Bugün, yetimlerle ilgili olan Bakara suresinin (2. Sure) 220. ayetini anlamaya çalışacağız. 219. Ayet ile bu ayet arasında bir bağlantı olduğu için 219. ayetten başlıyoruz. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor bu ayette; “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki; her ikisinde de büyük günah vardır ve insanlar için bazı menfaatler vardır. Her ikisinin de günahı menfaatlerinden büyüktür.” Daha önce anlatmıştık. İçki dediğiniz büyük bir sanayidir. İlk üreticiden, son tüketiciye kadar çok sayıda kişi iş sahibi olur. Kumardan da yararlananlar vardır. Ama her ikisinin de günahı, kişiyi hayırdan uzaklaştırıp şerre yaklaştıran tarafı daha büyüktür. “Neyi harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki; artanı.” Daha önce de anlatmaya çalışmıştık, artan; kendisinde artma özelliği olan mallardır ki zekât malları böyledir. Bir de artan demek kişinin ihtiyacından fazla olan demektir. Bu sebeple zekâtta temel ihtiyaç maddeleri çıkarılır, artan kısımdan zekât verilir. “Allah o ayetleri işte bu şekilde size açıklar. Belki siz hem dünya hem ahiret konusunda tefekkür edersiniz.” Bakın işte Allah-u Teâlâ dünyada size zararı faydasından çok olan şeyleri haram kılıyor, yasaklıyor. Ve dünyada harcamanızı emrettiği şey ihtiyacınızdan fazla olanıdır. Yani sizin yaşama hakkınız öncelikle korunuyor. Bunları düşündüğünüz zaman Cenab-ı Hakk’ın üzerimizdeki ikramının ne olduğunu anlarsınız.
(Bakara suresi 220. ayet) “Size yetimleri de soruyorlar. De ki; onar için ıslah (yani onların yararlarına davranışlarda bulunmak) hayırlı olandır. Eğer onları kendi aranıza alır, içinize katarsanız ailenizin içerisine sokarsanız, onlar da sizin kardeşlerinizdir. Allah-u Teâlâ yetimlere iyi niyetle yaklaşanlarla, kötü niyetle yaklaşanları birbirinden ayırmasını bilir. Allah emretseydi sizi elbette ki sıkıntıya sokardı. Allah güçlüdür ve doğru karar verir.”
Enam suresinin (6. sure) 152. ayeti inmiş. Orada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor, 148. sayfanın ilk ayeti; “Yetimlerin mallarına en güzel şekilde olmaksızın yaklaşmayın. Güçlü kuvvetli zamanına ulaşıncaya kadar.” Yani, yetimlerin mallarına yaklaşmayın, ama en güzel şekilde olursa başka.
Bir de Nisa suresinin (5. sure) 10. ayetine bakalım. Orada da Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Yetimlerin mallarını haksızca yiyenler karınlarına ateş doldurulmuş olurlar. Zaten yakında alevli bir ateşe de sokulup kızartılacaklardır.”
Bu son okuduğum iki ayet inince, şöyle siz kendi kendinize bir düşünün. Yanınızda yetim var ayet diyor ki; “Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler karınlarına ateş doldurulmuşlardır. Yakında alevli bir ateşte kızaracaklardır.” Öbürü de diyor ki; “Yetimlerin mallarına en güzel şekilde olmadan yaklaşmayın.” Siz ne yaparsınız bakımınız altındaki yetimlere karşı? Bir sıkıntıya girersiniz değil mi? “Ben şimdi bilerek yapmıyorum ama bilmeyerek yaparsam ne olacak? Hadi ben yapmadım, ailemin içerisinden diğer fertler yaparsa ne olacak?” dersiniz. İşte Ebu Davud’un ve Nesai’nin yaptığı rivayetlere göre İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayet; bu iki ayet indiği zaman yanlarında yetim bulunan kişiler hemen yetimlerin mallarını ayırmışlar. Onların yiyeceklerini içeceklerini ayırmışlar. “Neme lazım bizimkine karışmasın, yemeyelim. Çünkü yiyenler karınlarına ateş dolduruyorlarmış.” Allah-u Teâlâ yasaklamış mallarına iyilik dışında yaklaşmayı. Yiyecekleri içecekleri ayrı. Yediklerini yiyorlar, mesela bir yemek pişiyorsa kalıyor. Kalan kısım ya bozuluyor, ya da daha sonra yiyorlar. Şimdi bunu hanımlar bir düşünseler, aynı evde iki tane tencere kaynayacak, birisi yetimler için, birisi de aile için. Ne kadar sıkıntılı değil mi? Bir de onun yiyeceğini ayıracaksın. Evin diğer çocukları ona heveslenecek, o bu çocuklara heveslenecek. Aynı yemeği pişirirsen, her zaman olur olmaz. Bu ciddi bir sıkıntı olmuş tabi. Peygamberimiz (sav)’e durum aktarılmış. Onun üzerine Bakara suresinin 220. ayeti inmiş, böyle bir rivayet var.
Zaten bizde de dikkat ederseniz insanlar yetimlere bakma konusunda pek istekli olmazlar. Bunun sebebi de; “Neme lazım onların mallarını katarsak günaha gireriz” gibi bir takım sıkıntılar. Şimdi bu ayet-i kerime meseleyi çok net bir şekilde çözüyor. Diyor ki Allah-u Teâlâ burada; Peygamberimize gelip sormuşlar; ya Resulullah böyle yapıyoruz ne dersiniz diye. “Sana yetimler hakkında soru soruyorlar. De ki; onların iyiliğine çalışmak hayırlı olandır.” Yani en iyisi onların iyiliği için bir takım işler yapmaktır. Dolayısı ile bakımınız altında bulunan yetimlerin malları konusunda, onların faydasına olan konularda yetkili sayılırsınız. Onların zararına olan konularda yetkiniz olmaz. Mesela onların mallarını kimseye sadaka olarak veremesiniz. Bu, onların aleyhinedir. Ama onların malları ile onların lehine olacak şekilde bir takım şeyler satın alabilirsiniz. Eğer bazı mallarını satmak gerekiyorsa satabilirsiniz. Bu bazen gerekebilir. Mesela tarlasından ürün çıkmıştır. Mecburen satacaksınız. Yani yetimlerin lehine olan davranışları yapmaya yetki veriyor Allah-u Teâlâ bu ayette.
“Aileniz içerisine sokar, çoluğunuz çocuğunuzla birlikte onları da yaşatırsanız, onlar da sizin kardeşlerinizdir.” Yani onun yiyeceğinden de aynı tencerede pişirirsiniz, hep beraber de yersiniz. Şimdi derler ki; “öyle olursa yetimin mallarını adam pişirir, kendi malını bir kenarda saklar.” Böyle yapabilir, kim onu kontrol edecek ki, değil mi? Kolay bir şey değil. Onun için Allah-u Teâlâ burada ne diyor? “Allah kötü niyetli olanı, iyi niyetli olanı ayırmasını bilir.” Yani siz o durumda yanlış işler de yapabilirsiniz. Başka insanların gözünden kaçmış olabilir ama Cenab-ı Hakk’a yanlış yapamazsınız ki! Allah sizin içinizi de dışınızı da, yaptığınızı da gayet iyi bilir. Ama normal olarak, onların mallarını kendi mallarınıza katar, onlarla birlikte yersiniz, içersiniz. Onun ailede mutfakta yüzde kaç payı olduğunu gayet iyi bilirsiniz. Örneğin dört kişilik bir aile, bir de o beş. Beşte birini onun malından, beşte dördünü de sizin malınızdan katarsınız. Hep beraber karışır yer içersiniz.
“Allah emir verseydi sizi sıkıntıya sokardı.” “Yetimlerle ilgili şunu şunu yapacaksınız.” Az önce anlatmış olduğum olay gibi. “Onlara ayrıca pişireceksiniz, tamamen sizden ayıracaksınız, onlara dokunmayacaksınız” deseydi büyük bir sıkıntıya girerdiniz. Nitekim bugün birçok ailede eğer yetimler bulunuyorsa bu sıkıntılar yaşanır. Demek ki onların üzülmelerine gerek yok, katılabilir. Peki, “bilmeden yersem?” Olabilir, onda bir problem yok. Şimdi onun da ayeti var. Biraz sonra okuyacağız. “Allah güçlüdür ve doğru karar verir.”
Şimdi Nisa suresinin (4. sure) 6. ayetini açalım, 76. sayfa. Ayette diyor ki; “Yetimleri, nikâh çağına varıncaya kadar denemeden geçirin.” Yani evlenme çağına varıncaya kadar denemeden geçirin. Denemeden geçirmek ne demektir? İş alışkanlığı, iş eğitimi yaptıracaksınız. Eline biraz mal verirsiniz, bakalım harcamasını biliyor mu? Saçıp savuruyor mu? Savurmuyor mu? Ne yapıyor? “Baktınız ki bir olgunlukları var.” Yani halk tabiri ile “Ellerinin önünü arkasını biliyor.” Karını zararından ayırıyor. Yetim çocuk buluğ çağına geldikten sonra bunu anladığınız zaman, yani reşit olduklarını anladığınız zaman “Mallarını onlara verin.” “Reşit” kelimesi çok değişik şekilde değerlendirilir. Türkiye’de 18 yaşına girenler reşit sayılıyor. Bu ayet-i kerimeye baktığımız zaman yaş önemli değil. Önemli olan kişinin buluğ çağına girmiş olması ve karı zarardan ayıracak duruma gelmiş olmasıdır. O da insandan insana değişir. Bazı kişiler vardır ki elli yaşındadır hala karını zararından ayıramaz, eline para geçse saçıp savurur. Bazen de çocukta olsa malını harcamasını gayet iyi bilir. Onun için reşit olduğunu anladığınız zaman mallarını verin.
Bir şeye daha dikkatinizi çekmek istiyorum. “Yetim” kelimesi Türkçemizde de Arapçada da “babası ölmüş kişi” için kullanılır. Anası ölene Türkçede “öksüz” denir. Fakat Arapçada “anası ölene” de “yetim” deniyor. Anne tarafından yetim, baba tarafından yetim. Ama esasen babası ölen kişi anlaşılıyor. Kuran-ı Kerim’de anası ölenle ilgili özel bir terim yok. Şimdi bu ayeti düşünün, bir kimsenin anası öldüğü zaman anasından mal kalmış olamaz mı ona? Bu malı babası da kontrol ediyor olabilir. Ama buluğa erdikten, reşit olduktan sonra baba mecburen malı ona verecek. Bu mal babanın malı değil, onun malıdır. Dolayısı ile bu “yetim” kelimeleri sadece babası ölmüş değil, ister anası, ister babası ister de anası ve babası birden ölmüş olsun hepsini içerisine almaktadır.
Şimdi burada yetimlerin malını yemekle ilgili bir emir var. “Yetimlerin mallarını israf ederek, çarçabuk yiyip tüketmeyin.” Büyürler de malı elimizden alırlar. Aman ne yersek kardır. Bunu yapmayın diyor. Peki, ne yapacağız? “İçinizde zengin (ona ihtiyacı olmayan) varsa iffetli davransın.” Yani yetimden pek bir şey almasın, malına dokunmasın. Ama “sakın yemesin” değil. Yiyebilir, karışabilir çünkü hep beraber olduğu için. Ama yine de uzak dursun. “Kim de fakirse, ihtiyaçlı ise o da marufa göre yesin.” Ne demek marufa göre yesin? Hani “bal tutan parmak yalar” hesabı. Tamam, sen bu yetimin malına bakıyorsun, kendisine de bakıyorsan, ihtiyacın da varsa normal olarak yiyebilirsin ama aşırı değil. “Bir an önce yiyelim, büyür elimizden alır, mallar elimizden gider” bunu yapmayın diyor Allah-u Teala. “Yetimlerin mallarını teslim ettiğiniz zaman da (büyüdükleri zaman) malın tutanağını tutun.” Yani babası öldüğü zaman, anası öldüğü zaman kalan malların neler olduğu, şimdiye kadar bu mallarla neler yapıldığı ve ne kadar mal teslim edildiği gibi. “Güzelce, şahitli ve ispatlı bir şekilde teslim edin.” (18.38 dak., bu kısım da ayete dahil mi?) “Hesap soran olarak Allah yeter.” Yani yanlış bir şey yaparsanız Cenab-ı Hakk onun hesabını sorar, “ona da dikkat edin” der.
Konu yetimlerden açılmışken, yani Nisa suresinin 6. ayeti vesilesi ile şunu söyleyelim; burada Allah-u Teâlâ, “Yetimleri nikah çağına varıncaya kadar deneyin” diyor. Nikâh çağı ne zamandır? Ergenliktir, yani evlenebileceği en aşağı nokta buluğa ermesidir. Peki, o zaman evlenecek mi? “Reşit olduğunu anladığınız zaman mallarını verin.” Peki, evlenecek olan erkek karısına ne verir? Mehir verir. Evlenecek kadın, kocasından ne alır? Mehir alır. Peki, kız yetimse, bu ayete göre ne zaman bir malı teslim alma yetkisine sahip olur? Reşit olması lazım, yani karını zararını bilebilecek yaşa gelmesi lazım ki mal alabilsin. Erkekse ne zaman eşine mehir verebilir? Kendi malı kendisine teslim edilecek ki mehir verebilsin, değil mi? Yani erkeğin de reşit olması lazım.
İki önceki ayete (Nisa suresi 4. ayet) bakarsanız, orada evlenme ile ilgili; “Eşlerinize sadukalarını gönül hoşluğu ile verin.” “Saduka”, “mehir” anlamına geliyor. “Sıdk” kökünden, “sadaka”, “sadık”, “sud”. Bu şu demek; herkes evleneceği hanımı çok sevdiğini söyler, peki malından da daha çok seviyor musun? “Ne demek, benim bütün malım ona feda olsun” der. Bütün malına lüzum yok şuna bir mehir ver bakalım, sevdiğini göster. Hemen başlar şunu söylemeye “Ya hep ortak değil mi?” Ver de, göster. Sadaka da öyledir. Bakın “sadaka” “saduka” ses aynı ses değil mi? Kelimeler de harfler de aynı harflerdir. Kime sorsan “Allah’ı mı çok seviyorsun, malını mı?” “Ya ne demek böyle sorumu sorulur! Tabi ki Allah’ı çok seviyorum.” O zaman Allah rızası için şu fakire sadaka ver bakalım. “Şimdi bizimde paraya ihtiyacımız var” falan…
Bunu söyleyince hep şu olay aklıma gelir; bir iş adamı bundan birkaç sene evvel, müftülüğe gelmişti, ben müftülükte iken. İşlerinin çok iyi olduğunu anlatıyor. “Fransa’ya bir buçuk milyon dolarlık mal ihraç ettim oradan parayı bekliyorum, şuradan şu kadar…” O sırada bir fakir öğrenci geldi. “Şu öğrenciye yüz dolar versene” dedim, “Vallahi yoktur hocam” dedi. Ve o adam biliyor musunuz yok oldu bir müddet sonra! Allah rızası olunca yemin ediyor yok diye, ama hava atmak için olduğunda ise her şey var. Sen Allah’ı malından çok sevdiğini mi söylüyorsun? O zaman ver bakalım hadi, Allah kırkta birini istiyor. Verdiğin zaman demek ki sözün özüne uyuyor. O zaman “sadaka” oluyor adı. Bu da “saduka”. Sen işini çok mu seviyorsun? O zaman ver bakalım malını, hadi. “Canım hep ortak değil miyiz?” Tamam, anladık, ama vermen gerekeni ver, çünkü bu onun olacak, senin olmayacak. Karışamazsın sen, tek kuruşunu isteyemezsin ondan. İşte bu da aynı zamanda eşini sevdiğinin bir göstergesidir.
İşte burada diyor ki ayet (Nisa suresi 4. ayet); “Kadınlara sadukalarını gönül hoşluğu ile verin.” Başa kakarak falan değil, içten gelecek bir biçimde, severek verin. Verecek olan koca, alacak olan da kadın. İkisi de reşit olmazsa, birbirlerinden alıp verebilirler mi? O zaman evlenecek olanların kaç yaşlarında olmaları lazımmış? Reşit olmaları lazımdır. Reşit olma ile ilgili yani olgunlaşma ile ilgili her kültürde kendine göre bir takım tercihler olur. Bu önemli değil, ama reşit olmayı Allah şart koşuyor. Evlenecek olan kişiler reşit olacak. Bu, ayetlerin şartı değil mi? Bugünlerde bizim sitemizde yayınlanan bir yazı var Fatih Orum Hocanın, “Kurana ve geleneğe göre çocukların evlendirilmesi” diye. suleymaniyevakfi.org sitesinin birinci sayfasında. Onu okursanız görürsünüz, mezheplerin tamamı evlenme yaşı diye bir yaşı kabul etmezler. Evlenme yaşı yoktur. Evlenme yaşı yoksa sıfır yaşındaki çocuk da evlendirilebilir değil mi? Beşik kertmesi, söz verme falan değil, evlendirme bu! Mezheplerin tamamı. Bir tek Tabiin ulemasından İbn-i Şubrume karşı çıkmış bu ayetleri okuyarak, o kadar. Fatih Hocanın yazısını okursanız görürsünüz ki karşı tarafın elinde hiçbir delili yok. Bir tek, Peygamberimizin Ayşe Validemiz ile o çocukken evlendirildiğine dair günümüze gelen bir rivayet var. Ayşe Validemiz çocukmuş, bazı yerlerde altı yaş deniyor, bazı yerlerde dokuz yaş deniyor. Şimdi bu rivayeti doğru kabul edelim. Bu sure nerede inmiş, bakalım surenin başına. “Hicretten sonra Medine’de nazil olmuştur” yazıyor değil mi? Peki, Peygamberimizle ilgili yapılan rivayet onun nerede evlendiğini söylüyor? Mekke’de. O zaman, daha önce böyle bir şey varsa da, bu ayetler bu durumu ortadan kaldırmış oluyor. Dolayısı ile artık bu ayetler var iken, bu rivayete dayanılarak bir şey yapılamaz değil mi?
Ayrıca işin başka bir tarafı daha var. İbrahim suresinin (14. sure) 4. ayetinde. Orada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Her elçiyi kendi kavminin dili ile göndermişizdir, onlara her şeyi açık açık anlatabilsin diye.” O zaman Muhammed (sav) elçi olarak hangi dille gelmiş oluyor? Arapça, yani Arap toplumunun kelimelerini ve kavramlarını kullanıyor değil mi? O zaman Nisa suresinin 6. ayetinde “nikâh çağı” kavramı hangi toplumun kavramı olur? Arap toplumunun kavramı olur. Arap toplumunda “nikâh çağı” diye bir kavram olmasa, Kuranda geçer mi? Yani o ayete göre. Ne diyor? “Her nebiyi kendi toplumunun dili ile göndeririz ki meseleyi açık açık anlatsın.” Çünkü o toplumda olan bir kavramı söyleyecek ki, toplum hemen anında anlayabilsin meseleyi. Mekke ile Medine’nin dil kültüründe her hangi bir farklılık yok. Böyle bir fark olduğunu şu ana kadar zaten söyleyen de yok. Belki bazı kelimelerin yazılışı farklı olabilir. Mesela “tabut” kelimesinin yazılışında olduğu gibi. Birsi “açık t” ile birsi “kapalı t” ile yazmış. Şimdi diyor ki bu ayet (Nisa suresi, 6. ayet); “Yetimleri nikâh çağına varıncaya kadar denemeden geçirin.” Mekke’de ve Medine’de nikâh çağı diye bir kavram olmasaydı bu ayet olmazdı, yani böyle bir ifade olmazdı. O zaman “buluğ çağına” derdi, “nikâh çağına” demezdi. Peki, “nikâh çağı” kavramı Mekke’de var Medine’de de var. “Nikâh çağı” kavramı olan bir yerde çocuklar evlendirilebilir mi? Evlendirilemez, çünkü o nikâh çağı yaşına gelmemiş olacak. Eğer Ayşe Validemiz çocuk olsaydı bu kavram o toplumun bir kavramı olduğu için Mekkeliler buna karşı çıkar ve bir sürü de dedikodu yaparlardı. Böyle bir olay yok.
Peki, bir de Mekke’de de, yani İslam öncesinde de kadınlara mehir verme olayı var. Yani evlenirken mehir verme yani erkeğin belirli bir miktar mal ödemesi işi Mekke’de de var. Bu Türk geleneğinde de vardır, eski Türkler’de de vardır. “Kalın” adı ile kadına bugün mehir dediğimiz bir ödeme yapılır. Adı “kalın”, eski dilde öyledir. Mesela bunun da tabi delilini sorarsanız ben hemen göstereyim size. Mümtehine suresi (60. sure) 10. ayete bakın. Diyor ki burada Allah-u Teâlâ; “ Mümin kadınlar hicret ederek size gelirlerse onları imtihandan geçirin.” Bu mümin kadınlar, Mekke’deki müşrik kocalarından kaçıp gelen kadınlardır. “Onların imanlarını Cenab-ı Hakk daha iyi bilir.” İman kalptedir ama siz görünüşe bakacaksınız. “Mümin olduklarını anlarsanız onları o kâfirlere geri çevirmeyin. Bunlar onlara helal olmaz, onar da bunlara.” Çünkü bu kadınlar kocalarından ayrılmak için gelmişler. İmanlarını gerekçe gösteriyorlar, siz de mümin olduklarını anladıysanız artık ger gidemezler. “Kocalarının bu kadınlara harcadığını verin.” Ne olur bunların harcadığı? Mehir. Bunlar Mekkeli müşrikler değil mi? dolayısı ile eşine mehir verme işi Mekke’de de vardı. Peygamberimiz (sav) Hatice Validemizle evlenirken verdiği mehir de yine kitaplarda kayıtlıdır. Şu anda tam rakamını söyleyemiyorum, yanlış aklımda kalmış olabilir ama yüklüce bir mehir vermiştir Peygamberimiz Hatice Validemize. Bütün bunları birleştirdiğiniz zaman; madem Kuran Mekke’nin diliyle hitap ediyor, madem Mekke’de “evlenme çağı” denilen bir kavram var. Peki, bir soru; çocuklar evlendiriliyorsa “evlenme çağından” bahsedilebilir mi? Edilemez. Onun için bizim mezheplerin tamamında evlenme çağı diye bir kavram yoktur. Niye yok? Çünkü çocukların evlendirilmesine hepsi fetva veriyor. Evlenme yaşı diye bir şey yok, üç yaşındaki, bir yaşındaki birisi ister kız ister erkek olsun altmış, yetmiş, seksen veya doksan yaşındaki birisi ile evlenebilir. Onun için mezheplerin hiçbirinde “evlenme çağı” diye bir kavram yoktur. Ama Kuran-ı Kerim evlenme çağından bahsediyor ve Kuran-ı Kerim Mekke ve Medine toplumunun dili ile anlatıyor. Öyleyse böyle bir toplumda Ayşe Validemizin çocuk yaşta evlenmesi mümkün mü? Bir kere bu Kuran-ı Kerime aykırı, olmaz, olacak şey değil. Peki, Buhari’de var. Olabilir. Zaten Fatih Hoca o konuda bir çalışma yapmıştı. Ayşe Validemizin yaşının on altı ile on dokuz arasında olması lazım. Yani reşit olmuş bir kız, kabul ettikten sonra kimse bir şey diyemez ona. Bunu da bu arada söylemiş olalım.
Beni esas şaşırtan şu oldu, bir makale hakemli dergilerde yayınlanırken hakem raporu istenir. Hakemlerden birisi rapora şunu yazış; “Bu bilimsel bir yazı değildir, tarihte kalmış bir olayı niye yeniden gündeme getiriyor?” Bu tarihte mi kalmış? Bugün yok mu? Dün yirmi üç nisandı değil mi? Sen söylüyordun, ne olduğundan bahsediyordun?
Fatih Orum; Çocuk gelinlere tepki olarak kadınlar yürüyüş düzenlemişler. Türkiye’de yaygın bir şekilde özellikle de belli bölgelerde çocuk yaşta gelinlik giydirilip kendinden onarca yaş büyük insanlarla evlendirilen bu çocukların maruz kaldığı bu durumun önünü almak, buna engel olmak için bir yasa hazırlanması adına bu yürüyüşü düzenlemişler. Yani henüz oynaması, eğlenmesi gereken yaşta gelinlik giydirilerek evlenmek zorunda kalan kızlara dikkati çekmek için. Dolayısı ile bu tarihin derinliklerinde kalmış bir mesele değil, bugün hala insanlar bunu devam ettiriyorlar. Bazı bölgelerde, bu konuda muhalif bir görüş sergilediğiniz zaman diyorlar ki “Senin peygamberin küçük yaşta bir çocukla evlendi, sen beni mi kınıyorsun yoksa peygamberi mi?” O’nu da alet ediyor, çünkü kılıf hazırlayacak ya yaptığı işe. Daha önce de bu konuda medyada epey yer alan bir adam vardı ve dedi ki “Siz kimi kınıyorsunuz? Bizim Peygamberimiz yaptı bunu”.
Dolayısı ile bu durum günümüzün de aktüel bir konusudur. Türkiye dışında diğer Müslüman ülkelerde bu durumun çok daha ciddi bir mesele olduğunu söylüyor bu ülkelere gidenler, görenler. İşin en kötüsü ise bu duruma Peygamberimizden, Kurandan ve rivayetlerden kılıflar buluyorlar ve bunun yanlış olduğunu söyleyen insanlara da “Sen Resulullahın hadislerini inkâr mı ediyorsun? Nitekim Kuran-ı Kerimde bunun caiz olduğuna dair deliller var bunları inkâr mı ediyorsun?” diyorlar. Bunu din kisvesi altında yapıyorlar. Yani kendi yapmış oldukları rezilliklere bir de dini ön plana çıkartarak, “Bu caizdir. Sen dinin kabul ettiği bir şeyi nasıl engellersin” diyerek tepki gösteriyorlar.
Bayındır; Evet Servet Hoca da bir şeyi hatırlattı. Osmanlılarda yirminci asrın başlarında, 1919’da çıkan bir kanun hükmünde kararname var. Bu kararname fazla yürürlükte kalamadı. Onun adına hukuk aile kararnamesi deniyor. Orada çocukların evlendirilmesi yasaklanıyor. Ama rüşt meselesi gündeme gelmiyor. Reşit olma şartı yok. Çünkü o zamanlar, şuanda size yaptığımız gibi Kuran ayetlerini okuyarak, “Şu ayete bakın, bu ayete bakın. Şu ayet bunu açıklıyor, bu ayet şunu açıklıyor.” demediler. Kitap sünnet arasında bütünlük kimsenin aklından geçmiyor. Dolayısı ile çocukların evlendirilmesi ciddi bir problem olunca, hukuk aile kararnamesine koymuşlar bunu. Diyorlar ki; “Kız çocukları buluğa ermeden, on iki yaşına varmadan evlendirilemez.” Delil olarak da bu ayeti göstermiyorlar. “İbn-i Şübrüme’nin görüşüdür” diyorlar. İbn-i Şübrüme eski fukuhadan. Onun için bu kararname üç yıldan fazla yürürlükte kalamamıştır. En büyük muhalefet bundan olmuş. Ulema makaleler yazıyor, reddediyor falan. Gerçekten çok üzücü bir şey, hani hep şunu söylüyorlar, “bizim ecdadımız” diye başladılarmı artık sözlüklerde methedilecek cümleler kalmayınca bu defa onları tekrarlayarak çoğaltmaya başlıyorlar. Ben de diyorum ki; “Sizin ecdadınız bu kadar iyiydi de haşa Allah mı kötüydü ki bunlara böyle ceza verdi!” Öyle şiirler yazmaya gerek yok, doğrusuna doğru dersiniz yanlışına yanlış dersiniz. Ama kendi açımdan, ben Osmanlı’yı en iyi bilenlerden biri olduğumu düşünüyorum, çünkü Osmanlı mahkemelerinin arşivini yirmi bir sene yönetmek nasip oldu. Benim açımdan, Osmanlı’da yönetimde problem yok, ulema da çok ciddi problem vardır. Benim açımdan öyledir.
Şubat ayının ilk haftasıydı, internete resimler düştü, belki görenleriniz vardır. Filistin’de toplu nikâh yapılmış. Dört yüz elli tane toplu nikâh yapılmış. Damatlar gelinlerin ellerinden tutmuşlar, gelinler küçücük çocuklar. Beyaz elbiseler de giydirilmiş, ayaklarına da küçük topuklu ayakkabılar giydirilmiş. Tabi çocuklar bilmiyorlar ne olduğunu. Bir sevinçle, ellerindeki çiçekleri de sallayarak gidiyorlar. Başlarına geleceğin ne olduğu belli değil. Damatlar uzun boylu, iri yarı ama gelinler küçücük. Bunu da çok büyük bir iş olarak anlatıyorlardı. Demek ki daha çok şey yapmamız gerekiyor.
Ve esas şaşırtıcı olan şu; farz edelim ki az önce Fatih Hocanın anlattığı doğru ki onun doğru olamayacağını Kuran-ı Kerime göre ben size anlattım. Farz edelim ki Peygamberimiz gerçekten Ayşe Validemizle altı yaşındayken evlenmiş, öyle düşünelim. Peki, tamam. Bu nerede oldu? Mekke’de. Peki, evlenme ile ilgili hükümler nerede indi? Herkesin ittifakı ile Medine’de. Peki, şimdi Kuran-ı Kerimde o yürürlükten kalkmış olmuyor mu? Ve bu konuda, tabi sadece bunlar değil, başka şeyler de var, eğer makaleyi okursanız görürsünüz. Biz bu delillerden sadece bu vesileyle olan kısımlarını söyledik. Ne kadar çok aleyhte delil olduğunu, bir tane bile olsun onları haklı çıkaracak bir işaret bile yok Kuran-ı Kerimde.
Şimdi burada başka bir şey daha var. Birçok kimsenin zihnine takılıyor, zaman zaman soruluyor. Onun için de o ayeti de okuyalım. Yetimlerle alakalı. Nisa suresinin (4. sure) 2. ve 3. ayetini okuyalım; “Yetimlere mallarını verin. Habisi, tayyible değiştirmeyin (iyiyi kötüyle değiştirmeyin).” Yani yetimlere mallarını verirken onun malı daha güzel, mesela onun bir otomobili var senin de bir otomobilin var aynı marka, ama onunkisi daha güzel. O zaman bunu al onunki bende kalsın. “Onların mallarını sizin mallarınıza katarak yemeyin. Bu büyük bir günahtır.”
“Yetim kızlarla evlendiğiniz takdirde adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız…” İşte bu ayeti kendilerine delil getirmeye çalışıyorlar. Buluğa ermiş kimseye yetim denmez, değil mi? Öyle olsa, benim de yetim olmam lazım. Onun için, bu ayete bakarak diyorlar ki; “Eğer yetimlerle evlendiğiniz zaman onlara adil davranmayacağınızdan korkarsanız, hoşunuza giden diğer kadınlarla evlenin.” Şimdi burada “el yetema” kelimesi bir önceki “el yetema” kelimesinin aynısıdır. İkisi de elif lam’lıdır. İkisi de öyle olduğu için, aynı anlamın tekrarı manasındadır. Bir önceki ayetteki yetimlerde (“Ve âtûl yetâmâ emvâlehum”) “yetimlere mallarını verin” dedi. Ne zaman veriliyordu malları? Buluğa erip reşit oldukları zaman. Peki, buluğa ermiş reşit olmuş kişilere hala yetim deniyorsa, bu kelime hakikat manasında mıdır, mecaz manasında mıdır? Mecaz manasındadır. Yani, yetimdi. Şimdi büyüdü ama hala öyle diyorsunuz. “O zaman, mallarını verin.” Adamın yanında büyümüş bir yetim kız vardır. Mal şimdiye kadar bizim kontrolümüzde idi, tarlayı şimdiye kadar sürüyorduk, bahçe şu bu. Şimdi bu gidecek başkası ile evlenecek, kızın gitmesi önemli değil, mal da gidecek. Kızı sevdiği için değil, malı için, malı gitmesin diye evlenmek isterse bir kişi, kızın kendisine değil, malına değer verdiği için o zaman buna eş olarak gereken davranışı gösteremez. Onun için ayet diyor ki; “O yetim, mallarını verme yaşına gelmiş ama vermemişsiniz henüz, onlarla evlendiğiniz zaman onlara bir eş olarak gereken davranışı gösteremeyecekseniz o zaman onlarla evlenmeyin. Hoşunuza giden başka kadınlarla evlenin.” “mâ tâbe lekum”; “hoşa gitmek” (49.3. dak., sohbette böyle deniyor, fakat “hoşunuza giden” anlamı mı acaba??) demektir. Bu da bir küçük çocuk için düşünülemez. Bu ancak sevgiyi, cinselliği de içerisinde bulundurur.
Hatta madem bu noktaya kadar geldik, yine aynı surede olan, onu açıklayan başka bir ayetle de bu konuyu tamamlamış olalım. Nisa suresi 127. ayet. Burada yor ki; “Kadınlar konusunda senden görüş istiyorlar.” “Görüş istiyorlar” kelimesi varsa onunla ilgili hüküm Kuran-ı Kerimde var demektir. Öyle olmasa “yeselinüke” (50.18 dak. kelimeyi doğru yazamamış olabilirim) yani “sana soruyorlar” derdi. “De ki; kadınlar hakkındaki fetvayı Allah verir.” Allah başkasına bırakmaz. Çünkü Kuran-ı Kerimin tamamında kadınlarla ilgili “muhsana” kelimesi geçer. “Muhsana” kelimesinin anlamı “korunmuş” demektir. Her şeyden önce Cenab-ı Hakk korur onları. O yüzden, “sana bırakmıyorum” diyor Peygambere, ben veririm diyor onlarla ilgili emirleri. Erkekler için bu kelime geçmez, “muhsin” kelimesi geçer, yani “kendini koruyan”. Kadınları hem Allah-u Teâlâ korur hem de korunmaları için emirleri Kuran-ı Kerime yerleştirmiştir. Hani poztif ayrımcılık derler ya, Kuran-ı Kerimin yaptığını hiç kimse yapamaz o konuda. Hem de öylesine korur ki dengeyi de bozmaz. Bugün aile dengeleri alt üst edilerek, kadınların korunduğu söyleniyor. Öyle değil, aslında ateşe atıyorlar kadınları. Her şeyin usulüne göre olması lazım. “Kendilerine yazılmış olanları vermek istemiyorsunuz”, yani “Bu kitapta yetim kadınlar, büyümüş kadınlara kendileri için yazılmış olan malları vermiyorsunuz.” “Ve onları nikâhlamak istiyorsunuz.” Şimdi oradaki ayetin asıl manasının bu olduğunu da söyledi mi ayet? Yani, mal gitmesin. O zaman ne diyor Allah-u Teâlâ; “evlenemezsin demiyor”, ama “seviyorsan evlen” diyor. Öyle malı için değil. Mesela o kızcağız bilse ki bu adam aslında beni değil malımı istiyor, kabul eder mi onunla evlenmeyi? Ama öyle demez ki adam ona. İşte Allah-u Teâlâ’da ne diyor (Nisa suresi 3. ayet); “Onun için yapıyorsanız evlenmeyin, başkası ile evlenin” diyor. Bu ayetin devamı başka bir konu ile alakalı.
Sonucu özetleyelim. Demek ki yetimlerin mallarına iyilikle yaklaşmamız emrediliyor. Onların mallarını belli bir oranda kendi mallarımızla karıştırabiliriz. Mesela, aynı tencereden yemek yenmesi, eğer ihtiyaç sahibi ise ona baktığı için onun malından yemesi (ihtiyacından fazla olmamak ve israf etmemek şartı ile) bunlar caiz olan şeylerdir. Yani ailemiz içerisine sokarız, büyütürüz, yetiştiririz ve onların mallarından da mutfakta kendi mallarımıza katarak yeme içme konusunda birlikte yiyebiliriz. Fakirsek daha fazla da yenebilir, israf etmemek şartı ile. Ama eğer maddi imkânımız varsa uzak kalmayı Cenab-ı Hakk tavsiye ediyor.
İkinci olarak da bu ders vesilesi ile çocukların evlendirilmesinin asla mümkün olmadığını Kuran-ı Kerimin çok açık ve net ibareleri ile bu işin ortaya konduğunu. Ama maalesef fıkıh geleneğinin tam ters oluştuğunu, mezheplerin tamamında “evlenme yaşı” diye bir kavramın olmadığını da bu arada görmüş olduk. Peygamberimiz (sav)’in Ayşe ile evlenmesi sürekli istismar konusudur biliyorsunuz. Onun da çocuk yaşta olması Kuran açısından mümkün değildir. Zaten tarihi rivayetler açısından da Fatih Hoca gereken incelemeyi yaptı.
Fatih Orum; Matematiksel olarak da; ablası Esma var, Esma ile ikisi arasındaki yaş farkı biliniyor, ikisinin de vefat tarihleri biliniyor. Bunlar bir araya getirildiğinde Ayşe Validemizin Resulullah ile evlendiğinde kesinlikle bir çocuk olmadığı matematiksel olarak sabit bir şey.
Bayındır; Ama işte insanlar illa bir konuda fetva vermek istediler mi ilgili ayetlerin hiç birisini görmüyorlar. Ayrıca işlerine gelen rivayeti seçiyorlar, diğerlerini değil. Bunu da unutmayalım.