ABDULAZİZ BAYINDIR: Bugün işsizlik konusu üzerinde duracağız. Biliyorsunuz Fransız ihtilalinden sonra oluşan yenidünyada kilisenin yapısı devletlere ve şirketlere monte edildi. Tüzel kişilik diye bir kavram icat edildi. Tüzel kişilik dediğimiz; gerçekte olmayan ama kanuna göre var sayılan bir kişiliktir. Bu tüzel kişiliğin başında devlet var. Sonra devletin çeşitli kurum ve kuruluşları var. Sonra şirketler ve sivil toplum örgütleri var. Devletten başlayacak olursak, her ne kadar batılılar insanlara hürriyet pompalasalar da en sevmedikleri şey hürriyettir. Batılılar hürriyeti asla sevmezler. Ama öyle bir yapı oluşturmuşlardır ki hapishanedeki bir kişinin kendi koğuşunda duvardan duvara rahat bir şekilde yürümesini hürriyet sayması gibi… İnsanlar da kendine tanınmış olan dar çerçeve içinde rahatça hareket edince kendilerini hür hissetmeye başlamışlardır ve sürekli de hürriyet pompalanarak bir çeşit vücuda sürekli uyuşturucu verilerek rahat düşünmesi de engelleniyor. Aslında yeni devlet yapısı tamamen teokratiktir. Teokratik yapıda: mesela siz kilisede Papa’ya bir şey soramazsınız. Papa, “la yus’el” dir. Yani bugün ne deniyor? Bizim devlet yapısı içerisinde “dokunulmaz” deniyor. Şimdi Papa nasıl dokunulmazsa, Papa’nın altındaki kardinaller nasıl dokunulmaz ise başbakan, bakanlar. Daha aşağı doğru inin kiliseler nasıl dokunulmaz ise devlet kurum ve kuruluşları o şekil dokunulmazdır. Ve o kanun ve kararnameleri alan milletvekilleri dokunulmazdır. Devletin içerisinde çalışan memurlar dokunulmazdır. Tabi her birisindeki dokunulmazlık tarifleri arasında farklar var. Sonra Parlamento istediği kanunları çıkarabilir. Onu denetleme konumunda olan anayasa mahkemesi. Peki halk? Her bakımdan dokunulurdur. Polis de dokunulmazdır, mahkemeler de dokunulmazdır. Yani yargı da dokunulmazdır. Bu yapı içerisinde tam bir teokratik devlettir. İstediği kanunları çıkarabilir. Tabi arkasından da “efendim biz kanunlara uyuyoruz” der. Uyduğun kanun, senin çıkardığın kanundur. Bunun bir evrensel niteliği var mı yok mu denetlemenin bir anlamı yok. Her şeyin kuralını sen koyarsın, her şeyin yapısını sen oluşturursun. Ondan sonra da insanlara dersin ki hürsün. Şimdi bu yapı içerisinde adına İslam alemi denen alemin kendi kitabından tamamen uzaklaştığını zaten her derste görüyoruz. Onun için bizim derslerimizi dinleyenler bunu görür. Sünni ve Şii dediğimiz mezhepler, İslam’ın problem çözme niteliğini tamamen ortadan kaldıran, hikmetsizlik konusunda yüzde yüz ittifak halindedirler. Problem çözme diye bir şey yok. Onun için bugün siz bakın İslam alemine, bu kadar üniversiteler vardır, bu kadar medreseler vardır, bu kadar eğitim ve öğretim kuruluşları vardır ama Müslümanların problemini çözen tek bir kuruluş yoktur. Bunlar sadece çözümsüzlük üretirler. Ürettikleri çözümsüzlüğe de kutsallık vermek için bazı ayetlerden küçücük parçacıklar alarak kendi görüşlerini sanki dinin görüşüymüş gibi insanlara takdim etmeyi de çok büyük bir şekilde başarırlar. Bu yapı içerisinde zaten çökmüş olan İslam alemi, batının karşısında, kısmen Allah’ın ayetlerine yönelmiş olan batı karşısında hiç bir varlık gösterememiş. Şimdi bakın biz şu anda bundan iki asır öncesinin hatta bir asır öncesinin halifeliğinin bulunduğu bir şehirde oturuyoruz. Şu anda Süleymaniye Camisi’nin yanındayız. Süleymaniye Camisi, Kanuni Sultan Süleyman tarafından yapılmıştır. Hemen biraz ilerimizde Topkapı Sarayı vardır. Yani halifeliğin merkezi. Yani İslam aleminin halifeliğinin merkezi olan İstanbul’da biliyorsunuz bir zamanlar çok yakın bir zamana kadar kadınlarımızın başlarını örtmesi bile yasaktı. Yani İslami görüntüye insanlar tahammül edemiyorlardı. Mesela ben İstanbul Üniversitesi’ne girerken sakallı olduğumdan dolayı çok ciddi bir problem yaşanmıştı. Ben de kesinlikle kesmem dedi sonrs girdik. Arkasından sakalımızı kestirmek için büyük bir şey var. Bir sürü sakallı insanlar var ama bizimkisi Müslüman görüntüsü veriyor. Ben dedim maden siz bundan rahatsız oluyorsunuz kesmem dedim. Çünkü Müslüman görüntüsünden rahatsız oluyorsunuz. Şimdi bugün artık birazcık o şeyde gevşemeler oldu ama Müslümanlar henüz Müslümanlığının farkına varmaya başlamadılar. Şimdi Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla dağıtılmış bir broşürde Erdem Uygan biraz önce okudu, Resulullah’a 201 tane isim vermişler, her biri C. Hakk’a ait isimler. Yani haşa peygamber Allah’ı döver! Özeti bu. Ve dün camide dağıtmışlar. Şimdi İslam’ın merkezi olan yerde bulunuyoruz, İslam diye bir şey yok burada. Ve dikkat ederseniz hurafelerin biri bin para. Mesela ben bu sabah gerçekten çok üzüldüm. Hakikaten çok üzüldüm. Namazdan çıktı Süleymaniye Camii’nde, caminin arka bahçesinde boğaza doğru şöyle bir hava alayım dedim. Baktım 40-50 kişi kadar güneşin doğuşunu takip ediyorlar. Epeyce de alet edevat yığılmış. Sonra baktım bir tarafta da masalar var. Sordum be ne? Efendim dediler Kültür Bakanlığı’nın bir projesi var İstanbul’u tanıtmak için. Doğuşu ölçmek için koskoca bir ekibi yığmak mı gerekiyor? Sonra düşündüm. Biz buradan defalarca kutuplara gittik İslam aleminin büyük bir problemini çözmek için. Bize destek vermeyi bırakın ikide bir ayaklarımızdan çekip yüzüstü düşmemiz için, ağzımızı burnumuzu kırmamız için elden gelen her şey yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Şimdi öbür taraftan İstanbul’un nesini tanıtacaklarsa kim bilir ne kadar paralar harcanıyor. Biz borç alarak gidiyoruz, kimseden beş kuruş istemiyoruz ama bizi engellemek için her şey yapılıyor. Şimdi bu nereden kaynaklanıyor? İşte bu teokratik yapıdan kaynaklanıyor. Çünkü insanlar hür değil. Bize diyorlar ki; siz hür olmaya çalışıyorsunuz, biz müsade etmeyiz. Ne yaparsanız emrimizde yapacaksınız. Şimdi ben bunu söylediğim zaman diyecekler ki; kardeşim Tübitak’a müracat etseydin. Şimdi Tübitak başkanını da tutukladınız. Onlar bize onay verirler mi? “Efendim şuradan proje al”. Kardeşim biz o projeleri size sunduğumuz zaman siz kendi emrinize uygun şeyler yapacaksınız. Bu da bizim çalışmamızı engeller. Yani yapı ne? Ben sana niye proje sunayım kardeşim? İşte bugün hürriyetten yoksun bir yapı. Bu yapı, kendisine köle yetiştiriyor. Türkiye’de bu uygulanıyor da Türkiye bu yapıyı alırken efendim Müslümanların zaten varlığı diye bir şey kalmamıştı. Her şey bitmişti. Bunlar geldiler oturdular. Ve dikkat ediyorsanız yani Türkiye kendisini sömürenlerden o kadar mutlu ki Avrupa değerlerini ağızından bırakmıyor. İşte Avrupa değerleri bunlar. Avrupa değerleri insanları köleleştiren değerlerdir. Çünkü Avrupa’nın tek değeri vardır sömürme. Onun dışındakilerin her birisi o sömürüyü kolaylaştıran şeylerdir. İşte bu ilgisizlik de sömürünün sonucudur. Dikkat ederseniz bir eğitim sistemi var. Şimdi size soruyorum, ilkokulda okula girdiniz, üniversiteyi bitirdiniz. Zeki birisiniz, master ve doktora yaptınız. Ve iş bulamadınız. Ne iş yaparsınız? Hangi işten anlarsınız? Bu yapı ne yetiştiriyor? İşsiz adam yetiştiriyor değil mi? Bu yapı işsiz adam yetiştiriyor. Kendine köle yetiştiriyor. Zaten o okullarda da o bilgilerin her birisi hormonlu bilgidir. Zaten onların bilgi sürekli şüphelidir. Kendi istediği tipte kafa yapısını oluşturmak için sürekli pompalanan yanlış bilgiler. Biz de o İslam diye öğretilen yanlışlarla yetiştik. Onu her defasında sorguluyoruz Allah’a şükürler olsun. Ama daha önceki yapıda bunu sorgulatmazlardı. Bugünün iyi tarafı hiç olmazsa bu var iyi tarafından. Hiç olmazsa bu var. Eğitim sistemi, kendisinin çalıştıracağı adamlar yetiştiriyor. Müteşebbis adam yetiştirmiyor. Mesela ben kendi hayatıma bakıyorum. Allah rahmet etsin baba tabi daha önceki yapının yetiştirdiği bir kişi olduğu için maddi olarak hiç bir ihtiyacı olmamasına rağmen, maddi durumu çok iyi olmasına rağmen bana naneli şeker sattırmıştı. Simit sattırmıştı. Gazoz sattırmıştı. Ben şimdi ondan dolayı o kadar dua ediyorum ki Ona. Allah razı olsun. Yani daha ilkokuldayken para kazanmanın nasıl olduğunu görmeye başladım. Ve bizim ilkokul 4. sınıftan itibaren ben şahsen tatil nedir bayram tatilleri dışında bilmiyordum yani. Hatta bayram tatilinde bile Erzurum’da odun, kömür, kereste işi yaptığımız için odun almaya gelenler olduğundan dolayı adamların ihtiyacı var. Biz nöbet tutardık iş yerimizde. Gece, gündüz hiç şey yok. Şimdi ondan dolayı çok şükürler olsun ticari hayatın içerisinde büyüdük. Mesela üniversitede babamı iflas ettirdiler, 5 yıl boyunca 100 lira verebildi bana. Onu da istemiyordum, annem dedi oğlum çok üzülüyor baban. Aldım. Ama çocuklukta ticareti çok iyi öğrendiğim için Allah’a şükür sadece Şubat tatillerinde İstanbul’a gelişte bu ticari kabiliyetimi kullanıyordum. Benim bütün masraflarımı karşılıyordum, bizim evin kışlık gıdasını karşılıyordum, ayrıca da babama 13 bin lira para verdim o günün parasıyla. Çünkü ben üniversiteyi bitirdiğim zaman Diyanet’te görev almamak benim için çok daha iyi. Hatta işte buraya geldiğim zaman tatillerde pazarlarda pazarcılık yapıyordum aileye katkıda bulunmak için. Mal alım satımını gayet iyi biliyorum. Bugün rahmetli babam beni kendi geleneksel kafa yapısına göre yetiştirmeseydi üniversitede ne yapacaktım ben. Üniversiteyi bitirdikten sonra devlette iş bulmasaydım ne yapacaktım. İşte bugünkü devlet, bu teokratik yapı insanların kabiliyetini geliştirmesini engelliyor. Müteşebbis adam istemiyor. Kendi gayreti ile üretim yapacak adam istemiyor. Zihinsel köle istiyor. Ben iş verirsem çalışacaksın yoksa yok. Ya devlette çalışacaksın ya o tüzel kişilik olan şirketlerde çalışacaksın. O da kendi içinde teokratik bir yapıya sahip. Bu teokratik yapının en önemli tarafı da şudur: bir genel kurul olur, o genel kurul sizi aklarsa yaptığınız yanınıza kâr kalır. Böylece yaptığınız yanlışlardan sorumlu olmaktan da kurtulursunuz. Yani o dokunulmazlık normal hayatınıza da yansır. Bu yapı öyle bir şeydir ki devletin mesela işte vergi apayrı bir olaydır. Bugün dikkat ederseniz asgari ücretli adamdan da vergi alınıyor. Bırakın asgari ücreti adamın bir ekmek alacak kadar parası yok, bir ekmek parası verdiği zaman o ekmekten vergi alınıyor. Ya bu ne oluyor kardeşim? Bu ne? Öyle bir yapı oluşturulmuş ki insanlar her şeyiyle bağlı. Peki kime bağlı? Devlete mi? Hayır. Faiz sistemi sebebiyle o para babalarına. Devlet de o para babalarının emrinde. Sizin o büyük büyük gördüğünüz şirketlerin sahipleri de onların emrinde. Çünkü onlara para vererek esirleştiriliyorlar. Faizin yaptığı en büyük tahribat. Dolayısıyla hani ipin ucu puştun elinde. Hayır, ipin ucu puştun elinde olsa biraz direnirsin. Getirmiş can damarını sıkıyor adamın. Direnme şansı yok. Şimdi bu yapı Müslümanlar tarafından bozulması gereken bir yapı. Bu tam bir şirk yapılanmasıdır. Şirk yapılanmasında ne var? Doğru yolun üzerine şeytan oturur ve sana kötü şeyi güzel gösterir. Ondan sonra da Adem(as)’ın da şey yaptığı gibi Mustafa Evli demin anlatıyordu. Ne söylüyordun bir söylesene. Güzel bir şey anlatıyordun. Bir de bugün mesela bir sağlık sömürüsü var uluslar arası. Onu biraz sonra Hakan’dan ithalat-ihracat şeyini şey yaptığımız zaman.
MUSTAFA EVLİ: Ben meseleyi gözlemlerimi şey açısından görüyorum. Tıbbi sömürü açısından görüyorum. Ya da incelediğimizde bakıyoruz ki tıp dünyası sömürü aletlerinin en baştaki enstürmanlarından bir tanesi halinde.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yok iftira etme en baştaki sömürü dindir bir kere.
MUSTAFA EVLİ: Tamam o zaman Hocam birinciden sonraki.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Gerçekten öyledir. Herkesin yumuşak karnıdır. En büyük sömürü din sahasındadır. Bunu da dine bağlayacaksın herhalde.
MUSTAFA EVLİ: Evet. Sizin söylemlerinizin içerisinde eğitimden bahsettiniz. Hakikaten devletin içerisindeki en büyük harcama kalemlerinden bir tanesi de eğitime harcanan masraflardır. Bunun içerisinde savunma sanayi var, bir de sağlık sektörü var. Yani bunların üzerinde başka bir harcama kalemi yok devletin içerisinde. Dolayısıyla burada ciddi bir sömürü potansiyeli zaten mevcut. Bunu da dibine kadar sektör maalesef kullandığını görüyorum şahsen. Sağlık sektöründe şöyle genel bir yapı var maalesef. Bir kere şeytani bir korku pompalanıyor insanlara. Bunu nerede görüyoruz en çok? Mesela bir reklam izliyorsunuz. Reklamda diyorlar ki; gelin sizi bir sağlık kontrolünden geçirelim. Çok masumca bir şey. Siz kanser de olmuş olabilirsiniz. Farkında değilsiniz. Farkına varırsanız zaten geç olmuş olur. Böyle derler. Bir kere sizin içerinize kurt atarlar böylelikle. Siz ne yaparsınız? Artık tam onların, korkuya kapıldıysanız gittiyseniz öyle bir teste artık onların pençesine düşmüş bir yemsiniz. Oradan sonra artık sizin bütün verileriniz alınır, sağlık taramalarınız yapılır. Kanser bulunmasa bile sizde birçok eksiklikler bulunur. Onun üzerinden ciddi bir gelir kaynağına kapı açmış olursunuz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İyi de bir radyasyon alır müstakbel hasta olursunuz.
MUSTAFA EVLİ: Şanslıysanız zaten. Şanssızsanız zaten size bir takım ilaçlar verilir. Ben onu şahsen şöyle görüyorum: şeytani vaadler diyorum ona. Şeytani vaadlerde de şöyle bir şey vardır: gelin size daha sağlıklı daha güzel uzun ömür verelim. Aynen şeytanın Adem (as)’a cennetteyken ki durumuna benziyor. Size sonsuz bir hayat vereceğim, daha rahat bir hayat vereceğim vaadiyle..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ne diyor; ölümsüzlük ağacına ve sonsuz bir saltanata sizi şey yaparım. Sonsuz saltanatı iktisatta gösteriyorlar. Efendim faizi alırsan şöyle şöyle olacak diye. Onu da Mustafa Arslan söylüyordu. Onun da güzel bir tespiti vardı. Ne diyor? Ölümsüzlük ağacı. Bu da diyor ömrünü uzatacağız.
MUSTAFA EVLİ: Oradaki meyveyi yedirince size şeytan, tıp dünyasında da ben bunun müadili şey görüyorum. Verdikleri ilaçlar, vitamin hapları falan bunları da o guruba koyabiliriz. Artık ondan sonra zaten hayatınız başlıyor şaşmaya. Yani ondan sonra işinizi düzeltmek, o girdaptan çıkmak neredeyse bir insan için imkansız hâle geliyor. Ancak çok derin bir tevbeden sonra çıkarsanız çıkarsınız ama geldiğiniz yere ulaşmanız biraz zor olur. Bunlar gözlemlerimiz. Bununla ilgili çok örnekler var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Almanya’da bu konu ile ilgili zaman zaman anlatıyordun. Bir ekipten bahsediyordun.
MUSTAFA EVLİ: Evet Hocam, çok farklı bir bakışla bakıyorlar da. Onlar bir örnekten hareket ediyorlar. Biyolojiyi tanımlıyorlar. Biyoloji, bizim biyoloji dediğimiz normal geleneksel tıbbın ötesinde bir yapı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir de mahkeme örneği vermiştin. Hatırlarsan eğer.
MUSTAFA EVLİ: İsterseniz önce onu anlatayım. Kanser testine tabi tutuldunuz ve kanser teşhisi konuldu. Ne yapılıyor size? Doktor şunu size mecburen şart koşuyor. Sunuyor daha doğrusu. Sunmazsa doktorluğu elden gitme durumu var. Size diyor ki; kemoterapi yapalım size. Bir kere bunu sunmadığı zaman doktor, doktorluğundan oluyor. Doktor lisansını kaybetmek durumunda kalabiliyor. Dolayısıyla mecburdur onun kemoterapiyi sunması. Siz kabul edersiniz etmezsiniz ayrı bir konu ama o sunar. Tabi ki sunulan kişi bunu tek çare olarak görüyor genelde ve kemoterapiye kendisini tabi tutuyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kemoterapi dediğimiz ilaçlı tedavi oluyor değil mi?
MUSTAFA EVLİ: Radyasyonlu kimyasal. Hatta radyoaktif şeyler de var. İkisi de var. Yani böyle son derece zehirli bir tedavi yöntemi. Bilhassa şöyle bir sonuç. İstatistiklere bakıldığında kemoterapiye tabi olan hastaların yüze 90’ı beş yıl içinde öldüğü yani ölümle sonuçlandığı biliniyor. Bu konu bir kere mahkemeye de taşınmış. Bir üst mahkeme hatta. Mahkemede şöyle bir karar var. Deniliyor ki; ey bilim dünyası. Siz bu kemoterapiyi hastalara öneriyorsunuz da neye dayanarak öneriyorsunuz. Sizin bu bilimsel kriterlerinizi lütfen mahkemeye getirin, biz sizin işinizi doğru yapıp yapmadığınızı bir görelim. Maalesef mahkemeyi tatmin edecek bir çözüm sunulamıyor. Bilgi olarak aktarmış olalım. Tıbbın geleneksel yapısı veya şu anki uygulanan tıp hakikaten son derece sıkıntılı bir durum. Sömürmenin en kolay yöntemlerinden bir tanesi gibi gözüküyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: O zaman burada üç tane sömürü çıktı. Bir: din sömürüsü ki bu en yaygın olan sömürüdür. Mutlaka din devreye girecek. Doğru din anlatırsan bir tek kişiyi bile sömüremezsiniz. Çünkü orada herkes Allah’a kul olacak. Ama önce bana kul olsun dediğiniz zaman şeytan rolüne soyunmanız, Allah ile kul arasına girmeniz gerekir. Bir din sömürüsü var. İki sağlık sömürüsü var. Üç eğitim sömürüsü var. Dört bir de cinsel sömürü var tabi. İktisattaki sömürü de o bambaşka bir sömürü. Ekonomik sömürü çok bambaşka bir sömürü. Onların başı. Dikkat ediyorsanız eğitim sömürüsü aslında üniversiteyi bitirdiğiniz zaman edindiğiniz bilgilerin herhangi bir devlet dairesinde ya da şirkette bir iş bulamadığınız takdirde, bir düşünün bakalım sizin hayatınızda olumlu etkisi ne olacak? Hangi işi yapabilirsiniz? Hangi üretimi yapabilirsiniz? Nasıl hür olabilirsiniz? Bütün Allah’ın elçilerinin sürekli vurguladığı şey Allah’tan başkasına kul olmamaktır. Onun için de hür olmanız gerekir. Hür olmak ne demek? İnfak edebilmek demektir. Başkasına harcayabilmek demektir. Çalışıp kazanabilmek demektir. Mesela Nahl suresinde 16. sure 7. ayet bende 274.sayfa. Allah diyor ki; “Daraballahü meselen abdem memluken” Allah bir örnek veriyor. Memluk bir abd ile ilgili olarak. Memluk ne demek? Şimdi biz burada malik olunmuş köle diye anlam veriyoruz. Olay o değil. Memluk, melik var mesela. Hakimiyet altında olan kişi demektir. Başkasının egemenliği altında olan kimse demektir. Hür karar veremiyor yani. “La yakdiru ala şey’in: herhangi bir şeye de kâdir değil”. Ne demek herhangi bir şeye kâdir değil? Yani kendine göre hayatını çizemiyor. Hayatı çizilmiş biri tarafından. Kelime manası bu değil mi Enes Hoca? Bu mana verilmiyor bizim tefsirlerde. Lugatta bu böyledir. Hayatınızı birileri çiziyor böyle yapacaksın diye. Siz kendinize göre ölçü koyamıyorsunuz ben şöyle şöyle yapacağım diye. Çünkü ilkokuldan alınıyorsunuz ve size deniyor ki; ilkokulu bitirdikten sonra orta, şu, şu ve size bir şeyde olduğu gibi bu şeytanın ölümsüzlük ağacı ve yıpranmayan saltanat vaadi dolayısıyla aynen onun gibi önünüze büyük bir vaad konuyor. İşte şu okulları okuduğunuz zaman şöyle şöyle olacaksınız diye. Siz onun peşine düşüp gidiyorsunuz. Bu defa kendiniz olamıyorsunuz. İşte diyor Allah; “Daraballahü meselen abdem memluken”. Memluk yani kendi üzerinde bir başkasının hakimiyet kurduğu kişi. Kul örneğini veriyor Allah. “La yakdiru ala şey’in” yani herhangi bir konda kendi şeyini koyamıyor. Hür düşünemiyor. Zate hür düşündüğünüz an sistem dışına çıkmış oluyorsunuz, hemen size müdahele ediliyor. Peki bununla diyor Allah “Ve mer razaknahü minna zirkan hasenen: kendi katımızdan ona güzel bir rızık verdiğimiz kişi aynı olur mu?”. Allah rızkı bedava vermez. Necm suresi 39 idi galiba en diyordu; “ve en leyse lil insâni illâ mâ sea” kişinin kendi gayreti ile/çalışması ile yaptığından başkası kendinin değildir. Dolayısıyla sanki burada Allah, ona hiç çalışmadan vermiş gibi anlıyoruz. Değil öyle. fe hüve yünfiku minhü sirran ve cehra” Çalılmış kazanmış, gizli ve açık ondan harcıyor. Veriyorsunuz. Kurana bakarsanız hiç bir yerde tasarruftan bahsedilmez. Biriktirmeden bahseden bir tek ayet bulamazsınız. Ama hep harcamadan bahsedilir. Şimdi benim cebimde para var. Kasam ağzına kadar para dolu. Bu parayı harcamadığım zaman kimin ne işini görür söylermisiniz? Kimsenin işini görür mü? Dün şeye baktım. Merkez bankasının kasasında 100 milyar dolardan fazla para var. Ne işi var o paranın orada? Ne işi var orada ya? Ama batılılar, Allah’ın emrinin tam tersini pompalıyorlar iktisatta. Evet Mustafa Arslan, istersen sen oradan bir iki kelime söyle bu konuda.
MUSTAFA ARSLAN: Şöyle ifade edilir. Ben 1978-82 döneminde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdim. İktisatçı olarak değil de iktisatlı olarak şunu söyleyebiliriz; dünyada tasarruf meyili yüksek olan ülkeler gelişmiş ülkelerdir. Böyle bir sınıflama vardır. Tasarruf meylinin zayıf olması, o ülkenin az gelişmişliğini veya gelişmemişliğinin bir göstergesidir. Bu bir şekilde insanlar tasarruf ettikçe ne yaparlar? O sistemin bankalarına veya para toplama kanallarına katkı vermiş olur. Şimdi burada başka aslında konseptler de var. Yani bizde mesela tasarruf kavramını belki israf etmeyiniz ayetindeki o yiyin için israf etmeyin ayetini de sağlıklı yorumlamıyoruz o anlamda. Bugün dünyada insanlar vergi vermemek için ya da kazandıklarında fazlasını bir şekilde kamuya göstermemek için fazladan harcamalar yaparlar, fazladan ürünler alırlar, fazladan yatırımlar yaparlar. Bunları aslında dengeli bir model içerisinde düşündüğümüz zaman gerçekten tasarruf etmeyi değil teşvik etmek bilakis kişinin eğer ki belli bir israf noktasına gelmeden harcamalarını yapması, arta kalan parasıyla da yatırım yapmak isteyen veya üretim yapmak isteyen insanlara ortak olması işin çözümüdür. Ama biz tabi bunu bu şekilde değil de parayı biriktirip onunla garanti gelirler elde etmek noktasında
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani faize yatırmak.
MUSTAFA ARSLAN: Teşvik edildiğini görüyoruz. Dünyada bu aynı zamanda gelişmişlik ve ilerilik göstergesi olarak verilir ya da böyle anlatılır. İktisatta bu böyledir. Bütün iktisatçılar da bunu bu şekilde bilirler. Başka bir düşünceyi de yani çok böyle uzaydan gelmiş insanlar gibi düşünür savunanları görürler ve görme temayülündeler. Bunu bir şekilde tabi hakikaten iyi anlaşılması ve anlatılması gerekiyor.
KATILIMCI: Merkez bankasının elindeki paranın ne manaya geldiğini bir de şöyle görmek mümkün diye düşünüyorum. Düşünün ki sizin elinizde şu anda bana verebileceğiniz bir borç senediniz var. Bir kağıdınız var. Benim elinde de şu su var. Siz diyorsunuz ki bana; “ya ben sana şu kağıdı vereyim, sen o suyu bana verir misin” diyorsunuz. Ben de tamam diyorum sanki değerlendirecekmişim gibi. Suyu veriyorum siz içiyorsunuz, keyfini sürüyorsunuz. Ben kağıdı alıyorum bekliyorum başında. Merkez bankası bu durumda. Yani suyu içen keyfini yaşamış, öbürü de bekçiliğini yapıyor adamın borç senedinin. Kimseye bir faydası yok.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bunu biraz daha açayım ben isterseniz. Şimdi mesela 100 küsür dolar. Merkez bankası sitesinde vardı. 128 gibi aklımda kalmış ama yanlış kalmış olabilir. Bu nedir? Merkez bankası rezervim vardır diye övünüyor. Rezervlerimiz kuvvetli, bizde bankacılık falan filan. Bu da işte maalesef uluslararası finans çevrelerinin ciddi manada bir şeytanlıklarıdır. Hani şeytan doğru yolun üstünde oturur, çirkin amelleri güzel gösterir ya. O 128 milyar dolar Türkiye’ye ne diye girmiştir? Az önce Mustafa Bey onun güzel örneğini verdi de ben daha açmak istiyorum. O 128 milyar Türkiye’ye geldiği zaman buradan bizim gerçek değerler yurt dışına çıktı değil mi? Mesela diyelim ki bizden maden hammaddeleri aldılar. Üretilmişi fazla almazlar ya. Kavun karpuzu alır. Bizim gerçek değerlerimizi alır. Karşılığında verdikleri nedir? O 128 milyar dolar dediğiniz: Amerika devleti dese ki; ben doları yürürlükten kaldırdım, onunla şu kağıdı kimse vermez. O 128 milyar dılar, şöyle boş bir kağıt almaz. Şu bardağı vermez hiç kimse. Çünkü bir gerçek değer değildir. Amerika tutmuş kağıdın üzerine basmış, 128 milyar dolar yazmış sana vermiş. Sen de kendisini öldüreceğini bile bile uyuşturucuya canını veren kişiler gibi malını mülkünü her şeyini vermişsin almışsın. Ondan sonra da Amerika demiş ki; bak demiş sen tasarruf et. Yoksa aksi takdirde ben seni iyi ada kabul etmem. Kardeşim bu kağıdı piyasada dolaştırsan bu kağıt ile hiç olmazsa birisi Rusya’dan, birisi Avrupa’dan, birisi şuradan, birisi iç piyasadan bir şeyler alır.
KATILIMCI: O kağıdı ben gelip sizden şu kağıdımın karşılığını lütfen bana ver demiş olsam siz de bana bir şey vermek zorunda kalacaksınız ki veremeyeceksiniz. Muhtemelen çalışmamışsınızdır onun için. Yani karşılığını gösteremediğiniz bir durum olmuş olacak yani.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Zaten Amerika bir zamanlar Dogol ile Amerika arasında yapılan dolar savaşı vardır. İktisatçılar iyi hatırlar ama ben 1968, 70 değil. O Dogol’un savaşı. Gogol dedi ki; siz bu para karşılığında altın veremezsiniz. Avrupa’dan topladı gönderdi hadi verin bakalım. Amerika bu defa dedi ki; tamam altın karşılığı değil paramız. Ürdün’e gitmiştim. Ürdün’de bir çok dükkan kapanmıştı. Akşam adam çok zengin, sabah sıfır. Belki Cemal bilir. Dediğimi anlar ama ifade etmesi biraz zor. Kendisi oralıdır çünkü. Ürdünlü’dür. Ürdünlü tüccarlar, Irak’a mal satıyorlardı. Dolayısıyla Irak parasını kullanıyorlardı. Ellerinde bol miktarda Irak parası var, bunlar mal alacaklar. Saddam, bu para yürürlükten kalkmıştır dedi, akşamki milyoner sabah bir bardak su alamayacak duruma gelmişti. İşte merkez bankasının kasasındaki o milyar dolarların değeri odur. E peki kardeşim şu anda Amerika Türkiye’de Türk parasının değerini düşürürken sizin paranız orada ne işe yarar? Bakın Allah ne diyor? TEVBE, 34 “vellezıne yeknizunez zehebe vel fiddate ve la yünfikuneha fı sebılillahi fe beşşirhüm bi azabin elım”. Altını ve gümüşü biriktirip Allah’ın yoluna harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele diyor. Çünkü altın-gümüş paradır. Elinizde tutarsanız altın-gümüşün de hiç faydası olmaz. Ama altın-gümüşün diğer paradan farkı, kimse bunun değerini sıfırlama yetkisine sahip değildir. Gerçek anlamda paradır. Ama öbürü öyle değil. İpin ucu başkasının elinde. İstediği an seni sıfırlayabilir Saddam’ın sıfırlaması gibi. Bir tasarruf şeyi pompalıyorlar. Gerçek değerlerinizi verdiğiniz parayı burada tutuyorsunuz. Ya bu ne işinize yarıyor Allah aşkına ya! Ama zihinsel kölelik var. Çünkü onlar 23 yıllık tahsil hayatı boyunca sizi böyle yetiştirmişler. Başka şekilde düşünemiyorsunuz. Sizin iktisatçılar başka şekilde düşünemiyor. Tasarruf diyot. Senin o tasarruf dediğin nedir? Senin tasarruf dediğin, sağdan soldan gideceksin taş toplayacaksın getireceksin senin camlarını kıran adama diyeceksin bununla daha güzel kırarsın. Tasarruf dediğin odur. Yani senin camlarını taşlayan adama tal topluyorsun. Başka yaptığın bir şey yok. Bu bankalarda toplanan paralar milletin canını alıyor. Ondan sonra efendim işsizlik. Ya kardeşim bir kere işsizlik ne demek? Bunu bizim sözlüğümüze soka kim? Bugün siz efendim iş yapın diyorsunuz. Kardeşim hangi işi yapacağız? Bakın biz burada Süleymaniye Vakfı olarak kimseden bir şey almadan çalışıyoruz. Ya şurada ayda 30 bin lira çalıştırdığımız için ceza ödüyoruz. Peki buranın ürettiği değerlerden dolayı kim buraya bir kuruş veriyor? Ya kardeşim öyle bir şey yapıyoruz ki bir adam işçi çalıştırdığı an ceza alıyor. Ben ona maaş mı vereceğim sana vergi mi vereceğim? Ya ben Müslümanım diyorsun batılı ne emrediyorsa onu yapıyorsun. Ya senin dinin ne diyor? “Huz min emvâlihim sadakaten”(TEVBE 103) mallarından al diyor. BAKARA, 219 “ve yes’eluneke maza yünfikun: neyi harcayacaklarını soruyorlar”, “kulil afv: artanı”. Be bir kere ayakta durayım artsın da onu vereyim sana kardeşim. Geçende çok iyi bir iş yapmışlar gibi de anlatıyorlar: “efendim ben evimin camlarını sildirmek için bir kadın çağırırsam onu da sigortalı yapacakmışım”. Ya bu yapı içerisinde sen gece gündüz dua et ki millet işçi çalıştırıyor. Ya bu ne demek? Böyle şey mi olur ya? O işçi dediğiniz kişiyi de bir başkasının kölesi haline getiriyorsunuz. O başkasını da işçinin kölesi haline getiriyorsunuz. Adam işçisini işten çıkarmak zorunda kalıyor parası yok, işletmesi yok, tazminat ödeyeceksin. Zaten maaşını verdim daha ne tazminatı ya. Bu ne kardeşim ya? Onun için artık buradan tüm İslam alemine sesleniyorum ama çok iyi biliyorum ki benim bu anlattıklarımı duyanlar gülecekler. Çünkü o İslam alemi dediğiniz kişilerin kafaları da batı tarafından şartlandırılmıştır. Çünkü o yapıyı çok iyi bildiğimi zannediyorum. Yaklaşık 20 yıl kadar uluslararası İslam iktisadı falan. Duyduğun zaman çok müthiş bir şey. Toplantılarına gittik geldik. Zannedersiniz ki orada neler konuşuluyor. Hep kafaları şartlanmış insanlar. Adına İslam diyelim, içeriği ne olursa olsun. Yani onların o pisliklerini yeşil ambalaja saralım, üstüne de bir takım güzel sözler yazalım piyasaya sunalım. Dolayısıyla bu yapıya sen ne anlatırsan anlat. Nato kafa nato mermer. Ne olacak. Biz Allah’ın ayetini okuyoruz adam bizimle dalga geçiyor. Bizim Fransızca sitesi editörü Hişam var burada. Hişam diyor ki; ben Fransızca siteye (şaşırmış) ayetleri yazıyorum diyor, oradaki Müslümanlar soruyor; bu yazdıklarının delili ne? Ya ayet delil değilse ben ne yazacağım sana. Yapı bu maalesef. Türkiye’de de böyle. Bak şu ayeti bitireyim isterseniz. Diyor ki Allah NAHL, 75.. Ayet:” Darabellahü meselen abdem memlukel la yakdiru ala şey’in” Allah, memluk bir abd. Hepimiz abdız. Köle deniyor, tamam. Ama memluk ne demektir? Tamamen adamın hareketleri başka birisi tarafından yönlendiriliyor. Bugün toplum böyledir. Köleleştirilmiştir tüm toplumlar. “”La yakdiru ala şey’in” hiç bir şeye kâdir değil. Yani kendine göre bir plan yapamıyor. “ve mer razaknahü minna zirkan hasenen” tarafımızdan güzel bir rızık verdiğimiz kişi ile aynı olur mu? “Fe hüve yünfiku minhü sirrav ve cehra: gizli, açık ondan harcıyor”. Harcama yapabiliyor. Ya sen şimdi bırak onu ailene yaptığın harcamanın vergisini alıyor devlet. “Bana şirket kur”. Kurdum? E peki? Şirketten vergi alıyorsun tamam. E benim de ailemi geçindirmem lazım. Oradan kar payı aldığım zaman ondan da vergi alıyorsun. Bu ne Allah aşkına ya? Ve bu yapıda vergiyi devlet almaz. Bak bunu çok iyi kafanıza koyun. Vergiyi büyük şirketler alır. Geçende de söylemişti şimdi de söylüyorum. Çok büyük bir şirketin patronu ile konuşuyoruz, ben İstanbul Müftülüğü’nde iken. Ya da çok büyük şirketler gurubunun patronuyla konuşuyoruz. İsim vermiyorum çünkü Türkiye’de değil dünyada tanımayan yoktur onu. Konuşurken dedi ki. Zekattan falan bahsedildi. Vergi zekat ilşkisi. Ya dedim bırakın Allah’ınızı seversen, siz de vergiden bahsetmeyin lütfen dedim. Adamı güldürmeyin dedim. Ya siz vergi vermezsiniz, vergi alırsınız dedim. Anlattım detaylarını. Hoca sana bunları kim öğretiyor dedi. Bir sinirlendi, “Hoca sana bunları kim öğretiyor?”. Tasarruflar, masarruflar bunların hepsi hikaye. Hani vergiyi devlet alsa yine bir derece. Devlet beim geri döner dersiniz. Arka tarafında merkez bankasına deniyor ki bu parayı şey yapmayacaksınız. Ondan sonra da tutarlar sana şey yaparlar. Türk devletini borçlandırırlar. Neymiş efendim devlet tahvili. Bir kağıda yazarsınız bir adama verirsiniz, devlet ona işte bugün yüzde 8 ödüyormuş. Efendim az diyor ancak enflasyon kadar. Güzel! Aynı kağıdı bana da veriyorsun. Benim cebimdeki kağıt da aynısı. E niye o enflasyondan etkileniyor da bu etkilenmiyor? Çünkü o zengin. Onun enflasyondan etkilenmemesi gerekir. Herhangi bir yere ödeme yapmak istediği zaman onları rahatlıkla veriyor. Buyur diyor. Ben de veriyorum. Ama onun verdiğü enflasyondan etkilenmiyor benimkisi etkileniyor. Ondan sonra da bana deniyor ki maaşım yetmiyor. Biraz idare et arttıracağız diyor. Çünkü artık her şeyim sınırlı benim. Bir gün işten kovuldun dediği an dünyam bitti. Çünkü senin yapabileceğin bir şey yok. Artık köyler kapanmış, artık Türkiye’de kimse tarımla meşgul olmuyor, hayvancılıkla meşgul olmuyor. Şuanda elimizde o kadar büyük imkanlar var ki. Gerçekten güzel bir politika değişikliğini düşünseler, biz de elimizden gelen desteği veririz. Bak ben burada şunu size açıklayayım. Geçen hafta bir soru üzerine söylemiştim. Rahmetli Erbakan’ın ekonomi politikası ile ilgili bir şeyi biz göndermiştik. Başbakan olduğu zaman. Süleymaniye Vakfı’ndan istemişti biz de göndermiştik. Ne kadar başarılı olduğunu görüyorsunuz. Biliyorsunuz yani. Ama bizim verdiğimizin yüzde 5’ini anca uygulayabildi. Ancak o kadarını uygulayabildi. Çoğunu uygulayamadı. Yani Allah’a çok şükür burada bilgi birikimi az değil. Mesela Mustafa Evli çok iyi biliyor. Bizim Almanya ile ilşkilerimizi hep o yürütür yıllardır. İstersen sen söyle. Almanlar ekonomi konusunda ne dediler onlara konuşma yaptığımızda? Yenidünyanın felsefi alt yapısını birlikte oluşturabilir miyiz diye teklifte bulundu. Yenidünyanın ekonomik felsefi arka planını birlikte oluşturabilir miyiz? Yazılı olarak bizde duruyor. Evrak bizim dosyada var.
MUSTAFA EVLİ: Sitede yayınladık mı onu?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bilmiyorum yayınladık mı onu. Biz 2005 yılından beri kendisine asla bir şey sorulmayan kurum haline geldik. Hatta söyledikleri prensip olarak reddedilen, televizyona çıkınca yayını yarıda kesilen, çıkmadan haber alınırsa çıkması engellenen bir hâle geldik. Yapsınlar. Bundan dolayı be şikayetçi değilim. Daha da iyi hiç olmazsa hürriyetle çalışıyoruz çok şükür kimseye borcumuz yok. Ama bu yapıdan bir şey olmaz. İnsanların hürriyetlerini engelleyerek bir noktaya varılmaz. Yurt dışına çıkanlar bilir. Biz mesela Almanya’ya seninle gittik, başka ülkelere. Rusya’ya mesela şeyle gitmiştik. Rusya olayı çok daha uzun, onu şimdiden bahsetmeyelim de. O çok büyük bir konsept. Avrupa gibi değil o. Mesela biz Avrupa’ya gittiğimiz zaman bizi Avrupa’daki ilim adamları kaçıncı sıradaki kişi olarak karşılıyorlardı?
MUSTAFA EVLİ: Bütün düzenlerini bize göre ayarlardı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Herhangi bir toplantıda ana konuşmacı biz olmuyor muyduk? Bize verdikleri süre ile kendilerine ayırdıkları süre arasında ne kadar büyük fark vardı değil mi? En az üç saat sürmüyor muydu? Ve mutlaka çok sayıda uzman bize soru soruyordu saatlerce. Bir tek Türkiye’de dinlemezler bizi. Gerçekten öyle. İslam ülkelerinde de dinlemiyorlar artık. Herhalde güçleri yetse girişi yasaktır diye de şey koyarlar. Bunu şunun için diyorum. Ya kardeşim artık aklımızı başımıza alalım. Hakan, ithalat ve ihracat arasındaki farkı ortaya koymaya çalışıyor. Doların yükseldiğini gördükçe benim sinirlerim kabarıyor. Çünkü ona karşı yapılacak şeyleri gayet iyi elhamdulillah bildiğimi düşünüyorum. Ben şu ana kadar yardımcı olmak için ne kadar harekete geçtiysem sanki duvara konuşuyorum.
HAKAN BEY: İthalat ve ihracat verilerine baktım. Dünya geneli hakkında size kısa bir bilgi vermek isterim. Dünyanın şu an ihracat lideri Çin. En çok dışarıya mal satan ülke. Arkasından ABD ve Almanya geliyor. İthalat liderleri açık ara ABD bir numara. Yani fazla satın alan tüketici konumunda.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ne olacak, bir kağıt parçası veriyor almak için kuyruğa giriyorsun. Onun elinden çıkan sadece 3-5 sentlik küçücük kağıt parçası. Ama sen her şeyini veriyorsun ve övünüyorsun şu kadar milyar dolar ihracatım var diye. Ondan sonra da o parayı merkez bankası rezervlerinde sakla. Valla sana madalya değil her gün bir Amerika’nın yerinde olsam her gün 8-10 madalya veririm.
HAKAN BEY: Yine Çin ve Almanya 2.ve3.sırayı paylaşıyor ithalatta. Şöyle bir şey var. Yani dünyada dış ticaret fazlası olan ülkeler yani ihracatı ithalatından daha fazla olan ülkeler başta Çin, 2.sırada Arabistan var tabi petrolden dolayı. Üçüncü sırada Almanya var. Her yıl dış ticaret fazlasında birbirleriyle yarışan ülkeler bunlar. Yani tabiri caizse her ülkeyi birer kişi olarak düşünüp bu kişilerden oluşan bir köy düşünürsek o köydeki kasap, manav, üreticiler. Çin, Arabistan ve Almanya. Arkasından Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri geliyor. Dış ticaret açığı liderleri var bir de. Yani daha çok satın alan, daha çok tüketen. ABD birinci sırada. 170 milyar dolar her yıl dış ticaret açığı var. Bu, şu anlama geliyor: her yıl ABD 770 milyar dolar dışarı salıyor. Bize gönderiyor yani.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kağıt veriyor mal alıyor. Zannedersiniz ki gelir gider dengesi bozuk. Öyle bir de aldatmaca vardır öyle yani. Öyle bir şey yok. Adam kağıt vermiş karşılığını almış. Borçlu değil ki. Senin gibi değil.
HAKAN BEY: Açık kelimesi bizim için söylendiğinde olumsuz anlaşılıyor da. Açık lideri de ABD aslında.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Çok olumlu bir şey. Dünyayı o kadar sömürmüş demektir. Olumsuzluk bizim için geçerli dış ticaret açığında.
HAKAN BEY: Aynen öyle. Dış ticaret açığında Amerika’nın arkasından Hindistan, arkasından İngiltere geliyor. Arkasından Türkiye ve Japonya var. Türkiye’nin dış ticaret açığı 100 milyar dolar. 150 milyar dolar ihracatı, 250 milyar dolar ithalatı var. İhracatın ithalatı taşıma oranı yüzde 60.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Dikkat ediyor musunuz? Dolarla ifade ediliyor. Adamların kağıtları ile ifade ediliyor.
HAKAN BEY: Bütün değerler dolar ile ifade ediliyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sen onu bir daha söyler misin? İhracat ne kadar dedin, ihracat ne kadar.
HAKAN BEY: Türkiye’nin en son İthalatı 250 milyar dolar, ihracatı 150 milyar dolar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şimdi tabi bu Türkiye, Türk parası ile ithalat yapacak olsa problem değil. Aynen öbürü gibi olursunuz. Ama ithalatınızı Avrupa’nın, Amerika’nın parasıyla yapıyorsunuz. Yani ya dolar veriyorsunuz ya Euro veriyorsunuz. O dolar ya da Euro alabilmeniz için kendinizden bir sürü değerler veriyorsunuz. Ondan sonra da bu ne demektir? Yüzde kırk mı diyordun?
HAKAN BEY: Taşıma oranı yüzde 60. Yüzde 40 açık.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Arada yüzde 40’lık bir açık var. Yani bu demektir ki: adam dese ki ben bu kağıdı yürürlükten kaldırdım, ertesi gün aldığınız mallar yüzde 40 bitecek. Adeta suyunuz kesilmiş olacak. Adeta ekmeğiniz engellenmiş olacak ve siz tamamen dışa bağımlı hale getirilmişsiniz.
HAKAN BEY: Türkiye’nin en çok ihracatını yaptığı mallara bakacak olursak birinci sırada motorlu kara taşıtları var. Yerli yapım araçlar yani. Bunların tabi markaları bize ait değil. Üretimi burada yapıyoruz ve dışarıya gönderiyoruz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sahipleri kim?
HAKAN BEY: Sahipleri çoğunlukla Almanya.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ne fark eder ki. Yani adam gelmiş burada şey yapmış sen sadece işçilik. Çünkü Almanya’da işçilik yüksek. Orada sosyal haklar Türkiye’den çok daha fazla. Adam fabrikasını buraya kurarak daha ucuz üretim yapıp daha çok satıyor. Sen de diyorsun ki ben ihraç ettim. Sen mi ihraç ettin kardeşim ya. Kim ürettiyse o ihraç etti.
HAKAN BEY: Zaten ihracatımız ülke bazında en çok Almanya’ya var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Otomotiv sanayi mi?
HAKAN BEY: Evet otomotiv sanayi.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kendi mallarını kendilerine satarak biz ihraç etmiş kabul ediyoruz kendimizi.
HAKAN BEY: Yani onlar için kendi markalarını burada üretip buradan içeri almak daha ucuza geliyor orada üretmekten. İkinci sırada Irak var yine en çok ihracat yaptığımız pazar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ayakta duracak halleri yok onların. Orada gerçek bir ihracat söz konusudur.
HAKAN BEY: İthalata bakacak olursak en çok ithal ettiğimiz ürünlerin başında yüzde 22 gibi çok büyük bir oranda enerji ürünleri var. Mineral yakıt yağlar, ağırlıklı olarak doğal gaz ve bunun ağırlıklı olarak kaynağı Rusya. İkinci sırada makina ürünleri var. Başta bilgisayar, bilişim ürünleri ve elektrik elektronik ürünleri. Bu da ağırlıklı olarak Çin’den geliyor. Ülke sıralamasına bakacak olursak birinci sırada en çok ithalat yaptığımız ülke Rusya. Yine enerji kaynaklarından dolayı. İkinci ve üçüncü sırada Çin ve Almanya var. Çin’den elektrik-elektronik ve makina alıyoruz. Almanya’dan da makina ve otomotiv alıyoruz. İthal olan otomotiv alıyoruz. Net değerlere bakacak olursak. Şimdi bu ülkelerle hem ithalatımız var hem ihracatımız var. Net farka bakacak olursak. Yani dünya konumunda biz daha çok hangi malları satıyoruz, daha çok hangi malları alıyoruz. Bizim dünyaya en çok sattığımız mallar giyim sanayi. Biz dünya kasabasında bir tekstil firması gibiyiz. En fazla ihraç ettiğimiz mal giyim. Onun altından demir-çelik ürünleri, meyve-sebze ve halılar geliyor. En çok ithalat-ihracat arasındaki fark ihracat lehine Irak yönüne. Yani Irak ile bizim aramızdaki ilişki net anlamda biz satıcıyız onlar alıcı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Savaştan dolayı üretme imkanları yok.
HAKAN BEY: Bunun aksi yönünde Çin, Rusya ve Almanya ile olan ilişkimiz net anlamda biz onların tüketicisiyiz, onlar bizim üreticimiz. En çok alımı onlardan yapıyoruz. Net değerler böyle. 2002’den beri yani AKP hükümetindeki dış ticaret açığına baktım. Yüzde 60 ile 70 taşıma oranı yani açık hep böyle. Değişen bir şey yok. Ekonomimiz yükseliyor yükseliyor ama dış ticaret açığında değişiklik yok hep aynı. Yüzde 60 küsürlerde. Durum aşağı yukarı böyle. Bağımlılık bakımından ne var derseniz en çok Rusya’ya enerji konusunda bağımlıyız. Ve elektrik-elektronik, makina konusunda Çin’den en çok alım yapıyoruz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bunlar çok normal bir şeydir. Tabi ki alacağız. Yani biz evimizde her şeyi üretemediğimiz için. Nasıl gidip de bakkaldan bir takım yiyecekler alıyorsak falan yerden şunu bunu. Tamam. Elbette ki alacağız. Rusya’dan almak, Avrupa’dan almak, Çin’den almak hiç gocunulacak bir şey değil. Çok tabii bir şeydir. Falan bakkaldan, filan manavdan, dükkandan almak gibidir. Evinizi ülke düşünün, onları ithal ediyorsunuz. Ama siz onları karşılayacak değerler üretemediğiniz zaman yani ithalatınız ihracatınızdan fazla olursa ne demektir? Sürekli borçlanıyorsunuz demektir. Yani işte bu yüzde 60 dediği: 100 liralık mal alıyorum 60 liralık param var. Her sene sürekli 40 lira açık, 40 lira açık. Sonra bir gün geliyor bu adam bu 40 liranın hesabını soruyor birileri. Ondan sonra o da bizim getirip adam evini haczedebiliyor, evimin eşyalarını alıp götürebiliyor ve beni tamamen sokakta da bırakabiliyor.
HAKAN BEY: O 40 liralar mesela bir sene içerisinde aldığınız 100 liralık sattığınız 60 lira. Arada 40 lira var ve elinizde de 40 liralık bir açık var. Şimdi bunu nereden karşılayacaksınız? Burada tekrar uluslararası sermaye yapısı geliyor. Tamam 40 lirayı ben sana borç olarak vereyim diyor. Kapatma işlemi faizle olmuş oluyor. Yoksa başka türlü o açığı kapatma şansınız yok. Dikkat ederseniz bankalarımız bizim yurt içi bankalarımızın büyük orandaki para temini yurt dışından gele borçlarla. Buna ne diyorlardı? Dış borç. Ve bunun özel bir terimi de var şimdi aklıma gelmedi. O şekilde bir finansman ile karşılanıyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Niye işsizsin diye soracaksın. Adam diyecek ki; ben ne yapayım. O adamın bir de işsiz olduğunu düşünün. Yüzde 40, yüzde 100’e çıkar ve tamamen piyasanın esiri haline gelir. Ve adam artık dükkanların önünden geçemez olur. Kasabın önünden, bakkalın önünden geçemez olur. Buna çok dikkat etmek lazım. Yani ihracatın çok olsun, ithalatın çok olsun ama öyle bir noktada olmamız lazım ki Türkiye olarak yurt dışından herhangi bir şey gelmese bile kendi ayaklarımız üzerinde duracak durumda olmamız lazım.
HAKAN BEY: Zaten Peygamberimiz’in bir ifadesi var. “Bir insanın kendi eliyle yaptığından daha temiz kazancı olmamıştır” gibi bir söz. Hatta ondan sonra Hocam harcamanın öneminden bahsetti. Bu hadis de şöyle devam ediyor: “ma enfake reculi nefsihi ve ehlihi ve veledihi ve hâdımihi ve huve sadaka” yani bir insanın kendi için, ehli için, evladı için ve çalıştırdığına harcadığı ancak sadakadır diyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Hepsinin sevabını alır. Az önce söyledim, kuranın hiç bir yerinde biriktirin diye bir şey yok. Niye? Çünkü bunu söylemeye gerek yok. İnsanoğlu, hangi suredeydi o? Eline bir imkan geçtiği zaman kimseye vermez, sıkıntı çektiği zaman basar feryadı. İnsanların yapısında zaten mala karşı büyük bir sevgi vardır. Bir de biriktirin dediğiniz zaman ooo! Hiç bir şey vermez insan kimselere.
HAKAN BEY: Hocam bir hadis daha var. Şöyle; “la hasede illa fitneteyni raculunnethaullahe mâlen ve salletehu ala hakaketihi fil hakk ve reculun etahullahu hukmu fe huve yakdi biha ve yuallimuha”. Yani iki kişiye haset olmaz diyor Allah’ın elçisi. Birine Allah mal vermiştir ve onu doğru yolda, haklı yolda sonuna kadar harcar, buna haset edilmez diyor. İkincisine de Allah hikmet vermiştir, doğru bilgilerle donatmıştır ve o bununla insanlar arasında karar vererek bilgilerini paylaşır, onlara öğretir. Bu insanlara haset olmaz diyor.
Hocam şeyden bahsedeyim mi? Vergilerden bahsettiniz. 3 bin lira eline maaş geçen adam için işçinin maliyeti. Kabaca bir hesap yaptım. Açıklar nereden karşılanıyor? Tabi bunların hepsi bize vergi olarak dönüyor. Basit bir hesap yaptım Hocam konuşurken. Ayda eline 3 bin lira maaş almak üzere işvereniyle sözleşmiş bir işçi düşüneli Mustafa olsun çocuğu da olmasın. Ekstra 100 lira asgari geçim indirimi ücret alıyor. Toplam 3100 lira ücret eline geçiyor. Yani yılda 37300 lira kazancı var. Bu 37300 yıllık kazancı olan kişinin işverene toplam yıllık maliyeti 66700 lira. Aradaki fark 29400 lira tamamen kesinti. İşveren devlete veriyor bunu.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bu adama deniyor ki sen bu işçiyi çalıştır. Ya çalıştırma diyorsun sen. Sen, çalıştırma diyorsun ya. Bu ne oluyor? Bu cezaların hepsi faizcilere gidiyor. Devlete de gitmiyor. Devlete gitse bir şey değil. Açıklar bununla karşılanıyor. Sistem acayip bir şey arkadaşlar. Demin de söyledim işsizlik kavramı ne demek? Tabi bu yeni batılıların dayandırdığı teokratik devlet yapısının dayandırmasıdır işsizlik. Sen insanların hürriyetini tamamen engelliyorsun. Ben evime cam silecek kadını bir gün çağırsam bile diyorsun ki bunun sigortasını yaptır. Bu ne demek sigorta ya? Yani sen bana diyorsun ki sakın kimseyi çalıştırma. Ben bir adamı çalıştırdığım gün beni cezalandırıyorsun. Peki o adamı çalıştırmıyorum bıraktım gene cezalandırıyorsun. Demiş ki; baba bir hırsız yakaladım. Oğlum getir demiş. Gelmiyor. Bırak gitsin. Gitmiyor demiş. Ne geliyor ne gidiyor kardeşim. Acayip yapı. Bu yapı çok kötü gerçekten. Sen istersen işsizlik rakamlarını bir oku.
FATİH ORUM: Bu, Ocak 2015 rakamları. Buna göre Türkiye’de 2015 yılında 57 milyon 475 kişi varmış. Son rakamlar bu kadar kişiyiz. Yani bütün rakamlar 57 milyon 475 kişi. Bu bizim sayımız. Şimdiki rakamlar bu rakam üzerinden. Bütün kişiler bu.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Çalışma çağındaki kişiler
FATİH ORUM: 15 ve daha yukarı yaştakiler. Çalışabilecekler. Bunlardan işi olanlar 25 milyon 454 kişi. İşgücüne katılma oranı bunların yüzde 50.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sonra devlete ne benim işimin olup olmadığından ya. Ne oluyor kardeşim. Sen kimsin ki benim şeyimi hesap ediyorsun? Var veya yok. Aç kalırsam yardımlaşma ile şey yapılır yani. Bu kadar da insanların hürriyetine müdahale edilir mi?
HAKAN BEY: Erkeklerin çalışması yetmiyor, artık kadınların da çalışması..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kadınların da yetmiyor çocuklar da çalışacak.
HAKAN BEY: Sisteme köle ihtiyacı var. Dolayısıyla dikkatle sayılması lazım her şeyin.
FATİH ORUM: Bu, işi olan yani şuan ki kayıtlarda işi olan 25 milyon 454 kişinin 4 milyon 842’si tarımda çalışıyor. Diğerleri de yani 20 milyon 612 kişi de tarım dışı istihdam.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Halbuki Türkiye tarım ülkesi. En büyük kesimin tarımda çalışması lazım.
KATILIMCI: Avrupa standartları yüzde 4 ya, oraya düşmek zorundayız.
FATİH ORUM: 3 milyon 259 bin kişi bu rakamlara göre işsiz gözüküyor. Yani yüzdelik hesapta işsizlik oranı..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani devlet diyor ki. O 3 milyon 259 bin kişinin çok da güzel bir işi olabilir. Şahane de para kazanıyor olabilir. Resmen kayıtlı olmadığı için devlet onu işsiz sayar. Maddi hiç bir sıkıntısı olmayabilir. Niye? Devlet diyor ki; bana köle olacaksın. Ya bana köle olacaksın ya da seni sistem dışı sayarım. Sistem dışı, işte işsizsin der. Yani Nahl Suresi’ndeki ayet gibi. Öyle sen kafana göre iş yapamazsın. Ya işçi olarak kayıtlı olacaksın, ya esnaf olarak, ya işveren, ya şu, ya bu. Kaydın bende olacak. Bende kaydın yoksa cezalandırılır. Yakaladım mı yakarım. Acayip bir yapı. Bu yapıyı bir kere inşallah Türkiye olarak belki ilk defa bu yapıyı kırarız bu dünyada ki o kadar kolay ki bu yapıyı şey yapmak. O kadar kolay. Mesela az önce Hakan dedi ki; Almanlar, Türkiye’ye getirip fabrika kuruyorlar. Şimdi burada Mustafa Evli var. Asiye Hanım Almanya’dan yeni geldi. Mustafa Evli, Almanya’da doğmuş büyümüş arkadaşımız. Almanya’da Alman nüfusun artık işçi ihtiyacını karşılaması zaten 60’lı yıllardan beri imkansız olduğu için dışarıdan işçi ithal ettiler. Artık işçi ithal etme yerine işçi olduğu yerlere şeyler kuruluyor. Geçende birisi söylüyordu. Tabi ne derece sağlıklı bilemiyorum, demişti ki; Avrupa’da her 10 kişiden 9’u Avrupalı olarak 50 yaşın üzerinde. Bu insanların bir fabrikayı çalıştırmaları mümkün değil. Bu istatistik doğru-yanlış o ayrı bir konu ama ben şahsen hatırladığım bir husus var. 1976, İstanbul Müftülüğü’ne daha yeni tayin edilmişim müftü yardımcısı olarak. Ve o zaman fransızcam gayet iyiydi. Burada Fransa konsolosluğunda üst seviyede bir fransızca dersine kaydoldum gidiyorum. Orada da derse giren bir Natali diye bir hanım var. Her derste bir konuyu tartıştırıyor. İşte bir dergi getiriyor, gazete getiriyor, bir şeyler ediyor. Bizim Türklerden bir tanesi ekonomi ile ilgili bir tartışma yapıyorduk. Türkiye ekonomik yönden çok kötü, Fransa çok iyi dedi. Natali dedi ki; ta Fransa’nın nesine özeniyorsunuz dedi. Türkiye’de dedi ben öğrendiğime göre yaş ortalaması 13. Ama bizim Fransa’da 50’nin üzerinde dedi. Fransa, çalışmış, emeklilik yaşına gelmiş bir insan görünümündedir. Bütün dünya onun olsa ne yazar dedi. Bir şey yapamaz ki bitmiş artık. Pili bitmiş. Ama siz 13 yaşındasınız. Sizin bir tane kuru ekmeğiniz varsa bütün dünyaya meydan okursunuz. Şimdi iş çok daha vahim hale geliyor Avrupa için. Avrupa’da gittiğiniz zaman sokaklarda çocuk görüyorsanız büyük ihtimalle Müslümanların çocuğudur öyle değil mi? Evet öyledir yani. Bu gerçektir. Çok kolay demem bundan dolayı. Çünkü şeytani düzen insan fıtratına ters olan düzendir. Ama İslami düzen fıtrata uygun olan düzendir. O düzene kimsenin karşı çıkması mümkün değildir. İşte o fıtrata uygun düzenle biz Türkiye’de bir yapı oluşturabilsek keşke. O zaman her şey çok kolay bir şekilde tersine dönecektir.
FATİH ORUM: Yani burada asıl vurgu bu TUİK’in raporuna göre, işsizlik oranı yüzde 11,3 seviyesi ile rekor seviyeye çıkmış bu en son verilere göre. Çalışabilirlerin yüzde 11’i işsiz olarak gözükmekte.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şimdi bu yapı insanları öylesine sömürüyor ki aç kalan devletin kapısına yanaşıyor. Televizyon’da 80’ler diye bir dizi var. Haftada bir bazen çıkıyor çocuklar bakıyor görüyorum. Orada birisi, kulağımda kalan bir söz. Herhalde kızına mı talip gelmiş bir şey söylüyordu. SSK’sı var mı diye soruyor. Yani sigortası var mı? Şimdi de devlete bir şey atarsanız hiç olmazsa az çok yine bir maaş gelir. İnsanlar üretici olma yerine tüketici olmaya talipler. Efendim müteşebbislik zaten tarihe karışmış ve devlet de bu noktada en fazla kendisine başvurulan. İşte bu sabah ben Süleymaniye Camisi bahçesinde gördüğüm gibi bir güneşin doğuşunu seyretmek için 8-10 tane araba, 40-50 tane adama ne gerek var ya. Bir kişi gider o kadar çok önemliyse çeker resimleri yani. Şimdi yapı böyle. Devlet peki nasıl karşılayacak? Devletin karşılamasında sistemi zaten kaç haftadır burada anlatıyoruz. Sistem son derece kötü çünkü sistemi batılılar kurmuş, sen kurmuş değilsin ki. Adamlar öyle bir sistem kurmuş ki iki sene önce merkez bankası kayıtlarına göre. Dedim ya iyi inceleyemedim 2014’ü ama 2013’e göre Türkiye’deki mevcut paranın iki katını bankalar normal faiz olarak almış. Kredi kartları ve temerrüt buna dahil değil. Ne olacak?
AHMET BEY: Zannediyorum biraz önce verilen rakamlar içerisinde emekli olanlar da var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Emekliler o rakamda yok. İşsiz sayılmıyor emekliler.
AHMET BEY: 57 milyon sayısı yüksek bir sayı Türkiye için.
ABDULAZİZ BAYINDIR: 57 milyon, 15 yaşın üzerindeki nüfus. Çalışan çalışmayan değil. Tabi orada emekliler var. Doğru.
AHMET BEY: Biraz önce “SSK’sı var mı” örneği verdiniz ya. Emeklilerin maaşını çalışanlar ödüyor. Türkiye’de emeklilik yaşı çok düşüktü biraz yükselttiler. Düşük yaşta emekli olanlar tekrar çalışıyor. Önceden tekrar çalışanlar kaçak çalışıyordu bir bakıma. Şimdi onlara da vergi uyguluyorlar. Onlardan da vergi alıyorlar. Sizin ifadenizle ceza. Tekrar çalışan emekliler ise öbür tarafta normal sisteme göre çalışanları işsiz bırakıyor. Aslında tekrar çalışma şeyi bir getiri sağlamıyor vatandaş açısından. Emeklilik yaşının düşük olmasının getirdiği bir sorun ve onu da vatandaş çalışırken ödüyor. Avrupa’daki yaş oranının yüksek olması ondan dolayı olumsuz etki yapıyor. Çünkü çalışanlar emeklilerin maaşını ödüyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Doğru. Ama aslında emeklilik kavramı da tam bir sömürü kavramıdır. Emeklilik ne demek? Ne zaman emekli olursunuz? 4 kişinin omuzuna çıktığınız zaman. O tabutun içine girdiğiniz gün emeklisiniz. O zamana kadar emeklilik yok. Bu da o kapitalizmin bir kazığıdır. Dolayısıyla işte orada şey vardır, emekliye müthiş bir şekilde sigorta problemi vardır onlarda. Çünkü ciddi sağlık problemleri ile karşı karşıya kalırlar. Çalışmıyorsunuz yapacak bir şey yok, o zaman bari hastalanalım. Evet yani. Hiç olmazsa hastaneye gider gelirsin bir iş yaparsın yani. Dolayısıyla mesela ben bir zamanlar sigorta işine el atmıştım burada. Güzel de bir sistem oluşturmuştuk. Vatandaştan fazlaca iltifat göremedik ama bir gün sigorta denetleme kurulu başkanı beni çağırdı. Gittim oraya. 8 santimlik bir klasör çıkarttı. Bu dedi seninle ilgili yapılan şikayetler. Hakikaten açtı baktım. 8 santimlik klasörde benimle alakalı yapılan şikayetler. Dedi ki; son bir kaç aydır. Sigortacıların yaptıkları bütün toplantılarda gündemin birinci maddesi sensin dedi. Diyorlarmış ki; bu adamın sistemi eğer Türkiye’de yayılırsa bizim işimiz biter. Ve meclis komisyonlarında da bu tartışılmış. Orada var, hepsini gördüm o şeyde. Ondan sonra dedi ki, Hocam, bak dedi anlattı bir kaç şeyler. Bize, inanç olarak yapı olarak yakın bir insan. Bu dediğim 1993 ya da 94 senesi. Dedi ki Hocam, bak dedi senin bu sistemine bunlar karşı koyamazlar ama sen hoca adamsın. Ben bu adamların ne mal olduklarını çok iyi bilirim. Bunlar sana öyle bir iftira atarlar ki bunu temizleyemezsin dedi. Bana kalırsa sen bu işten vazgeç. Ben de baktım hiç kimse destek vermiyor, aman dedim boş ver kalsın. Sonra bir sigorta şirketi bizim sistemi uyguladı. Bayağı yaptı, onu da engellediler kapandı. Büyük bir sigorta şirketinin de bir kaç yıl danışmanlığını da yaptım. Bunu söylememin sebebi, olayların iç yüzünü bildiğimi anlatmak için. O zaman Avrupa’daki sigorta şirketleri çok ciddi sıkıntıdaydılar bu emeklilerden dolayı. Sağlık giderlerini ödeyemiyorlardı. Emeklilik de ciddi anlamda masaya yatırılması lazım. Mesela dersin başında size söyledim ya. Kendi yaşadığım için söylüyorum da başkasını ben bilmem. Rahmetli babam bizi ticaretin içerisinde yetiştirdiği için mal alımını da bilirim, satımını da bilirim, imalatını da bilirim, müşteri ile nasıl şey yapılır. Mesela arada sırada babam başka yerlere giderdi, iş yerini benim idare etmem gerekirdi. En büyük sıkıntı çektiğim günler o günler olurdu. İşçi ile başka konuşacaksınız, gelenle, gidenle, mal alımı, satımı falan. Bir an önce babam gelse de şundan kurtulsam derdim. O şartlar bizi yetiştirmişti Allah’a şükür. Her insan öyle olmalı ki şu iş olmazsa şu iş yani herkesin kendisine ait bir özel işletmesi olmalı. Öyle olmalı ki hür olabilsin. Bağımlı olmasın. Nahl Suresinin 75.ayetinde anlatılan köle gibi olmasın. Bir hadis vardı onu bir okusana.
FATİH ORUM: İşsizlik problemi ile yakından irtibatı olan bir rivayet. Rivayet Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mâce’de geçiyor. Enes(ra)’tan rivayet ediliyor. Ensar’dan bir adam gelip Resulullah’dan bir şeyler istiyor. Bunun üzerine Resulullah; “evinde hiçbir şey yok mu” diyor. Adam da şöyle cevap veriyor; “evet yok. Sadece bir çulumuz var. Bir kısmı ile örtünüp bir kısmını da yaygı olarak yere seriyoruz. Bir de su içtiğimiz kabımız var”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Herhalde akşam yatarken bir kısmını altına serip bir kısmını üstüne örtüp yatıyor.
FATİH ORUM: Bir de içtiğimiz kap var diyor. Resulullah diyor ki “onları bana getir”. Adam onları getiriyor. Bu defa Resulullah onları eline alıp diyor ki; “şunları satın alacak kimse var mı içinizde” diyor etrafındaki kişilere. İçlerinden bir adam; “ben bunların hepsine bir dirhem veririm” diyor. Bunun üzerine Resulullah; “daha fazla veren, yok mu arttıran” diyor. Sonra bir kaç defa tekrar ediyor. Bunun üzerine içlerinden bir adam diyor ki; “iki dirhem vereyim bunlara” diyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İki dirhem ne yapar biliyor musunuz? Bugün 4,35 gram altın kaç lira ediyor? 450 lira. İki dirhem onun 10 da 2 değerinde. 90 lira.
FATİH ORUM: Resulullah bunları ona satıyor ve iki dirhemi alıp o adama veriyor. Diyor ki ona; “bunun bir dirhemi ile ailen için yiyecek al. Diğeri ile de bir balta al ve o baltayı bana getir” diyor. Adam, balta alıp Resulullah’a getiriyor. Resulullah kendi eli ile bu baltaya bir sap takıyor. Sonra diyor ki: “git bununla odun kes ve 15 gün sonra yanıma gel”. Adam bunları yapıyor. 15 gün sonra 10 dirhem kazanmış bir şekilde Resulullah’a geliyor. Bunun bir kısmı ile giyecek, bir kısmıyla da yiyecek almış bu adam. Resulullah ondan sonra diyor ki ona “bak bu senin için kıyamet günü alnında dilenme lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır. Dilenmek, sersefil, fakra düşmüş veya rusvay edici borca batmış veya elem verici kana bulaşmış insanlar dışında hiç kimse için caiz değildir” diyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Çünkü kişiliğinizi kaybediyorsunuz. Bugün insanlar iş beğenmiyor değil mi? Bir yerde bir iş var dediğiniz zaman bakıyorsunuz ki sabah erkenden orada büyük bir kuyruk oluşmuş ve herkes bir torpil aramaya başlıyor. Halbuki öyle değil. Tekrar edeyim kusura bakmayın. Yaşadığım için. Bizim fakültenin açılışında bir konuşma yaptılar. Erzurum’a zenginler talebe göndermiyor. Bir tane zengin var, Abdulaziz Bayındır dediler. Bilmiyorlar ki babam iflas ettirilmiş. Burs alıyoruz arkadan bağırıyorlar; “zenginler de burs alırsa fakir fukara ne yapacak” diye. Orada bir kaç kişiye yok falan dedim kimse inanmadı. Peki inanmıyorsanız var dedim ne yapayım yani. Ama Allah rahmet eylesin rahmetli babam bana ticareti çok iyi öğrettiği için bizim fakültedeki bütün ihtiyaçlı arkadaşların tamamına yardımcı oldum çok şükürler olsun. Çünkü birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar fakültenin başkanıydım. Bizim 5 yıllık üniversite idi. 5 yıl boyunca talebelerin başında ben vardım. Bütün ihtiyaçlı arkadaşlara yardımcı oldum. Dediğim gibi kendi ihtiyacımı da karşıladım. En küçük paraya ihtiyacım olmadı hiç. Hiç para sıkıntısı çekmedim. Ve aileme de 13 bin lira yardım yaptım talebe olarak. Bunun için de hiç zaman ayırmadım. Rahmetli babama dedim ki; “şu talebelik döneminde bir iş”, “oğlum, ben seni okumaya gönderdim. Başka bir iş yapmanı istemiyorum” dedi. Bundan dolayı da gerçekten Allah razı olsun, Allah rahmet eylesin. Şimdi sadece tatillerde yaptığım çalışmalarla sadece tatiller, onun dışında değil. Bu bence bir örnektir. Herkes tamam okuyorsa okusun. Herkes bir başkasına bağımlı olmadan ayakta durabileceği bir yapıya sahip olmalı. Hayatı bilmeli. Ne oluyor ne bitiyor bilmeli. Ama bugün insanlar öylesine köleleştiriliyor ki zihinsel olarak, at gözlüğü şöyle takılıyor, sadece şuraya bakma hakkın var. Hatta at gözlüğü de belki hafif gelir. Bir boru gözünün önüne konuyor, çok dar bir çerçeveye baktırılıyor, sağa sola bakamasın. Olup bitenlerden kimsenin haberi yok. Ondan sonra da ben ne dersem onu yapacaksın. Bu yapıyı kesinlikle değiştirmek zorundayız. Yani bu işsizlik kelimesi hiç bir zaman akla gelmeyecek bir kelime olmalı. Bugünkü vergi sistemi kesinlikle değiştirilmeli. Onun için şöyle çok kısa slogan bir cümle olarak şunu kullanabiliriz: hizmetten vergi asla alınmamalı, vergi maldan alınmalıdır. Maldan alınmalı. Çünkü hizmetten vergi alınmadığı zaman da insanların ulaşımlarında çok ciddi kolaylık sağlamış olacaksınız. İşçi çalıştırma, üretimin önü sonuna kadar açılacak. Bugünkü uluslararası yapıda size rekabet edecek kimse kalmayacaktır ve en üst noktaya çıkacaksınız e kısa sürede.
KATILIMCI: Alışverişten tam o işlem gerçekleşirken ya da miras intikalinde. Halbuki o işlem refahın anahtarıdır. İşlem ne kadar çoksa refah artar. O esnada araya elini sokup alıyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yapamazsın diyor yani. Yapmaya teşvik ediyor da hemen alıyor oradan. Bu yapı kesinlikle değiştirilmeli. Emeklilik Müslümanların zihninden kesinlikle çıkarılmalı. Benim gücüm yetiyorsa sonuna kadar çalışırım. Bakıyorsunuz adamın en verimli çağı, bir sürü tecrübesi var, emeklisin. Ya ne oluyor kardeşim ya. Adam çalışamıyorsa hasta ise 10 yaşında da olsa 15 yaşında da olsa tamam. 20 yaşında da olsa tamam yapılacak bir şey yok. Ama gücü yetiyorsa emeklilik de ne demek? Emekli maaşı ne demek? Kim muhtaçsa yani şurada valilik yapan bir insan bu devlete yardım ediyor da ağrı dağının tepesinde çobanlık yapıp şehire senede bir kaç kere inmiş olan adam bu memlekete hizmet etmiyor mu? Buna emekli maaşı vereceksin ona yok. Olmaz kardeşim. Öyle bir sistem oluşturacaksın ki kimin ihtiyacı varsa alsın. O da zekat sistemidir. İhtiyacı olmayan da almasın.
KATILIMCI: Kuranda geçen miskin ile alakalı husus mu?
ABDULAZİZ BAYINDIR: 8 tane sınıf var. Miskin, işsiz kalan insan demektir. Çaresiz kalan insan demektir ama 8 sınıf var. Devletin bütün harcamaları. Gerçi bunu da sık sık konuşuyoruz, Emeviler ve Abbasiler’den sonra oluşana İslam dememek lazım da işte millet İslam diyor, biz de diyelim. Çünkü zekatın da anası ağlatılmıştır. Zekat da zekat olmaktan çıkmıştır yani. Ondan dolayı mesela Osmanlılar’da avarız dedikleri vergiler olurdu sürekli. Avarız ne demek? Ârızi kelimesinin çoğulu yani geçici vergi. Adı geçicidir ama sürekli alınır. En kalıcı vergidir. Niye? Çünkü o yapı başka şekilde yaşayamıyor. Ama Osmanlı’nın ekonomik yapısı o zaman bizimkiyle kıyas kabul edilmeyecek kadar hürdür. Hür de değildi ama bugünkü ile kıyaslanamayacak kadar hürdür.
HAKAN BEY: Hocam bir laf var: hiç bir şey geçici bir devlet politikası kadar kalıcı değildir diye bir laf var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bizim burada dinleyicilerden katkıda bulunmak isteyen ya da bir şey söylemek isteyen var mı?
SADETTİN GÜNGÖR: 18 tane mükellefim vardı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kendini bir tanıt.
SADETTİN GÜNGÖR: Sadettin Güngör, serbest muhasebeci dini müşavir. Mali müşavir demedim. Çünkü bunun sebebi var. 18 mükellefimin içerisinde şu anda 4 tane mükellefle başbaşayım. Kimisi size deva ettiğim için aldılar, kimisi her türlü sizin verdiğiniz fetvalardan dolayı mahrum oldu. Şu anda serbest muhasebeci..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Benden bir şey istemiyorsun değil mi?
SADETTİN GÜNGÖR: Yok Hocam yok, size getirmek istiyorum.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Biraz zor getirirsin.
SADETTİN GÜNGÖR: Getiririm Allah’ın izniyle. Hocam, şu gerçek: mali müşavir diye bir tanım var. Mali müşavir olabilmek için sizin dediğiniz gibi bir mâli müşavir kağıdı verecekler, bana maliyeti 3500 tl. Dedim ki ya benim şeyim az. Vergi ayrı diğer aidatları da alıyor. Yani devlete düşman gözüküyorlar ama devletle beraber çalışıyorlar. O arada bundan ayrı emekli maaşımla yaşıyorum. Emekli maaşım dan benim şu anda yüzde 15 kesiyor. Yani şu anda sistem hakikaten sömürü sistemi. Benim tespitimi söyleyeyim. Eskiden dinsiz komünistler vardı, şimdi dinci komünistler var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Komünist kelimesi biraz farklı. Kapitalizmden farklı bir kavram o. Farklı bir kavram. Komünizm ayrı bir şey. İşin siyasi tarafından konuşmayalım. Tamamen ilmi tarafından konuşalım. Siyaseti bırakalım. Biz burada insanların önünü nasıl açacağımızı söylemeye çalışıyoruz. Burada konuştuğumuz her şey evrensel olmalı lokal değil.
Prof. Rasim Osmanzade, bizim Rusça bölümü başkanı.
RASİM OSMANZADE: Fakat Türkçe konuşacağız. Çok teşekkür ederiz. Ben çok beğendim. Bir konu değişimi söz konusu oldu. Yeni bir hava esti. Bana göre çok önemli bir değişimdir. Konu da emeklilik mi, maaş mı, çalışma mı, ihtiyarlık mı ama çalışmadır. Konunun ana temeli çalışmadır. Biraz da felsefi bir kaç kelime söylesek..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kendisi felsefe prefesörüdür.
RASİM OSMANZADE: Yeni bir açılım getirir bizim konumuza. Ne söylemek istiyorum? Canları alalım elimize. Başka türlü bu iş bizi kurtarmıyor. Cansızları bırakalım. Canlılar mikro olur. Mikro canlılar bakteridir, moleküldür, favdır, böyle bir şey virüsler. Canlılara gelelim. Makro canlılara. Bunların üç çeşidini alalım. Yeşil bitki, hayvani ve insani. Arada bir kaç gurup daha var onları da bırakalım. Bizde kriter insandır. İnsana göre bitkiyi bırakalım. Çok uzaktır bizden. Hareket etmez, her şeyiyle bize uzaktır, bırakalım. Ama iki tanesi kalıyor. İnsanın kendisi ve hayvan. Onlar canlıların klasik evrende yeri olan iki çeşididir. Her yere gitseniz, evrende bir canlı bulsanız bu ikisini bulacaksınız. İkisini ne manada: insan bir manada sınırdır. Canlı hayvan ise zaten hayvan denen şey canlıdır. Yani bu canlı insanın altında olan canlıdır. Demek evrende bir de insan sınırdır. İnsanın üstünde olan canlılar da var ama çok ilginç bu canlılarda insanın üstünde olsunlar. Allah, Ademi’i meleklerle kıyaslıyor imtihan ediyor. Melekler soruya cevap veremiyor. Bu bir manada insan ne seviyede olduğunu bize anlatıyor. Ama siz bakın insan ruhu Allah’tan geliyor. Zaten tüm canlılar ruhladır. DNAlıdır. Bu fizyolojik yapısına yansıyor ve ruhlanıyor. Ruhlanmasalar onlar hiç canlı olamazlar. Cansız ruhsuzdur. Ama bir manada ruhsuz diyoruz. Bakın Allah bulutla konuşur, taşla konuşur yani bizim anlamayacak şekilde Allah onlarla konuşabilir. Biz kendimize göre görüyoruz. Diyoruz ki taş ruhsuzdur. Ama insan ruhladır.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ruh demeyelim de can diyelim. Ruh başka can başka.
RASİM OSMANZADE: Şimdi burada ne demek istiyoruz? İnsanı hayvana göre biz kıyaslayacağız. Hayvan sadece çevreye, koşullara, arkadaşlarına uyum sağlamakla görevlendirilmiştir Allah’tan, yaratıcıdan. İnsan, uygun çevreye tam manada uymak zorunda değil. Onun aklı var. O, çevreyi gelirse kendine uydurur. Ve kendi şartlarını, kendi yaşamını, kendi değerlerini, kendi kriterlerini kendi yapar. Bununla yer ile gök arası fark oluyor hayvan-insan. Hayvanı da bıraktık. Dünyada insandan üstün varlık yok, ona göre de tüm dünya insanın elindedir. Bunu Allah kuranda da söylüyor. Allah insanı öyle yapmış ki bütün yeryüzünü canlıları, hayvanı ona vermiş. Ama uyarmış. Bak, çevre konusunda uyarmış, canlılar konusunda uyarmış ki kurallara göre davran keyfi değil. Keyfi olmaz bu işler. Onu da biz günümüzde yaşıyoruz. Şimdi burada ne kalıyor? Yani Allah’ın insana verdiği tek bir entegre olsa güç kalıyor. Neymiş bu güç? Bu üretimdir. Hiç bir hayvan üretim yapamıyor. Ne kadar büyük olsa da ne kadar akıllı olsa da. Balinalar çok akıllıdır, fil çok akıllıdır. Süleyman ile konuşuyor. Hatta diyor ki onlar güneşe tapıyorlar. Siz bakın kuş olsun onların güneşe taptığını söylesin. Görülmez şeydir. Biz bunu Allah söylemese bilesi değildik. Ama yine de kuş kuştur. İnsanın yanında sıfır gücü var. Bak bu güçte olan insanın tek aleti çalışmadır. İsterseniz ona alet deyin, ilke deyin, varlık biçimi deyin her neyse şart değil her şey olabilir. Çalışmadır. Şimdi gelin insanın elinden bu çalışmayı alalım. Ne olacak? Biz insanı sıfırlamış oluyoruz. Gelin onu köle yapalım. Bir basamak üstün yapalım. Ama yine de köle sahibine çalışacak. Eski köleler emeği ile çalışırdılar sahibine, çağdaş köleler maaşları ile çalışırlar. Bütün durum bu. Ona göre bizim eğer bir devlet varsa ortada. Eğer gerçekten Allah’ın kuranına biz hiç olmazsa elimizi sürüp açıp okuyoruz ise gelin bu emek aracılığıyla da insana değer verelim.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Emeğe hürriyet verelim. Kontrol altında tutmayalım. Gerçekten son derece önemlidir. İslamiyette hürriyet, olmazsa olmazdır. Zaten bütün nebilerin şeyi. Hiç kimse Allah’tan başkasına köle olmamalıdır. Hiç kimsenin hayatını bir başkası düzenleyebilecek yetkide kendisini görmemelidir. Bu arada dersin sonu olarak şeyi okuyalım. Rasim Hoca bana hatırlattı. Yani konuşması hatırlattı daha doğrusu. Nisa suresinin 59.ayeti ile bitirelim. Diyor ki burada Allah “NİSA, 59.. Ayet: Ya eyyühellezıne amenu etıy’ullahe ve etıy’ur rasule: müminler, Allah’a itaat edin ve resule itaat edin”. Allah’a itaat edin: Allah’ın kitabı. Resul, o kitabı bize öğretir. Yani ” BAKARA, 151.. Ayet: Kema erselna fıküm rasulem” Bakara 151’de belirtildiği gibi “nitekim size bir elçi gönderdik”, “minküm: sizin içinizden”, “yetlu aleyküm ayatina: size ayetlerimizi okuyor”. Tamam güzel. “Ve yüallimükümül kitabe vel hıkmete: size kitabı ve hikmeti öğretiyor”. Hikmet ne demek? Hikmet, kurandan çözüm üretme yöntemi demek bu ayette. Dolayısıyla o resulün öğrettiği şey: Allah’a itaat edin, tamam. Kurana uyacaksınız. Resule itaat edin de o resulün öğrettiği yöntemle hikmeti bulun ve oradan çözümler üretin demektir. Yani tabiattan buğdayı nasıl ekmeğe çevirebiliyorsanız, pamuktan nasıl elbise üretiyorsanız, demirden bir takım alet edevat üretiyorsanız kuran ayetlerinden de ihtiyaçlarınızı görecek bilgileri resulün öğrettiği yöntemle öğreneceksiniz diyor. Tamam ona da itaat edeceksiniz ama bu yöntem tamamen bitmiştir İslam aleminde sahabe döneminden sonra. Allah’a şükür biz bu yöntemi uyguladığımız için çok sayıda problemi çözme fırsatı buluyoruz. Ondan sonra diyor ki; NİSA 59: “Ve ülil emri minküm” içinizden yetkililere de itaat edeceksiniz diyor. Yetkililer dediğimiz zaman bugünkü devletteki. İlla devlet değil tabi. Evde yetkisi olan, iş yerinde yetkisi fe in tenaze’tüm fı şey’in fe rudduhü ilellahi ves rasuli in küntüm tü’minune billahi vel yevmil olan, her tarafta. Ama biz devlet olarak düşünelim. Genellikle bu ayet buraya kadar okunur. Kitaplarda buraya kadar yazılmıştır. Devamı bırakılır orada. Çünkü malesef Abbasiler’den itibaren devlet başkanı tanrı haline getirilmiştir. Malesef. Onun için bundan sonrasını okumak hesaplarına gelmez. Şimdi burada şöyle diyor Allah “fe in tenaze’tüm fı şey’in: herhangi bir konuda nizaya girerseniz”. Allah ile nizaya girilebilir mi? Olmaz. Peki resul ile girilir mi? Çünkü Allah’ın söylefiğini söylüyor. Kendine ait bir şey söyleyemez ki. Kendine ait şeyi söylediği zama resul olmaz. “Ve ma alel resuli illel belağ” diyor: resule düşen tebliğden ibarettir. Peki resul bir şey söyleyemediğine göre o zaman resulle de nizaya girilmez. Çünkü Resule itaat eden Allah’a itaat eder. Resule itaat edin diye özel emir var. O zaman kiminle nizaya girebilir bir insan? Ulul emr ile yetkililet ile nizaya girebilir. Bakın hürriyet gitti mi? Yani yetkiliye bir yetkü verilirken sınırsız değil. “Efendim biz şu kanunu çıkardık, şöyle”. “Senin çıkardığın kanun önemli değil kardeşim” diyebilmesi lazım. Bu yanlıştır. Onun devamında ne diyor; “fe rudduhü ilellahi ves rasuli” işte onun çözümünü Allah’a/Allah’ın kitabına ve resulün o gösterdiği yöntemle hikmete yönlendirin, ona göre onu değerlendirin. Ne olmuş oluyor? Evrensel bir yöntem. Falan Parlementonun, filan şirketin, filan sivil toplum kuruluşunun kendi özel kuralları değil. Evrensel kurallar. Herkesin hürriyeti doruğuna kadar yaşayabildiği, Rasim hoca’nın çok güzel anlattığı gibi insanların çalışabildiği, üretebildiği, ister mal ister hizmet üretebildiği bir ortamı oluşturacaksınız ve herkes, en alttaki kişi devlet başkanına da muhalefet edebilecek. “İn küntüm tü’minune billahi vel yevmil ahır: Allah ve ahiret gününe inanıyorsanız böyle yaparsınız”. Yoksa bunun hesabını verirsiniz demektie ahirette. z
“Zalike hayrun: bu hayırlıdır”, “ve ahsenü te’vıla: sonucu da en güzel olandır”. Yani çok güzel sonuç alırsınız bunu yaparsanız diyor. Yani insanları susturmayın konuşturun ama hayali değil reel. Allah’ın ayetini ya da o ayetlerden çıkarılmış hikmetleri söyleyecek. Metodunu da Resulullah’ın gösterdiği gibi. Öyle bana göresi sana göresi yok. Mümtahine suresinin 12.ayetinde Allah, Medine devletinin reisi olan Muhammed(sav)’in yanlış bir uygulaması olursa o günkü insanların bugün de birçok insanların toplumun en zayıf kesimi olarak gördüğü kadınlara başkaldırma yetkisi veriyor Allah. “Ve lâ yâ’sıneke fil ma’rufi” diyor. Marufta sana isyan etmesinler. Ne demek? Söylediğin eğer kitaba ve hikmete uygun değilse sana karşı çıkma hakları vardır demektir. Karşınızdaki sıradan bir insan değil Allah’ın nebisi ve insanların çok zayıf gördüğü kadınlar. Onun için biz bu yapıyı oluşturabilirsek gerçekten dünyada çok inanılmaz bir derecede hızlı bir şekilde kalkınırız. Bakın Resulullah’ın devleti, vefat edince Türkiye’nin dört katı büyüklüğüne gelmişti ve oralarda kaç tane savaş yaptılar? Çok az. Asıl zihinler fethedilmişti. Sahabesi döneminde de dünyanın en büyük sistemi haline dönüşmüşlerdi. Çünkü problem çözüyorlardı. Artık Müslümanlar problem olmaktan çıkıp problem çözer durumuna gelmek zorundadırlar. Hepinize çok teşekkür ediyorum. İnşallah bir faydamız olur.