Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Euzubillahimineşşeytanirracim.Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdu lillahi rabbil alemin, vel akıbetu lilmuttekın, essalatu vesselamu ala resulune Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Rabbenâ lâ tuzığ gulûbenâ bağde iz hedeytenâ veheb lenâ mil ledunke rahmeh, inneke entel vehhâb.
Bugün Allah nasip ederse hırsızlık suçu ve cezası ile ilgili olarak ders yapacağız. Maide Suresinin 38. Ayetindeyiz. Burada Allahu Teala şöyle diyor. “Ves sârigu ves sârigatu” “erkek ve bayan hırsız”. “fagtaû eydiyehumâ” “o iksinin de ellerini kesin”. “cezâem bimâ kesebâ” “yaptıklarına karşılık olmak üzere”. “nekâlem minallâh” “Allah tarafından başkalarını caydırıcı” Tabi o hırsızı da caydırıcı… Caydırıcı bir ceza olmak üzere ellerini kesin. “vallâhu azîzun hakîm” “Allah üstün güce sahiptir ve doğru kararlar verir” (Maide 38). Bu karar size biraz ters gibi gelebilir ama Allah hâkimdir. Doğru karar verir.
“Femen tâbe mim bağdi zulmihî” “ama o suçu işledikten sonra kim tövbe ederse”. “ve asleha” “ve durumunu düzeltirse”. “feinnallâhe yetûbû aleyh” “Allah onun tövbesini kabul eder”. “innallâhe ğafûrur rahîm” “Allah suçların üstünü çokça örter ve çok da ikramda bulunur” (Maide 39).
“Elem tağlem” “bilmiyor musun?” Yani şimdi sizin içinize şu gelebilir. El kesmede ne oluyor falan diye… Zamanımızda bununla ilgili birçok tartışmalar var. Kesilirdi, kesilmezdi deniyor. “Elem tağlem” “bilmiyor musun?” “ennallâhe lehû mulkus semâvâti vel ardı” “Göklerin ve yerin tüm hâkimiyeti Allah’a aittir”. Yetki Allah’ındır. “yuazzibu mey yeşâu ve yağfiru limey yeşâé’” “Allah tercihine göre ceza verir. Yine kendi tercihine göre affeder”. Yani kime hangi şartlarda ceza vermeyi tercih ediyorsa o şekilde ceza verir. Hangi şartlarda affetmeyi tercih ediyorsa o şekilde affeder. Dolayısıyla siz Allahu Tealaya hesap soramazsınız demiş oluyor. “vallâhu alâ kulli şey’in gadîr” “Allah her şeye bir ölçü koyar” (Maide 40).
Genellikle kendi malı çalınanlar hırsızı öldürseler bile tatmin olmazlar ama başkasının malı çalınırsa hırsızdan yana tavır takınırlar. Hep öyle bir hava vardır. Allahu Tealanın cezalandırmada temel bir kuralı vardır. O temel kural, bir kimse bir suç işlerse onun dengiyle cezalandırılır. Mesela bir camı kırdı. Ya da şu bardağı kırdı. Yapacağı bir böyle bir bardak almaktır. Bunu aldığı zaman ona bir ceza vermiş oluyor muyuz? Sadece yaptığını telafi etmiş oluyor. Cezası bir su bardağı daha almaktır. O kadar. Mesela biri camınızı kırdı. Camı yaptırdı. Zaten eski haline geldi. Bir cam parası daha verdiği zaman yaptığı suçun tam dengi cezaya çarptırılmış olur. Bir kişi herhangi suç işledi. Mesela bir adam öldürdü. Kasten öldürdüğü zaman kendi canı onun canından daha değerli değil. Onun karşılığında kendi canı alınır. Bu eşitlenir. Bununla bitmiyor. Bir de Allahu Teala ebedi ahiret cezası verir. Çünkü o kişinin sahibi kim? Dolayısıyla orada suç Allah’a karşı işlenmiş olduğu için Allah bu dünyada ona ölüm cezası takdir etmiştir. Ahirette de cehennemde cezasını görür. Peki, bu dünyada benim bir yakınım öldüğü zaman insanlar olarak en büyük zararı kim görür? Yakını kimse o görür. Dolayısıyla Allahu Teala o yakınına o suçluyu affetme hakkı da vermiştir. Yani kasten adam öldürmelerde adam öldürülür ama mağdur tarafın yetkisi vardır. Size şöyle çok genel bir şey söyleyeyim. Batıdan gelen ceza hukukunda suç devamlı devlete karşı işlenmiş olur. Aslında devlete karşı değildir. Batıda tiranlar vardır. Yani zalim devlet başkanları vardır. Her şeyi kendi aleyhlerine düşünürler. Onlara göre oluşturulmuş bir ceza sistemi vardır. O ceza sisteminde işlenen bütün suçlar krala karşı işlenmiş sayılır. Çünkü vatandaşın oralarda hiçbir değeri yoktur. Onun için hâkimi o kral tayin eder. Devlet adına dava açma yetkisini de yine kendi tayin ettiği bir görevliye verir. Bugün biz onlara savcı diyoruz. Yani kişiyi suçlayanda devlettir, yargılayanda. Peki, kişi kendini savunmada hür mü? Kanunları dikkatle takip ederseniz bugün Türkiye’de bulunan ceza kanununa göre her şey delil olur, hiçbir delil hâkimi bağlamaz. Onun için bakıyorsunuz ki hiç lüzumsuz şeylerle insanlar tutuklanıyor. Bir sene, iki sene sonra delil yetersizliğinden serbest bırakılıyor. Böyle bir şey İslam toplumunda hayal bile edilemez. Çünkü kişinin suçsuz ve borçsuz olması temel prensiptir. Hiç kimse anasından suçlu olarak doğmaz. Ama Batı toplumunda öyle değil. Sonradan oluşan Hıristiyanlığa göre anasından suçlu doğar. Tabi asıl Hıristiyanlık ne ise, İslam’da aynıdır. Değişen herhangi bir şey yok. Kişiyi suçlu sayıyorlar ki kilise vaftiz etsin. Kilise kimi kabul ediyorsa o Hıristiyan olur. Kabul etmediğinin Hıristiyan olma şansı yoktur. O anlayışa göre herkes prensipte suçludur. Ama İslam’da herkes suçsuz doğar. Borçsuz doğar. Niye borçsuz doğuyor? İslam miras hukukunda borç mirasçıya intikal etmez. Yani mirasçı kime mirasçı olmuşsa o kişinin borcunu ödemekle sorumlu değildir. Mesela birisinin 1000 lira borcu var, on tane alacaklısı var, her birisinin alacağı 100 lira, geriye bıraktığı miras da 100 lira olsun. O on kişi 100 lirayı paylaşır. 100 lira yerine 10’ar lira alırlar. Mirasçıya intikal etmez. Dolayısıyla mirasçının borçsuz doğma işi… Yani öyle olacak olsa anasının rahmindeyken babası ölen bir çocuk borçlu sayılır. Ama bugün öyle değildir. Bugün reddi mirasta bulunmazsanız borcu da üstlenmiş sayılıyorsunuz. Konuyu biraz dağıtmış olduk ama anlaşılsın diye açıklıyorum. İslam’da reddi miras olmadığı gibi mirasçısını mirastan mahrum etme diye de bir şey yoktur. O da olmaz. Hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur. Böyle olunca herkes suçsuz ve borçsuz olarak doğar. Suç ve borç sonradan oluşan şeydir. Kim bunun varlığını iddia ediyorsa objektif delillerle ispatlaması gerekir. Dolayısıyla İslam Ceza Hukukundan devlete karşı yani topluma karşı işlenmiş suçlar var. Devlete karşı işlenmesi son derece aldatıcı bir kelimedir. Çünkü devlet dediğiniz zaman tüzel kişilik akla geliyor. Öyle bir kişi yok. Hiç hayatınızda devletle tokalaşmış olan birisi var mı? Hadi devlet bir namaz kılsın, oruç tutsun bakayım. Ahirette devlete oruç sorulur mu? Bu tüzel kişilik meselesi çok ciddi bir problemdir. Ceza Hukuku açısından da öyledir. Eğer toplumun her ferdini ilgilendiren bir suç işlenmişse her ferdin o konuda dava açma hakkı vardır. Çünkü herkes ondan zarar görür. Ama tüzel kişilik dediğiniz zaman belli kişilerin dava açma hakkı olur. Onun için çok rahat bir şekilde halka zulmedebilirler. Bu böyle olduğu için suçlar genellikle kişilere karşı işlenmiş kabul edilir. Ve o kişilerin suçluyu affetme hakları vardır. Birkaç tane istisnası vardır. Mesela zina suçu, bunda af söz konusu olmaz. Hırsızlık suçu da öyledir, topluma karşı işlenmiş sayılır. Bunda da af söz konusu olmaz. Hırsızlık suçu adam öldürmeden çok farklı bir şeydir. Adam öldürmede karşı taraf affedebiliyor ama hırsızlık suçunda şöyle bir şey olur. Olay mahkemeye intikal etmeden, ispatlanmadan eğer malı çalınan kişi dava açmıyorsa mahkemede bunu ispatlama noktasına gelinceye kadar karşı tarafın vazgeçme hakkı vardır. O yönüyle de bugün ki kamu hukukundan ayrılır. Ama ispatlandıktan sonra artık vazgeçemez. Artık onun cezasının yerine getirilmesi gerekir. Herkes anasından suçsuz ve borçsuz doğduğu için suçluluğun ve borçluluğun bütün şüphelerden uzak bir şekilde ispatı gerekir. İspatta iddia makamına düşer. Makam kelimesini kullanmakta yanlıştır. Çünkü bizde bu makam dediğiniz zaman savcılık akla geliyor. İslam’da savcılık diye bir şey yoktur. 19. asırın son dönemlerinde gelmiştir. Zaten 19. asırdan sonra bizde her şey karışmıştır. Hapishaneler, mahkemeler, uzayıp giden davalar, suç sonsuz… Çünkü insanlar etkisizleştirilmiş. Eskiden her insan savcı, polis, jandarma görevini yapardı. Her insan mahalle bekçisi gibi olurdu. Her insan toplumunun her şeyiyle ilgilenirdi. Öyle olduğu için suç işleme oranları bugün hayal etmemiz olmayacak kadar azdır. Size zaman zaman söylüyorum. Süleymaniye Vakfının 200 m kadar ileriye gittiğiniz zaman orada İstanbul Müftülüğü var. Süleymaniye Caminin öbür tarafındadır. Süleymaniye Caminin bir tarafında biz, bir tarafında orası vardır. İstanbul Müftülüğü eskiden Yeniçeri Ocağıydı. Sonra Şeyhülislamlık oldu. Sonra İstanbul Müftülüğü oldu. Şeyhülislamlık olunca tüm mahkemelerin bağlı olduğu bir yer oluyor. Şeyhülislamlığın olduğu yerde bir arşiv var. İstanbul Şeriyye Siciller Arşividir. Yani İstanbul’da ki, İstanbul’un fethinden şeriatın kaldırılmasına kadar olan dönemin bütün mahkeme kayıtları oradadır. Allah nasip etti orada 21 sene kadar o arşivi yönettim. Çok sayıda yerli yabancı araştırmacıya yardımcı oldum. 1984’de bitip ve basılan Doktoramı da orada yaptım. 19. asıra gelinceye kadar yani batılılaşma denen o hastalık bize bulaşıncaya kadar… Siz İstanbul Mahkemesinde hırsızlık suçu arayın bakayım, birkaç senede bulabilecek misiniz? Mahkeme kayıtlarına bakıp birkaç sene araştırma yapın. Bakın ki bir tane hırsızlık olayına rastlayabilecek misiniz? Ya da adam öldürmeye… Ya da gasptır, falan… Bugün her gün haberlerde duyduğumuz… Çünkü o yapı çok farklı bir yapıdır. İslam’ın oluşturduğu bir yapıdır. O yapıyı en fazla tenkit edenler biziz. Ama ne kadar tenkit edersek edelim, batıyla kıyaslanmayacak kadar iyidir. Böyle suç ve ceza arasında denkliğin olduğu bir ortamda ve insanların suçsuz olmasının temel olduğu bir yerde adam biliyor ki ben şuna şu zararı verirsem… Mesela burada açıkta duran bir telefon var. Biraz sonra göreceğiz. Kapalı alandan yapılan hırsızlıkta el kesilir. Mesela adam açıkta duran telefonu sahibine çaktırmadan telefonu alıp cebine koydu. Bilir ki yakalandığı zaman bu telefonu verecek, bir telefon daha verecektir. Bu çok ciddi anlamda caydırıcıdır. Yaptığı yanına kar kalmayacaktır. İşte bu suçla ceza arasında gerçekten matematiksel bir denklem vardır. Ama bazı şeyler vardır ki onu anlamamız biraz kolay değil. İşte onlardan bir tanesi hırsızlık suçudur. Bir de bundan önce anlatmıştık. İşte yol kesme olayı… Onları hemen kavramak kolay değil. Allahu Teala bunun kararını ben veriyorum diyerek fazlaca anlayamayacağımızı ifade ediyor ama biraz anlamaya çalışacağız. Fakat ondan önce Yahya’dan suçla ceza arasındaki ayetleri ve Resulullah’ın sözlerini bir dinleyelim bakalım.
Yahya ŞENOL: İslam Ceza Hukukunun mütekabiliyet esasına dayalı olduğu birkaç tane ayet var. Kişi başka bir insanın can veya mal dokunulmazlığına ya da namusuna, ırzına, özel hayatına bir saldırı yaptığında kendisi de ona denk bir ceza ile cezalandırılır. Buna misliyle mukabele adı verebiliriz. Bunu gösteren Kuranı Kerimde birkaç tane ayet var. Bazıları dünyevi, bazıları uhrevidir. Özellikle dünyevi olanlarını söyleyeceğiz ki… Çünkü Ceza hukuku diye bahsettiğimizde ilk aklımıza gelen suçların işlendiği bu dünyada hemen karşılıklarını bulmalarıdır. Onun haricinde ahirette zaten Cenabı Hakkın ayrı bir cezası eğer tövbe etmezlerse onları bekliyor. Genel prensipleri belirten üç tane ayet paylaşacağım. Zaten üçü de birbirinin benzeridir.
Birinci ayet; “Ve in âgabtum” “eğer bir ceza vermek isterseniz”. Muhattap kim? Biz. Yani dünyada olan insanlardır. Ahirette ceza vermek bizim haddimize değildir. “feâgıbû bimisli mâ ûgıbtum bih” “karşı tarafa size ne yapıldıysa ancak onun dengi bir ceza verebilirsiniz”. Yani size karşı bir suç işlenmişse ceza olarak karşı tarafa size işlenenin dengi bir ceza uygulayabilirsiniz. Peki, bu şart mı? Yani illaki bana yaptığının aynısını yapmak zorunda mıyım? Hayır. “ve lein sabertum” “hayır, böyle yapmaz da sabrederseniz”. Yani o yapan kişiyi affederseniz, “lehuve hayrul lissabirîn” “tabi ki bu sabredenler için hayırlı, güzel bir davranıştır”. (Nahl 126) O yüzden ikisinden birini seçmekte biz kullar muhayyeriz. Yani bize karşı bir saldırı yapılırsa onun dengi bir cezayla karşılık verebiliriz ya da affedip geçebiliriz. Bu ikincisi Cenabı Hak tarafından tavsiye ediliyor, anlaşılıyor.
İkinci ayet; “Ve cezâu seyyietin” “bir kötülüğün cezası (karşılığı)” “seyyietum misluhâ” “ona denk bir kötülüktür”. Ne yapıldıysa suçlu karşılığını görecek. Ama yine bu şart değil. “femen afâ ve asleha” “fakat kim affeder ve durumu düzeltirse”. Kendisi mağdur olmasına rağmen Cenabı Hak sen affedip bir de arayı düzeltmeye kalkarsan “feecruhû alallâh” “o kişinin mükafatı Allah’a kalmıştır”. Yani büyük bir sevap bekliyor ki bunu Cenabı Hak bu ayette müjdelemiş. “innehû lâ yuhıbbuz zâlimîn” “Fakat şu da bilinmeli ki Allah zalimleri yani yapmaması gereken şeyleri yapanları, yanlış davrananları sevmez”. (Şura 42) Biz ne yaparsak yapalım karşı taraf bizi affeder. Ona güvenerek de yanlış davranışa kimse gitmesin. Allah yanlış davrananları sevmez.
“ve men âgabe bimisli mâ ûgıbe bihî” “her kim kendisine yapılan saldırıya denk bir saldırıyla karşılık verirse” “summe buğıye aleyhi” “fakat buna rağmen bir saldırıya daha uğrarsa” Yani kişinin iyi niyeti suiistimal edilmiş. Ona rağmen bir saldırıya uğrarsa bilsin ki “leyensurannehullâh” “o kişiye kesinlikle Allah yardım edecektir”. Bunun garantörü de Cenabı Haktır. “innallâhe leafuvvun ğafûr” “Allah çok affeder ve çok bağışlar”. (Hac 60) Bunun tabi dünyevi boyutu da var. Biraz sonra tabi ayetleri baştan okuyacağız. Yani kul bir suç işlediğinde bunun sadece dünyevi yaptırımı olmaz. Çünkü suçun yapısına göre bazen bu işlediğiniz suç sadece o kişiye olabilir, bununla birlikte Allah’ın yasaklamış olduğu bir davranış olduğu için otomatikman Allah’a karşı da yanlış yapılmış olur. Bazen suç işlediğiniz kişinin yaşadığı topluma veya kendi yaşadığınız topluma karşı da yanlış bir davranışta bulunmuş olabilirsiniz. Bu durumda işlenen yanlış toplam üçe çıkar. 1- Allah yasakladığı için yanlış davranışta bulundunuz. 2- Başka birisinin kişilik haklarına, şahsi eşyasına falan dokundunuz, bedenine zarar verdiniz. Kişisel bir hak ihlali söz konusudur. 3- Birde toplumsal güvenliği ihlal ettiniz. Mesela hırsızlık suçunda olduğu gibi… Burada üç farklı türde bir ceza oluyor. Burada diyelim ki kişi kendisine yapılanı Cenabı Hakkın buradaki ecrine nail olmak için affetti. Ama bir toplumun hakkı var. Bu durumda bütün toplumdan bir helallik veya bir özür talep edilmelidir. Bir de birinci yanlışı zaten yasakladığı fiili zaten yapmakla Allah’a karşı işledin. Dolayısıyla Allah’ın da göreceği bir hesabı var. Eğer tövbe etmez de o suçla ahirete gidersen karşıda orada bekleyecek olan bir şey var. O da Cenabı Hakkın orada belirlediği cezadır. Ama böyle olmaz da “Ve mey yağmel sûen” “kul kötü bir davranış işler” Bir yanlış yapar, bir suç işler… “ev yazlim nefsehû” “ya da sırf kendisine karşı bir yanlış yaparsa” Tamam bir başkasına yaptın, topluma yaptın ama kendine de bir insan yazık edebilir. Bunu yaptın ama “summe yestağfirillâhe” “ama sonra pişman oldu ve Allah’tan af diledi”. Ya rabbi beni affet dedi. Allah ile arasında olan şey ne olur? “yecidillâhe ğafûrar rahîmâ” Yani Allah’a karşı olan suçta eğer samimi bir şekilde tövbe eder, yaptığını bırakır, bir de Allah’tan bağışlanma dilerse “Allah’ı son derece affedici ve ikram sahibi olarak bulacaktır”. (Nisa 110) Yani Cenabı Hakkın tövbe edilmiş, pişman olunmuş suçlardan af garantisi, af müjdesi daima vardır.
Bir ayeti kerime daha var. Biz derslerimizde sıkça okuyoruz. Duya duya kulağınız aşina olmuştur. Bu hem kişisel suçlarda hem devletlerarası hukukta belki temel prensip oluşturan bir ayettir. “femeniğtedâ aleykum” “kim size bir saldırıda bulunursa” Yani devlet açısından baktığımız zaman bu bizim topraklarımıza yapılacak bir saldırı olabilir. Ama kişisel haklar açısından baktığımız zaman bize yapılmış bir saldırı var. “fağtedû aleyhi bimisli mağtedâ aleykum” “size yapılanın dengi bir saldırı ancak yapabilirsiniz”. (Bakara 194) Fazla yapabilir miyiz? Azını Allah affedersiniz zaten diyor. Allah katında güzel bir ecri de var. Peki, çok kızdırdı, canımızı yaktı, mahvedelim şunu, madem bu bizim topraklarımıza girdi, onu yok edelim falan diyebilir misiniz? Hayır. “ve lâ tağtedû” buyuruyor. Yani Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın ama asla “aşırı gitmeyin”. (Bakara 190) Yapılanın dengi… Ne kadarsa o kadar. Daha ilerisi yok. “vettegullâhe” “Allah’tan çekinin”. Çünkü kuralı Allah koyduğu için burada nefsani hareket söz konusu olamaz. “vağlemû ennallâhe meal muttegîn” “çok iyi bilin ki Allah kendisinden çekinen, sakınan, kendisinden korkan kullarıyla beraberdir”. (Bakara 194) Bunlar İslam Ceza Hukukunun temel prensiplerini oluşturan belli başlı birkaç ayettir.
Bir de veda hutbelerinden en önemlisi birçok çerçevede okuduğumuz bir hadiste Resulullah’ın şu ifadeleri var. Ashabı toplamış. Buyuruyor ki, “Bugün hangi gün?” Hac mevsiminde oldukları için “haram dokunulmaz gün”. “Bu şehir hangi şehir?” “Haram şehir” diyorlar. Mekke Harem bölgesi… “Peki, bu ay hangi ay?” “Haram ay”. Yani içinde savaş yapılması haram olan ay. Hepsinde bu şekilde, soru cevap şeklinde gidiyor. Resulullah buyuruyor ki, “İşte sizin kanlarınız, mallarınız ve özel hayatınızda tıpkı bu gününüz gibi, bu ay gibi, bu şehirdeki dokunulmazlık gibi dokunulmazdır”. Yani hiç kimse, hiç kimsenin canına, malına ve özel hayatına bir saldırıda bulunamaz. Bulunursa ne olur? Cenabı Hakkın buradaki ayetlerde bahsettiği şekilde dengi bir cezayla cezalandırılır. Bunlar genel prensiplerdi. Hırsızlık suçu örneğinde bu ayetleri oraya uygulamaya çalışacağız.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: İslam dediğimiz zaman Adem’den (a.s) beri gelen bir dindir. Yeni bir din değil. Dolayısıyla bugün herhangi bir Yahudi gerçek Yahudiliği öğrenmek istiyorsa bakacağı şey bu Kuranı Kerimdir. Herhangi bir Hıristiyan bozulmamış Hıristiyanlığı okumak istiyorsa Kuranı Kerim’den bulacaktır. Dolayısıyla önceki kitaplarda Kuranı Kerimi tasdik eden hükümler buluyoruz ama bizim elimizdeki o kitaplar birer meal olduğu için ister istemez anlam kaymaları var. Bizim Kuran meallerinde ne kadar büyük tahrifat olduğunu biliyorsunuz. Ama ona rağmen yine de doğruları hatırlatan şeyler var. Tevrat burada var. Ama tercümesi bu orijinali değil.
Vedat YILMAZ: Hırsızlıkla alakalı olarak şöyle söylüyor, “Eğer hırsızı yakalarsanız o hırsız çaldığının çift ödemesini yapar”.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yani bir aslını verecek, bir de ceza olarak…
Vedat YILMAZ: Açıklamasında da şöyle diyorlar, “Hırsızlar çaldıkları ister hayvan, ister taşınır bir eşya olsun aldıkları malların değeri kadar ceza öderler. Başka bir deyişle malı geri verirler ve üstüne değeri kadar da ödeme yaparlar”.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Bu konuda Resulullah’dan (s.a.v) gelen bir hadiste var. Mesela bir hurma ağacının yanına gitti. Canı çekti oradan aldı, yedi. Ondan dolayı bir şey yok. Niye? Çünkü insanlar bu tür şeyleri normal karşılarlar. Köylerde yaşayanlar bunu gayet iyi bilir. Birisi gelip sizin meyvenizden arzu edip yemişse sorun yok. Ama cebine koyduğu zaman işte o suç olur. O zaman Resulullah (s.a.v) “eteğine koyup götürürse hem o götürdüğünü, hem de onun bir mislini vermesi gerekir”. Bu aradaki fark nedir? Niye böyle bir fark var? Kuranı Kerimde muhteşem bir metot var. Onu sık sık burada anlatmaya çalışıyoruz. Allahu Teala burada sık sık hırsızlıktan bahsediyor. Peki, hırsızlık ne acaba? Yani bir sirkat kelimesinin geçtiği hırsızlık var, bir de birisinin malını araklama diyelim. Bizim Türkçe de kullandığımız… Kapalı yani korumalı bir alandan bir malı çalmakla, açık bir alanda çaktırmadan almak aynı değildir. Allahu Teala burada “Ves sârigu ves sârigatu” diyor. (Maide 38) Allahu Teala “biz bu Kuran’da her şeyin örneğini vermişizdir” diyor. Her şey diyorsa hırsızlığında örneğini vermiş olması gerekmez mi? “Ve legad sarrafnâ fî hâzel gur’âni linnâsi min kulli mesel” “Her örneği” Sarrafna dediği zaman “döne döne veriyoruz” (Kehf 54) demektir. Yani döne döne demek değişik açılardan veriyoruz demektir. Kuranı Kerime baktığımızda hırsızlıkla ilgili bir şey var. Yusuf Suresinde bir örnek var. Orada Yusuf (a.s) kardeşini yanında tutmak için bir oyun oynuyor. Onun böyle bir oyun oynamaya hakkı var mı, yok mu onu da gene ceza hukuku açısından değerlendirmek gerekiyor. Önce ayeti okuyalım.
Onun kardeşleri Bünyamin ile birlikte gelmişlerdi. Yusuf’u (a.s) tanımıyorlardı. Çünkü Yusuf (a.s) küçük bir çocukken kardeşleri ondan kurtulmak için kuyuya atmışlardı. O zaman Bünyamin onlarla beraber değildi. Bünyamin o olaya katılmamıştı. Babalarına da gidip yalan söyleyerek Yusuf’u kurt yedi demişlerdi. Surenin baş tarafında var. Yusuf’da (a.s) daha çocuk yaştayken kuyunun bulunduğu yerden geçen yolcular tarafından çıkarılıp Mısır’a götürülüyor. Mısır’da satılıyor. Bir bakan satın alıyor. Vezir alıyor. Dolayısıyla sarayda yetişme fırsatı bulmuş oluyor. Tabi kendi kabiliyetleri de ortada… Yusuf’un (a.s) bir özelliği var. Allah ona olayları okuma bilgisini veriyor. Bugün için Toplum Mühendisliği diyebilirsiniz. Yani “ve yuallimuke min teé’vîlil ehâdîsi” “olayları ilişkilendirme ve oradan sonuç çıkarma” demektir. (Yusuf 6) Dolayısıyla Yusuf (a.s) çok güzel kurgular yapabiliyor. “Felemmâ cehhezehum bicehâzihim ceales sigâyete fî rahli ehîhi” “o kardeşlerinin yüklerini tamamen yükledikten sonra kardeşi Bünyamin’in yükünün içerisine Kralın su kabını koydu”. Ama bunu koymadan önce kardeşine bundan sonra olacaklara aldırma demişti. Bünyamin’e kendisini tanıtmıştı. Diğerleri tanımamıştı. Önceden uyarıda bulunduğu için Bünyamin’in üzülmesi diye bir şey söz konusu değildir. “summe ezzene muezzinun” “birisi seslendi”. Su kabı orada ya. Bu arada Yusuf (a.s) su kabımı getirin demiş olabilir. Baktılar ki bunlardan birisi çalmış. Siz hırsızsınız diye bağırıyor. “eyyetuhel îru innekum lesârigûn” “Ey kervancılar siz hırsızsınız diyor”. (Yusuf 70) “Gâlû ve agbelû aleyhim mâzâ tefgıdûn” “Döndüler, ne kaybettiniz dediler”. (Yusuf 71) Kaybettiğiniz şey ne? Niçin bize hırsız diyorsunuz? “Gâlû nefgıdu suvâal meliki” “Melikin su kabını kaybettik dediler”. “ve limen câe bihî hımlu beîriv ve ene bihî zeîm” “Yusuf’da (a.s) kim o su kabını getirirse ona bir deve yükü yiyecek vereceğim. Ben buna kefilim” diyor. (Yusuf 72) Burada su kabının da bayağı değerli olduğu anlaşılıyor. Melikin su kabı zaten değerli olur. “Gâlû tallâhi legad alimtum mâ cié’nâ linufside fil ardı” İfadelerde çok önemli… “Vallahi siz çok iyi biliyorsunuz ki biz burada ortalığı karıştırmaya, düzeni bozmaya gelmedik ki”. “ve mâ kunnâ sârigîn” “biz hırsız da değiliz”. (Yusuf 73) Sarikler de değiliz. “Gâlû femâ cezâuhû in kuntum kâzibîn” O gelen kardeşlerine dediler ki “eğer yalan söylüyorsanız bunun cezası nedir?”. (Yusuf 74) “Gâlû cezâuhû mev vucide fî rahlihî fehuve cezâuh” Bunlar kimin oğlu? Yakub’un (a.s). O da bir nebidir. “Cezası kimin yükünde bulunuyorsa yani kim çalmışsa onun kendisidir”. Mala karşılık kendisini alıyorlar. “kezâlike necziz zâlimîn” “zalimlere biz böyle ceza veririz”. (Yusuf 75) Böyle dediklerine göre bu kimin dininde oluyor? Yakub’un (a.s). Az önce Vedat Tevratı okudu. Tevrat Yakup (a.s) zamanında inmiş mi? Bunun cevabıda yine Kuranı Kerimde olması gerekir. Yahudiler diyor ki, “Kullut taâmi kâne hıllel libenî isrâîle illâ mâ harrame isrâîlu alâ nefsihî min gabli en tunezzelet tevrâh” “Bütün yiyecekler İsrail oğullarına helaldi”. Yani İsrail oğulları kendilerini Allah’ın oğlu sayıyorlar ya. Niye bize haram kılsın kardeşim demek istiyorlar. Allah bize bir şeyi haram kılmaz diyorlar. “Tevrat inmeden önce İsrail’in kendine haram kıldıkları hariç”. (Ali İmran 93) O İsrail kim? Yakup (a.s). Çünkü Yakup’un (a.s) on iki oğlu bugün ki İsrail oğullarının on iki koludur. Onun için onun lakabı İsrail’dir. O zaman Tevrat inmeden önce deniyorsa Yakup’un (a.s) dininin hükmü Tevratta ki hüküm olur mu? Olmaz. O zaman Yakup (a.s) zamanında hırsızlık suçunun cezası neymiş? Bu şartlarda işlenen suç… Melik’in su kabı meydan da olur mu? Koruma altında olur değil mi? Bir de değerli olur. Getirene bir yük yiyecek diyor. Koruma altındadır. Örneği görüyor musunuz? Cenabı Hak bütün ayrıntılarıyla hırsızlığın örneğini burada veriyor mu? 1- Koruma altında olmalıdır. 2- Değerli olmalıdır. Cezası neymiş o zaman? Kişinin kendisiymiş. “Febedee biev’ıyetihim gable viâi ehîhi” “Yusuf (a.s) Bünyamin’in yükünden önce diğer kardeşlerinin yüklerini yoklamaya başladı”. “summestahracehâ min viâi ehîh” “sonra Bünyamin’in yükünden onu çıkardı”. “kezâlike kidnâ liyûsuf” “Yusuf’a böyle bir yol göstermiştik”. Allahu Teala ona böyle düşünmeyi nasip etmiş. “mâ kâne liyeé’huze ehâhu fî dînil meliki” “yoksa o melikin dinine göre kardeşini başka şekilde yanında tutamazdı”. Firavunların bulunduğu yerde de hukuk işliyor. Yani geldi, o insana el koy böyle bir şey yok. Başka şekilde yanında tutamazdı. “illâ ey yeşâallâh” “Cenabı Hak başka bir tercihte bulunursa o başka”. “nerfeu deracâtim men neşâé’, ve fevga kulli zî ılmin alîm” “tercih ettiğimiz kişinin derecelerini yükseltiriz. Her bilenin üstünde bir bilen vardır”. (Yusuf 76) Yusuf’un (a.s) olayında kardeşleri Yusuf’u (a.s) babalarından ayırdılar. Babalarına gidip Yusuf’u kurt yedi yani Yusuf öldü dediler. Onlar Yusuf’un yerine bir kişi vermeleri gerekmiyor mu? Böyle bir suç işlediler. İşte Yusuf (a.s) onlara işledikleri suçun dengi bir ceza verdi. Gidip babalarının karşısında Bünyamin’i koruyacağız falan demişlerdi. Tam onlara denk bir ceza verdi. Yusuf (a.s) onlara haksızlık yapmadı. Ve babalarının yanında itibarlarını düşürdü. Ama bu yaşıyor. Yaşadığını herkes biliyor. Zaten sarayda da yaşıyor. Gerçi köle olarak olduktan sonra sarayda mı nerede yaşadığı fazla önemli değil ama Yusuf’da (a.s) denk cezayı veriyor. Ama demek ki Yakup (a.s) zamanında bu tür bir hırsızlık yapanın kendisi alınıyormuş. Adamın kendisini almak mı daha ağır cezadır, yoksa elini kesmek mi? Kendisini almak. Demek ki daha sonra bir hafifletme olmuş. Tevrat’ın asıl nüshaları bulunacak olsa mutlaka bu konuda yapılan bir nesih söz konusu olur. Nesih ya misliyle olur ya da daha hayırlısıyla olur. Daha hayırlısıyla bize kadar gelmiş. Bu mal konusu son derece önemlidir. Bakın eğer sizin cebinizde paranız olmasaydı bu akşam buraya gelmezdiniz. Eğer şu bina olmasaydı bu akşam bu dersi yapamazdık. Şu aletler olmasaydı bir başka yerde dersimizi kimse dinleyemezdi. İnsanın ayakta durmasına sebep olan, hayatın devam etmesine sebep olan çok temel şeydir. Çünkü o olmadan ayakta durulmaz. Onun için Allahu Teala aç kalmış olan kişiye domuz eti yemeyi de helal kılar değil mi? Ölümle yüz yüze gelmiş olan kişiye kalbinde iman olmasına rağmen kafirim demesine ruhsat verir. Yani ayakta durması lazım. Kuranı Kerime baktığımız zaman bu konuda bize çok ayrıntılı bilgiler veriyor. Mesela şu ayeti okuduğum zaman ben bayağı sarsıntı geçirmiştim. “İnnellezîne keferû len tuğniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şey’â” “Allah’ın ayetlerini görmezlikten gelenler var ya ne malları, ne evlatları onlardan hiçbir ihtiyaçlarını gidermeyecektir”. Yani onları korumayacaktır. Birinci sırada mal var. Dikkat edin evlat ikinci sırada geliyor. Bütün ayetlerde öyledir. Ama esas şaşırtıcı olan devamıdır. “ve ulâike hum vegûdun nâr” “Bunlar o ateşin yakıtıdırlar”. (Ali İmran 10) “Kedeé’bi âli fir’avne” “Firavun ailesinin örneği gibi”. (Ali İmran 11) Firavun ailesi dediği zaman ilk akla gelen devlet başkanlığı olur değil mi? Güç. Demek ki o değilmiş. Esas olan mal ve evlatmış. Zaten mala da mülk denir. Devlet başkanlığına da melikiyet, meliklik denir. Bu kâğıt benim mülkümse onu istersem Vedat’a veririm, istersem yırtarım, istersem yakarım. Kimse karışabilir mi? Üzerinde tam bir hâkimiyetim vardır. Onun için Firavun gibiler bütün her şeyi kendi mülkleri olarak kabul ederler. Evlatları da olacak ki soyu devam ettirsinler. Mal son derece önemlidir. Onun için Allahu Teala “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ teé’kulû emvâlekum beynekum bil batıli” “Müminler, mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin”. Batıl yol; hırsızlık, faiz, çeşitli oyunlar falan. “illâ en tekûne ticâraten an terâdım minkum” “ama karşılıklı rızayla yapılan ticaret şeklinde olursa olabilir”. Ticaret ne oluyor? Mal ve hizmet üretimi için yapılan eylemlerdir. Meşru işlerdir. O da karşılıklı rızayla olacak. Kimseye zorla bir şey yaptırılmaz. “ve lâ tagtulû enfusekum” “kendi, kendinizi öldürmeyin”. (Nisa 29) Malların batıl yollarla yenmesi nasıl niteleniyor? İntihar olarak niteleniyor. Yani bir toplumun intiharıdır. Bugün mesela Batı toplumu, Amerikan toplumu intiharın eşiğindedir. Çünkü bu faiz batağından koskoca Amerika’nın 23 trilyon dolar borcu var. Bundan birkaç ay önce 19 trilyon dolardı. Şimdi Türkiye’de ciddi manada bataklıklara sürükleniyor ama Avrupa, İngiltere çok daha berbat durumdadır. Çünkü toplumu bitiriyor. Tüm sistemi çökertiyor ve insanları köleleştiriyor. Devletleri köleleştiriyor. Onun için Allahu Teala faizle ilgili olarak, “Feil lem tef’alû feé’zenû biharbim minallâhi ve rasûlih” “Faizcilikten vazgeçmezseniz Allah ve resulü ile savaştığınızı bilin” (Bakara 279) diyor. Demek ki mal meselesi çok önemlidir. Mal güvenliği son derece önemlidir. İnsanlar mafyalar oluşturuyorlar. Sırf malını almak için milletin canını tehlikeye atıyorlar. İşte faiz sistemi, diğer sistemler, bir sürü şeyler var. Hırsızlık da onlardan bir tanesidir. Dolayısıyla insanın mal güvenliğinin olmadığı yerde can güvenliği de olmaz. Bir adam sizin evinize mal çalmak için girdiğinde onu engellemeye kalktınız mı canınızı da vermekle yüz yüze olursunuz. Öyleyse bunun cezası çok ağır olmalıdır. İşte Allahu Teala Maide Suresinin 38. ayetinde öyle diyor. “Ves sârigu ves sârigatu” Hırsızlık yapan ister kadın olsun, ister erkek fark etmez. “Kadın ve erkek hırsız”. “fagtaû eydiyehumâ” “bu ikisinin ellerini kesin”. “cezâem bimâ kesebâ” “yaptıklarına karşılık olmak üzere”. Az önce Yahya’nın okuduğu ayetlerde denklik söz konusuydu. Peki, el kesme ile çaldığı mal arasında nasıl denklik kuracaksınız. Ondan sonra “nekâlem minallâh” “bu Allah tarafından caydırıcı bir cezadır” diyor. Ondan sonra “vallâhu azîzun hakîm” “Allah üstün güce sahiptir ve hâkimdir yani karar vermişse doğru karar vermiştir” (Maide 38). Ama burada açık kapı daha bırakıyor. “Femen tâbe mim bağdi zulmihî” “kim suçu işledikten sonra tövbe eder” “ve asleha” “kendisini düzeltirse”. (Maide 39) Olay mahkemeye geldiği zaman herkes tövbe eder değil mi? Bir daha yapmayacağım der. Değil bak. Suçu işledikten sonra ama yakalanmadan… Bu ayetleri okuduğum zaman şu aklıma geliyor. Bundan birkaç sene evveldi. Ankara’da birisi bir mal çalmış. Bir eve girip bir şeyler çalmış. Getirmiş açmış bakmış ki, kız çocuğunun bebeği var orada… Kendinin de küçük bir kızı varmış. Kendi kızını düşünmüş. Bir de o evin kızını düşünmüş. Bu defa çok pişman olmuş. Çaldığı bütün malları alıp karakola gitmiş. Ben şu malları falanca yerden çaldım demiş. Oraya haber verin. Ne gerekiyorsa yapın. Bu adam pişman olmuş mu? Bu adam ıslah olmuş mu? Tamam. Bak olay mahkemeye intikal etmeden önce… Mahkemeye intikal ettikten sonra herkes tövbe eder. Onun tövbesi tövbe değildir zaten… Onun ki aldatmaya yöneliktir. Öyle olursa Allah gafurdur, rahimdir diyor. Yani “nekal” dediği kısım yok. O zaman adi hırsızlığa dönüşür. Ne çalmışsa onu verir. Bir de onun mislini verir. El kesilmez. El kesme cezası yok. Çünkü o artık tövbekâr olmuştur. Peki, el kesme işi ne yapıyor? Bir “nekal” yani “bir caydırıcılık” oluyor. Mesela yanınızda küçük bir çocuk var. Hırsızlıktan eli kesilmiş bir adamı yolda görüyor. Baba bunun el biye yok diyor. Oğlum ya da kızım hırsızlık yapmış da ondan… Ben yapmam der. Hatta ben çocuğum, babam rahmetli Hac’dan geldi. Orada tavaf ederken eli kesilmiş bir adamı gördüğünden bahsetti. Ben bir tedirgin oldum. Hatta birkaç sene evvel bile olsa anlatıldığı zaman insanlar ondan alacağı dersi alırlar. Cenabı Hak yarattığı kullarını gayet iyi biliyor. “Elem tağlem” “sen bilmiyor musun?” “ennallâhe lehû mulkus semâvâti vel ardı” Ne itiraz ediyorsun? “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır”. Burada da mülk kelimesi geçiyor. Tüm mallara, mülke sahip olan Allah’tır. “yuazzibu mey yeşâu” Yani o tercih ettiği duruma göre kişiyi… Yani “kuralı koyar. Ona göre kişiye cezayı verir”. “ve yağfiru limey yeşâé’” gene “kuralı koyar. Tercihine göre kişiyi affeder”. Az önce ayeti okuduk. “vallâhu alâ kulli şey’in gadîr” “Allah her şeye bir ölçü koyar”. (Maide 40) Buda hırsızlığın ölçüsüdür.
Bazıları hırsızlık aslında el kesme değildir, el çektirmedir diyorlar. Tamam, el çektir nasıl çektireceksin? Hadi çektirin bakalım.
Yahya ŞENOL: Hırsızın elini o fiilden kesin. Yani bir daha yapamayacak duruma getirin diyorlar.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ne yapacaksın? O malı ortaya koyarsın. Etrafına büyük bir kare yaparsın. Bir daha o mala dokunamaz. Öbür mallar ne olacak? Bunun lafı kolayda fiiliyat kolay değil. Son derece zor şeydir. Bir de az önce Yahya okudu. Adam hırsızlık yapıyor. Benim malımı çalıyor. Onu götürüp hapse atıyorlar. Hırsızın hapiste ne işi var? Hırsızın cezasını niye millete yüklüyorsunuz? Niye ben onun oradaki yiyeceğini karşılayacağım? Onun oturduğu binanın masraflarını karşılayacağım. Sonra hangi suça cezadır? Bakın hapis cezası diye bir ceza olmaz. Ben kendisine İslam Âleminin yöneticisiyim diyenlere hayret ediyorum. Allah’a nasıl hesap vereceksiniz? Hapis cezasını nasıl temel alıyorsunuz? Türkiye’de her yerde hapishaneler yapılıyor. Ne demek bu? Bunu duyduğum zaman sinirlerim tepeme çıkıyor. Bundan birkaç sene evvel Avrupa topluluğunun bir toplantısı vardı. İsveçliler organize etmişti. Hürriyetten bahsediyorlar. Üç gün sürdü. Üç gün boyunca onlara söyleyeceğim her şeyi söylemiştim. Sizin hürriyetten bahsetmeye ne hakkınız var dedim. Dünyada hürriyeti ağzına bile almaması gereken Avrupalılardır. Hapis cezasını neye denk gösteriyorsunuz? Ama bizimkiler havada kapıyor. Yok efendim 100 m2 lik falan arsaya hapishane… Ne demek ya? 19. asırdan itibaren Osmanlı bu hapishanelerle tanışmıştır.
Yahya ŞENOL: Bir de Yusuf Suresinin 31. ayeti delil gösteriliyor. Hani bu hırsızlık suçunun cezasının eli komple bilekten kesmek, koparmak değil de eli yaralamak anlamında yani işaretlemek anlamında olduğu söyleniyor. Geçen benzer kelimeden dolayı…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Meali oradan bir oku da bu arkadaşlara bir soralım.
Yahya ŞENOL: Yusuf Suresinin 31. Ayeti. Yusuf kıssasını hatırlarsanız nereden bahsettiğini anlarsınız? Burada Züleyha’nın hikâyesi anlatılıyor. “Kadın, bunların yani şehirdeki diğer kadınların dedikodularını işitince haber gönderip onları çağırdı. Ziyafet düzenleyip onlar için oturup yaslanacakları yer hazırladı. Her birine de birer bıçak verdi. Ve Yusuf’a çık karşılarına dedi. Kadınlar Yusuf’u görünce onu pek büyüttüler. Ve şaşkınlıkla ellerini kestiler”. Arapçası “gattağne eydiyehunne” dir. “Haşa Allah için bu bir insan değil. Şerefli bir melektir dediler”. (Yusuf 31) İşte buradaki “gattağne eydiyehunne” “şaşkınlıktan ellerini kestiler” ifadesine ellerini koparmadılar diyorlar. Bıçakla çizip kanattılar diyorlar.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ellerine işte birer turunçgillerden portakal ya da mandalina vermiş. Portakal olma ihtimali yüksek… Portakalı keserken bıçağı eline kaydırmış. Çünkü Yusuf’un güzelliğine hayran kalmışlar. Yani böyle bileğini kesip de elini mi koparır? Bunu yeryüzünde kim anlar?
Yahya ŞENOL: Aynı kelime kullanılmış diyorlar.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Anlayanınız var mı? Ya da elinizdeki meyveyi soyarken şaşkınlıktan elinizi kestiyseniz bileğinizi mi kopardınız? Yaralama olur başka bir şey olmaz.
Yahya ŞENOL: Bunu oraya taşıyacağız o zaman…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ne alakası var?
Yahya ŞENOL: Yani buradaki yaralamaysa oradaki de yaralama olsun. Hırsızın elini işaretleyip bırakın.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Onlar yapsınlar. Onlar kendileri yapsınlar.
Yahya ŞENOL: Yani bu kelimenin burada bu manada kullanılmış olması orada da o manada kullanılmasını zorunlu kılar mı?
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: İmkânsız. Böyle bir şey olmaz ki… Bir kişinin kendi elini kesmesiyle bir kişinin işlediği suçtan dolayı başkası tarafından elinin kesilmesi hiç aynı olabilir mi?
Yahya ŞENOL: İki hafta önce okuduğumuz Maide Suresi 33. Ayeti vardı. Orada da terör suçunu işleyenlerin el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesinden bahsediliyordu.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: O zaman çaprazlama işaretleyeceksiniz.
Yahya ŞENOL: “tugattaa eydîhim ve erculuhum min hılâfin” Burada çaprazlama çizmek olur mu? Nasıl olacak? Onlara sormak lazım. Yani orada o manada kullanılıyor. Burada da tam manasıyla koparmak manasında kullanılıyor. Yani bu Türkçe’de de herhalde bu şekilde kullanılıyor. Bu konuda Suat ERDOĞAN Hocanın yaptığı bir tez vardı. İsmi Suç ve Ceza Uygunluğu…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Çok güzel bir tezdir. Tavsiye ederim.
Yahya ŞENOL: Tezde bu konu üstünde duruyor. Yani benzer ifade Türkçe’de de kullanılır diyor. Mesela birisinden bahsederken Ahmet elini kesmiş denilirse anlayacağınız elini yaralamıştır. Ama Ahmet’in eli kangren olduğu için kesildi denilince anlayacağımız nedir? İkisinde de kesme fiili kullanılıyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Doktor kesmiş.
Yahya ŞENOL: Ama doktor yani… Bir operasyon sonucu kangren olan kısım komple kesildi anlaşılır. Kullanılan kelime kesmek olduğu için…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Doktor elini kesti, bacağını kesti, ayağını kesti dediğiniz zaman yaraladı anlaşılır mı?
Yahya ŞENOL: Hayır. Olmaz. Her dilde böyle o yüzden Arapça’da da böyledir.