş. Bu bölgede olanlar 2500 dolar yatırsınlar diyor adına vekaleten hac yapılır. Böyle matbuu sertifika var artı internet üzerinde bu vardı. Yani şunu demek istiyorum. Bugün islamın bir çok alanı olduğu gibi hac konusu da bir sömürü aracı haline getirilmiş. Sömürü haline getirildiğinin en somut örneği işte o sertifika artı o internet sitesi. Peki bunun temeli nereye gidiyor? İşte bu bahsetmiş olduğumuz taa bu geçmiş eserlere kadar gidiyor. Şahsen benim kannatim, bunun temelinde şu yatıyor: bu insanlar kendisi gelmese de parası bizim buraya gelsin. Çünkü şunu diyenlee de var vekaleten hac vs.diyenler diyor ki; “Allah haccı farz kılarken farz kılmasındaki amaç, hac yapmak için gerekli para (örneğin bugün 5 milyar) o paranın o topraklarda harcanmasını Allah arzu etmiştir. Onun için adam gelmezse gelmesin parayı göndersin. Ama ben o zaman şu soruyu sormuştum kendi kendime o makaleyi yazarken: bu var sayalım ki doğru. O zaman şunu de hay mubarek alim; bir kadına diyorsun ki mahremin yoksa birini tutacaksın, ihtiyara şu, hapistekine şu. De ki örneğin Buharalılar, bin kişi o sebepten mazeretten dolayı hacca gelemiyorsa toplayın parayı gönderin bize biz burada harcayalım. Dağıtalım fakire fukaraya. Niye o bin kişi adına çıkarıp oradan bin kişi göndermek zorunds bırakıyorsun eğer orada maksak para burada harcansın diyor isen. Böyle tutarsız bir yaklaşım var açıkçası. Bu dediğim gibi dinin diğer alanlarında olduğu gibi bu alanının da maddi bir gelir aracı haline getirilmesi sonucu gibi geliyor bana diyelim ve böylece burada işi tamamlayalım. Soru var mı?
YAHYA ŞENOL: Demiş ki; yolunna güç yetirmeye imkanı varken haccı ihmal etmiş bir kişi, daha sonra da bu imkanı yitirmiş. Onun sorumluluğu ne olacak.
SERVET BAYINDIR: Onun cevabını verdi vekaleten hac farz değil diyenler. Diyor ki kardeşim zaten bu sorumludur, günahkardır Allah’tan af diler. Bir farzı yerine getirmemiştir. Başkasını göndermesiyle bu olmaz zaten. Günahkardır.
KATILIMCI: Vekaleten hac olur diyenler bekleyecek ya mahremi olsun. O arada parası biterse ne olacak?
SERVET BAYINDIR: Şey diyorlar; Mazereti ölünceye kadar devam etmek şartıyla. Abdurahman Hoca’nın okuduğu ifadede vardı. Padişah için de geçerli. Herkes için de. Yani o zenginliği ortadan kalkarsa zaten sorumlu değil o.
YAHYA ŞENOL: Bir de Ali İmran 97’deki “ve lillahi alen nasi” soruluyor. Bütün insanlığa farz mı diye soruluyor bu ibare. “Fe ezzin finnasi” deki “finnas”.
SERVET BAYINDIR: Doğru. “Finnasi” devanı da “men istetaa”.
YAHYA ŞENOL: Yok. Müslümanlar haricinde. Onu demek istiyor.
SERVET BAYINDIR: Orada belki şunu anlayabiliriz: bütün insanlara farz kılındığının bir göstergesi.
YAHYA ŞENOL: Suudi Arabistan’ın şöyle bir uygulaması var benim bildiğim kadarıyla: bunların davetiyeleri var özellikle prenslerine dağıttığı. Onlar bu davetiyeleri, kendilerine tahsis edilen bu kontenjanları özellikle kontenjan sorunu olan Türkiye gibi ülkelere bunu para ile satıyorlar. Bizim buradaki hacca götüren şirketler de onları alıp kendi karını da koyarak, burada fazla parası olanlara satıyorlar. O gidenler buradakilerin kontenjanını da etkilemeden gidiyor. Kimsenin hakkı falan yenmiyor bu durumda. Normalde bedavaya gitmesi gereken birinin davetiyesini burada satıyorlar. Siz, mesela diyelim bir odada kalıyorsunuz orada. Misal 4 bin avro ödüyorsunuz. Aynı şartlarda hatta sizden daha kötü şartlarda o adam 10 bin avro verip gidiyor. O yüzden sizden de önce gitme durumu söz konusu oluyor.
SERVET BAYINDIR: Şayet böyle ise bunda fıkhi açıdan problem yok.
YAHYA ŞENOL: Kimsenin hakkını yeme olayı olmuyor bu durumda. Sıradaki birini ekarte edip öyle bir şeye gitme imkanı olursa o zaman sakıncalı olur.
ABDURRAHMAN YAZICI: Benim bildiğim şöyle bir şey var mesela. Bir kaç kategori var Hocam. Mesela biri 10 bimden başlıyor, birisi 20 bin, birisi 30 bin. 30’binliğe mesela 50 bin kişi başvurmuş ise diğerine 150 bin. 50 binde kurada çıkma şansı daha fazla.
SERVET BAYINDIR: Kategori baştan öyle ayarlanmışsa o da olur. Fıkhi açıdan mahsur olmaz.
YAHYA ŞENOL: Güncel bir soru da var. Gerçi direk ders konusu ile alakalı değil ama. Bugün hac bölgesini idare eden yönetimin siyasi duruşu uygulamaları nedeniyle hacca gidilmesi yasaklana bilir mi? Veya insanlara böyle bir telkinde bulunulabilir mi? Gitmeyin protesto edin tarzında.
SERVET BAYINDIR: Bu pek mantıklı bir tavır olmaz. Niye olmaz? Yani İbrahim dönemi, ondan sonraki dönem, peygamberimizin dönemi.. O dönemlerde de pek öyle bugünkünden farklı değildi. Tarih boyunca da bugünkünden farklı değildi oradaki yöneticiler , şu, bu. Fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış kabilinden bir şeyler yaparsın. Önemli olan gitmektir. Gidip gerekeni en güzel şekilde yapmak için mücadele ermektir. Protesto edeyim falan filan açıkçası bunlar bana çocuksu tavırlar geliyor.
Bugün 7 eylül 2013 cumartesi dersini bu şekişde bitiriyoruz. Tabi bu tür konular gerçekten tartışılması gereken konular. Böyle 1 saatlik derslerde her yönüyle açıklanacak konular değil. Onun için zaten Süleymaniye Vakfımız’ın çeşitli salı günü, cumartesi ve diğer günler program tertipleniyor. Malum bu programlardan birisi de bizim Susem ismini vermiş olduğumuz daha formel, daha disiplinli, daha bir akademik mantalite içerisinde bir ders sistemimiz var. Uzaktan internet erişimi vasıtasıyla canlı olarak dersler yapılıyor. Biz buna 2 yıl önce başladık. Şu anda yaklaşık 250’ye yakın geçmişten devam eden arkadaşlarımız var. Bunlar Türkiye’nin her yerinden ve dünyanın her yerinden bu dersleri takip eden arkadaşlar var. Bir anlamda 2 yıllık bir ön lisans programı gibi. Yani ilahiyat fakültelerindeki temel islam bilimleri derslerinde okutulan 2 yıllık yoğun konsantre bir program uyguluyoruz. Bu tür konuları daha detaylı daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler, illa bu tür konular değil. İşte burada programımız elimizde. Kuran başta olmak üzere, peygamberler tarihi, peygamberimizin tarihi, fıkıh, tefsir, hadis, islami finans, islam bankacılığı, akaid, kelam, ilmihal konularında ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler ister burada salındaki dinleyenler, isterse internet başında izleyenler için bunu söylüyorum. Bizim Susem programına başvurabilirler, kaydolabilirler. Cüzi bir miktar sadece işin ciddiyetini sağlayabilmek için tespit edilmiş bir bedel karşılığınds disiplinli bir şekilde programlı bir şekilde 14 haftalık birinci dönem 14 hafta ikinci dönem olmak üzere 1 yıllık, toplam 2 yıllık bir eğitim. İslami ilimler sertifikası eğitiminden geçebilirler.
YAHYA ŞENOL: Bu arada şöyle bir soru geldi sıkıştıralım araya. Kayseri’de ikamet eden bir kişi Tunceli’den hacca yazılmış. İlk senede de çıkmış kurada. Ve inşallah 1 ay sonra da gideceğim. Acaba bir hak ihlali yapmış olur muyum?
SERVET BAYINDIR: Yok. Eğer öyle bir şekilde imkan tanınmışsa bunda bir mahsur yok.