Elhamdulillahi rabbil alemin vel akıbetulilmuttakin essalatu vesselamu ala resulune muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.
Zariyat suresinin kalan kısmına devam ediyoruz. Geçen hafta 18. ayeti okumuştuk. Bu hafta 19. ayetten başlayacağız. Burada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. “Ve fi emvalihim hakkul lissaili vel mahrum” “İsteyen ve mahrum için onların mallarında bir hak vardır”(51/19). İhtiyaçlı kişiler ikiye ayrılır. Bir kısmı isteyebilirler. Yani ihtiyaçlarını bildirebilirler. Bir kısmı da bildiremez. İhtiyacını bildiremeyenlerle ilgili Bakara Suresinin 273. ayetinde Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. “Lil fukaraillezine uhsıru fi sebilillah” “Allah yolunda mahsur kalmış fakirler için özellikle”. “la yestetiune darben fil ard” “bunlar dışarıya çıkıp kazanmak için imkân bulamazlar”(2/273). Yani yeryüzünde yol tepemezler. Başka bir işle meşgul olamazlar. “yahsebuhumul cahilu ağniyae minetteaffuf” “bunlar iffetli davrandıkları için, onurlu davrandıkları için onların gerçek durumunu bilmeyenler zengin olduklarını hesap eder, öyle zannederler” “tağrifuhum bisimahum” “onları sen simalarından görünüşlerinden tanırsın” “la yes’elunen nase ilhafa” “onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler”(2/273). Belki bir ihtiyaçlarını hissettirebilirler ama ısrar edemezler. “ve ma tunfiku min hayrin feinnallahe bihi alim” “hayra yapacağınız ne harcama olursa olsun Allah onu bilir”(2/273). Zariyat suresi Mekke de inmiş olan bir suredir. Zekâtta Medine de farz kılınmıştır. Burada zekâtla ilgili genel bir özet yapılmış oluyor. “İsteyen yani ihtiyacını karşı tarafa bildiren ve isteyemeyecek durumda olan insanlar için Müminlerin mallarında bir hak vardır”(51/19). Kur’anı Kerimde zekâtın kimlere verilebileceği Tevbe Suresinin 60. ayeti kerimesinde bildirilmiştir. Orada sekiz sınıftan bahsedilir. O sekiz sınıfın her biri için Kur’anı Kerimin diğer ayetlerinde açıklamalar vardır. O sınıfları Kur’an ile açıkladığınız zaman bir devletin bütün ihtiyaçlarının onunla karşılanacağını görürsünüz. Çünkü Kur’anı Kerimde devlet geliri olabilecek olan sadece zekât ve ganimet vardır. Ganimete göre bir bütçe yapılamaz. Bu sene falan ülkeyle savaş yapacağız diyelim. Şu kadar ganimet alırız. Bütçenin şu tarafına bunu yazalım diye hiçbir ülke söyleyemez. Çünkü belki o alacağını düşündüğünün birkaç katını kendisi vermek zorunda kalabilir. Bütçe yapılabilecek olan tek kalem zekâttır. Ama daha önceki derslerimizde bunun örneklerini vermiştik. Şimdi sadece iki cümleyle geçeceğiz. Fıkıh kitaplarını okursanız görürsünüz. Mesela Ömer Nasuhi Bilmen’i okursanız o sekiz sınıfın iki sınıfa indirildiğini görürsünüz. Bir fakirler, iki zekât toplama memurlarıdır. Diğer altı sınıf yoktur. Zaten onlardan ‘muellefeyi kulub’ denilen sınıfı kapsamada almamışlardır. Onu dışarıda bırakmışlardır. Diğerleriyle ilgili öyle tanımlar yapmışlardır ki hepsi fakirliğe çıkar. O zaman devletin elinden bu büyük gelir alınmış olur. Alınınca da ona gereken önem verilmemiştir. Verilmeyince de tarih boyunca geçici vergi adı altında ki avarız vergisi alınmıştır. Geçici vergi adı altında vergiler konmuştur. Ve hep kalıcı olmuştur. Bugün ki geçici vergiler gibidir. Sistemi tam olarak oturtmadığınız zaman öyle oluyor. Yani gerçekten Müslümanların Kur’anı Kerime göre hayatlarının bütün yönlerini yeniden gözden geçirme mecburiyetleri var. Zariyat suresinde mahrum kavramı kullanılıyor. Tevbe suresinde de mahrum kavramına girecek kişiler sayılıyor. Az önce okuduğumuz ayeti kerimede de bazı insanlar kendilerini Allah yolunda mahsur hale getirmişlerdir. Yani bütün işleri kamu hizmetidir. Kur’anı Kerime baktığınız zaman ‘Allah yolu’ kelimesi kamu hizmeti anlamında çok rahat bir şekilde anlaşılabilir. Para kazanmakla meşgul olsa bu hizmet aksayacaktır. Bu hizmetinde yürümesi gerekiyor. Mesela burada Süleymaniye Vakfında bir ilmi çalışma yapılıyor. Bugün altı tane internet sitemiz var. Dünyanın hemen her yerine hitap ediyoruz. Bazı bölgelere daha ağırlıklı bir şekilde hitap ediyoruz. Her bir internet sitesinin arkasında birkaç kişinin çalışma mecburiyeti var. Dolayısıyla on kişilik bir kadro sürekli burada çalışıyor. Bir de arada sırada çalışanlar var. Şimdi bunlar para kazanmakla meşgul olurlarsa bu işi kim yürütecek? O zaman ne olacak? İşte bunlar mahrum gruba giriyor. Yani para kazanacak durumda değillerdir. Aynı şekilde devlet görevlilerinin de tamamı öyledir. Kamu hizmetlerinin tamamı öyledir. Bu insanlara para kazanın dediğiniz zaman o hizmetler aksar. Peki o hizmette bulunanlarda tabii ki geçineceklerdir. İhtiyaçlarını karşılayacaklardır. Yani zekât sadece zenginden alınıp fukaraya verilen bir yardım değildir. Çok kapsamlıdır. Ama bir şart vardır. Kur’anın açıklamasını ulemaya asla bırakmamak gerekiyor. Kur’anı, Kur’an açıklar. Bu açıklamaların çok büyük bir bölümünü peygamberimiz bize bildirmiştir. Dolayısıyla hadislerle Kur’anı birbirinden ayırmadan, sünnet ile Kur’anı birlikte anlayarak bu açıklamalara ulaşabiliriz.
“Ve fil ardı ayatul lilmukınin” “kesin bilgi edinmek isteyenler için yeryüzünde ayetler vardır”(51/20). Kesin bir kanaate varmak istiyorsanız tabiattaki ayetleri okuyun, o kanaate varırsınız. Kur’anı kerimde ki ayetlerde zaten tabiattaki ayetlerin yazılı şeklidir. Tabiattaki ayetleri yaratan Kur’anda ki ayetleri indirendir. Dolayısıyla ikisi arasında tam bir uyum vardır. Her zaman dillendirmeye çalıştığımız bir husus var. Müslümanlar asırlar öncesinden Kur’anda ki ayetleri okumayı bırakmışlardır. Kur’anı Kerimi sevap kazanmak için okumaya başlamışlar. Anlama tamamen ortadan kalkmıştır. Sevap kazanmak için okuduğunuzda ne kadar çok okuduğunuza bakarsınız. Ama anlamak için okuduğunuzda ne kadar çok okuduğunuz sizi ilgilendirmez. Ne kadar anlayabildiğinize bakarsınız. Ondan sonrada onu hayatınıza uygularsınız. Sevap kazanmak için okunan kitap olduğu an bu kitap ölmüştür. Siz düşünün çok basit bir hikâye kitabını sevap kazanmak için okusanız orada ne anlatıldığıyla hiç ilgilenmezsiniz. Sadece onu okuyup okumamak sizi ilgilendirir. Ondan sonrada okuyuşunuza bir takım musiki makamları yüklersiniz. Sonrada sevap için onu dinleyenler, bir musiki parçasını dinler gibi dinleyenler ortaya çıkar. Anlama işi tamamen kaybolur. Maalesef Müslümanlar asırlardır böyle bir noktaya girmişler. Allahın indirdiği kitabı okumamışlar. Peki, kâinat kitabını okumuşlar mı? Yani yeryüzündeki ayetleri okuyorlar mı Müslümanlar? Bakın zevkle seyrettiğimiz belgeseller var televizyonlarda değil mi? İşte onlar Allahın ayetleridir. Onlardan kaç tanesini Müslümanlar hazırlamışlar? Hiç hatırlıyor musunuz? Müslümanların tabiatla ilgili hazırladığı belgesel var mı? Hatırladığınız var mı? Belgeselleri hazırladıklarına dair şahsen bir şey bilmiyorum. Bakın sizde bilmiyorsunuz. Başkalarının araştırmalarını naklediyor olabilirler. Ben tabiatı okuyan Müslümanlar var mı, diye soruyorum. Başkalarının araştırmalarını nakletmeye gelince bize ait olan televizyonlarda naklediyorlar. O değil. Tabiatı bizzat okumaya gayret eden Müslümanlar var mı? İnsan vücudu üzerinde derinlemesine yapılan çalışmalar var mı? Bitkilerle ilgili yapılan derinlemesine çalışmalar var mı? Bu konularda belki bilmediğimiz bir takım Müslümanlar çalışıyor olabilir. Ama sistemli olarak çalışanlar Müslümanlar değil. Bir katılımcı: 13:33 13:39 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Maalesef o rivayet yanlış çıktı. Kaptan Cousteau’nun Müslüman olduğu rivayeti yanlış çıktı. Müslüman olsa bile o Müslüman olarak araştırmaya başlamamış. Araştırmasından sonra Müslüman olmuş olabilir. O da bizim bu sorumuza cevap değil. Şimdi buradan ne ortaya çıkıyor biliyor musunuz? Çok ciddi bir mesele ortaya çıkıyor. Batılılar Allahın tabiatta ki ayetlerini okuyorlar. Bu ayetin devamında da var. “Ve fi enfusikum” “kendi nefsinizde de”(51/21). Allahın ayetleri vardır. Onu da araştırıyorlar değil mi? Bakın DNA’lara varıncaya kadar bütün detaylı araştırmaları yapıyorlar. Şimdi onlar hiç olmazsa Allahın ayetlerinin bir kısmını okuyorlar. Ama biz ne onları, ne de Allahın indirdiği ayetleri okuyoruz. O zaman hangimiz daha iyi konumdayız? Zaten batılıların daha iyi konumda olduğu görülüyor değil mi? Eğer Allahın ayetlerini okur, Allahın Kur’anda ki ayetlerini tabiatta ki ayetleriyle birleştirirsek onların ulaşamadığı birçok noktaya biz çok kolaylıkla ulaşabiliriz. Onların yaptığı çalışmalardan tabii ki istifade edeceğiz. Çünkü bu insanlığın bir değeridir. Onu bir adım öne geçirmeye çalışırız. En azından onu kavramaya çalışmakta gene bir ayeti okumaktır. Tabiatta ki ayetleri de Kur’an da ki ayetleri de okuruz. Kur’anda ki ayetler o tabiatı yaratanın sözleri olduğu için bizi çok daha ileri bir seviyeye götürür. Bu gün ki seviyede olanların hayal edemeyeceği noktalara götürür. Dünya açısından da ahret açısından da bu böyledir. Şimdi onlar tek taraflı kaldılar. Sadece dünya açısından ilerlediler. Ahret açısından sosyal hayatlarında çok ciddi bozukluklar var ki o bozukluklar bizim sosyal hayatımıza da yansımaya başladı. Ve şimdi onun sıkıntısını çekiyoruz. O zaman biz Allahın ayetlerini onlara okur, onların tabiat ayetlerinden öğrendiklerinde onlara örnek verirsek tıpkı peygamberlerin yaptığı işi yapmış oluruz. Peygamberlerin yaptığı iş neydi Enes Hoca? Tezkir değil mi? Tezkir nedir? Hatırlatmak. Yani onların tabiat ayetlerini okurken elde ettikleri bilgileri biz hatırlatacağız. Bak siz böyle böyle yapmıştınız ya işte Allah böyle diyor. O bağlantıları düşünürseniz kurulması gerektiğini de anlarsınız. Siz düşünün dediğimiz kısımda tezekkürdür. Peygamberler tezkir de bulunur. Kişilerin tabiattan ve kendilerinden elde ettiği bilgileri zihinlerinde yormalarını ister. Onların yapacakları şeyde tezekkürdür. İşte şimdi biz bunu yapabilirsek hem o insanlara rehberlik etmiş oluruz. Hem de kendimiz için çok güzel şeyler yapmış oluruz. İnsanlığın bu bataktan kurtulması için bir gayret gösteririz. Kurtulur, kurtulmaz o ayrı bir konu. Sonuç alıp almama meselesi başka bir konu ama hiç olmazsa o yolda bize düşen bir görevi yaparız. Yarın Allahın huzurunda da söyleyecek sözümüz olur.
“Ve fis semai rizgukum ve ma tuadun” “gökte sizin rızkınız vardır”(51/22) diyor. “Ve size vaad olunanlar, söz verilenler vardır”(51/22). Şimdi gökteki rızık ne? Rızık gökten de oluyor yerden de değil mi? Çünkü bir ayeti kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. “Kul mey yerzugukum mines semai vel ardı emmey yemlikus sem’a vel ebsara ve mey yuhricul hayye minel meyyiti ve yuhricul meyyite minel hayyi ve mey yudebbirul emr, feseyegulunallah, fegul efela tettegun” “sen şunlara desen”(10/31). Mesela batılılara da deseniz, başkasına da deseniz fark etmez. Deseniz ki “size gökten rızkı veren kim?”(10/31). Yani bu kadar araştırmalar yapıyorsunuz. Mükemmellikleri tespit ediyorsunuz. “Size gökten rızkı veren kim? Yerden rızık veren kim?”(10/31). Çünkü insanlar ne kadar bilim ve teknolojiyi geliştirirse geliştirsinler, yeryüzünde hiçbir bilim ve hiçbir teknoloji bir ağaç yaprağını yapamaz. Mümkün değil. Hiçbir bilim, hiçbir teknoloji bir sivrisineğin kanadını yapamaz. Yani o mükemmelliği yakalamaya imkân yok. “Bu rızkı veren kim gökten ve yerden? Kulakların ve gözlerin sahibi kim?”(10/31). Veya bu kulaklara bu gözlere bu fonksiyonları yükleyen kim? “ölüden diriyi çıkartan ve diriden ölüyü çıkartan kim? işleri kim çekip çeviriyor? Bu tabiatta mükemmel dediğiniz bu dengeyi yapan kim? Hepside Allah diyeceklerdir. O zaman de ki”. “efela tettekun” “Allahın cezasına karşı kendinizi korumak istemez misiniz?”(10/31). Korunmaya ihtiyacınız yok mu? Herkes Allah’tır diyecek. Ama bazıları çıkıyor kendilerine ateist diyorlar, tanrı tanımam diyorlar. Tabii onlar yalancı olduklarını çok iyi biliyorlar. Onlarda tabiattır diyorlar. Tabii bu mükemmelliği tabiat nasıl yapar. Tabii tabiat derken onların zihninde olan kavramda Allah’tır. Sadece ismi değiştiriyorlar o kadar. Başka bir şey yok. Gökten inen rızık bizim bildiğimiz kadarıyla yağmurdur. Çünkü o rızkın sebebidir. Gökten yağmur yağmadığı takdirde toprak bir şey bitirir mi? Su kaynaklarında su olur mu? Hayat diye bir şey kalır mı? Onun için o rızkın sebebi gökten iniyor. Bilenler anlatsa burada çok daha güzel olur. Şimşek çaktığında bir azot yağmurundan bahsediyorlar. Güneşle gelen bir takım ışınlar var ki tabiatta değişiklikler meydana getiriyor. Yani güneşsiz yetişen bir bitkiyle güneşle yetişen bitki arasında çok büyük farklar oluyor. O da gökten geliyor. Artık yıldızlardan da mutlaka gelen bir şeyler vardır. Müslümanlar bu tür ayetleri okuyup o tür araştırmaları yapmak zorundalar. Onları kavramak ve ortaya çıkarmak için çalışmalılar. Daha başka şeylerde vardır. Bir şimşek çakmasının ciddi bir gübre etkisi yaptığını söylüyorlar. “ve size söz verilenlerde gökte”(51/22). Geçen hafta göklerin kapıları sebebiyle miraçtan bahsetmiştik. Peygamber (s.a.v) miraca çıktığı zaman orada Necm suresindeki ayeti kerimede sidretul müntehanın yanında ‘cennetul meva’nın olduğu belirtiliyor(53/15). Sidretul münteha yedinci kat semadadır. Onun yanında cennetul meva vardır. Müslümanlara vaat edilen cennetle ilgili Allah-u Teâlâ’nın bir takım nitelemeleri var. “Ve sariu ila mağfiratim mir rabbikum ve cennetin” “rabbinizden bir bağışlama ve cennetine koşun”(3/133). Yani yarış yapın. “arduhes semavatu vel ardu” “genişliği gökler ve yer kadardır”(3/133). Sık sık gene tekrarladığımız şeylerden birisi de astronominin bildiği gök birinci kat göktür. Bunu da ayetlerden anlıyoruz. “Ve lekad zeyyennes semaed dunya bimesabiha”(67/5). Birinci kat sema ile ilgili başka bir yerde kevakib, başka bir yerde de nucm geçiyor. Yani yıldızların bulunduğu sema birinci kat semadır. Ondan sonra ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci kat sema var. Biz bu birinci kat semanın genişliğini ifade etmek için yeni terimler icat ettik. Yani biz değil de astronomi âlimleri icat ettiler. Işık yılı diye bir terim icat ettiler. İşte şu kadar milyar ışık yılı şeklinde ifade ediliyor. Çünkü bu dünya da kullandığımız terimlerle onu ifade etmek mümkün değil. Birinci kat sema için kullandıklarımız bunlardır. İkinci, üçüncü kat semanın daha henüz keşfini yapamadık ki onlarla ilgili başka terimler icat edelim. Çünkü onları anlatmak için ışık yılı da yetmeyecek. Başka şeye ihtiyaç olacak. İşte bir cennet ki burada şuna dikkatinizi çekmek isterim. “Ve sariu ila mağfiratim mir rabbikum ve cennetin”(3/133) diyor tekildir bu. Başka ayetlerde “cennat” diye çoğul geçer. Cennet, bir tek cennet ki genişliği gökler ve yer kadardır. Yarışı kazanana verilen bir ödül bu değil mi? O zaman o bir tek kişiye ait olur. Tabii o ailesiyle, çoluğuyla çocuğuyla, sülalesiyle orada kalır. Genişliği gökler ve yer kadardır. Uzunluğu ne kadar? O bilinmiyor. Ama genişliği o kadar. Yedinci kat semada cennetul meva var. Yani adı meva olan cennet var. Ondan sonra tabii neler var onu bilemiyoruz. Tabii kâinat sonsuzdur. Sonsuz olan kâinata bütün bunlar yerleşir. Her insana bu kadar verilse gene işgal ettiği yer çok küçük, çok basit bir yer olur. Ama Allah-u Teâlâ burada işte dersimizle ilgili olan kısmı “rızkınız gökte ve size vaad edilenlerde gökte”(51/22). Yani cennetlerde göktedir. Şimdi vaad edilenler neler onlara bakalım.
“Vellezine amenu ve amilus salihati” “inanan ve iyi işler yapan”(4/122). Bunlar hep peş peşe geliyor. Allah sadece inanan demiyor. Yani Allahın vaadi inanan ve iyi işler yapanlaradır. Sadece inanıp ta iş yapmayanların durumu biraz tehlikelidir. Allah bağışlamazsa cennete gidemezler. “İnanan ve iyi işler yapanlar”. “senudhıluhum cennatin tecri min tahtihel enharu” “onları cennetlere sokacağız”(4/122). Tek cennet değil bakın. Cennetlere sokacağız. Şimdi tabii bu öylesine hayal edemeyecek kadar büyük bir nimet ki elbette oraya göre de Cenabı Hak bizim vücudumuzu yaratacaktır. Ulaşım ona göre olacaktır. İmkânlar ona göre olacaktır. “halidine fiha ebeda” “orada halidler olarak”(4/122). Halid kelimesinin iki türlü anlamı var. Biri ebedi orada kalacaklar. İkincisi vücutları bozulmadan kalacaklar. Her ikisi de olacak. Hastalık yok. Şişmanlama yok. İşte ihtiyarlama yok. Hiçbir şey yok. Çünkü insanların arzu ettiği her şey orada var. Hastalığı hiç kimse arzu etmez değil mi? Borçluluğu da kimse arzu etmez. İhtiyarlamayı da kimse arzu etmez. “vağdallahi hagga” “bu Allahın verdiği gerçek bir sözdür” “ve men asdegu minallahi kila” “kimin sözü Allahın sözünden daha doğru olabilir”(4/122). Bu cennetin özelliğini Muhammed suresinde Allah-u Teâlâ açıklıyor. “Meselul cennetilleti vuıdel muttegun” “müttakilere yani kendini koruyan kişilere vaad edilen cennet şuna benzer”(47/15). Allah bizim bildiğimiz kelimelerle anlatıyor. “fiha enharum mim main” “orada su ırmakları var” ama “ğayrı asin” “bozulmayan”(47/15) kokmayan, bayatlamayan su ırmaklarıdır. “ve enharum mil leben” “ve süt ırmakları var” “lem yeteğayyer tağmuh” “tadı bozulmayan süt ırmakları”(47/15). Buradaki sütleri geciktirirseniz bozuluyor. Orada bozulma yok. “ve enharum min hamr” “şarap ırmakları da var” ama “lezzetil lişşaribin” “içenlere lezzet veren”(47/15). Zevkini veren şarap ırmakları var. “ve enharum min aselim musaffa” “saf bal ırmakları var”(47/15). Yani süzülmüş bal ırmakları var. “ve lehum fiha min kullis semerati” “orada onlara meyvelerin her çeşidinden var” “ve mağfiratum mir rabbihim” “bir de rablerinin bağışlaması var”(47/15). Bu çok önemlidir. Oranın sahibi bakalım bizden razımı diye bir endişe olur. Yok, bağışlaması var. Bu cennetlere giden biri “kemen huve halidun fin nari” “ateşte sürekli kalacak olan kişi gibi olur mu?”(47/15). Ateşte kalan kişinin de vücudu bozulmayacak. Ayette belirtildiği gibi sadece derisi değişecek. Onda da aynen kalacak. Hani ölse de kurtulsa ama oda mümkün değil. “ve sugu maen hamimen” “ateştekiler kaynar suyla susuzluklarını giderecekler”(47/15). Şöyle bir soğuk su içipte rahatlayalım yok. Ama öyle bir su ki “fegattaa em’aehum” “bağırsaklarını parçalıyor”(47/15). Böyle güzel bir su da değil. Ben şimdi çay gibi içerim filan denilir. Yok, o da değil. Bağırsaklarını parçalıyor. O derece rahatsız edici bir su.
“Veadallahullezine amenu ve amilus salihati” “Allah inanan ve iyi iş yapanlara söz vermiştir” “lehum mağfiratuv ve ecrun azim” “onların payına düşen bağışlanmadır ve büyük bir ecirdir”(5/9). Şimdi bu şunu gösteriyor. Yani cennete gidenlerde öyle dört dörtlük insanlar değildir. Bağışlamadan bahsediyor. Yani insan hatasız olmaz. Hata yapabilir. Ama nedir? Ana konularda hata yapmamış olur. Sevabı günahından fazla olur.
Şimdi Araf suresinde bir manzara anlatılıyor. Ki çok güzel bir manzaradır. Yani cennet hayatından bir kesit anlatılıyor. Cennetlikler ve cehennemlikler arasındaki konuşmadan bahsediliyor. “Ve nada ashabul cenneti ashaben nari” “cennetlikler cehennemliklere şu şekilde seslenecekler”(7/44). Birbirlerine seslerini duyuruyorlar. Bugün mesela internetten karşı tarafta görerek konuşma yapabiliyorsunuz. Bunlar bizim için bu ayetleri anlama konusunda kolaylık sağlıyor. Şöyle sesleneceklerdir. “en kad vecedna ma veadena rabbuna hakkan” “rabbimizin bize söz verdiklerini gerçek olarak bulduk”(7/44). Ne söz verdiyse tam karşımıza çıktı. “fehel vecedtum ma veade rabbukum hakka” “siz de rabbinizin size vaat ettiklerini gerçek olarak buldunuz mu?” “kalu neam” “evet, bizde bulduk diyecekler” “feezzene muezzinum beynehum” “ikisi arasında birisi şöyle seslenecek, şöyle bir ilanda bulunacak”(7/44). Şöyle bir ilan yapılacak. “el lağnetullahi alez zalimin” “Allahın laneti şu zalimlere olsun”(7/44). Şu zalimlerin üzerinedir diye ilan yapılacak. Zaten orada çekiyorlar. En küçük umutları da kalmıyor. Kurtuluş umudu yok. “Ellezine yesuddune an sebilillahi” “bunlar Allahın yolundan engelleyip duruyorlardı” “ve yebğuneha ıveca” “istiyorlardı ki o yol şöyle eğri olsun, kendi taraflarına doğru kaysın” “ve hum bil ahırati kafirun” “onlar ahreti de hiç düşünmek istemiyorlardı”(7/45). Mesela böylelerine ölümden bahsedersiniz. Dur ya rahatımı bozma derler. Ölmeyecek misin kardeşim? “Ve beynehuma hıcab” “cennetle cehennem arasında engeller vardır” “ve alel ağrafi” “ve tepeler var”(7/46). O tepeler üzerinde “ricaluy yağrifune kullem bisimahum” “bir kısım adamlar var” (7/46). Hem cennetlikleri tanıyorlar hem de cehennemlikleri tanıyorlar. Şöyle yüzlerine baktıkları zaman hemen isimlerini söylerler. Bu dünyada Cenabı Hak müminleri şahit olarakta tutuyor. Onları gören, bilen her iki tarafı da tanıyan kişilerdir. 39:06 39:08 sn arası anlaşılmıyor. “ve nadev ashabel cenneti” “bunlar döner cennetliklere seslenirler” “en selamun aleykum” “size selam olsun diyeceklerdir” “lem yedhuluha ve hum yatmeun” “bunlar henüz cennete gitmiş değillerdir”(7/46). Tabii bu ayetin bu kısmının cennete girmemiş olanların kim olduğu konusunda değişik yorumlar vardır. O seslenenler mi henüz girmemişler? Yoksa seslenilenler mi girmemişler? Yani daha cennete girmeden bir hitap duyarlar. Hesap görmüşler, cennete doğru gidiyorlar. Henüz cennete girmemişler ama bir kısım adamlar var. O şekilde düşündüğümüz zaman yani adam gibi adam dediğimiz kişilerdir. Bunlar cennetliklere şöyle seslenecekler. “en selamun aleykum” “size selam olsun diyeceklerdir” (7/46). Yani artık korkmayın bundan sonra size ölüm yok derler. Artık korkmayın, artık esenlik ve güvenlik içerisindesiniz. Tamam, bundan sonra hep mutluluk var, sıkıntılar hep bitti. Tehlike geçti. Yani hesapları vermişler. Cennete gidiyorlar. O arada birisi selamun aleykum diye sesleniyor. Selamun aleykum işte bu demektir. Yani biz birisine selam verdiğimiz zaman esenlik ve güvenlik içinde ol diye dua etmiş oluyoruz. Bir katılımcı: 41:02 41:09 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Hepsini göstereceksin. Şimdi senin şahit olduğun her şeyi orada tanıdığın adamlara söyleyeceksin. Yani ayet açık söylüyor. Gerçeği kim eğri gösteriyorsa bu ayet kapsamına hepsi girer. “Ve iza surifet ebsaruhum tilgae ashabin nari” “sonra gözleri cehennemliklere doğru döndüğü zaman” “kalu” “şöyle diyecekler” “rabbena la tec’alna meal gavmiz zalimin” “aman ya rabbi bizi şu zalimlerle birlikte yapma diyeceklerdir”(7/47). O bakımdan arafta olan kişilerin adam gibi adam değil de günahları sevapları denk geldiği için cennete de gidememişler, cehenneme de gidememişler iki arada bir derede kalmış kimseler olduğunu da söyleyenler vardır. Arafta kalmış kişilerdir. Yani öyle mana verirseniz farklı olur. Az önce söylediğim gibi mana verirseniz farklı olur. Çünkü ayet her ikisini de anlamaya müsaittir. Arapça itibariyle böyledir. Ya rabbi bizi bu zalimlerle birlikte yapma dendiği zaman ‘aman ya rabbi bizi cehenneme sokma’ demiş gibi olurlar. “Ve nada ashabul ağrafi ricaley yağrifunehum bisimahum” “cehennemliklerden simalarını tanıdıkları kişilere hani bu dünyada çok konuştukları müdahaleler ettiği bir takım insanlar”. “kalu” “şöyle diyeceklerdir”(7/48). Ey falan. “ma ağna ankum cem’ukum” “hani senin malın mülkün iş yerlerin falan vardı” (7/48). O kadar şey biriktirmiştin. Birikimin vardı. Bak hiçbir işe yaramadı. Gördün mü? “ve ma kuntum testekbirun” “bir de bazı şeyler vardı ki ondan dolayı siz kendinizi büyük görüyordunuz” (7/48). Kendinizi farklı görüyordunuz. Bakın onunda bir faydası olmadı. İşte cehennemdesiniz. “Ehaulaillezine agsemtum la yenaluhumullahu birahmeh” “şimdi şunlara mı? Bak cennete gidenleri görüyor musunuz? Yemin ediyordunuz ki Allah bunlara bir şey vermez. Onlar kim ki kardeşim, cennete de gideceksek biz gideriz, diye yemin ediyordunuz”(7/49). Allah bunlara ikram mı yapacak? Boş versene deyip duruyordunuz. “udhulul cennete” cennete girmemiş olanlara “girin cennete denilecek”(7/49). “la havfun aleykum ve la entum tahzenun” “sizin artık üzerinizde ne bir korku olacak, ne de artık üzüleceksiniz”(7/49). Hani günahı sevabına eşit kişiler gibi değerlendirdiğimiz zaman cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme gittikten sonra bu arada kalanlara da denilecek ki hadi cennete girin, affedildiniz. Artık bundan sonra korku yok. Şimdi cehenneme mi gideceğiz, cennete mi gideceğiz diye epey korku çektiniz. Bundan sonra korku yok. Üzülecek de değilsiniz. “Ve nada ashabun nari ashabel cenneti” “cehennemlikler de bu defa cennetliklere seslenecek”(7/50). Cehennemlik cehenneme gitmiş, cennetlik cennete gitmiş. Artık ortada kimse kalmamış. Herkes yerine yerleşmiş. “en efidu aleyna minel mai”(7/50). Şimdi orada o kadar sular var, görüyorlar. Ballar, sütler her şey bütün zenginlikler akıyor. Adamlarında ağızlarının suyu akıyor. Kendilerinde hiçbir şey yok. Orada her şey var. Üstelik orada bir de dünyada beğenmedikleri adamları görüyorlar. İşte gerici, yobaz bilmem ne dedikleri adamları orada görüyorlar. “şuradan birazcık su akıtsanıza diyorlar” “ev mimma razegakumullah” “bak Allah size ne güzel rızıklar vermiş”(7/50). Hayrınıza biraz da bize verin. Dünyada bize hayırdan hasenattan bahsediyordunuz. Şimdi verin. Hayırdır, birazda bize verin. Cevap şu “kalu innallahe harramehuma alel kafirin” “Allah bu rızıkları ve bu suyu kafirlere haram kıldı”(7/50). Kusura bakmayın, biz veremeyiz. Bunlar size yasak. Bu kâfirler kimler? “Ellezinettehazu dinehum lehvev ve leıbev” “bunlar oyun ve eğlenceleri kendilerine din edinmiş insanlardır”(7/51). Yani boş vakitlerini oyunla, eğlenceyle geçirir. Çalışır çalışır, imkânlarını oyuna, eğlenceye harcar. Sende Müslüman olarak çalışırsın çalışırsın, boş vaktimde şunu yapayım, şu parayla hayır yapayım, şununla günahtan kaçacak işler yapayım dersin. Arada sırada bir günah işlersen de rahatsız olur, Allahtan bağışlanmanı dilersin. Ama öbürü oyunu, eğlenceyi kendine din yapmıştır. Yani kendi anayolu odur. Kendisi için hayatın asıl anlamı oyundur ve eğlencedir. Senin için hayatın asıl anlamı dini yaşamaktır. Bir katılımcı: 47:59 48:11 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Bu dünyayı din edinmişler, ahreti düşünmemişler olarak da yorumlanırsa aynı kapıya çıkıyor. Oyunu, eğlenceyi din edinenler şu hayatta ölüm var, ne yaparsan kardır. Yanına kalır diyorlar. Nasıl kalıyorsa? Sen şimdiye kadar bütün ömrün oyunla, eğlenceyle geçmiş olsa şu anda yanında ne var? Ama Allah rızası için geçtiği zaman hiç olmazsa Allahın yanında söyleyeceği yani orada işine yarayacak bir şey olur. Ama beri tarafta hem ömrün geçmiş, hem malın gitmiş, hem sağlığın gitmiştir. Ama geriye hiçbir şey kalmamıştır. “ve ğarrathumul hayatud dunya” “dünya hayatı yani yaşadıkları bu hayat onları aldatmış” “fel yevme nensahum” “bugün biz onları unuttuk” “kema nesu likae yevmihim haza” “onlarda bu karşılaşmayı unuttukları gibi”(7/51). Yani yaptıklarının dengi bir ceza var. Dünyada ahreti unutuyorlardı. Hiç akıllarına getirmek istemiyorlardı. Şimdi de biz onları aklımıza getirmek istemiyoruz. “ve ma kanu biayatina yechadun” “bir de ayetlerimize karşı inkârcılık yapıyorlardı” (7/51). Doğru olduğunu çok iyi biliyor. Bile bile inanmıyorlar, inkâr ediyorlardı.
“Veadallahul munafigine vel munafigati” “münafık kadınlarla münafık erkeklere söz vermiştir”(9/68). Yani Müslüman olmadığı halde Müslüman gözükenlere “vel kuffara” yani “ve Müslüman gözükmeyen yani olduğu gibi inkâr eden”. Neyi? “nara cehenneme” “cehennem ateşini söz vermiştir” “halidine fiha” “sürekli orada kalacaklardır”. “hiye hasbuhum” “onların haklarından cehennem gelir” “ve leanehumullah ve lehum azabum mugim” “Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Yani lanetlemiştir. Onların payına düşen kalıcı azaptır” (9/68).
Yine cehennemden bir manzara okuyalım. İbrahim suresinin 22 ve 23. ayetlerini okuyalım. “Ve kaleş şeytanu lemma kudıyel emru” “her şey bittikten cehennemlikler cehenneme gidiyor. Cennetliklerde cennete gidiyorlar. İş bitmiş. O zaman şeytan konuşmaya başlıyor” “innallahe veadekum vağdel haggı” “Allah size gerçek sözü vermişti”(14/22). Allah’ın verdiği söz doğruydu. “ve veadtukum” “bende size bir takım sözler verdim”. “feahleftukum” “ama verdiğim sözden işte caydım”. “ve ma kane liye aleykum min sultanin” “zaten benim sizin üzerinizde bir yetkim yoktu ki, bir gücümde yoktu”(14/22). Yani yaptırımım yoktu, bir gücüm yoktu. “illa en deavtukum festecebtum li” “ben sadece sizi çağırdım sizde geldiniz”(14/22). Gelmeseydiniz. “fela telumuni” “o zaman beni ayıplamayın”. “ve lumu enfusekum” “kendinizi ayıplayın”. “ma ene bimusrihıkum” “ben sizi kurtaramam” (14/22) ben sizin feryadınıza cevap veremem. “ve ma entum bimusrihıyy” “sizde benim feryadıma cevap veremezsiniz sizde beni kurtaramazsınız”. “inni kefertu bima eşraktumuni min gabl” “siz beni Allaha ortak koşuyordunuz. Ben zaten daha önce bunu kabul etmiyordum ki. Siz yapıyordunuz”. “innez zalimine lehum azabun elim” “zalimlere düşen acıklı bir azaptır”. “Ve udhılellezine amenu ve amilus salihati” “inanan ve iyi iş yapanlarda girdirilmişlerdir”. “cennatin tecri min tahtihel enharu” “içinden ırmaklar akan bahçelere sokulmuşlardır” “halidine fiha biizni rabbihim” “rablerinin onayıyla orada sürekli kalmak üzere”. “tehıyyetuhum fiha selam” “birbirlerine sağlık dileği orada selam şeklinde olacak” (14/22-23). Artık kurtulduk. Selam. Bir katılımcı: 53:59 54:02 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Şeytan, insana her türlü yalan vaadinde bulunur. Ya boş versene kardeşim kim cehenneme gitmişte, ahrete gitmişte geriye gelmiş. Allahın ne ihtiyacı var ki seni yaksın. Allah yarattığı kulunu yakar mı? Çok şeyler söylerler. Yani sen bakma Allah bu dünyada bu adamlara vermemiş, ahrette mi verecek? Ahrette de siz cennetin en iyi yerine gidersiniz. Korkmayın falan. Bu tip şeyler.
Zariyat suresinde kaldığımız yerden devam edelim. “Ve fis semai rizgukum ve ma tuadun” “sizin rızkınız ve size söz verilen şeyler göktedir” (51/22). İşte bu cennetler falan hepsi göktedir. “Feve rabbis semai vel ardı innehu lehaggum misle ma ennekum tentıgun” “göklerin ve yerin rabbi hakkı için” (51/23) Allah kendine yemin ediyor. “o hak ve gerçektir. Tıpkı kendi aranızda yaptığınız konuşmaların gerçek olduğu gibi” (51/23). Birbirinizle yaptığınız konuşmaların gerçek olduğunu biliyorsunuz ya işte bunlarda gerçektir. Ya da Allah-u Teâlâ gerçektir. Ya da size söz verilen şeyler gerçektir. Her şekliyle de anlaşılır.
“Hel etake hadisu dayfi ibrahimel mukramin” “ibrahim’in misafirlerinin olayı sana geldi değil mi?”(51/24). Yani onu biliyorsun. “kendilerine ikram yapılan misafirler” “İz dehalu aleyhi” “hani ibrahim’in yanına girmişlerdi”. “fegalu selama gale selam” “onlar selamen dediler. İbrahim de selam diye karşılık verdi”(51/24-25). Şimdi bizim batı kaynaklı filmleri seyreden kişiler orada insanların birbirleriyle selamlaşırken selam dediklerini görürler. Kendi aralarında da selam diye selamlaşırlar. Bu tabii garip karşılanır. Çünkü bizim geleneklerimize uygun değil. Ama doğrumu diye sorulursa doğrudur. Yanlış bir tarafı yok. Onlara özenme kısmı yanlış tabii. Ama ifade doğrudur. Çünkü bakın melekler gelmişler, İbrahim’e (a.s) selamen demişler. İbrahim (a.s) ne demiş? Selam. Bunun arka planında bir takım ifadeler var. Yani melekler selam verdim diyor. Oda selam sana olsun diye cevap veriyor. Tabii ki bugün kendi aralarında selamlaşan insanlar selam derken havaya söylemiyor ki karşısındakine selam veriyor. O da selam derken havaya söylemiyor o da karşısındakine veriyor. Karşısındakinin selamına karşılık vermiş oluyor. Burada da niyette gözetilen bir takım söylenmeyen bir takım ifadeler var. Yani selam derken ben seni selamlıyorum demiş oluyor. O da selam derken bende seni selamlıyorum demiş oluyor. Arap edebiyatıyla ilgili kitaplarda bu ayeti kerime örnek verilir. Bir ayette şöyle buyuruyor Allah-u Teâlâ “Ve iza huyyitum bitahıyyetin fehayyu biahsene minha ev rudduha” “size bir selam verilirse o selamı daha güzeliyle alın. Ya da dengiyle karşılık verin”(4/86). Yani birisi size selamun aleykum dediği zaman ‘aleykumus selam’ veya ‘ve aleykumus selam’ dersiniz. Bu dengiyle selamlaşmadır. Ya da ‘ve aleykum selam ve rahmetullah’ dersiniz bu daha güzeliyle selamlaşmadır. Peki, burada yapılan nedir? Melekler Selamen demiş. İbrahim’de (a.s) selamun demiş. Bu selamlaşma dengiyle midir? Daha güzeliyledir. Tabii bunu sadece Arapça bilenler anlar. Selamen 59:26 59:29 sn arası anlaşılmıyor. Yani bir fiil cümlesidir. Sana bir selam verdim. İbrahim’in (a.s) söylediği de selam. Yani ‘selamun aleykum’ ya da ‘ve aleykumus selam’dır. Bizim dediğimiz manada buda isim cümlesidir. Bizim Türkçemizde de vardır. Fiil yani eylem zamanla sınırlıdır. Değil mi? Yani şimdi geldiniz, şuanda burada beni dinliyorsunuz, biraz sonra çekip gideceksiniz. Ve o dinleme işi bitecek. Ama isim cümlesi zamanla sınırlı değildir. Şöyle diyelim. Abdülaziz hocayı dinledim. Dediğiniz zaman dinleme işi bitmiştir değil mi? Ama Abdülaziz hocanın konuşmaları güzeldir dediğiniz zaman farklıdır. Yani Arapça itibariyle isim cümlesidir. Türkçede de ‘güzeldir’ isim cümlesidir. Çünkü ‘güzel’ bir sıfattır arkasına gelen ek fiil değildir. Bu nedir? Bu bir devamlılık ifade ediyor değil mi? Güzeldir dediğiniz zaman o zaman güzeldi de bundan sonra yanlıştır manasında değildir. Bir süreklilik ifade ediyor. Onun için güzeldir sözü, dinledim sözünden daha güçlü bir anlam taşıyor. Ya da kötüdür de diyebilirsiniz. Ama anlam itibariyle bir devamlılığı vardır. Sürekliliği vardır. İşte İbrahim (a.s) “selamun”(51/25) dediği zaman size sürekli selam olsun anlamında karşılık vermiş oluyor. Melekler dediği zaman o anda selam olsun anlamı verilmiş oluyor. Dolayısıyla İbrahim (a.s) daha iyisiyle karşılık vermiş sayılıyor. Şimdi İbrahim (a.s) gelen o meleklere bakıyor. Selam veriyorlar, selam diyerek karşılık veriyor ama kendi kendine ben bunları hiç tanımıyorum diyor. Çünkü onların melek olduğunu bilmiyor. Normal misafir zannediyor. Devamından anlayacağız. “dayfi” (51/24) tabii misafir kelimesi var. O da zaten misafir geliyor. Melek olsa meleğe misafir der mi? Zaten burada şuanda herkesin etrafında melekler var. Melekler misafir değil ki. Melek misafir olarak gelmez, melek bir görevle gelir. Bu akşam üçüncü kat semanın melekleri bize misafir geliyor diyemezsiniz. İbrahim (a.s) demez onu. Hiç kimse demez. Çünkü farklı boyutlarda varlıklarsınız. “Ferağa ila ehlihi” “İbrahim (a.s) misafirlerine çaktırmadan ailesinin yanına gitti”(51/26). Hanım, misafir geldi bir şeyler pişirin. Misafirler duymasın. Misafirlere, karnınız aç mı, yiyecek misiniz diye sormuyor. Zaten Anadolu da sorulmaz. Sorduğun zaman yeme demektir. Sorulmaz. Bu ayetten anlaşılıyor. Aç mısınız diye sormuyor. Hemen onlara da fark ettirmiyor ki engellemesinler. Onlara fark ettirmeden ailesinin yanına gidiyor. Bir katılımcı: 1:03:23 1:03:25 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: İşte edep bu ayettedir. Sormadan hemen ikram ediyorsunuz. 1:03:30 1:03:52 sn arası anlaşılmıyor. “fecae biıclin semin” “bir danayla geldi”(51/26). Semiz bir dana yani şişman bir danayla geldi. Oraya pişmiş hayvanı getirdi. Pişmiş bir hayvanı getirdi önlerine sundu. Şimdi bunların melek olduğunu bilseydi bunları yapar mıydı? Ama bugün ki şeyhler biliyorlar değil mi? Adamın kalbini biliyorlar. Ondan sonra yolda nelerle karşılaştığını falan filan biliyorlar. Şimdi ne kadar kötü şey yani değil mi? Ne kadar büyük bir din istismarı yaptıklarını anlayın. Bakın bu İbrahim (a.s) Allahın peygamberidir. Melekler insan kılığında geliyor. Misafir geldi diye onlara çaktırmadan hanımının yanına gidiyor. Ve yemek hazırlattırıyor. Büyükçe bir buzağıyı kestiriyor. Onu getirip onlara sunuyor. Bir katılımcı: 1:04:57 1:05:04 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Hud suresinde de şey var. İyi pişmiş demek değil mi? Burada semiz olduğunu ifade ediyor. Hud suresinde de iyi pişmiş olduğunu ifade ediyor. “Fegarrabehu ileyhim” “Bunu onlara yaklaştırdı”(51/27). Onları yemeğe çağırmıyor. Bunu onların yanına götürüyor. Buyurun diye ikram ediyor. “kale ela teé’kulun” “yemez misiniz, buyurmaz mısınız?”(51/27) diyor. Yemediklerini görüyor. Hud suresinde biraz daha ayrıntılı ifade ediliyor. “Ve lekad caet rusuluna ibrahime” “elçilerimiz ibrahim’e geldi” “bil buşra” “bir müjdeyle”(11/69). Müjdenin ne olduğunu birazdan okuyacağız. Müjde burada anlatılmıyor. Biraz sonra okuyacağımız yerde anlatılıyor. “kalu selamen kale selam” “selam dediler. Selam dedi.”(11/69). Aynı. Selamlaşma şekli burada da aynıdır. “fema lebise en cae biıclin haniz” “fazla vakit geçirmedi. Hemen pişmiş bir buzağı getirdi”(11/69). İyice pişmiş diyor. Diğer tarafta semiz, burada pişmiş diyor. Onun için ayetler birbirini açıklıyor. Birlikte okunması gerekiyor. “Felemma raa eydiyehum la tesılu ileyhi” “baktı ki elleri yiyeceğe ulaşmıyor”(11/70). Yemiyorlar. Düşünün, evinize bir misafir geldi. İkramda bulundunuz. Yaptığınız ikramı kabul etmediler. Ne olursunuz? Acaba bunlar düşman mı dersiniz ilk anda değil mi? Kuşkulanırsınız rahatsız olursunuz. Bunlar kim, niye böyle? “nekirahum” “onları yadırgadı”(11/70). Niye böyle yapıyorlar diye? “ve evcese minhum hifeten” “İbrahim’in (a.s) onlardan dolayı içine bir korku düştü”. “kalu la tehaf” “dediler ki korkma”. “inna ursilna ila gavmi lut” “biz lut kavmine gönderilen elçileriz”(11/70). O zaman anladı ki bunlar melekler tabii. Burada müjde de varmış. “Vemraetuhu gaimetun” “karısı ayakta”(11/71). Karısı da orada yani o misafirlerin yanında ayaktaymış. Çünkü onlar erkek misafirler. Demek ki ikramda bulunurken hanımı da orada yardımcı oluyor. “fedahıket” “o da güldü” (11/71). Onlarla ilgili gelmemişler. Tehlike geçti diye karısı gülüyor. Sizin için problem yok korkmayın deyince gülüyor. “febeşşernaha biishaga” “bizler karısına ishakı müjdeledik”(11/71). Yani çocuğun olacak diyorlar. “ve miv verai ishaga yağgub” “ishakın arkasından da bir Yakup bir torununda olacak”(11/71). Yani bu çocuk büyüyecek bunun bir de Yakup adında bir oğlu olacak şeklinde bir müjde veriliyor. “Kalet ya veyleta”(11/72). Kadın cevap verdi. “vay başıma gelenler”(11/72) diyor. “eelidu ve ene acuzuv” “ben bu yaşta doğum mu yapacağım?”(11/72). İhtiyar bir kadınım diyor. “ve haza bağli şeyha” “bu da benim kocam o da zaten ihtiyarın biridir”(11/72) diyor. İki ihtiyardan bu yaştan sonra çocuk mu olacak. Âlem bize ne der? “inne haza leşey’un acib” “vallaha bu çok acaip bir şey, çok garip bir şey”. “Galu etağcebine min emrillahi” “yani siz şimdi Allahın emrine mi şaşırıyorsunuz”. “rahmetullahi ve berakatuhu aleykum” “Allahın ikramı ve bereketleri sizin üzerinize”. “ehlel beyt” “ey aile halkı” (11/72-73). Allahın ikramda bulunduğu bir ailesiniz siz neye şaşırıyorsunuz? “innehu hamidum mecid” “Allah hamid ve meciddir”(11/73). Allah yaptığını güzel yapar, o yücedir. Şimdi bakın bir peygamber gelenleri insan zannediyor. İkramda bulunuyor. Sonra melek olduğu anlaşılıyor. Olağandışı bir teklifte bulununca peygamber hanımı şaşırıyor. Peygamberler olağanüstülük peşinde hiçbir zaman olmamışlardır. Ama nasıl oluyorsa ona inandığını söyleyenler hep olağanüstülük peşindedirler. Şimdi dün bir markete girdim baktım ki televizyonda birisi konuşuyor. Şöyle birkaç saniye söylediklerine kulağım takıldı. Çanakkale savaşını anlatıyordu. Cenabı Hakkın ne büyük yardımlarda bulunduğunu anlatıyor. Allah şüphesiz yardımda bulunur ama biz bir şeyi anlattığımız zaman illa uçacak, kaçacak şeyler ekleriz. Normal ayakları yere değen anlatımlar yapmayız nedense? Sonra kendi kendime düşündüm. Orada bir çocuk dinlese bunu şöyle diyebilir. Madem Allah o kadar çok yardım yapıyordu da niye 250 bin tane şehit verdik ki? Ondan sonra niye yardımını kesti, diyecek. Gerçekçi bir şekilde anlatsa bunlar olmaz. Doğruyu anlat ki bu çocuğa da örnek olsun. Sonra bu çocukta yarın çalışmayı bırakacak. Hep böyle olağandışı yardımlar bekleyecek. Yeşil cübbeliler gelecek, sarıklılar gelecek, aksakallılar gelecek diye bekleyecek. Televizyonun birisinde de bir program yapmışlar. Şehitler gitmiş orada savaşmışlar. Falan filan. Evet, bir takım şartlar oluştuğu zaman Cenabı Hak yardım göndereceğini söylüyor. Ama göndereceği yardım meleklerdir. Fakat zafer, meleklerle kazanılmaz diyor. Haberiniz olsun. Zaferi ben veririm diyor. Yani siz hak edeceksiniz bende vereceğim. 1:13:00 1:13:01 sn arası anlaşılmıyor. uçar kaçarız. Ama bakın ibrahim’in (a.s) karısı kendisine çocuk müjdesi verildiği zaman, ya ben kısır bir kadınım, diyor. Az sonra okuyacağız. Ben kısır bir kadınım, kocamda ihtiyar bizim çocuğumuz olur mu diyor. Bir katılımcı: 1:13:16 1:13:21 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Senin zaten onu soracağını ben anladım. Gözünden belliydi. Bu ayetin bu şeklinden haremlik selamlığında olmadığı ortaya çıkar tabii. Haremlik selamlık bir emir değildir. Haremlik selamlık kadınında erkeğinde rahat etmesi için bir uygulamadır. Peygamberimizin yasağı kapalı bir yerde bir erkeğin bir kadınla baş başa kalmalarıdır. Yasak olan budur. Ama haremlik selamlık nedir? Yani kadınlar kendi aralarında daha rahat olurlar. Daha serbest olurlar. Erkeklerde kendi aralarında daha rahat olurlar. Erkeklerin yapıları öyle, kadınların yapıları öyledir. Şimdi benim aklımdaydı. Bu soru üzerine onu da açıklayım. Bu hafta Amerika da bir kadın Cuma namazı kıldırdı. Şimdi bu vesileyle ondanda konuşmuş olayım. Ama şu ayetleri bitireyim ondan sonra konuşayım. Şimdi tekrar zariyat 28. Ayetten devam ediyoruz.
“Feevcese minhum hifeten” (51/28) Hud suresinde görmüştük. “İbrahim (a.s), ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce bir korkuya kapıldı.”. “galu la tehaf” “dediler ki korkma”. “ve beşşeruhu biğulamin alim” “onu bilgili bir erkek çocuğuyla müjdelediler”(51/28). Senin bilgili bir erkek çocuğun olacak dediler. İshak (a.s). İshak olduğunu öbür ayet açıkça söylemişti.
“Feagbeletimraetuhu fi sarratin fesakket vecheha ve galet acuzun agim” “karısı döndü bağırdı. Şaşkınlıktan ellerini yüzüne kapattı. Dedi ki hem ihtiyar hem kısır. Ondan mı çocuk olacak dedi”(51/29). İhtiyar bir kısırdan çocuk mu olacak dedi. Öbür ayetlerde de vay başıma gelenler demişti. Bu tabii yüzüne vurdu da olabilir. Göğsüne vurdu da olabilir. Her şekilde de değişik anlamlar verilmiştir. Hepside olabilir.
“Galu kezaliki gale rabbuk” “dediler işte böyle bunu rabbin söyledi”(51/30). Biz Allahın sözünü size tebliğ ediyoruz. “innehu huvel hakimul alim” “o hakimdir”(51/30). Karar vermişse doğru ve yerinde karar vermiştir. “ve bilir”(51/30). Senin durumunu da biliyor. Her şeyi çok iyi biliyor. Şimdi içleri biraz rahatladı.
“Gale” “dedi ki”(51/31) İbrahim (a.s) soruyor. “fema hatbukum eyyuhel murselun” “elçiler asıl konu ne?”(51/31). Sizin asıl hitabınız ne? Asıl göreviniz ne, niçin geldiniz?
“Galu inna ursilna ila gavmim mucrimin” “dediler ki biz bir günahkarlar topluluğuna gönderildik” (51/32).
“Linursile aleyhim hıcaratem min tin” “onların üzerine taş göndereceğiz Ama çamurdan taşlar” (51/33). Çamurdan taş nasıl olur? Çamur pişirilir ve taşlaşmış olur. Kerpiç gibi bir şeydir. Kiremit gibi, tuğla gibidir. Ama nasıl?
“Musevvemeten ınde rabbike” “rabbin katında işaretli” (51/34). Her biri işaretlenmiştir. Kimin için işaretlenmiş? “lilmusrifin” “o israfçılar için”(51/34) işaretlenmiştir. Şimdi bir ayeti kerimede Cenabı Hak şöyle buyuruyor. Bu günde hep o tür ayetleri okuyoruz. “Ve ma kane linefsin en temute illa biiznillahi” “hiç kimse Allahın onayı olmadan ölmez”(3/145). Her bir insan için geçerlidir. Bu melekler Lut kavmine gidiyor. Lut kavminin günahkârlarını düşünün. Diyelim ki orada iki milyon insan yaşıyor. İki milyon günahkâr var. Onlardan her biriyle ilgili Allahın tek tek onayı olacak ki onlar ölsünler. Allah’tan onay çıkmadan hiçbirisi ölmez. “kitabem mueccela” “bir yazgı, süreli bir yazgı”(3/145). Herkesin eceli bellidir. Bir yazgısı olacak. O zaman Cenabı Haktan her birisi için ayrı bir ferman çıkıyor. Her bir insan için… O zaman burada bu ayetlerle birleştirirseniz. “Musevvemeten ınde rabbike” “rabbin katında işaretli”(51/34). Kim için? “lilmusrifin” “o israfçılar için”(51/34) o zaman her birini hangi taşın öldüreceği de işaretlenmiş oluyor. Bir katılımcı: 1:20:10 1:20:20 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Müslümanlık adına rastgele insan öldürmekten kastınız ne? Bir katılımcı: 1:20:23 1:20:31 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Siz intihar saldırılarını diyorsunuz. Tabii intihar saldırılarını caiz görmek mümkün değildir. Savaş ortamında karşı tarafa saldırıda bulunursunuz. Artık o düşmanı ayırmanız mümkün olmaz. Fakat bile bile gidip de başkalarını öldürdüğünüz zaman yanlış olur. Onu daha önceki ayetlerde de okumuştuk. Bundan sonra da gene okuruz. Konuyu değiştirmemek için şöyle kısaca geçeyim. Yani bir insan kâfir diye öldürülmez. Öldürmenin de kanunu, kuralı, hukuku vardır. Savaş ortamında sen onu öldürmezsen o seni öldürecek. Mecburen kendinizi korumak için, saldırıları durdurmak için onlara karşı koyacaksınız. Ama Allah-u Teâlâ savaşta bile saldırganlığı yasaklıyor. Bakara suresinde diyor ki “Ve gatilu fi sebilillahillezine yugatilunekum” “Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın”(2/190). Bakın sizinle savaşanlarla savaşın. Savaşmayanlarla değil. Sizinle savaşanlarla savaşın. Ayet orada kalmıyor. Ne diyor? “ve la tağtedu” “aşırılık yapmayın” (2/190). Savaşta bile aşırılık yapmayın. Allah ayeti şöyle bitiriyor. “innallahe la yuhıbbul muğtedin” “Allah saldırganları sevmez”(2/190). Benim rızamı kazanmak istiyorsan ben saldırganları sevmem. Ne kadar saldırıda bulunacağımızı da bu ayetten iki ayet sonra söylüyor. “femeniğteda aleykum” “kim size saldırıda bulunursa”. “fağtedu aleyhi” “ona saldırıda bulunun”(2/194). Ne kadar? Onunda miktarını veriyor. “bimisli mağteda aleykum” “size yapılan saldırının dengi bir saldırıyla saldırıda bulunun”(2/194). Savaşın kuralını koymuş görüyor musunuz? Tamam mı? Kural budur. Çok dikkat etmek gerekiyor. Yani o kişi size bir metre saldırdıysa sizde o bir metreyi geri alır. Onun arazisine bir metre daha saldırırsınız. O kadar. “femeniğteda aleykum fağtedu aleyhi bimisli mağteda aleykum” yani “size ne kadar saldırıda bulunulduysa onun dengi saldırıda bulunun” bundan sonra da “vettegullahe” “Allahtan korkun” “vağlemu ennallahe meal muttegin” “bilin ki Allah müttakilerle beraberdir”(2/194). Bir katılımcı: 1:24:21 1:24:25 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Aynı silah değil de… “Ve eıddu lehum mestetağtum min guvveh” “onlar için gücünüzün yettiği kuvveti hazırlayın”(8/60). Silah da denkliği kimse hesap edemez ki, mümkün değil. Ne kadara gücünüz yetiyorsa onu hazırlayın diyor. Bir katılımcı: 1:24:39 1:24:45 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Saldırabilirsiniz. Orada bir şey yok. “Ve eıddu lehum mestetağtum” diyor. “neye gücünüz yetiyorsa o kuvveti hazırlayın”(8/60) diyor. Orada bir denklik yok. Onu zaten hiç kimse ayarlayamaz. Neyse şimdi devam edelim. Daha fazla detaya girmeyelim.
“Feahracna men kane fiha minel mué’minin” “orada bulunan müminleri çıkardık”. “Fema vecedna fiha ğayra beytim minel muslimin” “Müslümanlardan bir aileden başkasını da bulamadık”(51/35-36). Bir tek Lut’un (a.s) ailesi Müslüman olmuş. Oda bir fire vermişti değil mi? Karısı mümin olmamıştı. Kızları sadece Müslüman olmuş. Ve gittiler. Oğulları var mı? Ayetlerde oğullardan bahsedilmiyor. Belki oğulları da vardır.
“Ve terakna fiha ayetel” “bu olayın olduğu yere bir ayet bıraktık”(51/37). Yani belge bıraktık. “lillezine yehafunel azabel elim” “acıklı azaptan korkanlar için”(51/37). Bu olay nerede olmuştu? Lut gölü yakınlarında olmuştu. Bugün Lut adıyla anılan bir göl var. Orada inceleme yapanlar, depremle birlikte… Çünkü o zannedersem Hud suresinde olacak. Allah, altını üstüne getirdik diyor. O bölgenin altını üstüne getirdik diyor. Altının üstüne gelmesi büyük bir deprem demektir. Burada da çamurdan taşlar dendiği zamanda bir yanardağ patlamasını hatırlatıyor. Çünkü içerisinden çıkan o çamurlar, o lavlarla pişiyor ve taş haline geliyor. Oradan fırlatıyor. Zaten yanardağ patlamalarını fırlatırken biz görüyoruz. Lut gölünün bulunduğu yer deniz seviyesinden 400 metre kadar aşağıdaymış. Onun derinliği de 400 metre kadarmış. Dünyada o özellikte bir başka yer yok. İbret olmaya devam ediyor. Hud suresinde 82. Ayette şöyle diyor. “Felemma cae emruna” “emrimiz geldiği zaman” “cealna aliyeha safileha” “oranın altını üstüne getirdik” “ve emtarna aleyha hıcaratem min siccilim” “pişmiş tuğlalardan taşlar yağdırdık”(11/82). Yani üzerlerine yağmur gibi taşlar yağdırdık. “mendud” hemde “istifli”(11/82). Üzerlerine sıra sıra dizilmiş. Demek ki oralarda iyi arkeolojik kazılar yapılırsa bunların hepsinin görülmesi gerekiyor. Çünkü ayeti kerime o belgeyi bıraktık diyor. Oralarda ciddi araştırmalar yapmak gerekiyor. Bunu burada bırakalım.
Kadının imamlığı konusuna gelelim. “Gad eflehal mué’minun” “müminler iflah olmuşlar”(23/1). Yani umduklarına kavuşmuşlardır. Hangi müminler? “Ellezine hum fi salatihim haşiun” “onlar namazlarında huşu içinde olan müminlerdir”(23/1). Huşu demek, namazda Allaha kulluk için duruyoruz. Orada kendi konumunuzu ve Allahın konumunu kavramaktır. Yani nerede olduğunuzu bilmektir. Allahın huzurundasınız. Kendinizin güçsüz, Allahın çok güçlü olduğunu anlamanızdır. Onun karşısında eğilmeniz ve ona itaatkâr olmanız demektir. Bu içte başlayan duygu organlara da yayılır. Ve namazda kendinizi bu ibadetle meşgul ederken artık sağ, sol ile uğraşmazsınız. Kendinizi meşgul edecek başka bir şey olmamasına dikkat edersiniz. Peygamber (s.a.v) Ayşe validemizin odasında namaz kılıyormuş. Üzerinde resimler bulunan bir perdeye karşı kılıyormuş. O resimler namazda onu meşgul etmiş. Gözüne takılmış. Namazdan sonra demiş ki bunu buradan kaldırın, arkaya asın. Bir keresinde de bir kumaş üzerinde kılmış. Kumaşın üzerinde desenler varmış. Namazda o desenler onu meşgul edince bu kumaşı alın desensiz bir kumaş getirin demiş. Satan kişiye geri göndermiş. Hatta şöyle de buyurmuş. Yemek hazırsa namazı kılmayın. Yemekten sonra kılın. Çünkü orada aklınıza yemek takılır. Kendinizi namaza veremezsiniz. Şimdi esas olan budur. Yani huşu üzere namaz kılmak gerekiyor. Diyebilirsiniz ki ben kalbimi Cenabı Hakka tam veremiyorum. Tam veremeyebilirsiniz. Bu herkesin başında olan bir olaydır. Peygamberimize de zaman zaman olmuştur. Ama o gayret içerisinde olacaksınız. Bu engelleri ortadan kaldıracaksınız. Şimdi eski camilere bakın. Mesela Süleymaniye camiine gidin. Eski camilerde göz hizasında duvarda hiçbir desen yoktur. Çok istisnai bazı camiler de vardır. O ayrı. Ama genelde göz hizasında duvarlar sadedir. Süsler, namaz kılan kişinin göremeyeceği yüksekliktedir. Adam kafayı yukarı dikmişse zaten yapılacak bir şey yoktur. Bir katılımcı: 1:32:46 1:32:51 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Kâbe’nin maketinin karşısında kılıyorsa orada namaz kılan iyice hapı yuttu demektir. Orada huşu olmaz. Hep ona bakar. Onunla meşgul olur. Yani biz kendi fiziki şartlarımızı bizi namazdan engellemeyecek şekilde ayarlarız. Ama o arada şeytan tabii ki vazifesini yapacak. O ayrı bir konudur. Biz yapabileceğimizi yaparız. Az önce okuduğumuz ayette umduğuna kavuşanlar namazda huşu yapanlardır diyor değil mi? Şimdi ön tarafta bir hanım olursa yaratılıştan erkekler kadınlara ilgi duyarlar. Bir erkeğin bir kadına duyduğu ilgi herhalde şurada asılı bir bez parçasındaki desene ya da resme duyulan ilgiyle hiçbir zaman kıyas kabul etmez. Zaten yaratılıştan erkeğin kadına bu ilgisi olmaz ise hayat biter. Hiç kimse evlenmez. Her şey biter. Yaratılıştan olan bu ilginin kontrol altına alınması gerekir. O kadar. Kadınlarda da yaratılıştan güzel görünme arzusu vardır. O da olmaz ise aile biter. Çünkü bu hayatın bir gereğidir. Bir de kadındaki bu arzu sebebiyle kadının inancı ne olursa olsun erkeklerin bakışları karşısında rahatsızlık duyar. O duyduğu rahatsızlık acaba işte bir yerimde ütüsüz dikiş var mı, yok mu diye düşünebilir. Başka şekilde de olabilir. Şimdi kadın önde erkekler arkadaysa ister istemez erkek o kadınla meşgul olur. Ve huşu kaybolur. Kadınında zihni arkadan kendine bakan erkeklerle meşguldür. Onunda huşusu kaybolur. Ama kadın arkada olursa erkek önde olursa her ikisi içinde hiçbir problem kalmaz. Çünkü kadın arkadan kendisini takip eden kimsenin olmadığını biliyor. Rahat namaz kılar. Erkeğinde ön tarafta kendisini meşgul eden birisi yok. Yani kadın yok. Oda rahat namaz kılar. Dolayısıyla huşuyu Allah-u Teâlâ bu kadar önemsiyor. Peygamberimizde o kadar önemsiyor. Peygamber (s.a.v) uygulamasında erkeklere namaz kıldırırken önde devamlı bir erkek imam bulunurdu. Onun arkasında erkek cemaat oluyordu. Sonra erkek çocuklar, erkek çocukların arkasında da kadın cemaat bulunuyordu. Sonra da kız çocukları bulunuyordu. Peygamber efendimiz o şekilde bir sıralama yapmış. Kadından imam olur mu? Peygamberimizin uygulamasında var. Ümmü Varaka adında sahabi bir hanım varmış. Kur’anı Kerimi çok iyi ezberlemiş. Biraz yaşlıca bir hanımmış. Peygamberimiz zaman zaman onu ziyarete de gidermiş. Peygamberimize kendi aileme imamlık yapabilir miyim diye sormuş. O da yaparsın demiş. Kendi ailesine imamlık yapmış. Orada az önce anlattıklarım söz konusu olmaz. Yani huşuya mani herhangi bir şey söz konusu değildir. Peygamberimizin vefatından sonra da eşlerinden Ayşe validemiz hanımlara teravih namazını kıldırmıştır. Dolayısıyla kadın kadınlara namaz kıldırır. Bunda bir problem yoktur. Ayşe validemiz hanımlara teravih namazını kıldırırken bizim normal namaz kılarken imamın öne geçmesi gibi öne geçmemiş, cemaatin arasında yani ön safta aynı hizada diğer hanımlarla birlikte durmuş. Şimdi mezhepler bu konuda çeşitli yorumlar ortaya koyarlar. Hanefi mezhebi kadının kadınlara imamlık yapmasını mekruh görür ama elinde bir delili yoktur. Bir delili yok. Hanefi ulemasından 1:37:28 1:37:30 sn arası anlaşılmıyor. bu konuyu yazar. Delilleri de yazar. 1:37:34 1:37:35 sn arası anlaşılmıyor. Ve sonunda der ki layık olan doğru görüşe uymaktır diyerek Hanefilerin görüşünün yanlış olduğunu orada üstü kapalı olarak anlatır. Diğer mezheplerde kadın kadına imamlık yapabilir. Ama hiçbir mezhepte kadın erkeğe imamlık yapamaz. Zaten bu ayeti kerimeyi ve Peygamberimizin uygulamalarını okuduğunuz zaman bunun böyle olması gerektiğini de anlarsınız. Şimdi Amerika da bir hanım gitmiş cemaate imamlık yapmış. Bu işin birinci adımıdır. Cuma imamlığı yapacak. Onun arkasında da başı açık bir hanım var. Oda müezzinlik yapmış. Şimdi bunun ikinci adımında başı açık ayaklarda çıplak olacaktır. Üçüncü adımında da etekler biraz daha yukarı çıkacaktır. Sonra da diyecekler ki kardeşim namaz kılarken niye şey yapalım ki… Kılık kıyafetin namazla ne lakası var? Siz oruç tutarken bir elbise şartı getiriyor musunuz? Zekât verirken elbise şartı var mı? Niye namazda bu şartı koşuyorsun diyecekler. Adım adım… Fakat şu var. İslam dini o kadar mükemmel ve sağlam bir din ki bu dini Müslümanlardan başkası bozamaz, yıkamaz. Gerçi Müslümanlar dini bozmuyor. Kendilerini bozuyorlar. Din gene sağlam olarak duruyor. Onun için Allah-u Teâlâ Maide suresinin 3. ayetinde diyor ki “elyevme yeisellezine keferu min dinikum” “bu gün kafirler sizin dininizi bozmaktan ümitlerini büsbütün kesmişlerdir”(5/3). Şimdi çok uğraşıyorlar ama bu dinin bozulması mümkün değildir. Çünkü bu dinin kitabı var. Bu dinin peygamberinin uygulamaları da hala yaşıyor. Bu dine uymak isteyen insanlar uyarlar. Geçende televizyonda bazı kimseleri dinledim. Efendim Kuranı Kerimde böyle bir yasak yok, o zaman olur. Herkes Kuran uzmanı kesildi. Kuranı Kerimin uzmanlığı çok ciddi bir iştir. Biz her zaman Kuran okuyun diyoruz. Ama sakın Kurandan kendi kendinize fetva vermeye çalışmayın. Yani açık açık hükümler bulursunuz o başkadır. Çünkü ayetler arası ilişkileri bulmak, ortaya çıkarmak bir kişinin de işi değildir. Bir ekip işidir. Allah-u Teâlâ bunun ekip işi olduğunu söylüyor. “Kitabun fussılet ayatuhu kur’anen arabiyyel likavmiy yağlemûn” “bu bir kitaptır ki ayetleri Arapça okuyuş olarak açıklanmıştır”(41/3). Ama kime? “bilenler topluluğuna”(41/3). Bu ilişkileri ortaya koymak gerekiyor. İşte buyurun. Var mıymış Kuranı Kerimde bu? Var mıymış kadının imamlığı? Yani yapamayacağına dair var işte. Peki, böylece bunu bitirmiş olduk.