“ElhamdülillâhiRabbil-‘âlemîn. Vessalâtüvesselâmü ‘alâRasûlinâ Muhammedin ve ‘alââlihî ve sahbihîecma’în”
Biliyorsunuz dün akşam bir toplantı gerçekleştirdik. Bir müzakere yaptık. Allah’ın bilgisi ve kader konusunu tartışmaya açmıştık. Zaten Aralık ayından beri bu konu gündemde. Fakat uzun asırlardan beri yapılan çalışmalar ya da yanlış yönlendirmeler kader konusunda İslam âlemini büyük bir çıkmaz içerisine sokmuştu onu gayet iyi biliyoruz. Biz bu konuyu birkaç sene evvel gündeme getirmek istemiştik fakat ortamın tam oluşmadığı düşüncesiyle biraz ertelemiştik. Sonra elhamdülillah ne güzel oldu. Şahsen benim beklemediğim kadar çok güzel gelişmeler ortaya çıktı. Türkiye’de bunu niye takmadınız? Türkiye’de biliyorsunuz her yerde olduğu gibi Müslümanlar ikiye ayrılıyor. Birisi, dini eğitim görmüş olanlar birisi de görmemiş olanlar. Dini eğitim görmüş olanlar çocukluktan itibaren bazı hususlarda şartlandırılıyor, yetiştiriliyorlar. Dün akşamki konuşmada da bugün de yapacağımız aynı konuyla ilgili değerlendirmede göreceksiniz ki Müslümanların takip etmiş oldukları mezheplerin çoğusu sadece isim olarak devam ediyor, içeriği boşaltılmış ve yeni şeyler doldurulmuş gibi. İşte bugünkü esas ele alacağımız Allah’ın bilgisi ve kader konusunda Türkiye’de uygulanan, Türkiye’de insanların takip ettiğine inandıkları Maturidi mezhebi. O mezhebin ne kadar ciddi manada terk edildiğini, mezhebe taban tabana zıt görüşlerin o mezhebin görüşü olarak hala uygulandığını burada hep beraber tekrar göreceğiz inşallah. Şimdi yetişen insanların bir kısmı geleneksel din bilgisine göre yetişiyor. Hayatının bir bölümünde bunu iyice özümsüyor. Yani özümseme pek olmuyor da kendisine zorla kabul ettiriyor bunu yani vücudu şartlandırıyor. Bilhassa kader konusu hiç anlaşılmıyor. Ondan sonra bir uydurma hadis söylüyorlar diyorlar ki Rasulullah sav kaderle ilgili konuşmayı yasaklamıştır. Şimdi kendi acizliklerini Rasulullah’ın söylediğini iddia ettikleri bir sözle kapatmaya çalışıyorlar. Şimdi bu şekilde yetişmiş olanlar, yanlış din eğitimiyle yetişmiş olmayı kabul edemedikleri için tepkili oluyorlar. Ve reddediyorlar. Karşı çıkıyorlar. Karşı çıkarken de hepsi Kuranı Kerime inandığını söyleyen insanlar olduğu için konunun ayetlerle anlatılmış olması onları ciddi manada da bunalıma sokuyor. Bir taraftan terk etmek istemediği gelenek var. Bir taraftan da terk etmesi mümkün olmayan Kuranı Kerim var. İki arada bir derede kalıyor. Kuran mı gelenek mi ve şunu asla hazmedemiyorlar bizim ulemamız Kuranı Kerim’e aykırı bir şey söylemez. Onlar söylemişse mutlaka bir delili vardır diyorlar. E delilini de bulamayınca bu defa yaptıkları yalnızlaşmak, insanlardan uzaklaşmak ve kendi başlarına küçük küçük gruplar halinde birbirlerine dayanarak ayakta durma çabaları içerisine girmek. Şimdi birinci grup böyle. Bir de onlara hocalık yapanlar var. Onlar da dükkânlarının kapanmasından korktukları için bunları sürekli hiç olmazsa mevcut müşteriyi kaçırmayalım diye destekliyorlar. E sayı itibariyle oldukça fazla çünkü insanlar içerisinde akıllarını kullananlar maalesef çok az. İkinci bir grup Müslüman var onların kaybedecekleri bir şey yok. İkinci grup olanlar da ikiye ayrılıyor. Birisi geleneksel bilgilerinin tamamının üzerini çizebiliyor. E Kuranı Kerim’e aykırıymış ben istemiyorum diyor bu defa kendisini tashiye etmeye çalışıyor. Bu kolay değil çünkü bir çok konuda fedakârlık gerekiyor. Zaten büyük bir imtihan sahası bugünkü konumuzun da parçalarından bir tanesi. İkinci grubun da kaybedeceği hiç bir şey yok. Tamam diyor benim aklıma da uyuyor. Kuranı Kerim de bunu emrediyormuş yürüyüp gidiyor. İşte şu anda işte gelenekçiler, yenilikçiler, yenilikçi demeyelim aslında yenilikçi kelimesi çok yanlış bir kelime Kuranı Kerim’e uygun bir dini yaşamaya çalışanlarla, geleneğin oluşturduğu dini yaşamaya çalışanlar arasındaki büyük bir çatışma ortada var idi. Var demiyorum ben şu anda çünkü gelenekçiler artık ciddi manada geri çekilmek zorunda kaldılar. Yüksek sesle konuşamıyorlar. Onların yaptıkları tek şey bu sene ramazanda gördüğümüz gibi insanları sürekli uyuşturma çalışmaları yapmak, o uyuşturmada da masal anlatma işi biliyorsunuz. İnsanları çocuk yerine koyup televizyonlarda din yerine bu sene hep masal anlatıldı. Yani ben şahsen bilmiyorum. Sizin şeyiniz ne? Bu seneki kadar televizyonların, radyoların hurafelerle dolduğunu herhalde ben şahsen bilmiyorum. Siz biliyor musunuz? Sizden bilen var mı? Yani hurafe şey mesela bize milliyet gazetesi yer verdi. Çünkü kendileri kesin karar almışlar. Zaten büyük bir organizasyon şey var. Yani bunu söylememize lüzum yok yani etkisizleştirme çalışmaları var. Herkesin bildiği çok açık ve net. Kendi dini yayın adını verdikleri gazetesi, radyosu, televizyonu ondan sonra dergisiyle tamamen bize kapılarını kapattılar. İşte bir tek hilal TV ile yaptığımız programları istisna edersek yani diğerlerinin tamamı kapılarını kapattı. Hatta milliyet gazetesinin kapısını açması onları ciddi manada da rahatsız etti. Onu da şeyde gördünüz. Bu çok son derece normal. Çünkü onların artık tutunacakları tek şey etraflarındaki insan sayısı ve ellerindeki maddi güç. İşte şu kadar binamız var, etrafta şu kadar adam var, şu kadar kursumuz var, şu kadar öğrenci evimiz ya da işte şeyimiz var, yurdumuz var falan gibi şeylerle övünmek dışında bir şey yok. Şimdi ben şahsen yani bu şeyin bu konuların bu kadar çabuk kavranacağını hiç düşünmüyordum. Demek ki Allah’ın kelamı olunca çok çabuk kavranıyormuş Allah’a hamd olsun şimdi dün akşam yapmış olduğumuz konuşmaları burada özetleyeceğim. Yani oradaki karşı tarafın sözlerine cevap vermek falan değil. Zaten dün akşam da takip edenleriniz bilir. Bizim orda muhatabımızı etkisizleştirmek için herhangi bir davranış içerisine girmedik. Öyle bir şey zaten yakışmaz da. Çünkü esas o bu Allah’ın dinidir. Önemli olan Allah’ın dinini doğru anlamak ve doğru yaşamaktır. Muhatabımız eğer bu konuda bizi uyarıcı bir takım şey söylemişse onları da baş üstüne deyip kabul etmek zorundayız. Yani nerede hakikat kimin ağzındaysa ondan alıp istifade etmek lazım. Dolayısıyla yani burada ben şey düşünüyorum yani olayı bu vesileyle işte bir güzel bir şekilde toparladığımızı düşünüyorum. Size Kuranı Kerim ışığında bunu bir daha anlatmak. Belki güzel bir toparlama olur diye ümit ediyorum. Her şeyden önce biliyorsunuz bizi ayıran diğer bütün İslami adı altındaki çalışmalardan, bilimsel çalışmaların tamamından ayıran bir uyguladığımız yöntem var. Geleneğin bir usulü fıkhı var. Biz onu kabul etmiyoruz. Geleneğin bir usulü tefsiri var. Biz onu kabul etmiyoruz. Biz onların uyguladıkları usulün Kuran ve sünnete aykırı olduğu kanaatinde olarak Allahu Teâlâ’nın yardımıyla Kuranı Kerim’den bir Kuran’ı anlama usulünü, yöntemini çıkardık. Şimdi bu yöntemde hepiniz gayet iyi biliyorsunuz ama kısaca özetlemiş olalım. Esas olan şu Estaûzübillah Hûd suresinin ilk ayetleri:
Bismillâhir rahmânir rahîm.
“Elif lâm râ kitâbun uhkimet âyâtuhu summe fussılet min ledun hakîmin habîr.(11/1)” evet bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem kılınmış sonra hakîm ve habîr tarafından da açıklanmıştır. Bunu niye tam ekran yapamıyoruz? Ha o kendisi büyüsün yani. Yok yok şimdi ben tam ekran yapmaya çalışıyorum. F4 e basıyorum bir şey yapmıyor. F11 e mi basayım? Şey daha güzel olur da. Power point’e. Hah şimdi oldu tamam. Tamam, bak daha güzel gözüküyor değil mi? Hah işte böyle. Şimdi Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: 333 olmuş şey. Niye böyle ya? Kendi kendine geliyor beni hiç dinlemiyor. Bir de böyle yapalım şimdi. Evet, şimdi Allahu Teâlâ Hûd suresinde şöyle buyuruyor:
“Elif lâm râ kitâbun uhkimet âyâtuhu summe fussılet min ledun hakîmin habîr.(11/1)” bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem kılınmış, (Seyirci: Hocam o slâyt gösterisine ayarlı herhalde.) Neyse onu bir Fikret ayarlasın. Ben burada şey yaparken.
“Kitâbun uhkimet âyâtuhu summe fussılet. (11/1)” oraya yönelik bir şeyiniz yok galiba. Göstermiyorsunuz. Bu var mı o bizi gösteriyor. O bizi gösteriyor. Bak şurada da var yer. Bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem kılınmış, muhkemi yani özet hükümler halinde diye anlarsak güzel olur. “Summe fussilet. (11/1)” Sonra ayrıntılı olarak açıklamıştır. “Min ledun hakîmin habîr.(11/1)” Hakîm ve habîr tarafından açıklanmıştır. Bu son derece önemlidir. Her defasında vurgu yapıyoruz. Çünkü İslam âleminde maalesef böyle bir şey yok. İnşallah olur. Hakîm ve habîr de Allahu Teâlâ’dır. Niye Allahu Teâlâ açıklıyor?
“Ellâ ta’budû illallâh. (11/2)” Allahtan başkasına kulluk etmeyesiniz diye. Bunun manası şudur: Allah’ın kitabını Allah’tan başkası açıklarsa, kendini Allah’ın yerine koymuş olur. Kendini Allah’ın yerine koymuş olur. Bu da nedir? Şirktir değil mi? Yani bir insanın kendini Allah’ın yerine koyması şirktir. Şimdi ulemanın Kuranı Kerim’i açıklama yetkisi yok. Rasulullah sav’in de yetkisi yok. Burada defalarca konuştuk. O beyan etmek yani Rasulullah’ın yaptığı Allah’ın açıklamalarını bize ulaştırmaktır. O da hikmettir. O konuda bize örnek olmuştur. Onun örnekliğini aldığımız zaman her konuda her sahada Kuranı Kerim’in açıklamalarına ulaşma imkânı var ama bu tabi Cenabı Hakk’ın bildirdiği gibi Fussilet suresinde:
“Kitâbun fussilet âyâtuhu kur’ânen arabiyyen li kavmin ya’lemûn. (41/3)” bu bir kitaptır ki ayetleri Arapça Kuran olarak açıklanmıştır. Kuran kelimesi de çok önemli. Kuran, bizim Türkçemizde küme diye anlayabileceğimiz şeydir. Mesela şimdi bir çay yapmak isterseniz orada bir küme gerekir. Yani su lazım, çaydanlık lazım, çay otu lazım, ateş lazım, bir de o çayı demleyecek birisi lazım. Ama o suyun gelmesi bir kişiyle olmuyor. Yani o malzemenin hazırlanmasında da hesap ederseniz belki bin kişi çalışmış olabilir. Yani küçücük bir malzemedir ama hazırlanması büyük bir ekip işidir. İşte o Kuran o malzemenin adıdır. Yani çay yapmak için gereken malzemenin adına Kuran dersiniz. Yani kelime anlamı itibariyle bir küme manasına gelir. Küme. Dolayısıyla Kuranı Kerim’de de herhangi bir konu yani mesela çorba yapmak istiyorsanız çorbanın kümesi başkadır. Çayın kümesi başkadır. Elbise yapacaksanız başka bir şeydir. Yani ne yapacaksanız hepsi kendi içinde bir küme oluşturur. Tamam, oldu sağ ol. Tamam. Şimdi bu şeyde Kuranı Kerim’in diğer kümelerden farklı bir özelliği var. Bu ikişerli küme tekli olmuyor. Çünkü şurada özet ayet var. Şurada onu açıklayan ikinci ayet var. İki. Bu iki ayeti açıklayan başka iki ayet var. Onu açıklayan başka iki, iki, iki, iki, iki, bu ikileri ne kadar çok uzatabilirseniz ki ancak büyük bir ekip çalışmasıyla olabilir. O zaman her konuda en ince ayrıntıya ulaşmanız mümkün olur. Yani tüm ayrıntıyı da Kuranı Kerim’den çıkarmış olursunuz. Hata etmiş olabilirsiniz. Elbette ki hata etmiş olabilirsiniz. Bunda bir şey yok. Ama hatayı en aza indirmenin yolu, bu çalışmayı yüzlerce ekibin yapmış olmasıdır. Çünkü biri diğerinin hatasını eksiğini ortaya çıkartacaktır. Ondan dolayı Allahu Teâlâ şöyle diyor Zümer suresi yirmi üçüncü ayette:
“Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye (39/23)” Allah sözün en güzelini birbirine benzeyen bir kitap işte o muhkem ayet müteşabihe benziyor. Müteşabih zaten benzeyen demek. İki ayet de birbirine benziyor. Bu benzerlikten hareketle ayetleri buluyorsunuz zaten. Ve o benzeyenleri iki iki olduğu için adına mesâni deniyor. Evet şimdi en sonda Ali İmran suresinin yedinci ayeti önemli Allahu Teala orada diyor ki tekrar başladı bu. Bir tıklamaya gör gerisi devam ediyor.
“Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât (3/7)” sana bu kitabı indiren odur. Yani Kuranı Kerim’i. İçinde muhkem ayetler vardır. Onlar kitabın anasıdır. Temel. Diğerleri de ona benzeyen ayetlerdir. Yani onlara benzeyen ayetlerdir muhkeme. Peki tamam. Şimdi,
“Vellezîne fî kulûbihim zeygun (3/7)” insanlar, Kuranı Kerim’e uymak isteyen kişiler, şurada muhkem, şurada onu açıklayan ayet. Bir de ekip halinde çalışacaklardır. Ama bir de Kuran’ı kendine uydurmak isteyen insanlar vardır. Kalplerinde kayma olan kişiler.
“Fe yettebiûne mâ teşâbehe minhu (3/7)” o kitaptan zihinlerde olana benzeyen bir parça bulup ona uyarlar. Şimdi kitaba uymak gerekir deniyor ya. Yani şu ayet şunu açıklıyor. Bu iki ayeti birlikte okuyalım dediğiniz zaman onların hesabına gelmez o. Çünkü o zaman siz istediğiniz dini ortaya koyamıyorsunuz. O zaman Allah’ın istediği din ortaya konuyor. Ama o kendi kafasındaki dini ortaya koymak için Kuran’dan bir benzer bir kelime, bir parçacık bulduğunda hah işte bak burada var ya. Onun için diyor ki:
“Vellezîne fî kulûbihim zeygun (3/7)” bir kere ha bunu iyi niyetle yapan insanlar olabilir. Yani hata o hata. Ama kalbinde bir kayma var. Niyeti kötü.
“Fe yettebiûne mâ teşâbehe minhu (3/7)” o Kuran’dan kendi zihnindekine benzeyenin peşine düşer. Niye?
“İbtigâel fitne (3/7)” fitne çıkarmak için. Müslümanları sıkıntıya sokmak için böyle yapar.
“Vebtigâe te’vîlih (3/7)” o kitabı kendi istediği tarafa çekmek için. Te’vil o. Yani te’vil, raddü şey i ilel manel muradeti minhu diye tarif edilir Arapçada. Bir şeyi hedefine ulaştırmak. Şimdi mesela ben bu bilgisayarı çalıştırırken bu bilgisayarın şeyi var. Şu fişi çıkar bana ver bana. Ver adaptörü hah. Şimdi bak bu adaptörü alıyoruz. Üzerinde 220 yazıyor. 220’lik fişe takıyoruz ve çalışıyor. Şimdi birisi bunun çalışmasını istemiyorsa, şu iki tane şeyin girebileceği benzerlikten yararlanarak yani şu iki fişin şeyinin dilinin girebileceği aynı yeri bulur ama 110’luk, 110V luk tur. Oraya takar. Ondan sonra der ki bak bilgisayar çalışmıyor, bozulmuş der. Ondan sonra bu bilgisayarı bizden alır, başka bir bilgisayarı bize parayla satar. Hakikaten de çalışmıyor. Bakarsın. Fiş de fiş. Takılmış da. Her şey tamam. İşte bu te’vil. Kendi istediği tarafa te’vili. Yani oraya göndermek. Bile bile. Ha yanlış olarak takabilir. Onda bir şey yok. Onun için Allahu Teala,
“Vellezîne fî kulûbihim zeygun (3/7)” diyor. Kalplerinde kayma olanlar. Niyeti kötü bir kere adamın. İşte niyeti kötü olan bir kişi, ayeti alır, insanları da çok rahat bir şekilde kandırır. İnsanlar da zanneder ki hakikaten bu adam Kuran’a uymuş. Oradan gider başka tarafa. Siz de dersiniz işte Kuran ise Kuran. Sünnetse sünnet dersiniz düşünemezsiniz. Yani düşündüğünüz zaman ortaya çıkar da düşünmezsiniz. Fitne çıkarmak niyetiyle ve te’vili niyetiyle böyle yapar.
“Ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh (3/7)” şimdi ayetin te’vilini Allah’tan başkası bilmez. Yani bu hangi ayet hangi ayetle ilişkili olduğunu Allah’tan başkası bilmez. Yani şöyle anlayın: Şimdi fabrika ayarları diyoruz ya ayetleri indiren kim? Allahu Teâlâ o zaman onun fabrika ayarlarını Allah yapmıştır. Sen yapamazsın. Şimdi bu bilgisayarın fabrika ayarları var. Fabrika buraya 220 yazmışsa 220’dir kardeşim. Sen onu 110’a takamazsın. Kendi kafana göre şey yapamazsın. Veya bilgisayarı bozarsın. Patlatırsın, bozarsın, bir şeyler olur. Onun için sen kendi kafana göre değil, hangi ayet hangi ayetle alakalıdır Cenabı Hak bilir. Ondan dolayı araya benzerlikler koymuştur ve birbiriyle irtibatı kurmanızı sağlamıştır. (Yardımcı: 23:32-23:38 arası anlaşılmıyor.) Nerede? Ha evet programımız şu anda radyo fıtrattan da canlı olarak yayınlanıyormuş. Dünyanın her tarafında isteyen herkes radyo fıtrattan da dinleyebilir. Evet şimdi,
“Fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih (3/7)” yani bir fitne arzusuyla ve kendi istediği tarafa çevirmek arzusuyla böyle yapar.
“Ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh (3/7)” çünkü her bir ayetin hangi ayetle alakalı olduğunu Allah’tan başkası bilmez. Ondan sonra,
“Ver râsihûne fîl ilmi (3/7)” ilimde ayakları yere basan sağlam kişiler. Yani mesela bilgisayar konusunda uzman olan insanlar ne der? Der ki kardeşim şu fabrika ayarlarına bir bakalım. Şunun bir kullanma talimatını bize bir verin bakalım der değil mi? Ve doğru bir karara varır. İşte ayakları yere basanlar da şöyle yapar:
“Yekûlûne âmennâ bihî (3/7)” tabi ki Allah’tan başkası bilmez der. Biz buna inandık.
“Kullun min indi rabbinâ (3/7)” hepsi rabbimizdendir yani muhkemi de o belirler, müteşabihi de o belirler. Şimdi takabilirsin fabrika ayarlarına uygun olarak 220 ye tak ha başka yere takma. İşte bu te’vili oluyor tamam mı? Yani bu bilgisayarın te’vili. Doğru yere takıyorsunuz. Ayetleri doğru ayetlerle ilgilendiriyorsunuz. Şimdi,
“Ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb (3/7)” bunu da ulûl elbâb ancak tezekkür de bilgi edinme. Yani bu bilgiyi ancak ulûl elbâb kullanabilir. Ulûl elbâb bize işte akıl sahipleri falan diye tercüme ediyoruz. Şimdi Kuranı Kerim’de akıl kelimesi de geçiyor. O zaman ulûl elbâb başka manası olması lazım değil mi? Bak burada Sıhhah den almış olduğum bir şey var:
Elebbe bil mekani i ekame bihi ve lezimehu yani bir yerde duruyor ve orada sağlam kalıyor. Sağlam duruşlu kişiler. Öyle şartlara göre şekil değiştiren değil. Yani bizde birçok kimsede vardır aman kimseyi üzmeyelim Cenabı Hakk’ı üz önemli değil. Nasıl olsa bir estağfirullah dersin oradan kurtulursun aman bu insanları üzmeyelim. Sanki hâşâ Allahu Teala çantada keklik. İşte bunu ancak dik duruşlu insanlar yapabilirler. Şimdi buna bir örnek vereyim ben. Şimdi bakın Fahreddin Razi’nin tefsirinden bir olay aldım buraya. Bu yani Rasulullah sav’e Necran’dan bir Hıristiyan heyeti gelmişti. Onlarla onları biliyorsun mescitte misafir etmişti Rasulullah. Orada yatmışlardı. Onlarla konuşmalar olmuştu. O Hıristiyan heyet nebi sav karşısında dikilip tartışmış ve şöyle demişlerdi: “Sen İsa’nın Allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh olduğu kanaatinde değil misin?” Yani şeyde Kuranı Kerim’de var ya. Kelimetullahi ve ruhun minh bir ayetteydi. (Yardımcı: “Ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ Meryem 4/171)” ) “Ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ Meryem 4/171)” (Yardımcı: “Ve rûhun minh (4/171)”) “Ve rûhun minh (4/171)” Allah’ın Meryem’e attığı bir kelime ve ruh. Şimdi bakın İsa Allah’ın kelimesi ve ruhu. Ayette var mı? Allah’tan bir ruh. Ha Rasulullah sav diyor ki tamam. Diyor ki fehasbuna bu bize yeter diyor. Başkasına gerek yok. İsa Allah’ın kelimesi ve ruhu bitti. Tamam. Bu kadarı yeter bize diyor. Şimdi bakın. Ayetten iki tane kelimeyi aldılar. Sen bunu diyorsun ya tamam bu kadarı bize kâfi diyorlar. İşte ne yaptı o? Kendi zihinlerindeki İsa yani Allah’ın sözü dedikleri zaman işte Allah şey meselesi bakın arkadaşlar. Burada şuna lütfen dikkat edin: Bu bizim kaderle ilgili yaptığımız tartışmalar, bize ait olan tartışmalar değildir. Bunlar diğer ümmetlerden bize geçen, bulaşan hastalıklardır. Bunlar bulaşıcı hastalıklardır. Şimdi İsa’ya Allah’ın sözü dedikleri zaman Allah ile ilgili algıyı hatırlayın. Allah zamandan ve mekândan münezzehtir deniyor değil mi? O zaman bu söz ne zamandan beri Allah’la beraber var? O zaman hiçbir şey yokken söz vardı diyorlar. Tamam mı? Söz. Şimdi bu şey yani bu kelam tartışmalarının İslami bir dayanağı yok. Zamandan mekândan Allah zamanla mekânla alakalı yoktur falan bu saçmalığın zirvesidir. Efendim zaman yaratılmış mı falan filan. Ya ne saçmalıyorsun kardeşim? Zaman dediğin, göreceli bir şeydir. Yani Allahu Teala hareketler arasındaki biz insanlar olarak hareketler arasındaki sıralamayı zamanla ifade ediyoruz. İşte az önce hiç biriniz burada yoktunuz. Şimdi geldiniz burada varsınız. Biraz sonra gideceksiniz. Ha bunların sıralamasını ifade etmek için zamanı biz kullanıyoruz. Zamanın ayrı bir varlığı yok. Zamanın ayrı bir varlığı yok. Bak akşam yatağınıza yatıyorsunuz. Yatağın bir varlığı var. Yorganın bir varlığı var. Siz yatıyorsunuz var ama zamanın varlığı yok. Yanınızda gece sabaha kadar bekleyen kişi için zaman var ama uyuyan için zaman yok. Uyuyan gözünü kapıyor, açıyor. Öyle değil mi? O kadar. Bir kapadığını, bir de açtığını biliyor. Zaman ayrı bir varlık olsaydı, o orada dururdu. Zaman ayrı bir varlık olmadığı için Allahu Teâlâ kıyamet işini nasıl anlatıyor? Estaûzübillah,
“Ve mâ emrus sâati illâ kelemhıl basar (16/77)” o kıyamet işi sadece şöyle: Bu kadar. “Ev huve akreb (16/77)” ya da daha yakın. Şimdi Âdem as’a kıyametin yakınlığı gözü açıp kapayıncaya kadardır. Tıpkı bizim uyumamız gibi. Uyuduk, kapattık gözümüzü sonra açtık. Değil mi? Bu kadar. Biz bu iki şeyi biliyoruz. Âdem as öldüğünü uyumak gibi biliyor. Onun için ahirette uyandığı zaman beni yatağımdan kim kaldırdı. Âdem as ile en son ölen insan arasında o geçen vakti algılama bakımından hiçbir fark yok. E kardeşim peki zaman diye ayrı bir varlık olsaydı, Âdem as ile şey değişmez miydi yani? Biz ya da bir başkası. Şey olarak Cenabı Hak sürekli var olduğu için Allahu Teâlâ tüm her an yaratmakta olduğu için tabi ki yarattıklarından öncelik ve sonralığı vardır. Şimdi siz bu öncelik ve sonralığı kaldırdığınız zaman şimdi bu zamanı devreye soktunuz mu, İsa’ya ebediyet veremiyorsunuz. Bir örnek olarak düşünün. Bak şimdi bunu şey olarak anlatmaya çalışayım. Eğer siz Cenabı Hak için de zamanı kullanırsanız, İsa Allah’ın kelimesi bu kelime ne zaman olmuş? Meryem’in rahmine ol dediği zaman olmuş. O zaman ondan önce yok. Ama Cenabı Hakkı zamandan soyutladığınızda kelimenin Allah’la birlikte varlığını söyleyebiliyorsunuz. O zaman o kelime İsa Allah’ın kelimesi olduğuna göre İsa’nın kendisi var. O zaman şunu deme imkânları ortaya çıkıyor. İsa ha var ama belli bir zamanda insan olarak dünyaya gelmiş. Yani ete kemiğe bürünmüş, İsa diye görünmüş. Hâşâ. Bunların hepsi asırlarca oluşturulmuş şeydir, zihinsel faaliyetlerden oluşmuş şey. Belli bir zamanda İsa diye gelmiş. Peki, Allah’ın oğlu diyorlar. Aslında o oğlu değil. Şu aracılık ve şirk kitabını bir getirir misin şeyden. Tamam. Tamam tamam getiriyor getiriyor. Şimdi İsa’ya Allah’ın oğlu derken onlar bizim bildiğimiz manada baba oğul ilişkisini kastetmiyorlar. Tamam mı? Yani bunları çok iyi anlamamız lazım. Yani şimdi bak ne diyor? Diyor ki, Allah’ın baba olarak adlandırılması her şeyin başlangıcı ve aşkın otorite sahibi olmasından ve tüm çocuklarının üzerine titreyen sevgi dolu iyiliğinden dolayıdır. Yoksa Allah biz baba diyorsak Allah erkek demiyoruz diyor. Allah ne erkektir, ne kadın diyor. Allah Allah’tır. Bunu, bundan önceki papanın başkanı olduğu heyet tarafından hazırlanan kitaptan almışım. Bak İsa’ya da ne diyor burada? Tek bir Allah. Allah ile insanlar arasında tek bir aracı vardır. Bu da insan olan ve kendisini herkes için fidye olarak sunmuş olan Mesih İsa’dır. Ondan sonra ne diyorlar bakın. İsa diyorlar bakın şimdi tam onların ifadesini okuyayım ben size. Katolik kilisesi din ve ahlak ilkeleri paragraf 2634. Kendi yayınları bu. Çünkü ben bunu şeyden istetmiştim. Onların buradaki konsolosundan istettim gönderdiler. Böyle bir şey yazacağımız için kimsenin itiraz etmemesi için oradan aldık. Mesih İsa gerçek Allah ve gerçek insandır. Bak gerçek Allah, gerçek insan. Siz müşriklerden putlarına Allah diyen birisini biliyor musunuz? Melekler Allah’ın kızları diyorlardı. Şimdi Allah zamandan münezzehtir ifadesi bu asıl dayanakları buralar. Ama zaman Allah’a için de geçerlidir dediğiniz an Hıristiyanların bütün teorileri bitiyor. İsa’ya tanrı diyemiyorlar. Tamam mı? İşte ezeli diyemiyorlar. Ezeli demeleri için Allah’ın zamanla alakalı işte Allah’ın kelimesi hah bak sen kelimesi diyorsun ya o bana yeter diyor. Tamam. Gerisi kalsın. Şimdi bizim hurafecilerin de tavrının aynı olduğunu görmeniz lazım. Biliyorsunuz burada Sayın Ekrem hoca iki buçuk saatten fazla zaman konusunu anlattı. En son cümlesi bu konu akılla anlaşılmaz oldu. Ya kalk git kardeşim bu Allah’ın dini; Allah aklını kullanmayanların üstüne pisliği yağdıracağını söylüyor. O zaman bu pislik sahası demek ki. Biz buradan uzaklaşmak zorundayız. Öyle değil mi? Şimdi işte Rasulullah’a diyorlar ki, sen İsa’nın Allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh olduğu kanaatinde değil misin? Evet diyor. Allah öyle diyor çünkü. Yanlış hayır diyecek hali yok ya. E bu bize yeter diyorlar. Hemen Allahu Teâlâ şu ayeti indiriyor. Diyor ki:
“Yâ ehlel kitâbi lâ taglû fî dînikum (4/171)” dininizde aşırılık yapmayın. Sınırı aşmayın. Yani şimdi bu bardak daha önce de size göstermiştim. Şu da su. Şimdi bunu buradan buraya kadar döktüm. Hiçbir problem yok. Tamam. Ama şimdi biraz daha dökersem ne oluyor? Ne yaparsınız? Bana hocam taştı taştı demez misiniz? Ne demek? Yanlış yapıyorsun demektir değil mi? İşte diyor:
“Lâ taglû fî dînikum (4/171)” dininizde taşkınlık yapmayın. Aşırıya gitmeyin diyor.
“Ve lâ tekûlû alâllâhi illel hakk (4/171)” Allah hakkında gerçeğin ta kendisi olmayan şeyi söylemeyin. Allah ile ilgili konuşurken yüzde yüz doğru bildiğiniz şeyi söyleyin. Aklınıza gelenleri söylemeyin. Şimdi efendim Allah için zaman söz konusu değildir diyenler neyi konuşuyor hakkı mı söylüyorlar? Bak Cenabı Hak kendisi için Kuranı Kerim’in tamamında zamanı kullanıyor. Çünkü yarattıklar arasında bir sıralama var. Ama efendim zaman mahlûk mudur değil midir? Ya kardeşim az önce size söyledim. Yatak mahlûk. Sen akşamdan sabaha kadar yatıyorsun. Sen gözün açıp kapayıncaya kadar vakit geçti diyorsun ama yatak orada sen uyuduğun sürece kalmıştır. Yatak için 12 saat geçmiş. Senin için göz açıp kapayıncaya kadar. Ya da eğer senin yattığın kabristansa Âdem as’ın kabristanında belki şimdi hiçbir şey kalmadı. Ama kendi yarın ahirette uyandığı zaman göz açıp kapayıncaya kadar görecek. Şimdi bunu ayrı bir varlık değil bu. Göreceli bir varlık. Ama cenabı hakka göre de zaman var. Sana göre de var. Mesela diyor ki:
“Se nefrugu lekum eyyuhes sekalân (55/31)” ey insan ve cin topluluğu size de zaman ayıracağız diyor. Demek ki henüz ayırmamış. Rahman suresinde söylüyor. İşte bu. Aşırı gitmeyin. Allah’la ilgili gerçek dışı beyanda bulunmayın diyor.
“İnnemel mesîhu îsebnu meryeme (4/171)” Mesih Meryem Meryem’in oğlu İsa’dan başka bir şey değildir. Meryem’in oğlu İsa’dır. Onun öncesi falan yok. Meryem ne zaman yaşadı ne zaman onu peki,
“Resûlullâhi (4/171)” o Allah’ın rasuludur. Allah’ın elçisidir.
“Ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme (4/171)” Meryem’e attığı kelimedir.
“Ve ruhun minh (4/171)” işte bunların dayandıkları bu. Allah’tan bir ruhtur. İşte bak bu ayetin bu iki kısmını alıyorlar.
“Ve kelimetuh elkaha ila meryem (4/171)” ve
“Ve rûhun minh (4/171)” başı yok. Sonu da yok. Ama ondan sonra, bundan sonra Allahu Teala şu ayeti indiriyor:
“İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem (3/59)” ben buraya almamış mıyım ya?
“Halakahu min turâbin summe kâle lehu kun fe yekûn (3/59)” Ha varmış burada. Ali İmran suresi elli dokuz almışım ben buraya.
“İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem (3/59)” bunlar böyle diyince diyor ki İsa, Âdem gibidir. Âdem’i topraktan yarattı. Ol dedi oluverdi. İsa’yı da aynı şekilde ol dedi oluverdi. Hepimiz için aslında ol emri veriliyor. O emir çıkmazsa ana rahminde oluşamayız. Ama Âdem ile İsa as’ın benzer tarafı, ikisinin de babası yok. İkisinin de anası toprak. Birisinin anası toprak, birisinin anası da toprak kıvamında olan ana rahmidir. İşte şimdi bizde de Allah konusu aşırılı gidiliyor. Allah konusunda yüzde yüz gerçek olanın dışında bir şey konuşmayın diyor. Peki, yüzde yüz gerçek nasıl? Şimdi bizim yani İslami gelenekte kitaplara bakarsanız kelam kitaplarına bakın insanlar kendi kafalarında bir Allah tanımlaması yapıyor. İşte zamandan münezzeh falan filan hep o tanımlamanın ürünü. Ondan sonra ayetleri oraya uydurmaya çalışıyorlar tıpkı Hıristiyanların yaptığı uydurma gibi. Bak şimdi Allahu Teâlâ ne diyor diyor ki enam suresi yüz üçten itibaren:
“Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr ve huvel lâtîful habîr (6/103)” basiretler onu idrak edemezler. Yani şimdi nedir? İnsan basiret sahibidir. Yani görmekle basar arasında bir fark var. Yani şey bakmakla görmek arasında fark var. Bakar, göremeye bilirsiniz. Derler ki bakar kör derler ya Türkçede. Kardeşim sen de hiçbir şey görmüyorsun ki derler değil mi? Yani görmek farkına varmak demektir. Anlayabilmek demektir. Kavrayabilmek demektir. İşin arka planını görebilmek demektir. Ben senin gidişatını iyi görmüyorum der bir adam değil mi? Ne gördün ki? İşte şu şu şu davranışların bana senin şöyle şöyle yapacağını hatırlatıyor. İşte o şöyle şöyle yapacağını hatırlatıyor basirettir. Arka planı görebilmektir. Basar. İnsan da işte Allahu Teâlâ diyor ki: Sizin bu basiretleriniz Allah’ı kavrayamaz.
“Ve huve yudrikul ebsâr (6/103)” o basiretleri kavrar.
“Ve huvel lâtîful habîr (6/103)” Allah latif ve Habîrdir. Allah latif yani inceden inceye en ince yani sen işte bakın mesela bir anlaşın bir zamanlar deniyordu ki en küçük parça atomdur. Atomun içerisine bir girdiler baktılar ki anormal bir dünya var. Hiç kimse öyle bir şey hayal edemezdi. Gittikçe gidiyorlar. Gittikçe gidiyorlar. E peki onu yaratanı sen tanımlamaya çalışıyorsun. Sen ne kadar derine gidersen git, onu yaratanı kavrayamazsın. Büyüklüğünü hissedersin, varlığını hissedersin. Herkes onu hisseder. Ama tanımlayamazsın. Yani senin gözün senin kulağın senin dokunman senin yapacağın çalışmalar aklın şuyun buyun Allah’ı kavramaya yetmez. Peki, o zaman ne yapacağız?
“Ve kezâlike nusarriful âyâti ve li yekûlû dereste (6/105)” işte ayetleri böyle şey yapıyoruz sen bir yerden ders aldın desinler diye. Çünkü sen bu ayetleri Hıristiyanlara okusan, İsa’yı kurtarmak için sen bir yerden ders okumuşsun diyecekler. Bunları bir yerden duymuşsun sen nereden söyleyeceksin.
“Li nubeyyinehu li kavmin ya’lemûn (6/105)” bunu bilenler topluluğu için açıklayalım diye. Bilenler bunu anlar demek oluyor. Herkes anlayamaz. Değil mi? Herkes anlayamaz.
“İttebi’ mâ uhıye ileyke min rabbik (6/106)” rabbinden sana vahyedilen neyse sen ona uy. Yani Allah hakkında gerçeğin dışındaki bir şeyi söylemek istemiyorsan ki söyleyemezsin söylersen olmaz. O zaman Allah’tan vahyedilen neyse ona uy. Şimdi diyorlar ki efendim işte ayetlerin zahirine uyuyor. Li ya’leme kelimesinin zahiri bilsin diye. Bilinceye kadar. Güzel de nereye uyacağız? Allah öyle emrediyor. O zaman senin Hıristiyanlardan farkın ne olur? Olur mu bir fark? Demiyor mu Cenabı Hak:
“İttebi’ mâ uhıye ileyke min rabbik (6/106)” rabbinden sana indirilen neyse. Neyse. Şöyleyse şöyle, böyleyse böyle. Şimdi efendim Allah korkar mı? Yav Allah korktuk diyorsa tamam bitti. Sana ne? Sana ne? İnanıyorsan inan, inanmıyorsan inanma. Cehennemin yolu da açık, cennetin yolu da açık. Lan o ayeti ben mi yazdım ki bana itiraz ediyorsun ondan dolayı?
“Fe haşînâ en yurhikahumâ tugyânen ve kufrâ (18/80)” diyor. Korktuk diyor onları tuğyana ve küfre yaklaştıracak diye. Tamam korktuysa korktu bitti. Sana düşen buna inanmaktır bitti. İndirilen neyse onu kabul edeceksin. Bu ne demek? Demek ki Cenabı Hak insanların yapacakları davranışları önceden belirlememiştir. Bu gidişat bunu gösteriyor. Ondan dolayı tedbirimi aldım diyor ve bunun canını aldım diyor. Çünkü o yaratıcı ona soru soramazsın. Bitti. Bak diyor ki, annesi ve babası iyi kişilerdi. Kehf sekseninci ayette. Bu çocuğun annesini, babasını küfre sürüklemesinden korktuk. İstedi ki rabbi ona daha merhametli daha zeki birisini versin. Bakın daha merhametli ve daha zeki, yaratılışa ait bir olaydır. Yapıya ait bir olaydır. Gelecekte bu da mümin olacak diye bir garanti yok. Annesi, babası küfürden kurtulacak diye bir garanti de yok. O andaki durumlarına karşı verilen bir ikram. Belki bu çocuk yarın çok da iyi bir mümin olabilir. O anla ilgili değerlendirme. Daha sonrası değil. Diyor ki Allahu Teâlâ, sana vahyedilen neyse ona uy. Ondan başka ilah yoktur.
“Ve a’rıd anil muşrikîn (6/106)” sen şu müşriklerden de yüz çevir. Niye? Çünkü burada bütün gayret Allah’a ait özelliklerin bir de bazı varlıklara da verilmesidir o kadar. Şimdi mesele burada şirkin en büyüğü nasıl ortaya çıkıyor size daha önce de anlatmıştık. Bak mesela Hıristiyanlarda nasıl ortaya çıktığını şey yapayım ben size. Yani bunlarda anormal bir kadercilik inancı vardır. O şeyi bir getirsene din devlet ilişkileri. Önce oradan bir bakalım kadercilik inançlarına. Ondan sonra kilise devreye girer biliyorsunuz. Yani kader inancını okuyalım da ondan sonra şey yapalım. Bu ayetleri tamamlayayım da. Evet müşriklerden yüz çevir diyor Cenabı Hak.
“Ve lev şâallâhu mâ eşrekû (6/107)” Allahu Teâlâ eğer, Allahu Teâlâ eğer, şirk koşmayın diye emretseydi onlar şirke düşmezlerdi. Ya da bunları mümin olarak yaratsaydı şirke düşmezlerdi. Şae fiili her iki anlama da uygun. Bugün o konuda da şey yapacağım benim en çok dikkatimi çeken husus şu oldu. Şeyde imam Maturidi’nin kitaplarında şae fiiline erade manası hiç verilmiş değil. Tenkit ettiği taraflardan da hiçbirisi erade manası vermemiş. İrade yani. Meşyeti irade manası verilir ve Kuranı Kerim’deki bu kendilerini Maturidi mezhebinden görenlerin verdikleri meallere bakın Kuran’ı katleder. Gerçek anlamda katleder. Allah bir taraftan inanın diyecek. Bir taraftan da diyecek benim istediğim inanacak, istediğim inanmayacak. Bu ne oluyor? Bir taraftan diyecek ki:
“Ve lâ yerdâ li ıbâdihil kufra (39/7)” kullarının kâfir olmasına razı olmaz diyecek, ondan sonra da diyeceksiniz ki:
“Yudıllu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’ (16/93)” Allah dilediğini saptırır, dilediğini yola getirir. Bu ne lahana turşusu bu ne perhiz. Değil mi? Ya dilediğini saptırıyor diyorsun, bir taraftan da şirke razı olmaz, kâfirliğe razı olmaz diyorsun. Kardeşim bu ayetin birisini Allah indirdiyse, öbürünü başkası mı indirdi diyor adam. Bak Maturidi mezhebine mensup olduğunu söyleyenler böyle diyor. Onların imamları bu kelimeyi asla kullanmıyor. Ne oluyor kardeşim? Hangi mezhep. Şimdi bize efendim siz mezheplere karşısınız. Tabi ki karşıyız. Sonuna kadar. Müslümanları öldüren bu mezheplerdir. Bunlardır. O kadar uleması var. Hadi çıksınlar. Tekrar söylüyorum. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üst düzey yetkililerinin önderliğinde Türkiye Alimler Birliği kuruldu. Ne güne, niye kurdular onu? Kuruluş beyannamesine bakın. Bize cevap vermek için kurulduğunu çok rahat anlarsınız. Neredeler? Niye ramazanı boş geçirirler? Bugün nerede gelsinler konuşalım bakalım. Hadi şu ehlisünnetlerini bir kurtarsınlar bir görelim. Gerçekten iddia edildiği gibi sünnetle bir alakası var mıymış yok muymuş bir görelim. Sadece sünnet açısından bakalım. Şeyi isimler çok güzel. Ama içerikleri bomboş. Şimdi, ne yapılıyor? Bak diyor ki Allahu Teâlâ: Allah emretseydi onlar şirke düşmezlerdi. Ya da Allah onları mümin yaratsaydı müşrik olmazlardı.
“Ve mâ cealnâke aleyhim hafîzâ (6/107)” ya Muhammed biz seni onların üzerine koruyucu yapmadık. Sen onlardan hiçbirisini koruyacak değilsin. Senin böyle bir görevin yok.
“Ve mâ ente aleyhim bi vekîl (6/107)” onların üzerine benim vekilim de değilsin. Yani Rasulullah ne Allah’ın bize karşı vekilidir, ne bizim Allah’a karşı vekilimizdir. Bu vekil kelimesini bir yerlerden tanıyorsunuz değil mi? En çok kullanıldığı yerler neresi? Tarikatlardır. Bu bizim vekilimiz. O zaman kusura bakma sen Müslüman değilsin. Başka bir dinin mensubusun. Bu dinin şeylerini kullanıp da milletin canını sıkma. İnsanları kandırma. Hangi dinin mensubuysan git o dini yaşa. Allahu Teala burada böyle diyecek. Sen de orada yok vekil olacaksın. E tabi bunlar Kuranı Kerim’e uyarlar mı? Elbette ki Kuran’ı kendilerine uyduracaklar. Elbette ki diyecek ki bana ayet okuma. Tabi ki diyecek. Birisi de bana gelmiş ne yapıyor biliyor musun? Hem de profesör. Sen Kuran’a ve sünnete uyuyorsun olur mu? İlahiyat profesörü biliyor musun? Hem de şey sen o zaman orada mıydın sen bu konuşulurken? Yoksa başka odada yoktun galiba. Tabi. Kuran ve sünnet bunların oyunlarını bozuyor. Hiçbirisi razı olmaz buna. Diyorlar niye sinirleniyorsun? Tabi ne yapalım kardeşim Allah Allah elde değil. Yani müzik eşliğinde söyleyecek halimiz yok ya bunu. (Seyirci: 54:36-54:38 arası anlaşılmıyor.) Allah razı olsun canım. Şimdi bakayım şuradan bulayım da. Yani bu Hıristiyanlardaki kadercilik acayiptir. Bak şimdi Pavlus’un mektubunu okuyayım ben size. Biliyorsunuz Hıristiyanlığı bozanların başında gelir o. Bak şimdi bizde ne vardır? Mesela benim müftülükte oturduğum masanın arkasında Rasululah’ın sözü diye bir levha var. O levha orada duruyor hala isteyen gidip görebilir. Orası şeriye sicilleri arşividir. Şeriye sicilleri demek, mahkeme defterleri demektir. Yani onların arşivi. İstanbul’daki İstanbul’un fethinden 1924’e şeriye mahkemelerinin kaldırılmasına kadar olan mahkeme kayıtları. Onun için o çok önemli bir yer. Zaten herkesin girmesi yasakmış eskiden. Orada bir şey var diyor ki: Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Tamam bu ayet hükmü. Bunda bir yanlışlık yok.
“Men ataani fe kad ataallah (Buhari: Ahkam 1; Müslim: İmare 33)” ondan sonra diyor ki kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur. Rasulullah’ın görevlendirdiği kişiye itaat eden. Kim bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiş olur. Kim benim emirime isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Şimdi emiri kim oluyor? Yetki verdiği kişiler. Peki Allah öyle mi diyor? Allahu Teâlâ da şeyde Nisa elli sekizde diyor ki: (Nisa 59 olması gerekiyor)
“Fe in tenaza’tum fi şey’in (4/59)” yani o görevli Allah’ın, rasulun görevlendirdiği kişi de olur. Herhangi bir konuda nizaya girerseniz, Allah ve rasulune götürün diyor. Ama bu ifade itiraz edemezsin. Uygulama hep öyle olmuştur. İtiraz edersen kellen gider. Ne itirazı? Peki burada ne deniyor? Herkes Pavlus’un mektubu. “Emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin. Zira Allah tarafından verilmemiş bir yetki yoktur.” Kadercilik bu değil mi? Önceden Allah vermiş ya. Mevcut hükümetler Allah tarafından atanmıştır. Şu Ömer Nasuhi hocanın ha burada vardı onu şey yapayım buradan okuyayım dur. Siz de görün. Şimdi (Yardımcı: Siz onu şey yaparken ben de buradan bir şey yapayım.) Oku oku. (Yardımcı: Radyo fıtratı şu an takip eden ülkelerden bazıları: Avusturya, Avustralya, Almanya, Azerbaycan, Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye) İyi. Diyor ki burada bir dakika. Az önce bulmuştum kaybettim. Hah. Diyor ki: Otuz birinci sayfada atmış sekizinci paragrafta “Hangi mümkün bir şeydir ki Allahu Teâlâ takdir ettiği halde vücuda gelmesin. Hangi bir şeydir ki Hak Teâlâ dilemediği halde vücuda gelebilsin. Allah dilemediği halde hiçbir şey vücuda gelemez.” Burada yazıyor. Kader inancının şeyi. Bu söz yanlış değil. Ama ezelden dilediği ifade ediliyor. Çünkü hangi şeyi yaparsanız yapın, Allah onu yaratmadan olmaz. Ama sebebi siz olursunuz. Fakat ezelden olduğu zaman iş değişiyor. Onun için diyor ki: Bak Allahu Teâlâ’nın ezelden dilemiş olduğu herhangi bir şeyi zamanı gelince meydana getirmesi kazadır. Ezelden dilemiş olduğu herhangi bir şeyi zamanı gelince yani bu yaşarken de,
“İzâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn (36/82) ” değil. Ezelden dilemiş olduğu herhangi bir şeyi zamanı gelince şimdi Pavlus’un bu sözüne bakın Allah tarafından verilmemiş bir yetki yoktur. O zaman Allah bunu ezelden dilemiş şimdi olmuş öyle değil mi? Mevcut hükümetler Allah tarafından atanmıştır. Aynı değil mi şeyle, Ömer Nasuhi hocanın söylediğiyle bu? Bir de o Maturidi mezhebinin âlimlerindendir. İmam Maturidi’nin öyle bir kader anlayışı yok. Burada şey yapacağız. Kader bir ölçüdür diyor. Kuranı Kerim’de anlatılan şey gibi işte. Bu bir ölçüsüzlük ama. Bak diyor ki direnenler kendilerini sorumluluk altına sokacaklardır. O zaman benim direnmem de Allah tarafından önceden yaratılmış niye ona şey yapıyorsun da bana karşı çıkıyorsun? Yani benim hoşuma giden bir örnek vardır. Adamı şeye getiriyorlar, karakola getiriyorlar hırsızlık yapmış, karakol komutanı soruyor: Hayırdır diyor niye çaldın diyor? Komutan bey benim ne suçum var benim kaderim böyleymiş. Ya hakikaten bak gördün mü ben de bir ara yanıldım da kusura bakma diyor. Tabi o büyük bir keyifle orada oturuyor. İçeri girip iyi bir sopa alıp gelip başlıyor dövmeye. Ne yapıyorsun komutanım? Benim de kaderim böyle diyor. Kusura bakma diyor bu da kaderim. (Yardımcı: Hocam bir az önce bugün milliyet gazetesinde çıkan bir haberi göndermiş.) Tamam. (Yardımcı: Bugünkü tarih milliyet gazetesinin. Adana’da bir kuyumcunun camını kırarak altın çalmak isteyip kaçan iki zanlı olaydan sonra polis tarafından yakalandı. Zanlıların birinin kolundaki ne mezardan korkarız ne cezaevinden, kaderimiz neyse onu yaşarız dövmesi polisi bile şaşırttı diyor. Dövmenin de fotoğrafını koymuş.) Gördünüz mü? Yani ne oluyor hırsız gibi aynı. Benim kaderim buymuş. Evet diyor ki, mevcut hükümetler Allah tarafından atanmıştır. Bunun için hükümete karşı gelen Allah’ın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler kendilerini sorumluluk atına sokacaklardır. Çünkü hükümdarlar iyi işler için değil sadece kötü iler için korkuturlar. Hükümetten korkmamak ister misin? Öyleyse iyi olanı yap. O zaman onun tarafından övülürsün. E niye onların yaptıkları ezelden de bunlarınki şimdi? (Yardımcı: Onlar havabun nas.) Havabun nas. Ondan sonra bunu fazla şey yapmayayım da. Bir de Petros’un mektubu vardır. İmdi insanlar tarafından kurulan bak bunların da ilk havariler olduğunu unutmayalım. İmdi gerçi Pavlus havari değil ama Petrus’a iftira edilmiş olabilir büyük bir ihtimalle bu yani. İmdi insanlar tarafından kurulan her düzene rab için bağımlı olun. Her düzene Allah için bağımlı olacaksın. Gerek başta bulunan kişi olması nedeniyle krala, gerekse valilere boyun eğin. Çünkü onlar onun tarafından suçluları cezalandırsınlar ve iyi iş yapanları övsünler diye gönderilmişlerdir. Peki bizde Osmanlı padişahlarına hangi vasıf verilirdi? Rıdlullahi fil ard Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Hâşâ Allah’ın gölgesi olur mu? Allah’ın istediği şudur hür kişiler gibi yaşayın ama hürriyetinizi şerre örtü yapmayın ancak Allah hür kişiler olarak yaşayın değil gibi yaşayın hür kişiler nerede yaşıyorsa ona benzeyecekler. Ancak Allah’ın kulları gibi olup iyilik yaparak cahil kişilerin cahilliğini susturun, herkese saygı gösterin, kardeşleri sevin, tanrıdan korkun, krala saygı en son cümle krala saygı gösterin. Evet şimdi bir de Kalvin’in mektubuna bakalım. Kalvin şeyin Petrus’un sözünü nasıl şey etmiş, yorumlamış? Ben esas Kalvin’e çok şaşırmıştım çünkü İncil’e uyulsun diye büyük mücadele veren şey neydi? Martin Luther hah Luteryan. Onun şeyi. Kalvin onun takipçisi. Bak ne söylüyor? Tanrı krala saygı gösterin ve Süleyman oğlum tanrıdan ve kraldan kork dediği zaman bak burada şimdi ileriye götürecek daha. Bizden bir şey istiyor. Çünkü birincisi saygı terimi arasında içten ve gerçek bir hürmeti kastediyor. İkincisi kralı tanrıyla birlikte anarak kralın bir çeşit kutsal yücelik ve değerlerle donatılmış olduğunu gösteriyor. Şimdi Zıllullahı hatırlatıyor mu? Bir çeşit kutsal yücelik. Tanrı şey kral. Bu sebeple yalnız korkudan değil, gönülden gelen bir bağlılıkla ona bağlı olmak gerekir. Evet. Herkes emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin. Şu halde kim hükümetlere karşı gelirse tanrının düzenine karşı gelmiş olur. Şimdi benim o arkamdaki şeyi hatırlayın. Kim benim emirime isyan ederse bana isyan eder. Bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur. Gördünüz mü? Bunlar bu kader inancı boşuna çıkmış değildir. Emeviler’in beceriksizliği sırasında bir akıllı gitmiş demek ki onlara bunu öğretmiş. O zaman kadere karşı çıkanların da kellesini uçurmuşlar. Ve işi kökten halletmişler. Kuranı Kerim’de kadere inanmayla ilgili bir tek ayet bulamazsınız. Yoktur. Bütün ayetler kaderciliği reddeder. Kesinlikle öyle bir şey asla olamaz. Ama işte falancanın sözünü filancanın sözünü sağa çekerek sola çekerek kaderi bir iman esası haline getirmişlerdir. Biliyorsunuz. O zaman bizim yapmamız gereken neymiş? Cenabı Hakkı biz tanımlayamadığımıza göre Allah bizden ne istiyorsa onu yapmak. Şimdi kaderi nasıl anlatıyor Allahu Teala diyor ki:
Estaûzübillah “İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader (54/49)” kader ölçü demek. Türkçemizde de öyle ya. Gidiyorsun diyorsun ki bana pirinç ver. Ne kadar istiyorsun diyor? Kadar bize Türkçemize kadar diye geçmiştir. Kader yani kadar. Ne kadar istiyorsun? İki kilo. Ölçü değil mi o? Kumaşın ne kadar olsun? Üç metre. İşte ayakkabın şu bu falan. Aman bak miktarını iyi koy. Yemek tariflerinde. Miktar da kader kelimesinden tam Arapçadır. Miktar. Yani ölçüsü belirlenmiş manasında. Bak şimdi ayete bakın:
“Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ (33/38)” yok miktar ayette de vardı hangi ayetteydi ya? Bi miktar
“Ve kullu şey’in indehu bi mıkdâr (13/8)” miktar bak işte görüyor musun Türkçedeki. Her şey onun katında bir ölçüyledir. Şimdi kader bir ölçü peki bizdeki kader ne? Ölçü mü? Ölçüsüzlük. Birilerinin ölçüsü. Uyacaksın kardeşim. Bu kadar. Bu kader. İşte bu kadar kelimesi de o. Yani sınır bu. Senin sınırın burası dışarı çıkamazsın. İslam âlemi bu kader inancında olduğu sürece bunları yönetmek kadar kolay bir şey yoktur. Çünkü herkes kendisini böyle sınırları belli. Biz işte ne yapacağımız belli değil falan başlar birisi geçti mi hepsini yönetir. Hmm? (Seyirci: Mehdi gelecek.) Ha bir de mehdi getirirler biliyorsunuz ne olacak. O da onların gazını almak için kullanılır. Mehdi gelecek. Bilmem İsa gelecek. İşte şöyle olacak böyle olacak. Hele sabredin. Zaten bir tane de yeni bir sürekli mehdileri eksik olmaz da biliyorsunuz kendisini mehdi olarak şey yapan bir gazino kralı var. Evet gazino kralı başka bir şey değil. Gazino kralı. Onun Müslümanlıkla uzaktan yakından alakası olduğuna inanmıyorum. Şimdi beni elbette ki duyacak ve söyleyecektir. İnanmıyorum asla. İslam’ı istismar eden bir kişi. Yalnız yeni hadislerden haberdar olmak için lütfen üye olun. Ama dua edin ki yeni ayetlerden demedi yani onu da diyebilirdi. Evet. Bak diyor Allahu Teâlâ:
“Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ (33/38)” Allah’ın işi ölçüsü tam belirlenmiş şekildedir.
“Ellezî halaka fesevvâ. Vellezî kaddere fe hedâ.(87/2-3)” yaratan, düzenleyen, ölçüyü koyup yol gösteren odur. Bak önce yaratma, bak şuna dikkat edin lütfen insanı yaratırken,
“Min nutfeh(nutfetin), halakahu (80/19)” nutfeden yarattı.
“Fe kadderah(kadderahu). (80/19)” arkasından ölçülerini koydu. Yani herkesin kendine ait ölçüleri yok mu? Her insanın bir başka insanda olmayan ölçüleri var. Yaratmadan sonra o ölçüleri koydu diyor. Peki, burada bu kader dedikleri şey ne zaman olmuş oluyor? Ezel dedikleri bir vakit. Ne zamansa artık. Cenabı Hakkın haberi yok böyle şeylerden haberi yok hâşâ. Peki, şimdi imam Maturidi kadere ne diyor? Aynen bizim okuduğumuz ayetler gibi. İmam Maturidi’nin kitabı burada mıydı? Getirseniz oradan okuruz daha iyi. O kalın siyah kaplı kitap var ya.
Ve emmel kaderu fe huve ala şeyin diyor. Anlatıyor birincisi,
“İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader (54/49)” ayeti kerimesini alarak her şeyin yaratılmadan önce ölçüsünün konması olarak yani. Çünkü inna her şeyi biz bir kadere göre yarattık dediğine göre demek ki kader önceden var yani tıpkı siz çay yapmadan önce çayın ölçüsünü biliyorsunuz çay nasıl yapılacak; su ne kadar konacak değil mi? Çay otu ne kadar atılacak; su nasıl kaynayacak? Yani çayı yapan yapmadan önce o ölçüyü bilmezse çayı yapabilir mi? Bir budur diyor ikincisi de uygulamadaki ölçüdür diyor. Çünkü çay içerken de işte şu kadar demden dökeceksin şu kadar su katacaksın işte yanına şunu koyacaksın bunu koyacaksın bunu. Onu da delil olarak ne demiş bakın?
“Ve kaddernâ fîhes seyr (34/18)” ayeti. Yani bu yoldan bahsediyor şeyde. Yemenle neresi arasındaydı? (Seyirci: Sebe). Ha Sebe yani yemen tarafında bir de herhalde Filistin tarafı olması lazım. O arada şeyin, gidiş gelişin ölçüsünü koyduk diyor. Yani yürürken yollarda giderken neleri yapacaksınız yani birisi yaratmadan yani tıpkı çay yapmadan önceki ölçü, bir de çayı yaptıktan sonra getir avuçlarını açsın dökeyim de içsin diyemezsin. Bardağa koyacaksın onun ölçüsü o. E tüm demi dökersen ölçüye uymazsın değil mi? Her şeyin bir ölçüsü var. Ondan sonra bakın diyor ki şeyde Lut as ile ilgili olarak yani diyor Allahu Teâlâ şeye Lut as’a ki işte sen diyor ve inananlarla birlikte sabaha doğru yola çıkın diyor ama
“İllemreetehu (11/81)” karısı hariç.
“Kaddernâ innehâ le minel gâbirîn (15/60)” Kaddernâ Onun için ölçüyü koyduk yani ne demek? Onun yapmış olduğu onun tavırları nereden olmasını gerektiriyor? Yani onun davranışları hangi ölçüye uyuyor? O cezayı çekeceklerle beraber olanlar ölçüsüne uyuyor. Onun için o çıkıp gidemez. Şimdi zaten o değil o değil. Neyse tamam artık bunun şeyini yaptık. Peki, bu imam Maturidi’nin Kitabı Tevhid’indeki kader tanımı. (Seyirci: İşte ayet okuyorsunuz hocam.) İmam Maturidi de ayet okumuş. Peki imam Maturidi’nin burada anlattığı kader tanımı az önce ayette okuduğumuzla bir farklılaştı mı? Var mı fark? E peki imam Maturidi’nin temsilcisi olduğunu söyleyen mesela bu şeye alalım daha iyi olur ya bu büyük İslam ilmihalini. Çünkü burada belli cümleleri var. Getirin bakalım buralarda bir yerde vardı galiba. Şimdi Cenabı Hakkın bir şeyi ezelden takdir etmiş olmasına kader. İmam Maturidi öyle mi demiş? E bu Maturidi mezhebi ya. (Seyirci: Ezbere söylüyorlar.) Ya bu Maturidi mezhebi. Sen Maturidi’yim diyorsun. İşte imam Maturidi’nin Kitabı Tevhidi. Bak şimdi diyor ki burada, herhangi bir şeyin lütfen bakın şimdi imam Maturidi’nin dediğini tekrar ediyorum iki şekildedir diyor kader: Bir Allah’ın yaratacağı şeye önceden ölçü koymasıdır.
“İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader (54/49)” bir de yarattıktan sonra koyacağı ölçüden bahsediyor. Çünkü ondan sonra da şey yapması. Şimdi mesela insanlarla ilgili bir ölçüsü var. Hayvanlarla ilgili bir ölçüsü var. Ana rahminde şey insan olarak oluşuyor ondan sonra kendi özel ölçülerine kavuşuyor.
“Fe kadderahu (25/2)” Orada ifade ediliyor. Şimdi burada diyor ki: “Herhangi bir şeyin muayyen bir vech ile vücuda gelmesini Cenabı Hakkın ezelde dilemiş olmasına” ezelde kelimesini kaldırsa bir yanlışlık yok. Dilemiş olmasına. Çünkü dilemesinin belli bir zamanı var. İnsanlar onu yapmak istediği zaman,
“İzâ erâde şey’en en yekûle lehu kun (36/82) ” ezelde dilemiş olmasına kader bak bir tek kelimeyi kaldırdın mı düzeliyor. Allahu Teâlâ’nın böylece dilemiş olduğu herhangi bir şeyi zamanı gelince meydana getirmesine kaza denir. Ezelden dilediği zamanı gelince ondan sonra da diyor ki bak hangi mümkün bir şeydir ki şimdi burada deniyor ki bak Allahu Teâlâ bak mesela herhangi bir insanın mesela herhangi bir insanın falan günde vücuda gelmesini hak Teâlâ’nın ezelde dilemiş olması bir kaderdir. Ezelde. Ezel ne zaman? Zamanı yok. Çok eski. O zamandan beri demek ki Abdülaziz BAYINDIR diye bir adam olacağı belliymiş. E o zaman kardeşim herkes kendisinin her insan ezeli öyleyse ya. Onlarla ilgili ölçüler ezelden beri var. Nereden çıkartıyorsun ya? Allahu Teâlâ diyor ki:
“E ve lâ yezkurul insânu ennâ halaknâhu min kablu ve lem yeku şey’â (19/67)” insan düşünmüyor mu? Hiçbir şey değilken biz onu yarattık daha önceden. Peki, hiçbir şey değil ölçüsü varsa bir şeydir değil mi? Ne oluyor bu? Evet o, o insanın bu takdir edilmiş günde vücuda getirilmesi de kazadır. Bir hak ve icattır. Mamafih bu kaza tabiri takdiri hüküm manasına değildir. Kaza ile kadere iman da Müslümanlarca büyük bir esastır. Ya hangi ayette var? Bir tek hadise konmuştur o Cibril hadisinin çok değişik rivayetleri vardır bir Müslim’de bir de Ebu Davut’ta da vardır. “Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi min Allah (Buhari, İman 1; Müslim, İman 1)” kadere de inanırım hayır ve şer Allah’tandır. Tamam onu alalım. Müdreçtir deniyor. Müdreç olmadığını kabul edelim. Yani sonradan onun katılmadığını düşünelim. O ifadenin. Burada bir yanlışlık yok aslında yani hayrın da şerrin de ölçüsünü belirleyen Allah’tır. Tamam. Yani bir şeye hayırdır diyecek olan da Allahu Teâlâ’dır, şerdir diyecek olan da Allah’tır. Burada bir problem yok. Ama bunu iman esası haline getirip de bu şekilde tarif ettiğiniz zaman problem orada çıkıyor. Peki, neye dayanarak yapıyorsunuz? Ezel kelimesi nerede geçiyor? Bak diyor ki: “Hangi mümkün bir şeydir ki Allah takdir ettiği halde vücuda gelmesin. Ve hangi bir şeydir ki Hak Teâlâ dilemediği halde vücuda gelebilsin.” E peki Allahu Teâlâ diyor ki:
“Yurîdullâhu li yubeyyine lekum (4/26)” Allah size her şeyi açık açık bildirmek ister.
“Ve yehdîyekum sunenellezîne min kablikum (4/26)” sizi sizden öncekilerin sünnetlerine doğru yollarına yönlendirmek ister, irade eder diyor. Gerçekleşiyor mu? Ha? Gerçekleşiyor mu? E kardeşim sen hangi dinin mensubusun? Kusura bakma bu Allah’ın dini değil bu başka bir din.
“Yurîdu en yetûbe aleykum (4/27)” işte Nisa suresinin yirmi altı ve bu şimdi yirmi yedinci ayeti. Allah sizin tövbe etmenizi ister diyor. Yani tövbenizi kabul etmek ister. Kendiniz artık şey yapasın Cenabı Hak Türkçe karşılığı Allah size yüz göstermek ister, yani iyilik yapmak ister, ikramda bulunmak ister.
“Ve yurîdullezîne yettebiûneş şehevâti en temîlû meylen azîmâ (4/27)” Ama şehvetlerine uyanlar büyük bir meyille sizin sapıtmanızı isterler. Peki irade. Allah’ın iradesi. Allah’ın iradesine muhalif irade olur mu? Bu ayetlere göre. Bak Allah şöyle ister diyor, onlar da böyle ister diyor. Hah. Allah herkesin mümin olmasını istediği halde insanlar mümin oluyor mu? Demek ki Allah’ın iradesine muhalif irade varmış değil mi? Zaten şeyde Bedir savaşıyla ilgili Müslümanların esir alınmaları sebebiyle Cenabı Hakkın Rasulullahı ve diğer müminleri nasıl ağır bir dille suçladığını biliyoruz. Enfal suresi altmış yedide:
“Mâ kâne li nebiyyin en yekûne lehû esrâ (8/67)” hiç bir nebinin esir almaya hakkı yoktur. Onu yakışmaz diye tercüme ediyorlar. Tövbe estağfurullah. Ya kardeşim Kuran’ı kendine uydurma lütfen. Ya uy, ya da git. Hangi cehenneme gidiyorsan git. Bu Allah’ın dinidir. Bunu bozma. Zaten öldükten sonra hangi cehenneme koyacağını Cenabı Hak bilir. Eğer tövbe etmezsen. Bakın bakalım. Bu ayete doğru meal veren kaç kişiyi bulacaksınız? Diyor ki:
“Mâ kâne li nebiyyin en yekûne lehû esrâ hattâ yushıne fîl ard (8/67)” hatta şuradan da bir bakalım ya. Hocam bir bulur musun? Ha o kimin meali o? Ha buldun mu? Tamam. Hiç bir nebinin esir almaya hakkı yoktur.
“Hattâ yushıne fîl ard (8/67)” savaş meydanında hâkimiyeti tam kuruncaya kadar. Peki, ne diyor?
“Turîdûne (8/67)” siz irade ediyorsunuz. Kim burada? Rasulullah ve ashab değil mi? Ne istiyorsunuz?
“Aradad dunyâ (8/67)” dünyalık istiyorsunuz çünkü o esirlerden ve ganimetlerden bir şey elde etmek istiyorsunuz. Peki,
“Vallâhu yurîdul ahıreh (8/67)” Allah sonrasını istiyor. Yani Mekke’ye girmenizi istiyor. Esir almayacaksınız. Şimdi Allah’ın iradesi yerine geldi mi? Geldi mi burada? Gelmedi işte. Peki Ömer Nasuhi BİLMEN ne diyor? Maturidi’yi. Bak tekrar ediyorum böyle bir şey imam Maturidi’nin Kitabı Tevhid’inde kesinlikle yok. Şimdi imam Maturidi burada olsa bunların hepsini kovmaz mı yanından? Diyor ki bak irade sıfatını anlatıyor Allahu Teâlâ’nın. “Onun irade buyurduğu şey mutlaka olur.” Bu ne? Bu ne? Bu hangi dinin kitabı Allah aşkına ya? Biz bunu çocukluğumuzda dinimizi bize doğru öğretiyor diye okuyorduk. Ben yıllarca İstanbul müftülüğünde buna göre fetva verdim ya. Ya öyle öğrendik. Ne bileyim. Başkasını bilmiyorduk ki. Bize kimse öğretmedi. Kimse öğretmedi bunu ya. Sonra yavaş yavaş aykırılığını göre göre şey yaptık. Bak ne diyor: “Onun irade buyurduğu şey mutlaka olur. İrade buyurmadıkça hiçbir şey vücuda gelemez, getirilemez.” Bu ne? Bu ne? İmam Maturidi bile böyle dese kabul mü edeceğiz şimdi? Ama benim söylediğim şu ya Maturidi diyorsanız ona uyun bari kardeşim ya. Ben ona uyun demiyorum. Kuran’a uyun ki Maturidi hata yaptıysa ortaya çıkarasınız. Maturidi’den de yararlanın. Bir İslam âlimidir. Çalışmıştır. Tabi ki değerli çalışmaları vardır falan. Ama ona uyamazsınız Allah’ın kelamına uyacaksınız. İşte buyurun görüyor musunuz? Yani bakim burada nasıl mana vermiş? Bu ayete? Şimdi bak yeryüzünde ağır basıncaya, küfrün belini kırıncaya kadar hiçbir peygamber hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Allah rızası için böyle bir tövbe estağfurullah şimdi. Ya Allah’ın kitabına bu ahlaksızlık yapılır mı? Hocam lütfen ya bakın bakın. Arapça:
“Mâ kâne li nebiyyin en yekûne lehû esrâ hattâ yushıne fîl ard (8/67)” yeryüzünde ağır basıncaya, düşmanın belini kırıncaya kadar hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Öyle mi diyor Allah burada? Şey şunu basın da biraz da yaklaştırın. (Seyirci: Ali BULAÇ da şöyle mealinde: Hiçbir peygambere yeryüzünde kesin bir zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz.) Ya yeryüzünde zafer kazanan bir peygamber duydunuz mu şimdiye kadar? Duydunuz mu öyle bir şey? Şeyde Süleyman as var büyük saltanat sahibi. Yeryüzünde hâkimiyet mi kurdu? Kendi bulunduğu bölgesinde kurdu o kadar. Öyle bir şey var mı? O el ard ne demektir? Savaş meydanı demektir ya Allah aşkına yapmayın ya. Ne demek yeryüzünde? Ya zaten yeryüzünün hâkimi oldun mu kimi esir alacaksın ki? Kimi esir alacaksın? Herkes senin emrinde zaten. Savaş meydanında tam hâkimiyet kuruncaya kadar. Peki, o zaman yeryüzü,
“Turîdûne aradad dunyâ (8/67)” bakın ne diyor? Siz geçici dünya malını istiyorsunuz hâlbuki Allah sizin için ahreti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Bak burada bakalım bir açıklama yapmış. Savaşın hedefi zaferdir. Fidye karşılığı geri vermek maksadıyla düşman askerlerini esir almaya çalışmak zaferi olumsuz yönde etkileyecekse bununla meşgul olmamak gerekir. Etkileyecekse, sanki Allah böyle bir yetki vermiş de. Ya bu meali yapan adamlar Muhammed suresi dördüncü ayeti hiç mi görmediler? Evet. Hah. İşte yani ayetler arası ilişki şu bu falan filan hiç bakmadan anlam veriliyor. Ondan sonra da suçlu biz oluyoruz. Niye? Doğruları söyledik ya. Ondan dolayı. Peki, Allah’ın bilgisi konusuna gelelim. Sen Allah’ı cahillikle suçluyorsun diyorlar. Ya kardeşim siz kendi kafanızda bir Allah tanımı yapıyorsunuz, ona göre bir şeyler yapıyorsunuz. Peki, sizin tanımladığınız Allah kim? Lütfen şey yapın bakın. Cenabı Hak zamanla alakası olmayan bir varlıktır diyorlar. Her şeyi ezelden belirlemiş. Şu anda ben konuşurken elimi şuraya vurmam, ağzımdan çıkan kelimeler, şu falan ne görüyorsanız ezelden belli. Ve ben hepiniz rollerinizi oynuyorsunuz. Peki, Allah nerede? Burada olmasına ihtiyaç var mı? Hı? Zaten zamanla da mekânla da ilişkisi yok. İnsanın zihni böyle bir varlığı kabul edebilir mi? İnsan bir mekân ve zamanla birlikte düşünür her şeyi. Şeyde camide hoca vaaz ediyormuş. Demiş ki işte Allah sen anlatıyordun söylesene. Allah ne söyle söyle. (Seyirci: Ne yerde, ne gökte, ne sağda, ne solda. Diye şey yapmış. Adam öyle yok demiş o zaman öyle bir Allah yok herhalde demiş.) Yani Allah yok diyecek de diyor, cesaret edemiyor. Şimdi hâlbuki Allahu Teala diyor ki:
“Ve huve meakum eyne mâ kuntum, (57/4)” nerede olursanız olun o sizinle beraberdir.
“Allâhu lâ ilâhe illâhu (2/255)” Allah ondan başka ilah yoktur.
“Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm (2/255)” Hayy ve kayyumdur diyor. Yani devamlı canlıdır.
“Lâ te’huzuhu sinetun ve lâ nevm (2/255)” onu ne uyku ne de uyuklama tutar. Yani bir gaflet anı falan filan yoktur. Hiçbir şey yok. O zaman sen her saniye ona kulluk edebilirsin her saniye ona yalvarabilirsin. Her zaman seninle beraberdir. Sana senden daha yakındır.
“Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîd. (50/16)” bunlar ne yapıyorlar? Allah’ı uzaklaştırıyorlar. E sen nasıl Cenabı Hakka ulaştıracaksın şeylerini? E tabii ki araya aracı koyacaksın. İşte bu şeyler de öyle yapıyor. Bunlar tamamen kiliseden yapılan kopyalama. Fark yok aslında bu bulaşıcı hastalıklar gibidir. Fark etmiyor yani. Hiç önemli değil. Hepsi birbirinden almış oluyor tarih boyunca. Bak kilise ne diyor bu konuda? Mesela papazı nasıl tarif ediyor? Sadece papazı anlatayım. Şimdiye kadar diğer şeyleri çok okudum da hiç papazı okumamıştım. Bak papazlar ne iş yaparmış bakın. Allah ile ilgili konularda insanları temsil etmek için atanırlar. Bu kelimeyi bir yerden hatırlayanınız var mı? Allah ile ilgili konularda insanları temsil etmek için atanırlar. Kimin yanında temsil ediyor? Neyi oluyor? İnsanların neyi oluyor? Vekili oluyor. Bak bir vekilsiz nasıl gidersin diyor değil mi öyle demiyorlar mı? Bak papazla bak Allah ile ilgili konularda insanları temsil etmek için atanırlar. Ve e piskoposların yönetimi altındaki e piskoposluk bölgesinde görev yaparlar. Şimdi burada da şey var ya. Biliyorsunuz kırklar, yediler bilmem neler falan filan vardır hep böyle kutuplar kutbul aktaplar işte şu köyün görevlisi şu. Şeyin kazanın görevlisi, bu şehrin görevlisi, bu bölgenin görevlisi, böyle taksim ederler, bir de nen büyük de kutbul aktapları vardır en tepede. Bir tanrılar hiyerarşisi vardır. İşte onu söylüyorlar. E piskoposların yönetimi altındaki piskoposluk bölgesinde görev yaparlar. Papazlığın kaynağı Mesih’in bizzat kendisidir. Papazlığı o kurdu ona yetki misyon yönelim ve güç verdi. Papa kişisel yetkisiyle insanlara seni babanın adına vaftiz ediyorum seni bağışlıyorum diyebilir. Vaftiz ediyorum demek dine kabul etmek demektir. Bizde bunun yerine ne derler? El vermek derler. Hah. Tövbe almak, el vermek. O bağışlama kısmı tövbe almak bir de el vermek var. Şimdi Cenabı Hak ne diyorsa o. Bak Allahu Teâlâ diyor ki:
“Ve huve bi kulli şey’in alîm (2/29)” her şeyi bilir o diyor. Peki, o her şey ne? Bak diyor ki:
“Kul in tuhfû mâ fî sudûrikum ev tubdûhu (3/29)” içinizdekini gizleseniz ya da ortaya çıkarsanız, içimde olan değil mi o?
“Ya’lemhullâh (3/29)” Allah onu bilir.
“Ya’lemu mâ fîs semâvât (3/29)” göklerde ne var? Şu anda olan yani.
“Ve mâ fîl ard (3/29)” ve yerin içinde olan. Onu bilir.
“Vallâhu alâ kulli şey’in kadîr (3/29)” Allah her şeye ölçü koymuştur. Bunların hepsinin de bir ölçüsü vardır. Ölçüsüz hiçbir şey yoktur. Ondan sonra
“Ve indehu mefâtihul gaybi (6/59)” bütün gaybın anahtarları onun yanındadır. Şimdi gayb ne? Akıllarına ne geliyorsa ona gayb diyorlar. Hayır.
“Lâ ya’lemuhâ illâ (6/59)” Allahtan başkası bilmez. Demek ki bilinebilecek konumda bir şey ki Allahtan başkası bilmez. Yani o bir şey olmuş.
“Ve ya’lemu mâ fîl berri vel bahr (6/59)” karanın ve denizin içinde ne var onu bilir.
“Ve mâ teskutu min varakatin illâ ya’lemuhâ (6/59)” mâ teskutu düşmez demek. Mâ teskutu, nefi haldir değil mi? Şu anda yani. Düşecek değil. Şu anda. Herhangi bir yaprak düşerken mutlaka Allah’ın bilgisi vardır. Ondan sonra,
“Ve lâ habbetin fî zulumâtil ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin (6/59)” yerin derinliklerinde, karanlıklarında bir dane kuru, yaş ne varsa
“İllâ fî kitâbin mubîn (6/59)” ayrıca onu açık bir şekilde yazan bir kitaptadır. Yani her şeyin de kaydı tutulur. Kâinatta her şeyin kaydı tutulur. Kayıtsız bir şey yok.
“Kul lâ ya’lemu men fîs semâvâti vel ardıl gaybe illallâh (27/65)” de ki, göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.
“Ve mâ yeş’urûne eyyâne yub’asûn (27/65)” onlar ne zaman tekrar dirileceklerini de bilmezler. Peki, bu gayb de bu geçmiş geçmiş tabi ki bilir Cenabı Hak. Bizim için gaybtir. Allahu Teâlâ için değildir. Peki, gelecekle ilgili bir şey söylüyor mu burada? Söylüyor mu? Peki, olmayan bir şey bilinir mi? Bakın şimdi imam Maturidi’ye mal ediliyor. İmam Maturidi ne diyor? Diyor ki, o sen dün bana şeyi göstermiştin ya Keşşaftan bir yer göstermiştin on bir daha şey yapabilir misin? Onu da gösterelim. Yani o bir şeyle alakalı. Yani o maktura şeyi diyorlar. Maduma değil de maktura dediklerine. Diyor ki: “Şeyi letül maduma indel mutezileti ve icabetü anha” muteziliğe göre madumun şey oluşu. Madum ne demek biliyor musunuz? Madum Olmayan demek. Yok. Olmayana şey denir mi? Ha sen Türkçede diyebilirsin ama önemli olan Arapçada deniyor mu bizim için konu o. Diyor ki burada onların diyor diğer dinlere benzeyerek söyledikleri bir sözdür diyor. Yani olmayana şey denmesi işte İsa’nın ezelden olması olayı gibi. Buldun değil mi? Ha tamam şuraya otur okuruz sonra otur. Mutezile demiş ki: Madum şeydir yani şeylerdir diye çoğulu da Türkçede şeylerdir demek pek uygun değildir yani. Şeydir diye tercüme edeyim. Mutezile demiş yani olmayana şey denir. Olmayana şey denirse
“Ve huve bi kulli şey’in alîm (2/29)” dediği zaman olacak her şeyi de bilir demek olur değil mi? Yani şu anda bir hareket olmadığı halde bilir. Bu şeyin başı ben kiminle evleneceğim Allah bilir mi den başladı biliyorsunuz. O zaman ortada kız yok sen yok karar yok. O zaman Allahu Teâlâ bilir. Bilir eğer karar verdiyse tabi ki bilir. Allahu Teâlâ Zeynep ile Rasulullah’ın evlenmesini kararlaştırdığını ifade ediyor Kuranı Kerimde. Sen onu bir şey yapsana buradan.
“Fe lemmâ kadâ zeydun minhâ vetaran zevvecnâ kehâ likey lâ yekûne (33/37)” şimdi olmadan bilinir mi bilinmez mi? Bakın olmayana şey denmesi Allah her şeyi bilir diyor ya. Şey mi ki acaba bilsin değil mi? Bak burada muteziledir buna diyen diyor ve devam ediyor. Bir şeyin şeyliği Allah ile değildir, Allah onu yokluktan varlığa çıkarır. Yoktu, şimdi varlığa çıkardı. Hmm? (Seyirci: Ahzab otuz altı.) Ahzab otuz altı. Evet şimdi araya koymuşsun ha tamam. İşaretlemişsin tamam sağol. Şimdi burada imam Maturidi şöyle demiş demiş ki: onlar eskiden beri bu şeyler eskiden beri vardı ama henüz ortaya çıkmamıştı. Daha sonra varlık âlemine geldiler. Bu söz tevhidi ortadan kaldırır diyor. Tevhid ne? Allahın birliği. Demek ki Allahtan başka varlıklar eskiden var. E peki şimdi siz ezelde kararlaştırılmış olan şeyler dediğinizde bütün bu şimdi şu Ömer Nasuhi hocadaki ne farkı var şeyden? İmam Maturidi’nin tenkit ettiği durumdan? Ezelde kararlaştırılmış şeyler. Herhangi bir şeyi muayyen bir vech ile vücuda gelmesi Cenabı Hakkın ezelde dilemiş olması. O zaman ezelde ölçüsü var bunun değil mi? Ölçüsü var. Sadece Cenabı Hakkın dilemiş olması meselesi. E kardeşim sen imam Maturidi’nin mezhebindeysen imam Maturidi böyle bir şey yok diyor yav. Madum şey değildir diyor. Allahu Teâlâ da öyle söylüyor zaten bakın. Zekeriya as’ı bir hatırlar mısınız? Meryem suresinde on sekizinci sure olacak değil mi? On dokuz muydu ha. On sekiz Kehf suresiydi tamam. Şimdi Zekeriyya as bir erkek çocuğu istiyor ama kendi için istemiyor diğer ayetleri okursanız Meryem validemizin yanına giriyor bakıyor ki yanında yiyecekler var. Bunları ben getirmedim genç bir kız bunun yanına kim geliyor, kim giriyor? Kuşkulanıyor tabi ve orada dua ediyor ya rabbi sen bana hayırlı bir evlat ver diye. Bana da Yakup ailesine de mirasçı olsun ne demek şu Meryem’e bir ana önce bir koca nasip et diyor yani o demektir. Çünkü Meryem’in babası konumunda ya. Orada onu şey yapıyor. Şimdi Zekeriyya as dua ediyor bak şimdi mealden okuyayım da fazla zaman almasın çünkü vakit bayağı geçti. Ha bunu bitireyim ondan sonra on okuyalım hocam. Rabbim diyor kemiklerim zayıfladı saçım başım ağardı. Sana yaptığım dualar sayesinde hiçbir zaman bedbaht olmadım. Benim arkamdan bu işi yürütecek kimse yok. Yakınlarımdan kimseye güvenemiyorum diyor endişe ediyorum. Karım da kısır. Tarafından bana bir veli ver. Yani bana mirasçı olsun diyor, bana varis olsun yani şu işi devam ettirsin şu benim hizmetimi devam ettirsin diyor. Yakup hanedanına da varis olsun. Rabbim onu rızana layık kıl diye dua ediyor. Allahu Teâlâ da ey Zekeriyya biz sana bir oğul müjdeleriz diyor. Onun adı Yahya’dır daha önce ona böyle bir isim vermedik. Yahya’nın Türkçesi ne? Yaşar. Yahya Türkçesi yaşar. Evet. Şimdi şey bak bizim bu kaderci anlayışımızda olsa Zekeriyya as Cenabı Hak istese verir tabi nasıl olsa verir der ama Allah’ın koyduğu kadere aykırı bir istekte bulunmaz. Yani koyduğu kurala kaideye aykırı bir istekte bulunmaz. Öyle yaşlı bir adam. Kısır bir kadın. Onlardan çocuk olur mu? Hemen itiraz ediyor Cenabı Hakka. Diyor ki:
“Ennâ yekûnu lî gulâmun ve kânetimreetî âkıran (19/8)” ya rabbi benim oğlan çocuğu bana nereden? Karım kısır.
“Ve kad belagtu minel kiberi ıtiyyâ (19/8)” ben yaşlılıktan da çok ileri bir seviyeye geldim. Ben bu kadar yaşlıyken nasıl çocuğum olacak diyor. Kadercilik anlayışında olsa böyle bir şey yapar mı? Mümkün değil yani. Allahu Teâlâ diyor ki:
“Kâle kezâlik (19/9)” tamam. Bunun kararı verildi.
“Kâle rabbuke huve aleyye heyyinun (19/9)” rabbin şunu söylüyor: Bu benim için kolaydır.
“Kad halaktuke min kablu ve lem teku şey’â (19/9)” ben seni hiçbir şey değilken yarattım. O zaman Zekerriyya ile ilgili bilgiler ezelden mi varmış. Sen şey değildin diyor Allah. Seni yarattım. Onu da ben yaratma emrini verdim bitti. Allah bir şeye karar verdi mi ol der oluverir. O zaman Zekerriya’nın eşini de yeniden ıslah eder, Zekeriyya as’ı da ıslah eder, oluşturur. Yetki onda nasıl olsa. Evet şimdi bu mutezile maduma şey diyor derken aslında mesela mutezile müfessiri neydi hocam neredeydi hangi ayet hah. Mesela burada
“Fe le ya’lemennellâhullezîne sadakû ve le ya’lemenel kâzibîn (29/3)” o ayeti anlatırken hah
Fe in kulte. Şimdi bu Keşşaf mutezile müfessirlerindendir. Yani mutezile madumun şey olmasını söylerken onunla ilgili ölçüler vardı diyor. Ölçü vardı diyor yani. Takdir edilmişti şu şu ölçüler falan diye. Yoksa o da hayali bir şey söylemiyor yani. Onu mutezilenin hakkı zayi olmasın diye buradan okuyorum.
Fe in kulte keyfe ve hüve alimun bi zalike fi malem yezel. Cenabı Hak bunu ezelden nasıl biliyor.
Kultu lem yezel ya’lemuhu madumen ve la ya’lemu mevcuden illa iza vucide. vel mana veleyetemeyezenne es sadiku minhum minel kazib ve yecuze in yekune va’den ve va’ide. Öyle mi nerede? (Seyirci: 1:45:30-1:45:45 arası anlaşılmıyor.) Yani diyor ki Allahu Teâlâ o şey ortaya çıkmadan onu var olarak bilmiyordu diyor. Ortaya çıkmadan. Ortaya çıkınca biliyordu diyor. Yani ne demek? Şartlar oluşuyor. O zaman Allahu Teâlâ ol diye emir veriyor. O da oluyor. Şartlar oluşuyor işte
“İzâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn (3/47)” bir konuda bir şeyi önce bir kararlaştırıyor. Şu olsun. Olsun demesi için insanların orada bir sürü fiilleri var. Karı koca evlenecek. Şartlar uygun olacak. Gerdeğe girecekler. Ondan sonra çocuk oluşumu için Allah emir verecek çocuk olacak. Olay bu. Evet. E vakit iyice şey yaptı o zaman dersin kalan kısmını da daha sonra yaparız. Ama ben burada özet olarak şunu söyleyeyim ki tekrar dersin başında da söyledim. Şu meşiyet denen şeye bütün kelamcılar, bütün müfessirler irade manası verirler. İrade manasını verdikleri için şae fiili geçen ayetlerin tamamı yanlış anlaşılır. Ama imam Maturidi demek ki imam Maturidi’nin zamanına kadar bu anlamı veren hiç kimse yok ki kendisi böyle bir mana vermediği gibi tenkit ettiği kişilerden de böyle bir mana veren yok. Bunu tekrar etmiş olayım. Bu çok önemli şu zihinlerde kalsın diye her zaman okuduğumuz bir ayet var. Sadece bir tane. Çünkü çok sayıda ayet var bu konuda. İbrahim suresi dördüncü ayet. Bakın şurada verilen anlama bakın. Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Tamam. Rasulullah Arapça konuşan bir nebi olarak Mekke toplumuna geldi ki çünkü karşı muhatapları Arap. O da Arap olması lazım ki açık iyice açıklasın gelen şeyleri. Yani millet iyice anlasın. Tamam güzel. Buraya kadar problem var mı? Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de yola getirir. Hadi buyurun. O zaman adam ne der? Ya madem dilediğini saptırır, dilediğini de yola getiriyordun, buraya niye peygamber gönderiyorsun ki değil mi? O peygamber Arapça konuşsa, isterse Fransızca konuşsun ne fark eder ki? Nasıl olsa netice değişmeyecek. Ondan sonra da o güç ve hikmet sahibidir. Bu ne biçim hikmettir? Tamam, gücünü anladık. Gücü olduğu için öyle yapıyor güzel de hikmet neresinde bunun değil mi? E ondan sonra böyle bir tek ayetin kendi içinde bu kadar çelişmesi nasıl kabul edilebilir? Nasıl kabul edilebilir? Evet. Ama imam Maturidi’nin verdiği mana şu: Et Tevilat’ında imam Maturidi şu manayı veriyor: Diyor ki: “Allah’ın emirlerini onları iyice açıklasın diye her nebiyi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Her resulü. Bundan sonra Allah sapıklığı tercih edeni saptırır, hidayete gelmeyi tercih edeni hidayete, doğru yola kabul eder. Güçlü odur, doğru karar veren odur.” Bak sapıklığı tercih eden. Şae fiiline verdiği anlam. Hidayeti tercih eden. Burada bir yanlışlık var mı? E şimdi imam Maturidi bu manayı veriyor, Maturidi mezhebinden olduğunu söyleyen işte bu Diyanet Vakfı’nın tercümesi bu sorsan hepsi Maturidi’den derler. Öyle demezler mi? Veya siz bütün meallere bakın. Böyle bir anlam vermişlerdir. Evet buyur. (Yardımcı: Evet aslında çok fazla soru var ama bence soruların en güzelini seçtim öyle düşünüyorum. O da Kahraman Maraş’tan Mehmet UZAN. Dünkü münazarayı hatırlatarak ki dünkü münazarada herhalde herkesin aklında kalan iki cümle vardı. Bir tanesi bana ayet okuma. Diğeri de Kuran’ın Allah’ın kitabı olduğunun Kuran dışında bana gösterebilir misin ifadesiydi. Mehmet UZAN Kahraman Maraş’tan çok zekice bir soru sormuş bence diyor ki: “Ben bu soruyu Mekke’de Rasulullaha insanların, müşriklerin sorduğunu düşünüyorum ve Rasulullah kendisine böyle bir soru sorulduğunda yani bu sana indirilen kitabın Allah’ın kitabı olduğunu bize kitaptan değil, başka bir şekilde delil getir denildiğinde peygamberimiz acaba ne demişti?” Diye bir soru sormuş. Peygamberimize de böyle bir soru sorulmuş muydu diyor.) Evet. Şimdi mesela benim yazdığım bir kitapla ilgili bu kitabın doğruluğunu falan ben ispatlarım o bir şey değil de Kuranı Kerim eğer kendisi kendisi kendinin Allah’ın kitabı olduğunu ispatlayamıyorsa herhangi bir kişi bu kitap Allah’ın kitabıdır diyemez. Nedir? Falana göre Allah’ın kitabıdır değil mi? Der. Şimdi mesela biz okullarda işte Kuran Allah’ın kitabı, Muhammed Allah’ın peygamberi diye çocuklara öğretiriz. Çocuklar da onu öyle söyler. Onun için sınıf geçerler. Peki, birisi sorsa ki nereden biliyorsun Kuran’ın Allah’ın kitabı olduğunu? Söyleyecekleri bir söz yoktur. Var mı? Yok. Hı? Hah hoca öyle dedi. E peki ya hoca yalan söylüyorsa ne yapacaksın? Niye yalan söylesin ki? Güzel de sen demiyor musun ki? Yani bir Hıristiyan papazına sıra gelince yalan söyler diyorsun, bir Budist rahibine sıra gelince rahatlıkla söylüyorsun, bir Yahudi hahamına sıra gelince diyorsun da onların yalan söyleme hakları var da senin hocanın yok mu? O zaman ben ne bileyim diyecek. Ya kardeşim bana Kuran’ı Allahın kitabı olduğunu öğreten hiç kimse olmasa da Kuran’ın kendisi öğretmeyecek mi? Bakın ben diyeceğim ki eşhedu diyeceğim. Ben şahidim ki Muhammed Allahın elçisidir diyeceğim değil mi? Muhammed sav Allah’ın elçisi olması için Kuran’ın Allah’ın kitabı olması lazım o benim kendi kanaatim olmalı. Yani hoca da yanlış yönlendirmiş olur, annem de yanlış yönlendirmiş olur, babam da, toplum da hepsi de yanlış yönlendirmiş olabilir ama bana kesin bir kanaat hasıl olması lazım. Onun için Allahu Teâlâ diyor ki şüpheleniyorsanız bunun bir dengini getirin diyor. Tamam. Ondan sonra bir suresini getirin diyor. Sonra onlara ayetlerimizi Fussilet suresi elli üçüncü ayette kendi içlerinden ve çevrelerinden göstereceğiz onlar için Kuran’ın Allah’ın kitabı olduğu çok kesin olarak ortaya çıkacaktır diyor bu kadar. Yani kâinat, Allahın yarattığı ayet, Kuran, Allah’ın indirdiği ayet. Bu ikisi arasında uyumsuzluk asla olmaz. Dolayısıyla bunu o insanların kendisinin tespit etmesi lazım işte burada defalarca anlattığımız bir olay. Şu Enes Hoca’nın oturduğu yere Almanya’dan gelen Doktor Diat DERMİT oturdu. Kendisi Almanya’nın, Avrupa’nın önde gelen biyoetik uzmanlarında birisi. İşte buraya geldiği zaman emekliliğine üç ay kalmıştı. 67 yaşına girmişti adam. Ana rahminde çocuğun gelişimiyle ilgili her sorduğu soruya bir Almanca Kuran meali şu ayeti şunla beraber oku dedik. Çünkü her bir ayeti açıklayan. İki saat sonra tamam dedi bütün sorularımın cevabını buldum. O da ondan üç hafta önce ben Almanya’da din ve bilim konferansı vermiştim onun üzerine gelmişti buraya. Ondan sonra dedim ki sen tatmin oldun mu? Oldum. Bu soruların dünyanın her hangi bir yerinde cevabı var mı dedim? Yoktur dedi. Yok dedi. Konunun uzmanı. Bak dedim burada ben sana cevap verebilirdim. Ve bu kitabı da senin önüne koymazdım. Sen gider Avrupa’da derdin ki Türkiye’de öyle bir biyoetik uzmanı var ki, dünyada henüz bilinmeyen soruların cevabını bana iki saatte verdi ve beni tatmin etti derdin. Hâlbuki ben bu bioetik kelimesini ilk defa senin ağzından duydum. Ne olduğunu da bilmiyorum hala. Senin sorularına göre ben cevaplar verdim. Adam dedi ki bak: “Ben dedi öteden beri hep şunu düşünmüşümdür. Ya bu Tevrat ve İncil Allah’ın kitabıysa, kainat da Allah’ın yarattığıdır ki bunda kimsenin şüphesi yok. Kâinatı Allah’ın yarattığını söylemeyen bir tek insan olmaz yeryüzünde. O zaman bu Allah’ın kâinatla Allah’ın indirdiği kitap arasında bir uyuşmazlık olmaması lazım. Yıllardır ben bununla uğraştım diyor yıllarca hep kafamı karıştırdı. İspanyolcadan bir kitabı Almancaya tercüme ettim ama hiç tatmin olmadım. Almanya’da seni dikkatle takip ettim dedi.” Şimdi beni orada üç gün daha şey dört gün bırakmadılar. Gittim orada şeyde. Bir konferans için gitmiştim dört gün bırakmadılar. Çok sayıda özel sohbetler yaptık böyle onların öğretim üyeleriyle şöyle bir masa etrafında. Dedi ki: “Sorularım büyük ölçüde cevap buldu orada ama şu anda hiç şüphem kalmadı ki Allah’ın indirdiği kitapla yarattığı kitap arasında en küçük bir uyuşmazlık olmaz.” Allah’ın indirdiği kitap dediği hangisiydi? Evet Kuran. O kendi uzmanlık sahasıyla ilgili bu konuda kesin kanaate vardı. Herkesin kendi açısından kanaate varacağı hükümler Kuran’da mutlaka vardır ama bizim yapmamız gereken onlara Kuran’ı Arapça okutmak değil. Bir Türk’e Kuran Arapça okutulamaz. Arapçasını öğret. Tamam, elbette öğrensin. Orijinal metnini öğrensin düzgün okusun ama manasını öğrenmezse hiçbir zaman bu kitap Allah’ın kitabıdır diyemez. Hoca böyle diyor der o kadar. Evet. (Seyirci: Peki sahabelerce böyle bir soru sorulmuş mu hocam?) Sorulmuş olabilir yani o günkü gazeteleri okumadım. Evet Abdurrahman Hoca buyur. (Abdurrahman Hoca: Peygamberimizin mescidinde sorular soruldu biliyorsunuz akşam yatsı arsında sohbet ediliyor sorular soruluyor ya oradaki hocanın cevabı şu oldu. Bir soru üzerine Allah kimi cennetlik için yaratmışsa o öyle yapar cennete girer. Kimi de cehennem için yaratmışsa öyle yapar cehenneme girer. Ne yaparsa yapsın kurtuluş yoktur.) E peki kendinin ne işi varmış orada niye anlatıyor ki? (Abdurrahman Hoca: Tabi “Fe men şâe fel yu’min ve men şâe fel yekfur (18/29)” ayetleri veya diğer ayetler yok. Bu vaziyette bir hadis kitaplarında geçen şey var ya ona istinaden birkaç defa tekrar etti. Bir de bu seçimlerle ilgili bir soru sordu gencin bir tanesi küfürdür dedi bunlar. Genç ısrar etti yani Arap Suudi değildi genç. Genç ısrarla soruya devam etti kendi kendime dedim başını belaya sokacak bu. O da hayır böyle seçimler küfürdür şey atama gelir, atamayla olur bunun haricindekiler küfürdür. Yani din adına konuşulduğundan) Tabi gelsin de bir de Türkiye’de konuşsun bakim hele. (Abdurrahman Hoca: Din adına konuşulduğundan çok acı tabi.) Çok acı maalesef. Evet vakit çok geçti. Çok sayıda soru var. Onun için kusura bakmayın. Haftaya ben burada olmayacağım. Ondan sonraki hafta da olmayacağım ama siz devam edebilirsiniz. Allah nasip ederse inşallah Erzurum’a gitmeyi planlıyorum. Hmm? Sizde mi Erzurum’a gidiyorsunuz? İyi çok güzel. Evet Allah nasip ederse iki Cumartesi burada olmayacağım. Ondan sonraki Cumartesi inşallah devam edebiliriz. Ondan sonraki Cumartesi zaten ancak hazmedilir. Biraz ağır yemek olduğu için çabuk hazmedilmez. Evet, peki Allah razı olsun.”