Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Euzubillahimineşşeytanirracim.Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdu lillahi rabbil alemin, vel akıbetu lil muttekın, essalatu vesselamu ala resulüne Muahmmedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bugün ki dersimizin konusu “Soru Sorma Özgürlüğü…” Kuranı Kerim’de Resulullah’a (s.a.v) çok sayıda soru sorulmuştur. Hatta Duha Suresi 10. Ayetin Allahu Teala şöyle diyor. “Ve emmes sâile felâ tenher” “Sana soru sorana karşı ilgisiz davranma.” (Duha 10) “felâ tenher” kelimesinin anlamı bizde biraz farklılaştırılır. İşte “soru soranı azarlama” diye bir şey var.
Vedat YILMAZ: 1:34 1:39 sn. anlaşılmıyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Diyanet İşleri Mealinde “Sakın isteyeni azarlama.” Mesela İsra Suresi 23. Ayette anne, babaya karşıda “ve lâ tenher humâ” “o ikisini azarlama” (İsra 23) denir. Şimdi bizde… İnşallah bu derste de göreceksiniz. Hakikaten ben, bu ayetlere bu anlamları verirken hangi Arapçayı esas almışlar, her defasında hayret ediyorum. Mesela şimdi Türkçemizde nehir vardır. Nehir kelimesi bize Arapçadan geçmedir. Arapçada nehir, nehrin içindeki suya denmez. Onun yatağına denir. Yataktan dolayı akan suya da mecaz olarak nehir denir. Nehrin iki yakası bitişik olsa oradan su akabilir mi? İki yakası birbirinden ayrıdır. İşte bu aradaki açıklığa nehir denir. Yani nehrin bir yakası bir tarafta, diğer yakası başka tarafta ortadan su akıyor. O zaman “ve lâ tenher humâ” nedir? Yani annen veya baban orada duruyor ama sen araya bir mesafe koymuşsun. Ne demek olur? “Onlara ilgisiz davranma” (İsra 23) olur. Mesela adam sizden bir şey istiyor, duymazlıktan gelir. Ya da ziyareti keser, telefonlaşmaz vs. ilgisiz davranmadır. “ve lâ tenher humâ” “Onlara karşı ilgisiz davranma” (İsra 23) odur. Şeyde öyle “Ve emmes sâile.” Soru soranda olur, bir şey isteyende olur. İkisi de olur. “Ve emmes sâile felâ tenher” “Bir şey isteyene karşı ilgisiz davranma.” (Duha 10) Adam bir şey soruyorsa ona ilgi göster. Kuranı Kerim Allah’ın kitabı olduğu için aynı zamanda sözlük olarak da kullanılabilecek bir yapısı vardır. Yeter ki Kuran’da Cenabı Hakkın bildirdiği kurallara uyalım. Yani Allahu Teala bir yerde özet olarak söyler. Mesela “dileyene karşı ilgisiz davranma” der. Bir başka yerde de onun örneğini verir. Mesela Abese Suresinde bu var. “Abese ve tevellâ, En câehul ağmâ” “O ama ona geldi diye yüzünü döktü, sırtını döndü.” (Abese 1-2) Mesela burada Harun Hoca var. Harun Hoca bana baktığı zaman böyle az bir çehremi bir rahatsızlık, hoşnutsuzluk yapsam, sırtımı dönsem buna ne dersiniz? İlgi göstermemek dersiniz. İşte azarlama diye tercüme ettikleri şey budur. Abese Suresinde şöyle diyor. “Abese ve tevellâ” Yanına geldi diye bir rahatsızlık hissediyor. Burada Resulullah birisiyle konuşurken “En câehul ağmâ” “hem de ama geldi diye.” Adam göremiyor ki. Harun Hoca görüyor. O göremiyor. Allahu Teala “Ve mâ yudrîke leallehû yezzekkâ” “Sen ne biliyorsun belki o kendini geliştirecekti” (Abese 3) diyor. “Ev yezzekkeru” “Ya da senden bir bilgi edinecekti.” Tabi şeye bakarsanız maalesef hepsinin anlamı bozulmuştur. “fetenfeahuz zikrâ” “Bu bilgi ona fayda verecekti.” (Abese 4) O zaman Resulullah’tan bir şey istemek için gelene karşı o gösterdiği ilgisizlik hangi yasağı ortaya getiriyor? “Ve emmes sâile felâ tenher” (Duha 10) Adam Resulullah’a bir şey sormaya gelmiş. “Sana soru sormaya gelenlere karşı ilgisiz davranma” (Duha 10) diyor. O zaman soru sorma işi İslam’da en önemli konulardan mıymış? Çünkü bununla ilgili Allahu Teala kısa bir surede açık bir emir ortaya koyuyor.
Şimdi okuyacağım ayeti dikkatle takip edin. “Yâ eyyuhellezîne âmenû” “Müminler” “lâ tes’elû an eşyâe” “bazı şeyleri sormayın.” (Maide 101) Eşyae şey kelimesinin çoğuludur. Şey Arapçada her varlık için kullanılır. Allahu Teala içinde kullanılır. “leyse kemislihî şeyé’” “Allah’ın benzeri bir şey yoktur.” (Şura 11) Yani varlık demektir. Dolayısıyla var olan her şeydir. Eyleme de denir, zihninizde olana da denir. Aklıma bir şey gelmiyor dersiniz. Arap dili açısından da doğrudur. “lâ tes’elû an eşyâe” “bazı şeyleri sormayın.” “in tubde lekum tesué’kum” “Onlar ortaya çıkarılırsa sizi sıkıntıya sokar.” “ve in tes’elû anhâ hîne yunezzelul gur’ânu tubde lekum” “Kuran indirildiği sırada eğer bu tür şeyleri sorarsanız bunlar karşınıza çıkarılır.” Size gösterilir. “afallâhu anhâ” “Allah bu tür şeyleri sizin için terk etmiştir.” Bu tür şeyleri size vermemiştir. “vallâhu ğafûrun halîm” “Allahu Teala çokça bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.” (Maide 101)
“Gad seelehâ gavmum min gablikum” “Bu tür şeyleri sizden önce bir topluluk istedi.” Kuran indiği sürece istemeyin dedi. Kuran indiği sürece onların arasında kim olur? Resulullah olur. Kuran’ın inişi bittiği zamanda Resulullah vefat etti. İndiği sürece istemeyin diyor. Kimden istenir bu? Gelip Resulullah’a söylenir. Peki, sizden önce bir kavim istedi diyor. Onlar kimden istemiş olurlar? Kendi nebilerinden… “summe asbehû bihâ” “Sonra o istedikleri şey sebebiyle” “kâfirîn” “kâfirler oldular.” (Maide 102) İstedikleri şey onları kâfir yaptı.
Bakın bunun mealinden ben size okuyayım. Diyanet İşleri Meali. “Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde, sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın.” Açıklandığı zaman beni üzecek şeyleri nasıl bilebilirim? Devam edelim. “Eğer Kur’an indirilirken bunlara dair soru sorarsanız size açıklanır. (Hâlbuki) Allah onları bağışlamıştır.” “afallâhu anhâ” ifadesine “Allah onları bağışlamıştır” diye anlam veriliyor. Bağışlamak için ne gerekir? Bir suç işlenecek? Demek ki sordunuz da bağışlamış. Hâlbuki sormayın diyor. Sizden öncekiler sordu şöyle oldu diyor. Ayete verilen mealde çelişkiyi görüyor musunuz? “Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)” (Maide 101) “Sizden önceki bir millet o tür şeyleri sordu da sonra o yüzden kâfir oldu.” (Maide 102) Şimdi açıklamayı okuyalım. “Bazı kimseler Hz Peygamber’e Hac her yıl mı farz, yoksa ömürde bir defa mı diye sormuşlar.” Bunu sormayacaksın. Niye? Her yıl farz dese her yıl farz olurmuş. Kimse gidemezmiş. Resulullah hayattayken zaten oraya gidenler orayı dolduruyordu. Bütün Müslümanlar oraya her yıl nasıl girerler? “ve lillâhi alen nâsi hıccul beyti” “O beyti haccetmek Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Ali İmran 97) Bir Hac ettin bitti. Yani orada haccı yaptın, görevini yerine getirdin. Bunu kimse sormaz ama öyle söylüyorlar. Ondan sonra Resulullah için sanki sorulmuşta “Benim babam kimdir?” O kâhin mi? Kâhinlerde bilmez de en azından atar. Buraya böyle bir şey yazılır mı? “Babam cennette mi, yoksa cehennem de mi?” Cennet, cehennem ahirette olacak. Şu anda kimsenin cennette, cehennemde olma durumu yok ki… Sorular bile acayip… “Bunun üzerine ayet inmiş. Kişinin üzerine lazım olmayan, nezaket kaidelerine uymayan cevap verirse soru sahibinin üzülmesine yol açan sorulardan kaçınılması tavsiye edilmiştir.” Siz biliyorsunuz ki Kuranı Kerim’de bir ayet diğer taraftaki ayetler tarafından açıklanırdı. Burada açıklamayı kim yapmış? Rivayetler, şunlar, bunlar… Halbuki Allahu Teala açıklama yetkisini Resulullah’a da vermemiştir. Allahu Teala Hud Suresinde “Elif lâm râ, kitâbun uhkimet âyâtuhû” “Bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem kılınmış.” “summe fussılet” “sonra ayrıntılı olarak açıklanmıştır.” “mil ledun hakîmin habîr” “Hakim ve habir tarafından.” (Hud 1) Yani Allah tarafından… Niye böyle? “Ellâ tağbudû illallâh” “Allah’tan başkasına kul olmayasınız diye.” (Hud 2) Başkası açıklarsa kendini Allah’ın yerine koymuş olur. Şimdi bunlar kendilerini Allah’ın yerine koymuş olmuyorlar mı? Ama böyle bir metot İslam Âleminde hiç bilinmez. Büyük bir ihtimalle Emevi ve Abbasi dönemlerinde unutturulmuş. Aksi takdirde ne mezhep oluşturabilirsiniz. Ne değişik görüşleri millete… Ne de bu ayetlerin anlamını bozabilirsiniz. Şimdi buradan biz ne yapacağız? Bakacağız. Allahu Teala burada “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tubde lekum tesué’kum” “Bazı şeyleri sormayın. Size açıklanırsa sizi üzer.” Sizi sıkıntıya sokar. “ve in tes’elû anhâ hîne yunezzelul gur’ânu tubde lekum” “Kuran indirildiği sırada sorarsanız size açıklanır.” “afallâhu anhâ” (Maide 101) “afa” kelimesinin anlamı… Evet, affetti manasında kullanılır ama kelimenin sözlükte kök anlamı bir şeyi terk etmektir. Yapmamaktır. Yani Allahu Teala sizin için bunu yapmadı. Allah’ın yapmadığı şeyi siz istemeyin. “ve in tes’elû anhâ hîne yunezzelul gur’ânu tubde lekum” “Kuran inerken bunu isterseniz” indirilir demiyor. “Sizin için gösterilir” (Maide 101) diyor. Gösterilen şey nedir? Bir şey göster dediğin zaman gösterilen şey nedir? Resulullah inen ayetleri millete gösteriyor muydu? Tebliğ ediyordu. Gösterilen nedir? Ben size mesela bardağı gösteriyorum. Konuştuğum şeylere gösteriyor diyebilir misiniz? Bardağı gösteriyorum. Peki, Allah’ın resulünün göstereceği şey ne olur? Mucize olur. Başka bir şey olur mu? “Gösterilir size” diyor. “afa” kelimesinin anlamı da terk etmek demektir. “afallâhu anhâ” “Allah bunu sizin için terk etti” (Maide 101) diyor. Yapmadı, yani size mucize göstermedi. Size mucize vermedi. İsterseniz Kuran indirilirken verilir. Mesela Maide suresi en son inen surelerdendir. Mekke’de inen İsra Suresinde Allahu Teala “Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti” “Size ayetler göndermemizi yani mucizeler göndermemizi yasaklayan” “illâ en kezzebe bihel evvelûn” “Öncekilerin onlar karşısında yalan söylemeleridir.” Mucizeler karşısında yalan söyleyenler ne oluyor? Kâfir oluyor. “ve âteynâ…” 15:32 bozuldu, atladı. “ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvîfâ” “Biz ayetleri sadece korkutmak için göndeririz.” (İsra 59) Bakın, İrsal kelimesi, ayet kelimesi geçti. Bazıları mucize yoktur diyor. Peki, mucize yoksa o zaman bu ayete nasıl mana vereceğiz? “Sana ayet göndermemizi engelleyen” o zaman ne dersiniz? Kuran’ı indirmemizi engelleyen dersiniz. Başka anlam olur mu? O zaman bu Kuranı Kerim Resulullah’a inmedi mi? Bu ayet… Böyle bir şey Kuran’da ne arıyor? İnmemiş bir kitapta böyle bir şey olur mu? O zaman indirilen ayet vardır, gönderilen ayet vardır. İndirilen ayet, okumak içindir, anlatmak içindir. Gönderilen ayet göstermek içindir. Onun için hep mucize gösterme denir? Ondan dolayı Allahu Teala “in tubde lekum” “size gösterildiği zaman” (Maide 101) kelimesini kullanmış. “tesué’kum” “sizi sıkıntıya sokacak” (Maide 101) diyor. “Sana göndermemizi engelledi.” (İsra 59) Ama senden önce bir topluluk istemişti. Bakın burada söylüyor. “Gad seelehâ gavmum min gablikum” “Sizden önce bir topluluk bunu istedi.” (Maide 102) Topluluk dendiği zaman bir nebinin kavmi olması gerekiyor. Bir kavim. Bakalım o nebi kimmiş? Bu Salih (a.s). Baştan okursam çok uzun olacak. Burada daha anlatılacak çok şey var. Salih (a.s) ile ilgili yarıdan okuyorum. Şuara Suresinin 153. Ayetinden itibaren okuyorum. Kavmi Salih’e (a.s) sen büyülenmişsin diyor. “Mâ ente illâ beşerum mislunâ” “Sende bizim gibi tıpkı bir insansın” diyorlar. Ondan sonra “feé’ti biâyetin in kunte mines sâdigîn” “Eğer Allah’ın resulü olduğun konusunda, Allah’ın nebisi olduğun konusunda haklıysan bize bir ayet getir.” (Şuara 154) “Ayet getir” demek “Kuranı Kerim gibi ayet getir” manasına mı olur? “Bir mucize getir” olur değil mi? “feé’ti biâyetin” “bir ayet getir” diyor. Bunu kim istemiş? Salih’in (a.s) kavmi istemiş. Peki… Geldikten sonra bunlar ne olmuş? “Gâle hâzihî nâgatul” “İşte bu bir dişi deve” Devenin neresi mucize olacak? Her taraf deve dolu… Mesela bize hep kayadan bir deve çıkardı derler. Kuranı Kerim’de bu yok. Kayadan deve çıkarması meselesi yok. Kuran’da olan ne? “lehâ şirbuv” “Şehrin suyunu bir gün o deve içecek.” Bütün şehrin suyunu bir deve nasıl içer? Bu tam bir mucize işte… Bir gün o deve içecek. “ve lekum şirbu yevmim mağlûm” “Belli bir günde su size akacak.” (Şuara 155) Yani ey şehir halkı bir gün siz alacaksınız, bir gün bu deve alacak. Öyle bir deve ki tüm şehrin suyunu içiyor. Yeryüzünde böyle bir deve olur mu? İşte bu bir mucize oluyor. Gözleriyle görüyorlar. Şehrin suyunu içiyor. Ondan sonra “Ve lâ temessûhâ bisûin feyeé’huzekum azâbu yevmin azîm” “Sakın ha o deveye kötü davranmayın. Büyük bir azap sizi yakalar” (Şuara 156) diyor. Ne yapmışlar? “Feagarûhâ” “O deveyi kesmişler.” “feasbehû nâdimîn” “ve kestiklerine de pişman olmuşlar.” (Şuara 157) Niye? Çünkü arkasından azap gelmiş. Yoksa inançla ilgisi yok. Kestiklerine üzülmüşler. “Feehazehumul azâb” “Onları azap yakaladı.” “inne fî zâlike leâyeh” “Bunda bir ibret vardır.” “ve mâ kâne ekseruhum mué’minîn” “Onların çoğu mümin değildi.” (Şuara 158) İnanmadı. “Ve inne rabbeke lehuvel azîzur rahîm” “Senin rabbin elbette aziz ve rahimdir.” (Şuara 159) Bakın Salih (a.s) gelip nebi olduğunu söylüyor. Hadi mucize getir diyorlar. Mucize geliyor. Mucize olduğundan kimsenin şüphesi yok. Mesela Musa’da (a.s) mucizelerle gelmiştir. Firavun, Musa’nın (a.s) kesin olarak doğru olduğunu anlamıştı ama hesabına gelmediği için inanmamıştı. Bunlarda aynı şekildedir. Kuranı Kerim’de İsa’nın (a.s) mucizeleri vardır ama kavmi istememiştir. O mucizelerle gelmiştir. Musa’nın mucizeleri vardır ama kavmi istememiştir. O mucizelerle gelmiştir. Kavminin mucize talep ettiği tek kişi Salih’tir (a.s). Şimdi o tek kişiyi Allah… Müslümanlara Muhammed’e (a.s) mucize vermediğini belirttiğini ayette söylüyor mu? Bakın Kuran nasıl açıklıyor. Şu söylediklerimi şu raflardaki kitapların hiçbirisinde bulamazsınız. Mümkün değil. Ama Allah’ın kitabında bulursunuz. Bu Allah’ın kitabının olmazsa olmaz metodudur. “Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti” “Size mucizeler göndermemizi engelleyen sadece şu oldu.” (İsra 59) Bizim gelenekte Allah’ı bir şey engeller mi? Geleneğimize göre böyle ayet mi olur? Gelenekteki anlayış bu değil mi? Bu Allah’ın sözü kardeşim… Allah’ı Allah’ın dediği gibi şey yapacaksın. Niye her şey ezelden kararlaştırılmıştır derler. Nereden çıkardınız? Tabi kader inancını ortaya koyacaklar ki suçu Allah’a mal etsinler. Kendi beceriksizliklerini Allah’a fatura etsinler. Ondan sonra “Öncekiler yalanladı da onun için” (İsra 59) diyor. Salih’i (a.s) yalanladılar mı? Ve kâfir oldular mı? Peki, Maide Suresi 101. ayette ne diyor? “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe” “Bir kısım şeyleri sormayın” İstemeyin diyor. “in tubde lekum” “Size gösterilirse” İnerse değil. Salih’in (a.s) kavmine deve gösterildi mi? Karşılarında göründü mü? “tesué’kum” “Sizi sıkıntıya sokar.” Niye sokuyor? “ve in tes’elû anhâ hîne yunezzelul gur’ânu tubde lekum” “Kuran indirilirken bunu isteseniz size gösterilir.” Gelir. Salih’in (a.s) kavmi istediği gibi… “afallâhu anhâ” Burada Allah affetmiştir diye anlam verilmez. Çünkü az öncede söyledim. Mekayisil Lüga, arzu edenler orada da görebilirler. Af kelimesinin asıl kök anlamı terk etmektir. Az önce nehir kelimesine azarlama diye verdikleri anlamda olduğu gibi… “afallâhu anhâ” “Allah o şeyleri sizin için terk etti.” “Bizi engelledi” dediği zaman “terk etti” ile bağdaşan aynı kelime değil mi? Manaları bağdaşmıyor mu? Yani bizi mucizeler göndermekten engelleyen şu oldu derken ben göndermedim demiş oluyor. Mucize göndermeyi terk ettim diyor. “Allah o şeyleri sizin için terk etti.” “vallâhu ğafûrun halîm” “Allah hataları çok örter ve çok yumuşak davranır.” (Maide 101) “Gad seelehâ gavmum min gablikum” “Sizden önce bir topluluk onu istedi.” Hangi topluluk istedi? Salih topluluğu… Allah iki ayrı yerde söyledi. Başka yerlerde de var. “summe asbehû bihâ kâfirîn” “O mucize sebebiyle kâfir oldular.” (Maide 102) Çünkü kestiler. Azaba uğratıldılar. Onlar mucize istediler. Bazıları şunu söylüyor. Allah burada bu ayeti söylüyor, mucize verdiği topluluklar… Mesela Resulullah’tan mucize istenmişti. Gene İsra Suresinde var. Mekkeliler istiyor ama Allah o mucizeyi vermiyor. Bunları doğru tercüme etmişlerdir. Zamandan kar etmek için mealden okuyacağım. Çünkü burada hem Harun Hoca’nın hem de Vedat’ın söyleyeceği çok önemli şeyler var. Resulullah’a ne diyorlar bakın. Mekkeliler diyor ki… “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça; yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça; yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe; yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe; yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız.” (İsra 90) Bu bir mucize talebi değil mi? Bu talebi Mekkeli müşrikler yapmıştır. Ama Allah Maide Suresi 101 de ki emri Müminlere veriyor. “Yâ eyyuhellezîne âmenû” diyerek Müminlere söylüyor. Allah, Mekkeli müşriklerin bu talebini yerine getirmedi. Çünkü Salih kavminin talebini yerine getirdi. Arkasından onlara ceza verdi. Bunların talebini yerine getirseydi, bunlar da Salih kavmi gibi davransaydı bunları da helak ederdi. Hâlbuki Muhammed (a.s) son nebidir. Bazıları “peki, İsrail oğulları niye helak olmadı” diyor. İsrail oğulları mucize istemedi. Bakın Kuranı Kerim’e bir tane yoktur. Evet, Musa (a.s) mucize ile gelmiştir, İsa (a.s) mucize ile gelmiştir ama bu onların talebi değildir. Mekkeli müşrikler talep etti. Allah vermedi. Bu talepleri görmedi. Bizim bu talepleri engelleyen Salih kavmi oldu diyor. Tabi bu ayetler tüm sistemi çökertiyor. Geleneksel sistemi… Mesele anlaşıldı mı? “Eğer Kuran indirilirken Müminler siz isterseniz gösterilir” diyor. O zaman Allah sizin için terk etmiştir dediği zaman terk ettiğinin ne olduğu Kuran’da var mı? İşte bitti. Ayetin anlaşılmayacak bir tarafı kaldı mı? Ben size her zaman söylüyorum. Ayeti doğru anlamak için hoca olmaya gerek yok. Niçin hoca olmaya gerek vardı? Manayı çarpıtmak için iyi hoca olacaksın. Öyle bir çarpıtacaksın ki millet anlayamayacak. Hani hep söylerler. Bir deli bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz. Bende “peki, o taşı akıllı kişi kuyunun tam su gelecek noktasına yerleştirmiş olsa kim onun farkına varabilir? Kırk milyon akıllı o taşı orada göremez bile… Bu tür şeyleri akıllı insanlar yaptığı için birçokları göremiyor. Kötü niyetinden değil. Şimdi buradan şu ortaya çıkıyor. Bakın sonuç… Tefsir kitapları hep buradaki yazılanlarla dolu… “Ya Resulullah her sene mi Hac?” diye sorsa “Her sene desem her sene farz olur.” Farz kılan Muhammed mi (a.s), Allah mı? Kim farz kılıyor? Bu mantıkta olduğunuz zaman siz Resulullah’ın karşısında ona herhangi bir şey sorabilir misiniz? Eğer bu mantık doğruysa ona bir şey sorabilir misiniz? Ne yapacaksın? Susacaksın. Bu kadar ayete rağmen “soru soranı engelleme” ne oldu? Azarlama oldu. Ondan sonra Maide 101. Ayete ve bu gibi ayetlere verilen manadan hiçbir şey anlayamazsınız. Ama sonuçta bizde şu ortaya çıkmıştır. Talebeler hocalarına soru soramaz. Medreselerde soru sormak yasaktır. Ben mesela talebeliğimde imam hatipten geldiğimde öğleden sonraları medreseye giderdim. İmam Hatip’te talebeyken Cumartesi, Pazar medreseye gider, Arapça okurdum. Hocaya bir iki soru soruyorsun, hoca sinirleniyor falan… Bende bir daha soru sormamaya karar verdim. Ama İmam Hatip’te soruyorduk. İmam Hatip’in en iyi tarafı hiç olmazsa bugün ki okullarda sorulabiliyor. İmam Hatip okulunda da son sınıfta bitirme imtihanları vardı. Son kâğıdı jüriye teslim ettim. Jüri Başkanı benimle beraber dışarı çıktı. Abdülaziz, şimdi kâğıtlar okunmadı, imtihan sonuçları da belli değil ama sen kesin geçmişsindir dedi. O zaman üniversiteyi kazanmak İmam Hatipler için hemen hemen imkânsızdı. Sen üniversiteyi de kazanırsın dedi. Ama merak ettiğim bir şey var dedi. Bundan sonra kime soru soracaksın dedi. Kime itiraz edeceksin dedi. Hocam elbette çıkar dedim. Mesela bizim fakülteyi de ben birincilikle bitirmeme rağmen hiçbir hoca bizi yanına bile yaklaştırmadı. Soru sormayacaksın. İstanbul müftülüğüne geldiğimde İstanbul Müftü Yardımcısı olarak tayin edildim. Daha yeni mezun olmuşum. Hakikaten İstanbul Müftü Yardımcısı olduğuma… Önce Ankara’da bir imtihana aldılar. İşte geldik. Evimiz İstanbul’da… Bir zarf geldi. Baktım İstanbul Müftü Yardımcısı olmuşum. Şok oldum. İstanbul Müftülüğü bende müftü yardımcısı… Allah ne biçim şey diye şaşırdım. Üç ay geçti aradan… Bir de baktım ki herkes çekildi. Ben Müftü yardımcısıyım bana ne sandalye, ne masa, ne oda… Hiçbir şey vermediler. Misafirim geldiğinde çaycıya çay söylettiriyorum. Buna çay getirmeyeceksin diye Müftü tembih ediyor. Bir gün baktım ki toplantı yapmışlar. Hiç kimse yok. Bende rahmetli Timurtaş Hocanın koltuğuna oturdum. Ahmet Vanlıoğlu ile geldiler. Odaları da karşı karşıya zaten… Ben zaten nerede boş yer bulursam orada oturuyorum. Ahmet Vanlıoğlu durum çok kötü dedi. Hayırdır dedim. Müftü efendi ya Abdülaziz ya ben diyor dedi. Çünkü fetvalarına müdahale etmeye başladım. Ya Abdülaziz gidecek ya ben diyormuş. Bende ayağa kalktım, Ahmet Bey buradan ben gidersem hepiniz gidersiniz haberiniz olsun dedim. Bir korktular. Bana Müftülüğün en lüks odasını verdiler. Oraya bir keresinde birisi Müslüman oluyordu, Müftü Timurtaş Hocaya git bu kişiye telkinde bulun diye anahtarı vermiş. Timurtaş Hoca da çok canın sıkılıyor git sen telkin ver diye anahtarı getirip bana verdi. Müftü duyup fark etmiş. Gelip anahtarı elimden çekti, bu odaya sen giremezsin dedi. O odayı bana verdi. Sonra Harun Hocam fetva işini bize bıraktılar. Selahattin Kaya müftü oldu. Bende İstanbul Müftülüğüne İstanbul’un önde gelen hocalarını topladım. Amacım sorulan sorular konusunda toplantı yapmaktı. Halil Güneş, 50-100 tane soruları toplarsınız, biz gelip cevap veririz deyince şok oldum. Bizi bu adam memur zannediyor dedim. O sıra Hayrettin Karaman hemen devreye girdi. Hoca o soruları bunlar bize sormazlar dedi. Bunların sorduğu soruların içinden de bir yıl çıkamayız dedi. Sonra 25 kişilik bir istişare heyeti oluşturdum. Hemen ilk fırsatta… İstanbul’un en önde gelen ki en az yirmisini tanırsınız. Bir konu geldi bir yıl sürdü. Ondan sonra ayrıldılar onlar… Zannettiler ki bize 15-20 tane soru getirecek evet, hayır diyeceğiz. Soru sorma kültürü bizim medreselerde olmadığı için bu yanlışlar korunabilmiştir. Bu kitaplardaki yanlışlar korunabilmiştir. Onu eski bir medreseli olarak Harun Hocadan dinleyelim. Yani yaşamış olarak… Sadece anlatmayacak yani yaşadığını nakledecek.
Harun ÜNAL: Elhamdulillahi rabbil alemin. Essalatu vesselamu ala resulüne Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Allah razı olsun hocam. Gerçekten ayetler çerçevesinde olması gereken şekilde bize tüm detayları ile meseleyi aktardı. Fakat köyümüzde bizim bir ilkokul olmadığı için Hıfzı bitirdim. Benim yaşıtlarım başka köylere okumaya gittiler. Bende okuyacağım dedim. Beni de medreseye gönderdiler. Medreseyle tanışmamız bu şekilde oldu. Bu konuda kaynak olarak, destek olarak dayandıkları şey, birçoğunuzun bildiği bir Cibril hadisi var. Müslim’in hemen İman bölümünde belki ilk hadisidir öyle zannediyorum. Cebrail (a.s) bir gün bembeyaz bir elbise ile, simsiyah saçları ile ama uzak bir yoldan geldiği eseri de üzerinde yok. Etrafta tanıyanda yok. Böyle biri geliyor. Doğru Resulullah’ın huzuruna gidiyor. Önünde oturuyor. Dizini Resulullah’ın dizine dayandırıyor. Ellerini kendi dizinin üzerine veya Resulullah’ın dizinin üzerine koyuyor. Bu Hocanın talebeden alması gereken ders babında Cebrail Resulullah’a nasıl öğretmenlik yapılır, öğretiyor. Yorum bu. Bu aynı şekilde ne yazık ki tarikatlarda da vardır. Ki inşallah Vedat kardeşim onu anlatacak. Dolayısıyla dayandıkları bu… Kaldı ki resul ile Cenabı Hak arasında bir melek vardır. Ama talebeyle hoca arasında bu manada bir melek yoktur. Hani icazet müessesi kurumu var ya o icazet kurumu, işin aslında, temelinde şuna dayanır. Allah’tan, Cebrail’den, Hocadan, o onun hocasından, o onun hocasında… Ta ki en son 38:07 38:08 sn. arası anlaşılmıyor. İşte ilim alınacaksa bu şekilde olur. Onun için 1- hocaya soru sorulmaz. 2- Hocaya itiraz edilmez. 3- Hoca ne derse desin doğrudur. Asla ona şu veya bu şekilde bir cevap verilemez. Farklı medreselerde kaldım. Bir örnek olması açısından söylüyorum. Süleymancılar var. Süleymancılık, Süleyman Efendi dediğimiz… Onlar bir tarikat kurumudur. Fakat medrese kültürleri yoktur. Bir süre aralarında kaldım. Ve onlara göre, bütün şeylerde olduğu gibi Süleyman Efendi medrese ve sufilik yani tasavvuf kurumunu birleştiren yegâne kişidir. Ve dolayısıyla Resulullah’tan da neredeyse üstündür. Burada bir örnek olsun diye 1985’te müstear isimle yazdığım, 39:18 sn. anlaşılmıyor. bir iki tane örnek vermiştim. Sevenlerinin ya da talebesinin yazmış olduğu bir şiirini… Bir, iki tanesini size… Saidi Nursi’den de konumuzla alakalı olarak bir örnekte oradan aktarmaya çalışacağım. “Gelin kardeşler biz çekelim zahmeti, Üstazın (Süleyman Efendi) hazır olsun o ali himmeti, Mürşid demiş ona resul hazreti, Süleyman Hilmi gibi sultan bulunmaz.” Sonra devam ediyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Resulullah ona mürşit demiş öyle mi?
Harun ÜNAL: Evet. “İmam hatip dedikleri hatap doğrusu orada yaşayanlar şeytan yavrusu bizleri sorarsan mehdi yavrusu.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Hatap odun demektir. İmam Hatipler odundur diyor. Şeytan yavrusu diyor.
Harun ÜNAL: Şimdi başka bir şiirinden örnek vereyim. “Süleyman derler nerede, Bilemez arşı ala’da, İstanbul’un Şirinyerinde (Karaca Ahmet Mezarlığında), Hakka gitti Üstazımız.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Peki, arşı ala’da ise niye 40:35 40:36 sn. anlaşılmıyor. bekliyorlar?
Harun ÜNAL: “Asrımızın kutbuydu, kitapların hocasıydı, ben bir zata âşık oldum, ismi Süleyman Hilmi’dir. Canımı yoluna koydum, ismi Süleyman Hilmi’dir. Semavatı yere kattı, arşı yere kattı, 40:55 sn. anlaşılmıyor. yere çarptı, ismi Süleyman Hilmi’dir. Kalpleri nurla fethetti, ölüleri ihya etti (İsa a.s), Cihan’ı nura ğark etti, ismi Süleyman Hilmi’dir” diye devam ediyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Zaten bu tarikatların tamamında kendi şeyhleri aslında Nuru Muhammedidir.
Harun ÜNAL: Aynen.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Muhammed’de odur, İsa’da odur hepsi odur. Ama en son kendi şeyhleri şeklinde görünmüştür. Ve aslında Allah ile onların arasında bir paranın yazı turası gibi fark vardır. Yani bu söylediğim bugün ki İstanbul Müftüsü Hasan Kamil’in kendi makalesinde vardır. Yani inanarak şey yapmıştır. Ve Diyanetin Ansiklopedisinde vardır. Karşı çıkanlar ayıplanmıştır.
Harun ÜNAL: Bir örnek daha vereceğim. Hz Üstaz’a diye Said Nursi’ye hitap ediyor. “O rucu sadına hayran mealiktir senin her an” Senin yere göğe çıkışına melekler hayrandır diyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Sürekli çıkıyormuş. Zaten kendisi öyle diyor. Resulullah miraca çıktığı zaman kapıyı açık bırakmış. O da oradan gidip geliyormuş.
Harun ÜNAL: “Bu denli ferru pervazın muhassas bir sana ey can.” Bu kadar göğe gidiş geliş sadece sana özgü, başkasına ait değil diyor. “Kitabı kevn senin için mushafı Kuran’a dönmüştür.” Şu kâinat kitabı senin için Kuran’a dönmüştür. Yani sen Kuran’ı o manada şey yapamazsın. “Okursun dem be dem anı açarsın sırrını hayran” diye devam ediyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Peki, bunların soru sorulmaz meselesi nasıl oluyor? Tabi bu kadar büyük kişilere soru sorulur mu?
Harun ÜNAL: Zaten bunların gerek medrese hocaları olsun, gerekse bu manada tarik yönleri olmuş olsun senin gelişinden hangi amaçla geldiğini çok iyi bilirler.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Kalbini okurlar.
Harun ÜNAL: Onlar işin farkındadırlar. Onun için sorulmaz. Sorarsan ondan feyz alamazsın. Ondan ders alamazsın. Ve sen mutlaka ya bir nifak eri olarak aramıza girmişsin, bir amaçla seni birileri buraya soktu. Ya da sen bir bakıma şeytanın oyuncağısın.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Onun için mi beni Müftülükten atmak istediler.
Harun ÜNAL: Dolayısıyla şimdi bu şekilde o hadisten istifade ediyorlar. Bir diğer şey… Hani talebe hoca münasebetinde şey var ya… Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah her gün erkenden yola çıkarmış. Annesi bir gün tutup yavrum sabahleyin kahvaltı yap öyle git falan demiş. Zar zor tutuyor. Bir süre kalıyor, sonra tekrar erkenden çıkıyor. Niye? Kim gidip hocasının kapısının önünde yatarsa, sabaha kadar beklerse… Kapı açıksa girer. Uyuyorsa yine giremez. Dışarda bekleyecek. Havanın durumu ne olursa olsun. Şartlar ne olursa olsun. İlim öğrenebilmek için bu şarttır. Bu olmadan ilim öğrenilemez. Hemen hemen eski ulemanın bütününde bu sıkıntı vardır. Bu mezhep imamı olarak Ahmed bin Hanbel’de de vardır. Diğerlerinde de vardır. Ve isimlerini bildiğimiz İbn Hacer’in de vardır. Suyuti’nin de vardır. Aklınıza gelen kim varsa… Çünkü bu tür bir durumu bizim için ortaya koyan, müesseseleştiren bu adamlar olmuştur. Çünkü Resulullah (s.a.v) az önce hocamın ifade ettiği gibi, bir defa sahabe bir takım dertleri var, onu soracak. Kuran’dan anlayamadığı bir problemi var, onu öğrenecek. Bunu sorması gerekir. Resulullah’ı aradan çıkarıp kendilerini oraya koyabilmek için… Dolayısıyla bu kurumu ilk kuranlar ne yazık ki hicri 2-3. asırdan sonra bu insanlar şey yapıyor. 45:31 atlama var. Dersini okurken biz şu kitabı okuyoruz varsayalım. Kitabın başından o mukaddime şeklinde olan yerleri okutmazlardı. Çünkü bütün kitaplarda önsözler biraz daha ağdalıdır. Edebidir. Biraz zor anlaşılır. Biraz kafa yormak gerekir. Genelde kitapların bitimi de öyledir. Edebi olan şeylerde durum budur. Hoca kendisi onu bilemediği için işin içinden… Bize ders veren hoca burası müellife aittir diye bırakırdı. Müellife giderdik. Kimsin, sen nereden bunu şey yaptın, kim sana bu yetkiyi verdi derdi.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Sen kim bunu anlamak kim?
Harun ÜNAL: Çünkü kendisi onu bilir. Ne yazık ki bilmediğini de bilmiyor. İşin bu kadar cahilidirler. Keza belki tekrar döneceğiz. İhya’dan da örnekler vereceğim. Hz Musa ile Hızır olayını… İlgili ayetler Kehf Suresinde… Benimle konuşmayacaksın diye şart koşuyor. İr şey sormayacaksın. Ben ne dersem o şekilde cevap vereceksin.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: 46:45 46:50 sn. arası anlaşılmıyor.
Harun ÜNAL: Yorum bu… Dolayısıyla Musa (a.s) aslında bir resul olarak Hızır kadar bir değere sahip değildir. O bile azarlanmaya, o bile dışlanmaya aday biridir. Buradan bütün resuller ve nebiler aslında olayın içerisine giriyor. Yani bu ne diyor? Sakın ha onları dinlemeyin diyor. Onlara yön veren, onları yetiştiren, onlara fikir veren, onları kendi düşünceleri kapasitesi çerçevesinde veyahut o boya ile boyayan… Hani Kuranı Kerim’de Bakara Suresinde “Sıbğatallâh” “Allah’ın boyası” “ve men ahsenu minallâhi sıbğah” “Allah’ın boyasından (damgasından) daha güzeli var mıdır?” (Bakara 138) Ama bunlar için Allah’ın boyasından önce şeyhin veya medrese hocasının boyası gelir. Hocam istersen bir hatıramı söyleyeyim.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Mahmud Efendiyle görüştük. Tabi Cübbeli Ahmet’te oradaydı. Az önce söylediğim Ahmet Vanlıoğlu’da oradaydı. “Meşayihin alnı miratı ilahidir” dedi. Yani Şeyhlerin alnı Allah’ın aynasıdır dedi. Oraya baktığın zaman Allah görünürmüş. Musa (a.s) ya rabbi bana görün sana bakayım dedi. Allah, sen bana dayanamazsın dedi. Aynen bana şunu söyledi. Mürid Musa gibidir, şeyh Hızır gibidir dedi. Yani Musa’yı (a.s) o kadar basite alıyor ki kendi müridi yapıyor. Kendilerini ne görüyorlar, görüyor musunuz?
Harun ÜNAL: Şimdi medreselerde okutulan… Bir de tabi hoca talebe münasebetinden önce o medresede çalışanlar vardır. Yemek işlerine bakan, sabah namaza kaldıran, gece hangi vakit uyunacak… O görevlendirilen kişinin elinde bir takunya veya bir sopa vardır. Onunla bütün öğrencileri bir defa dayaktan geçirir. Sabahın erken saatinde hasta olanı var, kalkamayanı var, bir takım problemleri olanlar var. Ne olursa olsun kalkacaktır. Dayaktan geçirirler. Ve hiçbir zamanda sorgulanmaz. Ama bu arada eğer bölgenin sayılı adamları, biraz cepleri dolu olup da bağış yapanların çocukları varsa dersi bilsin veya bilmesin o icazeti alacak. Onlara dokunma yoktur. Çünkü onların yemleri oradan geliyor. Oradan yemleniyorlar. Bir de işte şu fıkıh kitaplarını okutuyorlar. Şafii mezhebi, Hanefi mezhebi, 49:59 50:00 sn. arası anlaşılmıyor. hangi mezhebe mensup onu okutuyor. Bütün samimiyetimle söyleyeyim. İnanın okuttukları kitabı İmam Şafii’nin Kitabul Ümm’ünü, Risalesini veya İmam Nebevi’nin 50:16 50:17 sn. arası anlaşılmıyor. bunları ele aldıkları zaman bunun Kuran’dan üstün olduklarını zannederler. Kurandan hiç haberleri yok. Buhari, Müslim’in sadece adını duymuşlardır. Fakat kim olduklarını bilemezler. Bu kadar zavallılar… Ve dolayısıyla Buhari’nin kitabını okudun mu? Nasıl bir kitap diye sorsan bilmezler.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: O zaman soru sordurmamakta haklılar…
Harun ÜNAL: Tabi ki… Şöyle bir hatıramı anlatayım. 50:52 50:53 sn. arası anlaşılmıyor. İmam Hatip okuluna 1962 yılında girdim. Benim yaşım 72’dir. Şunu söyleyeyim. O zaman tabiat bilgisi dersleri falan vardı. Tabiat Bilgisi hocamız gençti. Derse girdi. Bir önceki dersimiz Kuranı Kerim’di. Sıraların üzerinde Kuranı Kerim var. Tabi hoca dersine girdi. Bu arada sıra aralarında dolaşıyor. Birisinin sırasına gelip Kuranı Kerimi işaret ederek bu ne dedi. O da Kuranı Kerim dedi. Adamın haberi yok. İnanın medreselerin durumu belki bundan daha acıdır. Belli kesim normal bir takım şeylerden yetişmiş. Onu ayıplamak şey değil. Ama bunlar Kuran adına ortaya çıkıyorlar. İslam adına ortaya çıkıyorlar. Ne İslam’dan haberleri var. Ne imandan haberleri var. Aynı “Gâletil ağrâbu âmennâ, gul lem tué’minû” “Çöl arapları: “İnandık” dediler. De ki “Henüz inanıp güvenmediniz.” (Hucurat 14) Yani bunları bile bilmezler. İşin farkında değiller. Bu şekilde… Bir şeyi tenkit ettiğiniz zaman, bir konuyu dile getirdiğiniz zaman İmam Şafii böyle demiş, sen kim oluyorsun diyorlar. Suyuti böyle demiş. Tefsir kitaplarını isim olarak sorun bilmezler. Tek bildikleri ki adına tefsir dedikleri tefsir değildir. İki tane Celal tarafından yazılmış. Biri öldükten sonra… Celalettin Suyuti… Yani İmam Suyuti… Birisi mahali, birisi Suyuti diye bilinir. Onun birlikte yazdıkları Celaleyn… Bu tefsirlerin anası derler. Tefsir değil. Yani bugün kelime tefsirini yazanlar samimi olarak söylüyorum o gün ki hocaların çok ilerisinde bir takım şeye sahipler. Ve bunları bize ilim olarak öğrettiler.
Sadece bir örnek vereyim. İmam Suyuti’nin birçok kitapları var. Ama inanın kendi kendisiyle çelişen birisidir. İki cilt halinde Camius Sağir’i vardır. Tek cilt olarak da çıkmıştır. Bunun önsözünde “Ben bu kitabıma bir tane zayıf, mevzu bir tarafa şu veya bu değil bütün sahih olanlarını aldım” diyor. Tek çürük bir rivayet almadım diyor. Kitap üzerine tahric yapan, araştırma yapan çağdaş ilim adamları baştan sona o tespitleri yapıyorlar. Ama hocam malumunuz olduğu gibi onlar kim oluyor, Suyuti kadar… Adam kendi yanlış şeyler…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yani onların zayıf olduğunu ortaya çıkarıyorlar.
Harun ÜNAL: Buna rağmen onu şey yapıyorlar.
Şimdi Gazali ne demiş? Adabul müteallim vel muallim… Yani öğrenci ve öğretmen… Talebe ve Hoca ilişkisi… Birinci cümle diyor. Şimdi kısa bir iki cümleyle hemen onları geçeyim. Nasıl ki namaz kılmak için beden temizliği gerekli ise öğrenim görebilmek için kişinin kalbini ruhunu veya nefsini hocasının eliyle yıkaması gerekir. Esasen bununla ilgili farklı kitaplar var. Çok daha farklı güzel şeylerde var. Gazali eserlerine mistik bir hava vermiştir. Yani daha çok tasavvufi bir zihniyetle öğrenci… Zaten “el munkızu mined dalaleh” de Dalaletten, sapıklıktan dönme diye yazdığı bu eser ile daha da dalalete girmiştir.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Hocam zaten Gazali bu kitabında “Evliyanın kalbi ayna gibidir. Levhi Mahfuz’da olan her şeyi olduğu gibi alır” diyor. Ama zavallı nebiler ne yapsın, Cebrail ne getirirse onu alır. Tabi o zavallı kelimesini ben katıyorum. Nebiler ancak meleğin getirdiğini alır ama onlar ne varsa onu alırlarmış. Onun için onları anlatıyordur burada…
Harun ÜNAL: Şimdi bu kitabı (İhya) birçok kişiler Arapçadan Türkçeye tercüme etmişlerdi. Bu kitabı baştan sona tercüme edenlerden biri de benim… İhya’yı baştan sona tercüme eden bir kardeşinizim. İçinde Allah için şu doğrudur denecek bir sözü yoktur. Almanya’da Berlin’de bulunuyorum. İlk gönderdiler oraya… Yolda tanışıyoruz. Şu kitapları çevirdik, şöyle yaptık falan… Oo hocam deyip övmeye başladılar. Bak beni övmeyin iki gün sonra bana söveceksiniz dedim. Ve nitekim öyle oldu. Berlin’de o camiden o camiye sabah akşam uyutmuyorlar. Cemaat geliyor, Harun Hoca geldi diyorlar. Ya bunu yapmayın diyorum. Birkaç gün sonra tabi renkler değişti.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yanlışları söylemeye başlayınca…
Harun ÜNAL: Ramazan’da girdi. Bölge emirinin nezaretinde bu akşam bütün din görevlileri filan yerde toplanacak, sizi de bekliyoruz dediler. Gittim, adamların tamamı benim için bilenmişler. Hocam konuşuyorlar, konuşuyorlar, adres gösterin diyorum. Biraz sonra diyorlar. Gösteremediler tabi… Kısa geçeceğim. Burada Gazali’yi tenkit etmişim. Diyanetin çıkardığı Diyanet Vakfı’nın mealini göstererek kaç kişiniz Kuranı Kerim’i baştan sona okudunuz demiyorum, meal olarak okudunuz? O Vehhabilerin mealidir aman ha okumayın dediler. Kimse yanaşmıyor. Ama İhya herkesin elinde… Türkiye’de Türkçeye çevrilmiş kaç tane meal var dedim. Ben bir meal çıkmışsa araştırırım, alırım, mümkün olduğunca okurum, kütüphaneme koyarım. Bir tane çıkmadı. Ama İhya’ya gelince… Onu da okudukları yok ama savunuyorlar. Peki, ben İhya’yı okumadım dedim. İçinizde İhya’yı okuyanınız var mı dedim. Birisi el kaldırıp ben okudum dedi. Şimdi İhya’yı tenkit noktası var ya… Bakınız İhya’yı tenkit edecek birisi varsa o da benim dedim. Çünkü İhya’yı baştan sona Arapçadan Türkçeye çeviren bir adamım dedim. Gazali’nin kaç paralık adam olduğunu sizden çok iyi bilirim dedim. Allah’ın kelamıyla ters düşen, şirkin içinde olan bu insana… Neticede o an için teslimiyet gösterdiler. Hocam sen bize haftada bir defa seminer ver dediler. Yok dedim. Ben haftada size iki seminer vereceğim ama sizden bir seminer istiyorum dedim. Tabi ne ona yanaştılar, ne diğerine… Şimdi burada işte o Gazali’nin İhya’sı…
Burada 3. vazife olarak ilim öğrenirken öğrenci asla hocasına karşı gurur ve kibir içerisinde olmamalı. O ne derse onun atının veya bindiği hayvanın yularını tutabilmeli. Şöyle yapmalı, böyle yapmalı diyor. Ve bir gün Şabi’nin anlattığına göre Zeyd bin Sabit namaz kılıyor. Bir cenazenin namazını kıldırıyor. İbn Abbas’da oradadır. İş bittikten sonra Katır’ını getiriyorlar, Katırına binecek. İbni Abbas hemen koşarak… Zeyd bin Sabit ilim adamı ya… Onun yularını tutuyor. Ya sen peygamberin amcasının oğlusun, nasıl olur falan diyor. Yok sen ilim adamısın, Resulullah böyle dedi diyor. Zaten burada da onların zayıf olduğunu, hadis olmadığını şey olarak söylüyor. Ama bunlar ne yazık ki hadis olarak aktarılıyor. Dolayısıyla atını bindirmesine vesile oluyor. Ama kendisi de Resulullah ehli beytime elini kim öperse o da böyle olur diyor. O da inip onun elini öpüyor. Şimdi talebe hoca münasebeti onlarda bu şekildedir. Bir insan hiçbir zaman bir kimse ondan bir şeyler kazanmak için yaltaklanmamalıdır. Tabir bu. Ama talebe hocasına yaltaklanmalı bu caizdir. Onun ilmini alabilmesi için her kılığa girebilmeli… Kapısının önünde uyumalı. Az önce söylediğimiz Kahf Suresi 67-68 ve diğer ayetleri… Keza Nahl Suresi 43. Ayette “eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun” diyor. Onları zikir ehli olarak kabul ediyorlar. Kuranı Kerim’in dediği manada değil.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ama Kuran sorun diyor, bunlar sormayın diyor.
Harun ÜNAL: Yani bunlar öyle…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Peki, hocam Allah razı olsun. Birazda Vedat’ı dinleyelim.
Vedat YILMAZ: Ben Harun Hocanın söylediklerine birkaç örnek vereceğim. Mehmet Zahid Kotku vardır. Mehmet Zahid Kotku, Gümüşhanevi’nin öğrencisidir. Ve İskender paşa cemaatinin de şeyhi kabul edilir. Onun kendi yazdığı eserden okuyacağım. 1981 basımı bir eser… Yani eski eserlerdendir. Bugün piyasada çok değerli bir eserdir.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ölmeden önce…
Vedat YILMAZ: Seha Neşriyatta zaten o cemaatin kendi neşriyatıdır. Öyle yabancı birisinin bastığı bir kitap değildir. Kitabın ismi de Tasavvufi Ahlaktır. Yani sözde şeyh ile mürid arasındaki ahlakı anlatıyorlar. “Bir kimse Allah yolunda kendisini teslim alan bir şeyhe teslim olursa şeyhin Cenabı Hakkın kapılarından bir kapı itikat etmesi lazımdır. Şeyhi bu mertebede görmek mertebelerin en ednasıdır.” Bakın Allah’ın kapılarından bir kapı görmek en ednası…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Kapıdan girmeden Allah’a ulaşabilir misiniz? Haşa! Sanki Allah bir yerde oturuyor. Bu da kapı… Onların kontrolünden geçeceksiniz.
Vedat YILMAZ: “Şuna da inanmalıdır ki şeyhten kendisine ne gelirse onu Cenabı Haktan bilmeli şeyhten bilmemelidir. Eğer hayır gelirse Cenabı Hakkın ona hidayetidir. Şer gelirse Cenabı hakkın imtihanıdır. Şu halde Salik’in şeyhini Babullah bilmesi birinci derecedir. İkinci derece Salik’in şeyhini mazharı esmaullah ve sıfatullah bilmelidir.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Salik dediği mürid… Mazharı esmaullah ve sıfatullah, Allah’ın isim ve sıfatlarının ortaya çıktığı kişi demektir. Yani Allah’ın bütün özelliklerini taşıyan bir kişi… O ne olmuş olur? Allah olur değil mi? Öyle bilmelidir diyor.
Vedat YILMAZ: “Cenabı Hakkın emir ve nehiyleriyle mükellef olan kimse nasıl teeddüb ederse o da şeyhinin yanında öyle teeddüb etmelidir ki bu orta derecedir.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ortası bu…
Vedat YILMAZ: “Üçüncü derece” En son derece artık… “Salik şeyhini asla görmemeli, onun yerine Cenabı Hakkın sıfatlarını görmelidir.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Artık şeyh değil o. Allah o. Ondan dolayı şeyhin yüzüne bakmak da yasaktır. O Allah olduğu için… Haşa!
Vedat YILMAZ: Yine aynı kitapta şu ifadeler geçiyor. “Mürid şeyhinin terbiyesinde ğassalın elindeki ölü gibi olmalıdır ki o şeyh müride istediği gibi hareket edebilsin.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yani ölü yıkayanın elinde ölü gibi olmalı diyor. Ölü kendini yıkayana itiraz edebilir mi? Hiç itiraz yok.
Vedat YILMAZ: Son olarak da şunu okuyayım. Tarikat yapılanmalarının içine belki giren vardır, girmeyen vardır.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: 01:03:51 01:03:52 sn. arası anlaşılmıyor.
Vedat YILMAZ: Bende Süleymancıların arasında kaldım. Nasıl bir yapı olduğunu Mehmet Zahid Kotku çok güzel anlatıyor. “Adabı sohbet şunlardır.” Yani bir şeyhin dersine gidiyorsunuz. Bunun adabı, ahlakı nasıl olmalı? “Evvele mümkün ise gusül ile, olmazsa taze bir abdest ile iki rekat namaz kılmak.” Sadece sohbete yani dinlemeye gidiyorsunuz. “Fukaraya sadaka vermek. Günahlardan ve kötü huylardan tevbe etmek. Kalbini hatıralardan pak etmek. İçeri girmek için izin istemek. Eğer izin olursa tazim ile huzura girmek. Ve edebe riayetle beraber niyeti halısa girmek. Ellerini öpüp arka arkaya geri çekilmek. İzin verilmedikçe oturmamak. İzin olmadıkça konuşmamak. Ve şeyhin yüzüne sebepsiz bakmamak. Mahfi vücud edip sükut üzere oturmak.” Yani olabildiği kadar iki büklüm olacaksınız. “İzin verilse dahi az konuşmak. Hatırını evham ve hayalattan muhafaza etmek.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Akla hiçbir şey gelmeyecek.
Vedat YILMAZ: “Şeyhin sohbetine candan kulak verip dinlemek ve hüsnü kabul etmek. Anlayamadığı bir şey olursa onu kendi kusuruna hamletmek. Ben anlayamadım demek. Hiçbir suretle şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat’iyyen îtiraz etmemek.”
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: İtiraz yasak…
Vedat YILMAZ: “Şeyhin kelâmını hakdır, diye îtikad etmek ve sözlerini zabt edip muhafaza etmek; sonra yalnız kalınca mülahaza edip muktezasıyla amel etmek. Sohbet bitince çok oturmayıp, hemen kalkıp izin istemek ve ellerini, dizlerini öpüp geri geri gitmek. Evine varınca iki rekât şükür namazı kılmak, şeyhine dua etmek.” Yani böyle bir ortam var.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yani ne medresede kişilik var, ne tarikatlarda kişilik var. Tabi bu hale getirilmiş olan İslam Alemi’nin karşısında Avrupalılar ne zamanki kilisenin baskısından kurtuldu. Bu Fransız İhtilalini yaptılar. Birazcık kendi fıtratlarına geldiler. Yani insanlıklarını keşfettiler. O zaman baktılar ki Müslümanlarda hiçbir şey yokmuş. O zamana kadar Müslümanlardan korkuyorlardı. Çünkü Müslümanlar Allah’ın dininden uzaklaşalı asırlar olmuştu da bunlar farkında değillerdi. Bugünde Müslümanlar birazcık akıllansalar, azıcık akıllansalar ya batılıların milleti ekonomi diye nasıl saçma sapan sömürdüğünü anlar anında onlara karşı zaferlerini elde ederler. Ben gerçekten bu haberleri artık kapatıyorum. Dinleyemiyorum. İlgililer şu sözlerime çok dikkat edin. Adam ekranda iki tane yazı yazacak, onu sana para diye gönderecek sende memlekete yabancı para geldi diye sevineceksin. Adam ekrana yazdığı rakamlarla senin bütün malını boşaltıyor. Ekonomiyi bu kadar bilemeyecek insanlar nasıl olabiliyorlar. Gerçekten benim aklım almıyor. Ya bu rakamlara memleketi boşalttırıyorsunuz bir de çıkıp ülkemize para geldi diyorsunuz. Ne parası ya? Para diye bir şey mi var bugün? Birazcık akıllanın. Batı birazcık kendine geldi, İslam Aleminin beş para etmediğini gördü. Müslümanlar azıcık kendilerine gelseler bugün dünyaya hakim olmak kadar kolay bir şey yoktur. En kolay şey odur. Ama Müslümanların akıllarını başlarına almaları lazım. İşte o yapıdan şimdi inşallah… Biz kendi vazifemizi yapacağız. Kim ne yaparsa yapsın. Allah yardımcımız olsun. Şimdi biraz ara veriyoruz. Soru cevap faslına başlayalım.