Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Euzubillahimineşşeytanirracim.Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdu lillahi rabbil alemin, vel akıbetu lil muttekın, essalatu vesselamu ala resulüne Muahmmedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bugün Allah nasip ederse Enam Suresinin 93 ve 94. Ayetlerini anlamaya çalışacağız. Her defasında tekrarlıyoruz. Enam Suresi Mekke’de inmiş olan bir suredir. Mekke ticari bir merkezdir. Her kültüre sahip olan insanlar oraya geliyor. Aynı zamanda dünya kurulduğu günden itibaren haccın yapıldığı bir yerdir. Her ne kadar Mekkelilerin elinde bir ilahi kitap olmasa da kendileri de yaz ve kış yolculuklarında Yemen tarafına, daha ötesine ve Şam tarafına gittikleri için… Daha doğrusu çevreleriyle yakın ilişkide oldukları için ister istemez kültür yönünden çok gelişmiş bir toplum… O açıdan Enam Suresini iyi anlamak iman ve küfür konusunu iyi anlamaya vesile oluyor. Burada Allahu Teala şöyle buyuruyor. “Ve men azlemu mimmenifterâ alallâhi keziben” “Bir yalanı Allah’a mal edenlerden daha büyük yanlışı kim yapmış olabilir?” (Enam 93) Yani bir şey söylüyor. Allah böyle dedi diyor. Ama dayanağı yok. Şimdi Allah böyle dedi diyerek de insanları sömürmeye çalışanlar vardır. Bir kendisini kurtarmaya çalışanlar bir de insanları sömürmeye çalışanlar… Asıl tehlikeli olan 2. gruptur. Onlarda genellikle din adamı kılığıyla karşımıza çıkarlar. “ev gâle ûhiye ileyye ve lem yûha ileyhi şey’uv” “Ya da şöyle der. Kendisine bir şey vahyedilmemişken bana vahiy geliyor.” (Enam 93) Bana yazdırılıyor der. İşte bize de bu şeyler oluyor derler. Mesela tarikatlarda şöyle derler. Ulema enbiyanın varisidir derler. Kendi şeyhler… Şeyhler nebilerin varisidir derler. Nebilerin varisi ne demek? Mal, mülk bırakacak değil ya… Onlara olan bize de olur derler. Onlara nasıl vahiy geliyorsa bize de gelir derler. Mesela bunu benim yüzüme Mahmud Efendi söylemiştir. Tabi Cübbeli Ahmed de oradaydı. Bugünlerde hep gündeme geliyor ya… Ondan bahsetmiş olayım. Hakkı kalmış olmasın. Hepsi kabul ediyordu. “ve men gâle seunzilu misle mâ enzelallâh” “Bir de ‘Allah’ın indirdiği gibisini bende indireceğim’ diyor.” (Enam 93) Ne olacak? Yani gerekirse bizde yaparız, zor bir şey değil derler. Bugün mesela karşımıza tarihselci olarak çıkanlar bunun benzeri şeyler söylüyor. Oturacaksın Allah gibi bir Kuran yazacaksın diyor. Bunlarda milletin karşısına İlahiyatçı olarak çıkıyorlar. “ve lev terâ iziz zâlimûne fî ğamerâtil mevti” “Siz bu zalimleri ölüm sancıları içerisinde (ölüm sıkıntıları) içerisindeyken bir görseniz.” (Enam 93) Çünkü bunların ölmeleri son derece sıkıntılı olur. Diğerlerinin ölmeleri kolay… Eğer herhangi bir şeyiniz yoksa, müminseniz uykuya dalmış gibi görürsünüz. Ama değilseniz ölüm sırasında ok ciddi sıkıntılar çekersiniz. “vel melâiketu bâsitû eydîhim” Melekler adama ellerini uzatıyorlar. “ahricû enfusekum” “Ruhunuzu çıkarın bakalım” diyorlar. “elyevme tuczevne azâbel hûni” “Bugün itibarsızlaşma, alçalma, değersizleşme azabıyla cezalandırılacaksınız.” Niye öyle? “bimâ kuntum tegûlûne alallâhi ğayral haggı” “Allah hakkında gerçek dışı şeyler söylemenize karşılık” Allah’ı kendi arzunuza göre tanımlayan siz misiniz? Ben öyle Allah’a inanmam, ben şöylesini isterim falan diyenler… Öyle mi? Siz kendinizi ne zannediyorsunuz? İşte bugün itibarınızı kaybedersiniz. Niye böyle? “bimâ kuntum tegûlûne alallâhi ğayral haggı ve kuntum an âyâtihî testekbirûn” “Allah hakkında gerçek dışı şeyler söylüyorsunuz ve kendinizi büyük görüyorsunuz.” (Enam 93) Bizim Müslümanları bu açıdan değerlendirecek olursak… Hepiniz biliyorsunuz. Bu yanlışları ortaya çıkarmadığımız bir tek ders yok. Bir süredir vakıfta meal çalışmasını arkadaşlarla birlikte yeniden gözden geçirmeye başladık. Her sabah burada 1,5 saat ders yapıyoruz. Her sabah daha önce rastlamadığımız nice yanlışlara rastlıyoruz. Çünkü öyle yapmışlar ki Kuranı Kerim’in mealini kendilerine uydurmuşlar. Bari Kuran ile uğraşmayın. Hadi fıkhı uydurdunuz, şuyu buyu uydurdunuz anladık. Ama bari Kuranı Kerim’ yapmayın. Yok… Allahu Teala ahirette bunlara şöyle diyecek. Bunlar çok itibarlı olurlar. Son derece saygın olurlar. Gittikleri zaman arkalarından bir sürü insan gider. Gittikleri yerde saygıyla karşılanırlar. Hocaefendi hazretleri falan filan… Öldüğünüz zaman bütün itibar sıfır ve sıfırın altında… “Ve legad cié’tumûnâ furâdâ” “Bakın karşımıza teker teker geldiniz.” Etrafınızdaki adamlar hani? Hani sizin bağlılarınız, hani sizin takipçileriniz? Neredeler? “kemâ halagnâkum evvele merrativ” “İlk yarattığımız gibi…” (Enam 94) Hani dünyaya nasıl tek gelmiştiniz. Ananızdan doğdunuz zaman tektiniz. İkizde olsanız önce biriniz, arkasından başka biriniz… İkiniz birden dünyaya gelmiyorsunuz ki… Tek başınıza geldiniz. “kemâ halagnâkum evvele merrativ” “İlk defa yarattığımız gibi…” “ve teraktum mâ havvelnâkum verâe zuhûrikum” “Sizi hayalinin içine daldırdığımız şeyleri arkanızda bıraktınız.” (Enam 94) Çok zeki, çok itibarlı, çok zengin… Benim şu kadar müridim var derler. Etrafımda benim şu kadar takipçim var derler. Şu kadar insana hitap ediyorum derler. Nerede onlar? Hani? Ne malın var? Ne mülkün var? Bütün dünyaya hükmeden, çok tanınmış, çok itibarlı bir insanda olabilirsin. Ama oraya tek başına gideceksin. Hiçbir şeyin yok. İşte uda olsun, buda olsun… Bir türlü seni tatmin edemeyen o dünyalıkların hepsi gitti. Hiçbir şey yok. “ve mâ nerâ meakum şufeâekum” “Hani şefaatçileriniz vardı, sizi kurtaracak kişiler neredeler?” Onları da göremiyoruz. “ellezîne zeamtum ennehum fîkum şurakâé’” “Onların size eşlik edeceklerini düşünüyordunuz.” (Enam 94) Mahmud Efendi, Sohbetler kitabında şunu yazmış. “Şah Nakşibendi hazretleri vefat ettiği zaman münker-nekir melekleri kabrine gelmiş. Meleklere bir dakika demiş. Ben rabbimle anlaşmışımdır. Bütün müritlerimi yerlerine yerleştirmeden hiçbir şeyle uğraşamam. Gidin şimdi sizinle mi uğraşacağım” demiş. Bende arkadaşlara hep diyorum, melekler yırtmaçlı kız şeklinde mi gelmişler? Başkası da kurtarmaz onları… Onlar için hiç önemli değil ki… Her şeyi söylerler. “legad tegattaa beynekum” “Bakın aranız kesildi.” Tek başınasınız. Yanınızda hiç kimse yok. “ve dalle ankum mâ kuntum tez’umûn” (Enam 94) Hani böyle zannediyordunuz, kendi kendinize bir takım kuruntular oluşturuyordunuz, hayaller ediyordunuz. Ne oldu? Hiçbirisi yanınızda yok. Çekip gitmişler. Onun için ister tarikat olsun, ister cemaat olsun, ister mezhep olsun, ister ne olursa olsun bütün bunlarla olduğumuz zaman çok dikkat etmeliyiz. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki kendisini dindar saymayan hiçbir insan yoktur. İşte Allahu Teala Araf Suresinin 30. ayetinde şöyle diyor. İnsanları iki gruba ayırıyor. “Ferîgan hedâ ve ferîgan hagga aleyhimud dalâleh” “Bir grubu Allah yoluna kabul etmiştir. Bir grup da sapıklığı hak etmiştir.” (Araf 30) Yani insanlar ikiye ayrılıyor. Üçüncüsü yok. Biz bugün insanları kaça ayırıyoruz? Müslüman, kâfir diye ikiye ayırdık tamam… Kâfirleri kaça ayırıyoruz? Deist, Ateist, Yahudisi, Hıristiyanı, şusu, busu diye çeşitli gruplara ayırıyoruz. Allah ikiye ayırıyor. “Bir grubunu yoluna kabul etmiştir.” Onlar kim olur? Müminler… Onun dışındakilerin tamamı 2. grup olmaz mı? O zaman bu 2. gruptakilerin din anlayışı nedir? “innehumut tehazuş şeyâtîne evliyâe min dûnillâhi” “Onlar Allah ile kendi aralarına şeytanları evliya olarak koyarlar.” (Araf 30) Şeytan ne demek? Şeytan, doğru yoldan çıkan demektir. İnsan da olur, cin de olur. Yoldan çıkmış. Kendisinin çıkması yetmiyor. Seni de yoldan çıkarıyor. Ama şeytanın görev yeri neresidir? Doğru yolun üstüdür. Doğru yolun üstünde görev yapmak için giyiminle, kuşamınla, söyleminle, her şeyinle oraya uygun olman lazım. İşte o şeytanları Allah ile kendi aralarına koyuyorlar. O zaman Ateistlerde aynı gruba girer mi? Kesin girer tabi… Onlar da koyuyor. Ondan sonra… Peki, bunlar ne yapıyorlar? “ve yahsebûne ennehum muhtedûn” “Bunlar kendilerini doğru yolun ortasında hesap ediyorlar.” (Araf 30) Kendilerini doğru yolun ortasında hesap edenler kimdir? 2. grubun tamamı değil mi? Eki, kendilerini doğru yolun ortasında hesap edenler kendilerine kâfir derler mi? Hiç mümkün değil. İşte burada son derece dikkatli olmak zorundayız. İnsanlar böyledir. Peki, o zaman insanların büyük çoğunluğu bu 2. gruba girmiş oluyor. Kâfirlerin ikinci grubundan oluyor. Bunlar Allah ile kulun arasına birisini şey yapıyor. Birisi o araya giriyor… İste doğru yolda olsun, ister olmasın her iki grubunda olmazsa olmaz şeyi din değil mi? İkisi de dinsiz değil. Birisi hak dinin mensubu, diğeri de batıl dinin mensubu… Batıl ne? Allah ile kendi arasına bir aracı koyuyor, Allah ile ilişkisini onunla kesiyor. İşte burada insanların bu dindarlığını kullanarak Allah ile ilişkiyi kesen, Allah’ı ikinci sıraya koyanlar dini kullanarak insanları sömürenlerdir. Onun için şunu çok iyi bilelim. En büyük sömürü din sömürüsüdür. Ondan daha büyük sömürü yoktur. Çünkü herkesin, her insanın yumuşak karnıdır. O zaman bu alanda sömürülmemek için başka alanlarda aklımızı bir kullanıyorsak burada bin kullanmamız lazım. Ama bu sömürüyü yapanlar ne derler? Sizin aklınız buna ermez derler. En sevmedikleri kişiler sorgulayan kişiler, sorgulayan insanlardır. Hiç sevmezler. Onları devre dışı bırakırlar. Bizim kaportacı bir arkadaşımız vardı. Çok zeki birisidir. Epey zamandır derse gelmiyor. Mekân değişince birçok arkadaşımız mekân darlığından dolayı gelmek istemiyor. Gelirlerse burada sıkıntı olur falan filan diye… Bu arkadaşımız bir tarikat şeyhinin merkezine gitmiş. Oradakilere beni Medine Üniversitesinden gelen Doçent olarak tanıtın demiş. Öyle tanıtmışlar. Adıyaman’da gitmiş. Hemen şeyhin yanına çıkarıyorlar. Medine’den Doçent gelmiş ya… Gidiyorlar, bayağı bir itibar ediyorlar. Efendim siz seyyidsiniz değil mi diyor. Evet, seyyidiz diyor. Hz Hüseyin soyundan gelenlere seyyid denir. Hasan soyundan gelirse şerif olur. Biraz daha konuşuluyor falan… Tabi çok zeki olduğu için önce ortamın değişmesini bekliyor. Ana tarafından mı seyyidsiniz, baba tarafından mı diyor. Her iki taraftan da diyor. Ha çok iyi diyor. Sonra bir arada onlara kendilerinin kürt olduğunu söylettiriyor. Ondan sonra epeyce bir zaman geçtikten sonra “affedersiniz Resulullah kürt müydü” diyor. Ya bunu söyleyince şeyh kızardı, bozardı dedi. Etraftakiler ne yapsınlar, bu kadar saygı gösterdiği adamı buradan nasıl def etsinler. Ama bir şekilde beni dışarı çıkardılar. Bir takım kurgularla din sömürüsü yapılıyor. Tabi burada en önemli konu Allah’ın kitabını devre dışı bırakmaktır. Onu da Aydın Hocadan dinleyelim.
Aydın MÜLAYİM: Ayetin başında Allahu Teala “Ve men azlemu mimmenifterâ alallâhi keziben” “Allah’a yalan isnad edenden daha zalim kim olabilir” (Enam 93) diyor. Bunu Kuranı Kerim’de birkaç ayette söylüyor. Birçok konularda Allahu Teala’ya o kadar yalan isnad ediyorlar ki, iftira ediyorlar ki yeryüzünde şunu söyleyebiliriz. Yani iftiraya en çok maruz kalan varlık Allahu Tealadır. Sonra onun elçileridir. Tabi bu iftirayı yapanlar da insanların önündeki din adamlarıdır. Dini kendilerinin temsil ettiğini söyleyen bir takım şahıslardır ki bu yüzden dini öğrendiğimiz zaman hocamızın da dediği gibi çok iyi araştırıp Allah’ın kitabında olup olmadığını sorgulamamız gerekir. Öyle yapılmadığı için geleneğine dinini, kitabını kurban etmiş bir halk kütlesiyle karşı karşıyayız. Böyle bir halk kütlesi var. Bu yüzden din adamlarının sunduğu dini iyi sorgulamalıyız. Bu halkı bu hale getirenlerin öncüleri din adamlarıdır. Dünyada dinini, geleneğine kurban etmiş bir kitle var. Temelsiz bir kitle… Mesela Yahudiler kendi kitaplarına uymazlar. Hıristiyanlarda kendi kitaplarına uymazlar. Maalesef Müslümanlar da aynı yolu izliyorlar. İşte bu yüzden Allahu Teala Maide Suresinin 68. ayetinde şöyle diyor. Tabi din adamlarına da yönelik bir hitaptır. “De ki “Ey Ehl-i Kitap, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilmiş olanı tam olarak yerine getirmedikçe temelsiz kalırsınız.” (Maide 68) Müslümanların çoğu Allah’ın kitabına uyuyoruz diye temelsiz bir din algılayışı içindedirler. Temeli olmayan bir din… Allah’ın kitabına neredeyse % 100 aykırı olan bir din benimsemişler. Öyle bir din benimsemişler ki dini sadece sözlü alışverişten ibaret bir din haline getirmişler. Nasıl? Yani o kadar basite indirmişler ki şunu yaparsan, şunu söylersen cennette şu kadar derecen var, cennette ortasındasın veya derecen yükselir, şunu yaparsan şunu söylersen cennette şu kadar huri verilir, veyahut da şu türbeye gidersen şu kadar sevap elde edersin, şunu söylersen şu kadar günahların deniz köpüğü kadar olsa bile dökülür diyerekten size öyle bir din sunarlar ki sanki Allah’ın kitabı böyle bir Müslümanları sorgulamadan, dinin içeriği olan Allah’ın kitabında binlerce hükümler var. Ki biz hayatımızda bunu sorgulayıp yaşamamız gerekir. Bunların hepsini iterek, yani kısacası Allah’a iftira ederek, Allah’ın kitabına iftira ederek kendilerinin oluşturduğu bir din var. Kolay yoldan cenneti elde eden, kolay yoldan günahlarını affedecek bir din sunuyorlar. Ve sizi böylece Allah’ın kitabından uzaklaştırıyorlar. Bir anlamda Allah’ın emirlerini örtüyorlar. Asıl kafirlik budur. Sizi Allah’ın önemli gördüğü emirlerinden uzaklaştırıp dini basite indirgeyerek şu ölüyü ziyaret edersen, şu türbeyi ziyaret edersen tamam, günahların affedilir, şunu söylersen cennetti kazanırsın gibi rivayetler… Bunlardan birkaçının örneğini vereyim. Mesela en önemli örnek -hepiniz biliyorsunuz- nebimizi Allah’tan daha merhametli şahıs haline getirerek kıyamette şöyle yapacağı rivayet edilir. Mesela bu rivayet Buhari’de geçer. Güya Allah resulü şöyle diyecekmiş. “Kıyamette zerre kadar imanı olanı cennetine koy diyeceğim. Hepsi şefaatimle de cennete girecektir.” Dünyada herhangi bir insan… Öyle bir insan yok ki kendisini imansız gören… Hoca hep soruyor. İmansız gören birisi yok ki… Zerre kadar imanı varsa bu rivayeti gördüğü zaman ben kurtulacağım diyor. O zaman bütün bu emirlere, bütün bu kurallara, bu kadar sorumluluklara hiç gerek yok. Seni öne sorumsuz biri olarak çıkartıyor. Veya bir başka şeyde bu daha çok geçer. Yani ehli Şia’da… Mesela Şia’dan da örneğini vereyim. Onlarında en önemli kaynaklarından birisinde mesela “herkes bunu şöyle bilsin, bibim fatimeyi (masum bi kadın, günahsız) Kum’da ziyaret ederse cennet ona vacip olur.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Kum’da onların bir şehri değil mi?
Aydın MÜLAYİM: Kum İran’ın ilim şehri olarak en önde olanıdır. Veya Kerbelayı ziyaret etmek… Hüseyin (r.a) orada vefat etti. Orada türbesi var. Kim orayı ziyaret ederse Haccı ziyaret etmekten bin kere daha efdaldir.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Kerbelaya giden Hacca gidenlerden çok daha fazla sevap kazanmış oluyor.
Aydın MÜLAYİM: Bir insanın Müslüman olması için biz ilk şart ne diyoruz? “La ilahe illallah” “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” demen lazım diyoruz. Bunu anlayıp anlamadan söyleyen bir kimse cenneti garantilemiş olur, cehennem ona haram olur derler. Yani bunu söylemek bir yana dursun, bunu hayatında söylemesen bile… Halk da öyle bir din algısı var ki… Vefat ederken ölüm anına indirgiyor. Ölüm anında la ilahe illallah dediyse artık Müslümanlığı garantilemiş, cenneti garantilemiş oluyor. Yani dinimizi bu ana indirgemişler. Yani dinimizi her alandan ister siyasi, ister ilmi alandan olsun hayattan koparılmış bir din olarak ve ölüm anında söylenecek bir söze indirgemişler. Yani bu hale kadar getirmişler. Yani din adamları tarafından halk da böyle bir din algısı oluşturulmuş.
Hocam bir şey daha söyleyeyim. Bütün bu algının ötesinde bir şey var. Allah katında herkes kendisini özel bir varlık olarak görüyor. Tabi Allah için herkes özeldir ama yaptıklarınız da çok önemlidir. Eğer yaptıklarınız Allah’ın rızasına uygun olursa Allah’ın tavsiye ettiği cenneti kazanmış olursunuz. Yani özel bir konuma gelmiş olursunuz. Maalesef Allah’ın emirlerini yapan yapmayan kendisini cenneti garantilemiş birisi olarak görüyor. Öyle bir din algılamış. Bu Hıristiyanlarda da böyledir, Yahudilerde de böyledir, Müslümanlarda da böyledir. Yani cenneti garanti altına almış bir şahıs olarak görürler. Mesela Allahu Teala Bakara Suresi 111. ayetinde şöyle diyor. “Ve gâlû ley yedhulel cennete illâ men kâne hûden ev nasârâ” “Yahudilerde, Hıristiyanlarda cennete ancak kim Yahudi olursa, kim Hıristiyan olursa o girecek dediler.” (Bakara 111) Müslümanlarda öyle düşünüyor. Yani bırakın sadece Müslüman olmayı da bu yetmiyor, tarikat ehli şu tarikattan olacaksın, şu kadiri kolundan olacaksın veya şundan olacaksın, bundan olacaksın derler. Cenneti garantilemiş bir algıyla sorumsuz bir din benimsemişler. Dün 27:45 sn. anlaşılmıyor. müzakeremizde Avrupa’da yaşayan Müslüman bir kardeşimiz gelmişti. Hocam ben ilk kez duydum bunu… şok oldum. Gerçekten bu kadarına da pes dedirten bir şey… Yani Müslümanları bırakın örnek olmasını… Yani Avrupa’da Müslümanlar örnek değil, en güvensiz insanlar olarak görülüyor. Mesela öyle söylerler. Avrupa’da Müslümanların şu anda konumu ne? En güvensiz şahıslar olarak biliniyor. Yani bir Fransız’a daha çok güvenilir. Hiçbir iş yapılmaz. Neden? Çünkü kendini cenneti garantilemiş her türlü kötülüğü yapsa da Allah nasıl olsa “la ilahe illallah” dedin mi zerre kadar imanı oldu mu bu insanda… Çünkü rivayetler öyle oturtulmuş ki kafasına, artık başka sorumluluklar taşımıyor. Günah yapsa da olur. Öyle bir algı var. Yani Allah’a iftira ederek kendi kafasında bir din… Bunu da oluşturan din adamlarıdır. En büyük iftiralardan birisi de budur.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Tabi bu Fransız İhtilaline kadar Avrupa, Batı tamamen Kilisenin hakimiyeti altındaydı. Ondan sonra fıtratlarına döndüler. Fıtrata döndüğünüz zaman doğal hayat ile uyum içerisinde olmanız gerekiyor. Onun için mecburen hukuk işlemeye başladı. Dolayısıyla onlarla… İşte dün gelen iş adamı… Yani “onlarla sözleşme yaptığım zaman ben Fransız ile iş yaptığım zaman ödemeyi belirlenen tarihte yapar mı yapmaz mı diye aklımdan bile geçmez” dedi. Şimdi Amerika’dan gelen bir arkadaşımız var. Amerika’da bir Müslümana güvendi diye bütün malını, mülkünü kaybetmek zorunda kalmış. Ama gayrimüslimlerle iş yaptığın zaman onlar işi fıtrata uyduruyorlar. Ama biz nereden nereye geldik? Bakın size burada birkaç kere anlatmıştım. İstanbul Müftülüğünde Şeriyye Sicilleri arşivi vardır. Şeriyye Sicilleri, Mahkeme Kayıtları manasına gelir. Mahkeme Sicilleri… Yani dünyada sahasının en büyük arşividir. İstanbul’un fethinden 1924’e kadar yani şeriatın kaldırılmasına kadar ki İstanbul’a ait bütün mahkeme kayıtları oradadır. Balkanlardan da gelen çok sayıda kayıt var. Ben orayı 21 sene kadar idare etmiştim. Doktoramı orada yapmıştım. Yerli, yabancı çok sayıda araştırmacıya yardımcı olmuştum. Doktor 30:38 30:39 sn. arası anlaşılmıyor. vardır. Yani meşhur İslam tarihçisidir. Osmanlı tarihçisidir. Washington DC Üniversitesinden gelmişti. Daha sonra da İngiltere’de bir üniversitede idi. Bana senin doktora tezini orada ders olarak okutuyorum dedi. Kışın kalorifer yok. Sadece benim odamda soba yanıyor. Odamda çalışıyor. Çalışacak başka bir yer yok. Bir defter var. Deftere bakıp okuyor. Çok şaşırdığını belli eden hareketler yapıyor. Hayırdır ne oldu dedim. Osmanlı basitte mükemmelliği yakalamış bir devlet dedi. Nasıl olmuş? Perşembe pazarında bir han tamiri ile ilgili bir defteri inceliyorum. Hanın yöneticisi ustayı çağırmış. Şurayı tamir edeceksin. Kaç lira? Tamam, anlaşmış. Böyle şey mi olur ya? Burada bir sürü yolsuzluk olur. Sen çağıracaksın da, handa topladığın paraları adama vereceksin de… Ama Perşembe pazarının önde gelen 11 tane esnafını da bunu denetlemekle görevlendirmiş. Bu adam ne malzemeden çalabilir, ne fiyat yüksek olabilir, ne zamanı geciktirebilir? En mükemmel şekilde yapar. Bir bakıyorsun çok basit bir şey, bir bakıyorsun mükemmel… Ona “bize en çok araştırmacılar Amerika’dan gelir. Neden böylesiniz?” dedim. Sana bir gerçeği anlatayım dedi. İnsanlık tarihinin tanıdığı en büyük ülke Osmanlı Devletidir. Yazılı tarihi ondan daha büyük olarak tanınan bir ülke yok. Biz Amerikalılar olarak bu büyüklüğün sırrını araştırıyoruz. Ben tam 11 yıldır nerede Osmanlı arşivi varsa orada araştırma yapıyorum dedi. O kadar güzel Türkçe konuşuyor ki yabancı olduğunu anlamanız mümkün değil. Peki, ne buldun, ne var dedim. Bakın şimdi nereden nereye? Osmanlı’nın değişmez vasfı adalettir. Dürüstlükten öteye adalet… Yani dürüstlük ister istemez var. Muhteşem bir yapı oluşmuştur. Onunla ilgili çok sayıda ders yapılabilir. Osmanlı için sen Müslüman mısın, gayri müslim misin, Osmanlı mısın, yabancı mısın, şu ırktan, bu ırktan, zengin-fakir hiç fark etmez. Kadın-erkek asla… Kim olursan ol… Ama şaşmaz ölçü adalettir. Ben bunca zamandır bir tane örnek bulamadım ki dosyama koyayım da bir uluslar arası toplantıda Osmanlı’nın da yaptığı şu yanlış vardır diye göstereyim dedi. Bir gün Suriye’de Şam arşivlerinde araştırma yapıyorum dedi. Orası da eski Osmanlı toprağı ya… Bir tane haksızlığa rastladım dedi. Bir belgeye rastladım. Şimdi buldum, tamam bunu dosyama koyarım dedim. Bir araştırdım ki orada da yanlışı bizimkiler yapmış dedi. Osmanlı yapmamış dedi. Bakın nereden nereye görüyor musunuz? 18. Asrın sonlarından beri biz, biz olmaktan çıkmışızdır. Öyle bir noktaya geldik ki dünyanın en güvenilmez noktasına geldik. İnşallah tekrar eski halimize döneriz. Şimdi biraz da Vedat Hocayı dinleyelim.
Vedat YILMAZ: Bu akşamın konusu olan Enam Suresi 93. ayetinde Allahu Teala üç tipten bahsediyor. Bunlardan daha zalim kim vardır diyor. Birincisi Allah’a yalan iftira eden, ikincisi kendisine vahyedilmediği halde bana vahyediliyor diyen, üçüncüsü de Allah’ın indirdiği gibi bende indiririm diyen kişidir. Bununla alakalı her bir tip için örnek vereceğim. Allah’a yalan iftira etme konusuyla alakalı doğrudan münferit bir örnek vermeyeceğim. Çünkü bizim İslam fıkhı ya da fıkıh usulü dediğimiz şey zaten bunun üzerine kuruludur. Yani Allah’a yalan iftira etme sistemi üzerine kurulu bir fıkıh sistemimiz var. Bu da zaten burada fıkıh konusunda çalışmalar yapan hocalar tarafından bir şekilde dile getiriliyor. Mesela bizde fıkıh usulünde dört temel delil vardır. Bunlara edilleyi şeriyye denir. Bunlara İslam Hukukunun delilleri denir. Dört tane delil… Bazı mezheplerde üç tanedir. Ama genelde dörttür. Şimdi okuyacağım kitap Zekiyüddin Şaban’ın kitabıdır. İlahiyat Fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bir kitap olduğu için zaten bunu okuyorum. Şöyle diyor. “Bilginlerin (ulemanın) üzerinde ittifak ettikleri deliller dörttür. Kitap, sünnet, icma, kıyas… Bu dört delilden birinin delalet ettiği her hüküm vacibul ittibadır. Bu hükme uymak gerekir.” Yani bu dört delilden herhangi birisine dayanan bir hüküm varsa ona uymak vaciptir diyor. “Bir hükmü öğrenmek isteyen kimse için…” Dört tane delil var ama bunların arasında bir hiyerarşi yok mu? Teorik anlamda bir hiyerarşi oluşturuluyor. Nasıl bir hiyerarşi? “Bir hükmü öğrenmek isteyen kimse için bu deliller içinde kitap ilk delil…” Bakın kitap ilk delil… “…başvurulacak ilk kaynaktır. Eğer karşılaşılan meselenin hükmünü burada bulursa başka delile güvenilmez.” Eğer kitaba bakınca buluyorsa başka yere gitmez. “Burada çözümü bulamadığı takdirde sünnetten araştırır. Mesele ile ilgili bir sünnet hükmü de bulamazsa icmayı inceler. İcmada yoksa kıyasa başvurur. Kıyas ise yukarıda zikredilen bütün delillerin sonuncusudur.” Bu İlahiyat Fakültelerinde okutulan kitap ve teoride bu… Önce kitaba bakarsın, kitapta yoksa diğerlerine bakarsın. Söylenen şey budur. Kuran ve Tefsir Araştırmaları isminde bir derleme eser… Burada da Ali BARDAKOĞLU’nun bir sunumu var. Sempozyumun kitaba dönüşmüş halidir. “Bu tamamen hayal ürünü bir şey, böyle bir şey yok. Yani bizim İslam Hukukunda kitaba bakılır, ondan sonra sünnete bakılır… Bu tamamen uydurma… Böyle bir şey yok” diyor. Bunu nasıl dile getiriyor? “İslam toplumundaki hukuk tefekkürünün ve bunların ürünü olan bilgilerin oluşumunda Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyas hiyerarşisi aslında doğru değildir. Belki bunun tersi doğrudur.” Fıkıhta olanı, pratikte olanı söylüyor. Yani İslam fıkhında bu durum böyledir diyor. Tersine doğrudur diyor. “Yani oluşumda asıl belirleyici faktör reydir.” Yani İslam Hukukunun oluşumunda ana faktör reydir diyor. Rey nedir? Kişisel yorumlardır.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Peki, görüş dediğimiz zaman onlara göre en isabetli görüşü kim ortaya koyar?
Vedat YILMAZ: Müçtehitler…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Hayır devlet başkanıdır. Yani devletin başındaki adam hocaya iki kere iki kaç eder diye sorsa hoca dört dese devlet başkanı da beş değil miydi dese hoca kusura bakmayın beş eder der. Devlet başkanı yedi olacak dese hoca gerçekten yanılmışım, yedi olacak demez mi?
Vedat YILMAZ: Bakın burası çok önemlidir. “Bütün fıkıh külliyatının rey üzerine, bireysel çaba ve bakış açısı üzerine kurulduğunu söylersek abartmış olmayız.” Bütün fıkıh külliyatından bahsediyor. “Bunlar arasında daha az işlevsel olanı belki sünnettir. En altta da Kuran gelir.” Bu İslam Hukukudur. Şimdi neden teoride kitap, sünnet, icma, kıyas diyorlar. Onu da şöyle dile getiriyor. “Bunu ifade etmek belki de Müslümanların inanç dünyalarıyla, dine bakışlarıyla, tevhid akidesiyle ilk planda çelişkili olacağı düşünülerek daima bu tersten kitap, sünnet, icma, kıyas olarak ifade edilmiştir.” İnsanlar tepki göstermesinler diye daima ilk okuduğum kitapta teoride insanlara anlatılmış. Ama pratikte hiçbir zaman Kuran önce gelmemiştir. Daima kişisel yorumlar ön planda Kuran en alttadır. İşte o yüzden az evvel en başta söyledim. Allah’a iftira üzerine kuruludur. Sistem zaten o şekilde kuruludur. O yüzden münferit bir örnek vermedim. Yoksa bizim burada yaptığımız derslerdeki her bir örnek bunun örneğidir.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ben bir örnek vereyim istersen… Senin vereceğin örnek var mı?
Vedat YILMAZ: Hayır hocam…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ben bir örnek vereyim. Burada Muhammed Ensari diye bir arkadaşımız var. O geçende bir arkadaşıyla beraber gelmişti. Onu ben size anlatmıştım. Cumartesi günü camiden geldim. Baktım bunlarda ikindi gidiyorlar. Beş dakika geldiler. Beraberinde gelen arkadaşı bayağı araştırmacı… Onun kitapları falanda varmış. Kitapları var diyordu. Ben ona şöyle demiştim. İki kere iki kaç eder? Dört. İşte iki kere iki kadar çok kesin ve net sana anlatacağım. Burada size delillerini göstermiştim. Yani Kuranı Kerim’de Allah Muhammed Suresinin 4. ayetinde esirlere yapılması gereken iki muameleden bahseder. Birisi karşılıklı, birisi karşılıksız serbest bırakmadır. Serbest bırakılıncaya kadar da ailelerin içinde barındırılır. Esir kampı falan yoktur. Yani onlara nasıl davranılacağını da Kuranı Kerim’in ayetlerinde açık açık hükümler vardır. Çok iyi davranılması emredilir. Çünkü onların gönülleri alınmış olur. Ama burada Ömer Nasuhi BİLMEN’in mealini açtık. Ömer Nasuhi BİLMEN’in Istılahatı Fıkhıyye Kamusunu açtık. Aradaki yanlışlığın iki kere iki gibi açık ve net olduğunu arkadaşın anladı mı Muhammed Ensari? Anladı değil mi? Çıktıktan sonra en küçük şüphesi kalmış mıydı? Benim yanımdan ayrıldıktan sonra kesin anladı mı?
Muhammed Ensari: 43:24 43:26 sn. arası anlaşılmıyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Anlamak başka kabul etmek başka bir şeydir. O ikisi birbirinden farklı bir şeydir. Çünkü kabul etmek için kendi yaşam tarzından vazgeçmesi lazım. Öyle kolay bir şey değildir. Çünkü dünyanın en zor şeyi doğruları kabul etmektir. Doğruları anlamak çok kolaydır. Kabul etmek çok zordur.
Şimdi bakın ben size gene… Şimdi Vedat’ın söylediğinden başlayalım. Ali BARDAKOĞLU’nun tespiti son derece yerindedir. Bu defa size başka bir örnek vereceğim. “Yâ eyyuhellezîne âmenû innemel hamru vel meysiru vel ensâbu vel ezlâmu ricsum min ameliş şeytâni fectenibûhu” “Ey müminler hamr, kumar, ibadet için dikilmiş taşlar, fal okları şeytan işi pisliklerdir. Onlardan uzak durun.” Bardağı elimle tutarsam uzak durmuş olur muyum? Yok. Buna dokunmamam gerekir. Uzak duracağım. “leallekum tuflihûn” “belki felaha erişirsiniz.” (Maide 90) Burada hamr kelimesi var. Az önce Vedat rey dedi ya… Kardeşim baştaki adam kadın istediği için esirlerle ilgili ayetlerin hiçbirisini görmediler. Bir esir kadınla birlikte olmanın olmazsa olmaz şartı nikahtır. Onunla ilgili çok sayıda ayeti hiçbir mezhep görmüyor. Eğer esir kadını hürriyetine kavuşturursan ikinci eş, üçüncü eş olarak alabilirsin. Hürriyetine kavuşturmazsan ancak birinci eş olabilir. Üzerine ikinci bir hanım alamazsın. Bunun birçok şartları var. Kuranı Kerim’de çok açık ve nettir. Yani nikahsız ilişki imkansızdır. Gerçi iki tane ayetin anlamını bozarak buna fetva bulmuşlar. Çok açık ayetleri görmemişlerdir. Mesela halifenin hanımının yanında yüzlerce de cariyesi var. Kardeşim canı da içki istiyor. 46:02 46:03 sn. arası anlaşılmıyor. Baş üstüne efendim, ne demek, sizin emriniz olur derler. Bakın şimdi yatağına cariye atmak için bütün ayetleri görmedi. Bunu görmeyenlerde istisnasız bütün mezheplerdir. Çünkü kendileri de ondan yararlanacak. Bir de kölelik var. O da asla Kuranı Kerim’e asla uymayan bir şeydir. Yani bir zamanlar vardı da kaldırıldı değil. İslam’da hiçbir zaman olmamıştır. Burada hamr ifadesi geçiyor. Hamr’a yaklaşmayın diyor. Resulullah da hadiste hamr’ı açıklamış. “Küllü müskirin hamrun” “Sarhoş eden her şey hamrdır” demiş. Sarhoş eden, sarhoşluk veren her şey… Hamr kelimesinde de Arap dilinde “ma yuhammirul akle” diye bir şey vardır. Yani aklı örten… Bakın dikkat edin. Kızların başını örten şeye ne derler? Hımar derler. Aynı köktendir. Hamr, hımar… Hamr da başı örtüyor. Resulullah da açıklamış. Bu hadis hemen hemen hadis kitaplarının hepsinde vardır. Sahihin sıhhati konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Allah hamrı haram kıldığını söylüyor. Gerçi hamrın sarhoş edici içki olduğunu Nisa Suresi 43. ayetinden de çok net anlıyoruz. “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tagrabus salâte ve entum sukârâ hattâ tağlemû mâ tegûlûne” “Müminler sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisa 43) Bunu açıkça söylüyor. Sarhoş… Peki, sarhoşluk neden olur? Sarhoşluk içkiden de olur, uyuşturucu maddelerden de olur. O zaman Allah hamr demiş. Resulullah da sarhoşluk veren her şey hamrdır demişse iki kere iki dört eder gibi sarhoşluk veren bütün içkiler hamr tanımına girer mi? Şu içki, bu içki ayrımı olur mu? Bakın yaklaşmayın diyor değil mi? Peki, bütün uyuşturucu maddeler hamr tanımına girer mi? Girer. Bakın Kuranı Kerim, hadisler… Bir hadis daha var. “ma eskere kesiru fe kalilu haramun” “Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır” diyor. Yaklaşmayın dediği için az, çok diye bir şey olmaz. Bakın Hanefiler… Ömer Nasuhi BİLMEN’in, Istılahatı Fıkhiyye Kamusunun 3. cildidir. Bakın hamrı nasıl tanımlıyor. Bakın Arap diline göre anlattık. Ayete göre anlattık. Sarhoşluk veren her şey… İçki olması gerekmiyor. Ondan sonra sahih hadise göre de anlattık mı? Bakın burada şöyle diyor. “Hamr, pişirilmeksizin kendi kendine kaynayıp kabaran, kuvvetlenip müskir (sarhoşluk verici) bir hale gelen yaş üzüm suyudur.” Yaş taze üzüm suyunu koyacaksınız, kabaracak, kuvvetlenecek ve sarhoşluk verici hale gelecek. Taze üzüm suyu… Peki, bundan sonra ne yapmak istiyor? Taze üzüm suyunun bir damlasını bile içmek haramdır diyor. Peki, diğerleri? Bakın bunların iddiasına göre Kuranı Kerim taze üzüm suyundan elde edilen içkiyi haram kılmışmış. Ayetlerde o var mı? Yok. Hadiste var mı? Yok. Peki, bugün içki dendiği zaman, sarhoşluk veren şeyler dendiği zaman dünyanın neresinde insanlar üzüm şarabıyla diğerlerini ayırırlar? Öyle bir şey var mı? Hiçbir yerde ayırmazlar. Ama az önce dedim ya… Vedat rey dedi ya… Şimdi baştaki halife içki içmek istiyor. Önümüzde dünya kadar cariye var. Bu içkisiz olmuyor. O zaman emredersiniz efendim, ne demek derler. Şimdi hamrın bir damlasını içemezsin diyorlar. Onun dışındaki içkiler… Sayısı belli mi? Yok. “Hamrdan başka müskir meşrubattan birinin bilihtiyar içilmesinde kusura gelen sarhoşluktan dolayı 51:44 51:45 sn. arası anlaşılmıyor.” “Diğerleri müskir bir hale gelinceye kadar bunların yalnız sekir vermeyecek miktarını bedene kuvvet vermek maksadıyla içmek İmamı Azam ile Ebu Yusuf’a göre helaldir.” Yani hamrın dışındakileri sekir (sarhoşluk) vermeyecek miktarını bedene kuvvet vermek maksadıyla içmek İmamı Azam ile Ebu Yusuf’a göre helaldir diyor. Bakın sarhoşluk vermeyecek miktarını… Peki, sarhoşluk nedir? “Lakırdıların ekseriyetle ihtilali…” Yani konuşurken kelimeleri birbirine karıştırıyor. Net konuşamıyor. O kadar sarhoşluktur. Hatta bir başka yerde tanımı var. “Kadını erkekten, yeri gökten ayıramayacak hale gelmek” diye tanımlanıyor. Şimdiye kadar böyle bir sarhoş göreniniz var mı?
Seyirci: Televizyonlarda olur sadece…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Kadını erkekten ayıramayacak kadar oluyor mu televizyonlarda?
Seyirci: 53:12 53:13 sn. arası anlaşılmıyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Tamam, diyorlar da kadını erkekten ayıramayacak, yeri gökten ayıramayacak şekilde var mı? Bu içki yasağında Kuranı Kerim var mı? Kuran var mı? Bakın Kuran dediğiniz zaman içki, uyuşturucu ayırmaz. Çoğu azı yok. Yaklaşmayacaksın diyor. İmal edemezsin, satamazsın, taşıyamazsın. Çünkü yaklaşmayacaksın dediği zaman o başka… İçme demiyor. Yaklaşma diyor. Şimdi size gene anlatmıştım. Bir gün kardeşim ticari maksatla Bahreyn’e gitmişti. Akşam kokteyl vermişler. Bana oradan telefon etti. Ya burada millet içki içiyor dedi. Niye içiyorsunuz diye soruyorum, Allah haram demedi ki diyorlar dedi. Yani yaklaşmayın diyormuş da haram demiyormuş. O adam nerede dedim. Telefona ver bakayım dedim. Telefonu verdi. Sizin oralarda hiç benzin istasyonu var mı dedim. Ne demek var mı dedi. Benzin istasyonlarında ne yazıyorlar? Ateş yakmayın diye mi yazıyorlar yoksa ateşle yaklaşmayın diye mi yazıyorlar dedim. Ateş yaktığın zaman her şey biter. Ateşle yaklaşmayın. Peki, içkiden uzak durun mu daha ağır bir yasaktır, içki içmeyin demek mi daha ağır yasaktır? Tamam, tamam anladım deyip hemen telefonu verdi. Bakın görüyor musunuz? Ayet yok, hadis yok, fıtrat yok, hiçbir şey yok. Yok efendim sadece üzüm şarabı olursa bir damlası bile harammış da diğerleri değil derler. Diğerleri ancak sarhoşluk verirse o da yer ile göğü, kadın ile erkeği ayıramayacak duruma gelirse derler.
Daha ilginci de var. Bu elimdeki kitap Bedaius Sanai… Henfilerin en güvenilir kitaplarındandır. Benim talebelikte aldığım ve en çok sevdiğim kitaplardan birisi budur. Bakın burada ne diyor? 5. cilt, 116. sayfa… 55:43 sn. anlaşılmıyor. dedikleri bir içkiden bahsediyor. “Onu tedavi maksadıyla ya da boğazda kalan bir yiyeceği oradan içeri götürmek, en önemlisi ibadette vücuda kuvvet vermek için içebilirsiniz.” Bakın Allah içkiye yaklaşmayın diyor. İbadette vücuda kuvvet vermek için içebilirsiniz diyor. Bunun İslam ile ne alakası var? Görüyor musunuz din ne hale getirilmiş?
Vedat YILMAZ: Ayette zikredilen ikinci tip kendisine vahyedilmediği halde bana vahyediliyor diyen kişiydi. Tabi bunun İslam Alemi içerisinde sayısız örneğinin bulunabileceği yer tasavvuftur. Bende en meşhur örneğini getirdim. O da Mesnevi… Şimdi diğer eserlerden getirsem birçoğunu insanlar duymamıştır. Ama Mesnevi dindar olsun, dindar olmasın bizim ülkemizde tanımayan, bilmeyen, duymayan yoktur. Bu da Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarının basmış olduğu Mesnevi’dir. Bunun çevirisini yapan kişi Veled İZBUDAK’tır. Bu Veled İZBUDAK’da Mevlana’nın torunlarındandır. 1950’de vefat etmiş. Ama kendisi Mevlevi dergahlarında şeyhlik yapmış bir kişidir. Gözden geçiren de Abdülbaki GÖLPINARLI… Zaten her iki isimde Türkiye’de tasavvuf denilince en üstteki isimlerdir. Mesnevi’nin başında yani önsözünde ki bu Mevlana’ya ait olan bir metindir. Mesnevi kitabıyla alakalı şunlar söyleniyor. “Bu kitap Mesnevi kitabıdır. Mesnevi hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda dinin asıllarının, asıllarının, asıllarıdır. Tanrının en büyük fıkhı, tanrının en aydın yolu, tanrının en açık burhanıdır. Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır. Hüzünleri giderir. Kuranı apaçık bir hale koyar. Rızıkların bolluğuna sebep olur. Huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade edilmez.” Bunların hepsini Kuran’da… Yani ayetler Kuran için olan ifadelerdir aslında… Bilenler anlıyordur. “Mesnevi alemlerin rabbinden indirilmedir. Batıl ne önünden gelebilir, ne de ardından… Tanrı onu korur. Gözetir, tanrı en iyi koruyandır.” Yine Mevlana burada Milli Eğitim Bakanlığının Mesnevisinin 4. cildinde şöyle söylüyor. “Bu ne yıldız bilgisidir. Ne remir (fal) ne de rüyadır. Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya tanrının vahyidir. Sofiler bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.” Buda gene Mesnevinin içerisinde Mevlana kendi kitabı için hem alemlerin rabbinden indirilmedir diyor. Hem de tanrının vahyidir diyor. Bu da ikinci tip kişidir.
Üçüncü tip Allah’ın indirdiği gibi bende indireceğim diyen bir kişidir. Yani Kuran o dönemde düşünün işte Allah’ın kelamı olarak indirilmiş, bu Kuran’ı küçük görmek isteyenler bakıyorlar ve bu nasıl Allah’ın kelamı, yani bunu bende indiririm, bunda ne var ki diyorlar. Peki, bunu söyleyenler yani Kuranı bu şekilde görenler sadece o dönemde olan kişiler mi? Hayır bugünde aslında bu bakış açısı akademik çevrede bir ekol haline gelmiş vaziyettedir. O da tarihselci yaklaşımdır. Tarihselci yaklaşım Kuran’ı aslında öyle insanların söyleyemeyeceği bir söz olmadığını şey yapar. Hatta bakın İlhami GÜLER’in yazmış olduğu makalenin bir tanesinin ismi vahiy Allah’ın insan sözü… Yani Allah’ın insan sözü olmasını da… Yani hem Allah’ın sözü, hem de insan sözü nasıl oluyor? Bunu şu şekilde dile getiriyor. Bu makalede 2009 senesinde Eylül ayında Kurani hayat dergisinde çıkmış bir makaledir. “Cebrail, Hz Meryem’e ve Hz Muhammed’i insan şeklinde görünerek Hz Meryem’in rahmine Hz Muhammed’in de kalbine Allah’ın kelimesini ilka etmiştir. Müslümanlar nasıl ki Hz Meryem’den doğan Hz İsa’nın tabiatının pür insan olduğunu kabul ediyor ve Hıristiyanların Hz İsa’nın ilahi tabiatta olduğu inancını reddediyorlarsa aynı şekilde Hz Muhammed’den sadır olan Kuran’da pür insan sözüdür.” Peki, Kuran’ın pür insan sözü olması ne anlam ifade ediyor? Yani bunun pratikteki karşılığı nedir? Niye böyle bir felsefe ortaya atılıyor? Bunun pratikteki karşılığı şudur. Bizde Kuran’lar yazabiliriz, bizde Allah’ın indirdiği gibi hükümler indirebiliriz manasına geliyor. Onu da İlhami GÜLER, Üç Kuran Tasavvuru isimli makalesinde şu şekilde ifade ediyor. Üçüncü tasavvur, tarihselci tasavvur kendisinin de savunduğu tarihselci tasavvur… Bunu şu şekilde dile getiriyor. “Bu tasavvura fenomenolojik tasavvur ismi verilebilir. Olguların özüne bakar. Kuran bütünüyle ölçü değildir, örnektir. Örneği kavrayan Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mümin Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar.” Yani tarihselcilik temelde şunu savunuyor. Bizde tıpkı bugün 21. yüzyılda Allah gibi kendi hükümlerimizi koyabiliriz. Kendi şeriatımızı oluşturabiliriz. Kendi kitabımızı yazabiliriz. Dolayısıyla Kuran böyle insan üstü bir metin değildir. Taklit edilebilir, geliştirilebilir. Hatta yenisi ortaya konulabilir. Tarihselci görüşün aslı, temelide budur zaten… Peki, madem insan bunu yapabiliyordu, kendi hükümlerini, kendi şeriatını koyabiliyordu neden Allah nebiler gönderdi? İnsanlar zaten koysaydılar. Bunu da şu şekilde ifade ediyorlar. İnsanlık tarihi ilkelden moderne doğru bir tekamül yaşadı. Bu tekamül süreci içerisinde ilkel olan insan doğru olan ahlaki normları bulabilecek, ortaya koyabilecek, akli olgunluğa erişmemişti. Tanrı dışarıdan onlara müdahale ederek doğruyu gösterdi. Kitaplar indirdi. Şöyle yapın, böyle yapın dedi. Ne zamana kadar? Muhammed’e (a.s) kadar… En son onunla birlikte Araplara metin değil hitap indirdi. Ama artık Muhammed’den sonra bir nebi gelmedi. Çünkü insanlık akli olgunluğun tekamülünü tamamladı. Ve doğruyu ortaya koyabilmek için tanrıdan bir şey gelmesine gerek yok artık insanlık için diyorlar. Artık insan kendi doğrularını kendisi ortaya koyabilir, gerçek hakikati, en doğru hakikati, kendisi için en faydalı olanı insan kendisi ortaya koyabilir. Dolayısıyla artık Allahu Teala Muhammed’den sonra yeni bir nebi gönderme ihtiyacı duymamıştır diyorlar. Dolayısıyla Allah’ın indirdiği gibi bizde indirebiliriz diyen insan tipine en güzel örnektir.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Burada Said Nursi ile Fetullah’ın hakkını yedin yani…
Vedat YILMAZ: 01:04:12 01:04:14 sn. arası anlaşılmıyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Mesela bizim Aracılık ve Şirk kitabında var. Ben bu kitabı Fetullah için yazmıştım. 2000’li yılların başında kendisine göndermiştim. Çünkü burada Süleymaniye Camisinde ben vaaz ederdim. O da Zaman Gazetesinde Fasıldan Fasıla bölümünde yazardı. Ben onu tenkit ederdim. Bana cevap verirdi. Ama isim vermezdik. Daha sonra iş iyice büyüdü. Sonra baktım ki görüşelim dedik. Olmadı. Sonra kitabı yazmak zorunda kaldım. Tabi onu yazarken Katolik Kilisesini, Budizmi karşılaştıracak şekilde yazdım. Mesela Said Nursi şöyle der. “Risaleyi Nur Kuran’dan alınma değildir.” Nedir? “Kuran’ın alındığı yerden alınmadır.” O zaman en son kitap hangisi olur? Risaleyi Nur… Bunu aynen söylerler. Bunu kabul ederler. Mesela onlarla bizim uzun uzun tartışmalarımız vardır. Mesela Kuranı Kerim’e bir şey söyleyemezler. Meal dediğiniz kitaplara mı bakacağız derler. Kuran’a mı bakacağız demezler. Diyemezler. Millete karşı ayıp olur diye… Dolayısıyla Said Nursi birlik makamında olduğunu iddia eder. Aynı şeyi Fetullah da iddia eder. Bu kitapta hepsi var. Birlk makamında kimdir? Allahu Tealadır. O da orada yani… Ondan sonra Bediüzzaman derler. Ne demektir? Zamanın harikası, onun eşi yok yani… Allah bu Bedi kelimesini kim için kullanır? Kendisi için kullanır. “Bedîus semâvâti vel ard” (Bakara 117) diye… Ondan sonra alemlere kendisi rahmetmiş. Ondan sonra darda kalana yardım ediyormuş. Risaleyi Nur Kuran’ın ve Allah’ın isimlerini taşıyormuş. Her devirde farklı kimlikle ortaya çıkarmış. Mesela Said Nursi her devirde ortaya çıkan bir adam derler. İlk önce Nuru Muhammedi olarak ortaya çıkmış. En son Said Nursi adıyla çıkmış, siz onu tanıyorsunuz. Öncekileri bir bilseniz… Yani reenkarnasyonun zirvesi bunlarda vardır. Yani onların söyledikleri yanlışlar reenkarnasyonla asla karşılaştırılamaz. Mehdi olduğunu iddia eder. Ondan sonra beklenen mesih olduğunu söyler. Bunu Fetullah da söyler. En büyük mürşid ve müceddid olduğunu söyler. Kurtarıcı olduğunu söyler. Şefaatçi olacağını söyler. Risaleyi Nurların Allah tarafından onaylandığı ifade edilir. Türkçe olmasının sebebi Türkiye’de olmasından dolayıdır. Hani her kavmin diliyle indirilir diye ayet var ya… Risaleyi Nur’un adını kim vermiş biliyor musunuz? Hz Ali vermiş. “Ayeti kübra” “en büyük ayet” adını vermiş. Asayı Musa demiş. Hz Ali risaleden şefaat dilemiş. Sizin hiçbir şeyden haberiniz yok. Yazık. Risaleyi Nur la ilahe illallah’ın delili derler. Daha ne olsun? Bir mağazayı yangından kurtarmış. Kurtuluş Nur cemaatiyle olacakmış. Bir de Amerikan ayağı var. Onu da kitabında söylüyor yani… Bu kitapta hepsi var.
Dolayısıyla bütün meseleler maalesef biz şey yapınca, biz bu tür ayetleri okuyunca topu başka tarafa atıyoruz. Halbuki bugün Allah’ın son dini olan elimizde Kuranı Kerim olmasına rağmen bu İslam dinini insanlar din olarak kabul etmesinler diye bütün çalışmalar yapılmış. Allah’a hamdü senalar olsun. Şu anda artık hepinizde görüyorsunuz. Artık insanlar ben falan tarikattanım demeye cesaret edemiyorlar. Yanlış mı? Artık falan cemaattenim diyende çıkmıyor. Falan mezheptenim de diyemiyorlar. Şimdi Kuranı Kerim’in öne çıkması gerektiği için artık bundan sonra en çok Kurancılardan korkacaksınız. Bunu şaka söylemiyorum. Az önce Vedat bir kısmını anlattı. Yok efendim o o zamanmış. Neymiş? Kuranı Kerim geldiği zaman Mekke’de kadınlara mirastan hiç pay vermiyorlarmış. Yarı hisse biz verelim de gerisini siz daha sonra halledersiniz… Hiç olmazsa bu kadar olsun. Kim bu ya? Böyle bir kitap Allah’ın kitabı olur mu? Ama demin içki örneğinde, cariye örneğinde dediğim gibi bu yeni değil ki eskiden beri böyle… Her dönemde her insanın cehenneme gitme örneği vardır. Onun için bizim yapacağımız şudur. Herkes gidiyorsa gitsin, ben gitmiyorum kardeşim dememizdir. Allah yardımcımız olsun.