Elhamdulillahi rabbil alemin vel akıbetulilmuttakin essalatu vesselamu ala resulune muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.
“Tebbet yeda ebi Lehebiv ve tebb” “Ma ağna anhu maluhu ve ma keseb” “Seyasla naran zate Leheb” “Vemraetuh, hammaletel hatab” “Fi cidiha hablum mim mesed”(111/1-5)
Bugünkü dersimiz Tebbet suresi diye anılan Kuranı Kerimin 111 inci suresidir. Bu surede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. “Ebu Leheb’in elleri kurusun zaten kurudu da. Onu ne malı kurtardı nede kazancı. O alevli bir ateşte kızaracaktır. Odun hamalı karısı da. Üstelik gerdanında liften bükülmüş bir ip bulunacaktır”(111/1-5).
Biliyorsunuz bu surede adı geçen Ebu Leheb Peygamberimizin (s.a.v) amcasıdır. Yani asıl adı Abdüluzzadır. Ebu Leheb de onun bir vasfıdır. Bir lakabı olarak kullanılıyor. Çünkü saçları sık iki tarafından örük halinde yapılmış, parlak ve kırmızı yüzlü bir kişidir. Ondan dolayı adına Ebu Leheb deniyor. Bu zat Peygamberimizin amcası ama tamamen düşman tarafında yer almıştır. Ebu Sufyan’ın kız kardeşi olan Ümmi Cemilin kocasıdır. Ebu Sufyan tarafında yer almıştır. Haşim oğulları üç yıl boyunca abluka altına alındıkları halde Ebu Leheb bu ablukaya girmemiştir. Ve Peygamber Efendimizin en azılı düşmanlarından olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v) insanları Allahın dinine davet ederken oda arkasından gidip bu sapıtmış birisidir, sakın bunu dinlemeyin, diyor. Bu yalancıdır, diyor. İbrahim (a.s) zamanından itibaren Mekke’de belli mevsimlerde sürekli panayırlar kuruluyor. Panayırlara her taraftan mal getiriliyor. Ve insanlar geliyor. Peygamber Efendimiz de bunu fırsat bilerek kendi dinini yaymaya çalışıyor. Yani görevini yerine getirmeye çalışıyor. İşte öyle yerlerde Ebu Leheb hemen arkasından gidiyor. Buna inanmayın diye propaganda yapıyor. Karısı Ümmi Cemilde her konuda buna destek veriyor. Zaten Mekke’nin ileri gelenlerinden asil bir ailenin kızı ve Ebu Sufya’nın da kız kardeşidir. Onun için Allah-u Teâlâ ayeti kerimede Ümmi Cemilin ahirette de kocasının cezasına destek vereceğini ifade ediyor. “Tebbet yeda ebi Lehebiv” “Ebu Lehebin iki eli kurusun”(111/1). Tabii bu bir bedduadır. “ve tebbe” “zaten kurudu da”(111/1). “Ma ağna anhu maluhu ve ma keseb” “Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı”(111/2). Zengin ve itibarlı bir insan olduğu anlaşılıyor. Bir rivayette eğer yarın ahirette cehenneme gidecek olursam ben malımla kendimi oradan kurtarırım falan demiş gibi söyleniyor. Tabii bu ne kadar doğru, ne kadar yanlıştır. Bu tür rivayetler genellikle daha sonradan uydurulan rivayetlerdir. Ama bu dünyada insanlar malının ve itibarının kalıcı olduğunu zannederler. İşte ayetlerde de var. Yani eğer ben rabbimin huzuruna gidecek olsam rabbim bana bu dünyadakinden daha fazlasını verir,(18/36) diyor. Bu tip insanlar son derece böyle laubali olurlar. Aşırı derecede kendilerine güvenirler. Zannederler ki dünyada neysek ahrette de o oluruz. “Seyasla naran zate leheb” “o alevli bir ateşte kızaracaktır”(111/3). Tabii cehenneme girme işi biliyorsunuz hesap görüldükten sonra olacak, henüz hiç kimse cehenneme girmiş değildir. Onun için bu gelecekle ilgili bir ifadedir. “Vemraetuh” “karısıda öyle” “hammaletel hatab” “hem de kocasına odun taşıyacak”(111/4). Yani dünyadayken Peygamberimize (s.a.v) karşı nasıl kocasını destekliyorsa cehennemde de daha çok azap çekmesi için kocasının azabını destekleyecek. “Fi cidiha hablum mim mesed” “tabii omzunda da bir ip, liften bükülmüş bir ip”(111/5). Bu zengin bir kadın olduğu için boğazına, omzuna genellikle süsler atar. Cehennemde ki süsü de boynunda liften bükülmüş bir ip olacaktır. Böyle yapan sen misin, hadi bakalım.
Burada asıl konu şudur. Bu surenin inmesine sebep olan bir olay vardır. Buhari de geçiyor. Peygamberimiz (s.a.v) bir gün çukur bir yerde seslenerek Kureyşlileri çağırıyor. Sonra dağa doğru çıkıyor. Herkes toplandığı zaman yüksekçe bir yerden konuşuyor. Sabahleyin ya da akşam bir düşman gelecek ve buraya baskın yapacak desem bana inanır mısınız? Tabii inanırız, diyorlar. Madem benim doğru söylediğimi kabul ediyorsunuz. Önünüzde şiddetli bir azap var, o azap gelmeden önce ben sizi uyarıyorum. Yani gelin benim Peygamberliğime inanın ve o azap gelmeden önce yaptığım tebliğe uyun, diyor. O zaman Ebu Leheb hemen sen bizi bunun için mi topladın. Sen kuruyasın yok olasın. Şeklinde bir beddua ediyor. Bunun üzerine bu sure iniyor. Burada Ebu Leheb henüz ölmemiş. Hayatta… Peki, hayatta yaşayan bir kimsenin cehenneme gideceğini önceden söylemek nedir? Daha ölmemişken bu kimsenin cehennemlik olduğunu söylemek nedir? Hani bir kader inancı meselesi var ya. Daha ölmeden bu kişinin ve karısının cehenneme gideceğini, cehennem ateşinde kızaracağını ve karısının boynunda bükülmüş liften bir ip bulunarak odun taşıyacağını falan söylemenin hükmü nedir? Şimdi birçok kimse kader konusunda geleneğe uyarak insanların cehenneme gideceği cennete gideceği zaten önceden bellidir, diyorlar. Ana rahmindeyken sait saittir, şaki şakidir yani bir kişinin cennetlik mi, cehennemlik mi olduğu ana rahmindeyken bellidir, diyorlar. Genellikle bizde ki kader anlayışı böyledir. Yani insanlar yaratılmadan önce Allah-u Teâlâ onlarla ilgili her şeyi yazmış, derler. Allah-u Teâlâ’nın yazdığından başkası da meydana gelmez. Dolayısıyla cennetlik ya da cehennemlik olduğumuz orada da bellidir. Peki, belliyse biz bu dünyaya niçin geldik, diye sorduğunuz zamanda şunu söylerler. Bu Allah-u Teâlâ’nın bilgisindedir. Onun bilgisi illa da senin öyle yapmanı zorunlu kılmaz, derler. Bunlara peki Allahın bilgisi değişir mi, diye sorsanız. Hayır değişmez, derler. Öyleyse ister yazmış olsun, ister yazmamış olsun. Bilgisinde olsun veya olmasın o zaman bu dünyaya gelmenin anlamı nedir? Allah-u Teâlâ “Menihteda feinnema yehtedi linefsih” “kim yola gelirse kendisi için yola gelmiştir” “ve men dalle feinnema yedıllu aleyha” “kimde yoldan çıkarsa kendi aleyhine yoldan çıkmıştır”. “ve la teziru vaziratuv vizra uhra” “kimse kimsenin yükünü taşımaz, günahını taşımaz”. “ve ma kunna muazzibine hatta neb’ase rasula” “bir peygamber göndermeden de kimseye biz azap etmeyiz”(17/15) diyor. Peki, bunun anlamı nedir? Eğer insanlar inanma ya da inanmama konusunda hür değillerse Allah neden peygamber gönderir? Eğer peygamber gönderdiyse ya da peygamber gönderdiği kavme azap etmesi göndermediği kavme azap etmemesi neyi değiştirir? Şimdi bu kader inancına sahip olanların en çok üzerinde durduğu konulardan birisi “tebbet ye da” suresidir. İşte bunu da delil gösterirler. Ebu Leheb ölmeden önce cehenneme gideceği zaten belliydi, derler. Yani insanların çalışmalarına, ibadet yapmalarına, herhangi bir şey yapmalarına gerek kalmadığını söylemeye gelir. Hatta bir hadis şöyledir. Hadsin Orijinal Metni “Sizin her birinizin annesinin karnındaki yaratılışının toplanması/spermin yumurtayla birleşip döllenmesi kırk günde olur. Sonra aynı kırk gün içerisinde alaka/yapışkan-döllenmiş hücre haline gelir. Sonra aynı kırk gün içerisinde mudga/çiğnemlik et parçası görünümündeki şeklini alır. Sonra Allah dört kelimeyi/dört hususu yazmakla görevlendirilen bir melek gönderir ve kendisine: ‘Onun amelini, rızkını, ecelini, bir de şaki veya said olduğunu yaz’ diye emredilir. Sonra kendisine ruh üflenir.”(Buharî, Bedu’l-halk, 6). Şaki annesinin karnındayken şakidir. Yani bir insan cehennemlikse annesinin karnındayken cehennemliktir. Bu insan hayattayken iyi insanlar gibi davranıp dört dörtlük Müslüman olarak yaşasa annesinin karnında cehennemlik yazıldığı için ömrünün sonunda cehenneme gitmesini gerektiren bir iş yapar ve cehenneme gider. Diğeri de eğer sait yazılmışsa ömür boyu kötü işlerle de meşgul olsa ömrünün sonunda cennete gitmesini gerektiren bir iş yapar ve cennete gider. Böyle olunca insanlar acaba akıbetimiz ne olacak diye kara kara düşünürler. Bunlar tabii Kuranı Kerime uygun olan şeyler değildir. Öncelikle şu Tebbet ile ilgili olan kısım üzerinde durmaya çalışalım.
Bakara suresinin birinci sayfasından itibaren başlayalım. Mesela Allah-u Teâlâ şöyle diyor. “Elif lam mim. Zalikel kitabu la raybe fih, hudel lilmuttekin” “Elif lam mim. Bu kitap, içerisinde şüpheye yer olmayan kitaptır. Müttakilere yol gösterir”(2/1-2). “Muttaki” nedir? “Kendini koruyan kimselere” yol gösterir. İnsanların bir kısmı kendini salıverir. Ne olacak işte hayatımı yaşayacağım, der. Şöyle yapacağım, böyle yapacağım diye kendisini salıverir. Bunlara değil. Ama kendisini korumak isteyenlere bu kitap yol gösterir. Bunlar kimdir? “Ellezine yué’minune bil ğaybi” “imanları gaybta olandır”(2/3). Yani içten inanan insanlardır. Kalpten inanan insanlardır. Çünkü kalp benim gaybımdır. Buradaki imanı hiç kimse bilmez, Allah bilir. Öyle olduğu içinde Cenabı Hak Peygamberimize (s.a.v) diyor ki “İnneke la tehdi men ahbebte” “sen istediğin kişiyi yola gelmiş sayamazsın” “ve lakinnallahe yehdi mey yeşaé’” “ama Allah gayret gösteren kişinin hidayetine hükmeder”. “ve huve ea’lemu bilmuhtedin” “çünkü kimin yola geldiğini en iyi o bilir”(28/56). Allah-u Teâlâ kimin yola geldiğini en iyi ben bilirim, diyor. Demek ki yola gelmek bizim fiilimizdir. O fiili biz yaşadığımız zaman yani kalpten inandığımız zaman, bu adam yola gelmiştir ya da gelmemiştir, şeklindeki hüküm Allaha aittir. Çünkü kalbimizi Cenabı Hak bilir. Ama Peygamber kalbi bilmez. Hiç kimse bilmez. Peygamberimiz (s.a.v) dış görünüşüne bakar bu yola gelmiş, der. Ama aslında münafık olabilir. “Ellezine yué’minune bil ğaybi” “yani imanı kendi gaybında olan”(2/3). Kalbinde olan kişidir. “ve yukimunes salate” “Namazı kılarlar”(2/3). Bak bunların hepsi iradi fiillerdir. İsteyerek yapılan fiillerdir. “ve mimma razaknahum yunfikun” “kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de harcarlar”(2/3). “Vellezine yué’minune bima unzile ileyke ve ma unzile min kablik” “sana indirilene ve senden önce indirilene inanan insanlardır” “ve bil ahırati hum yukinun” “ahiret konusunda da kesin inançları vardır”(2/4). “Ulaike ala hudem mir rabbihim ve ulaike humul muflihun” “işte Allah tarafından gösterilen doğru yolda olanlar bunlardır, umduklarına kavuşacak olanlarda bunlardır”(2/5). Tamam. Bu tamamen kişinin kararıyla oluyor. Peki, şimdi öbür tarafa gelirsek “İnnellezine keferu” “kâfirlere gelince” “sevaun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum” “onlar için fark etmez ister uyar ister uyarma” “la yué’minun” “inanacak değillerdir”(2/6). “Hatemallahu ala kulubihim ve ala sem’ıhim, ve ala ebsarihim ğışaveh”(2/7). şimdi burada “hateme” ye “Allah mühürlemiştir” diye mana veriyorlar. Mesela “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş gözlerine de perde indirmiştir, perde inmiştir”(2/7). Şimdi ne oldu burada? İnananlar hür diğerleri hür değil. Allah kalbini mühürlemiş. Kulaklarını mühürlemiş. Ne yapacak bu insan? Yapacak bir şey yok. Bir katılımcı: Tövbe kapısı kapalı olmuş oluyor? Abdülaziz Bayındır: Kapanmış gibi görünüyor. Ondan sonra “ve ala sem’ıhim, ve ala ebsarihim ğışaveh” “kulak ve gözlerinde de perde var” “ve lehum azabun azim” “bunlara büyük bir azap vardır”(2/7). Peki, böyle birisine azap olur mu? Kalbi mühürlenmiş kulakları mühürlenmiş gözüne de perde çekilmiş. Ne yapsın? Olay bu değil ama. Buradaki mühür kelimesi yani bu “hateme” kelimesi aslında şöyle bir yerin üzerine mühür vurduğunuz zaman orada çıkan iz anlamına geliyor. Bu insanların yaptıkları davranışları, kendi fiilleri kendileri üzerinde bir iz oluşturur. Yani bunlar kendi tercihleriyle yaptıkları işlerden dolayı böyle olur. Yoksa Peygamberimizin (s.a.v) bulunduğu Mekke’yi düşünün. Mekke’de Müslüman olanların tamamı başta kâfir değil miydi? Yani çoğu müşrikti. İçlerinde müşrik olmayan birkaç kişi olabilir. Ama geneli müşrikti. Eğer biz bu ayeti bu meallerde yazıldığı gibi anlarsak bunların hiç birisinin Müslüman olmaması gerekir. Öyle değil mi? Burada olay şudur. Bu insanların yapmış oldukları davranış yani bu iradi bir davranıştır. Adam kâfir, görmezlikten geliyor. Görmüyor değil. Ebu Leheb gibi. Ebu Leheb yeğeninin yalan söylemediğini gayet iyi biliyor. Söylediklerinin doğru olduğunu çok iyi biliyor. Karısı Ümmi Cemil de öyle. Fakat kendisi kendi hayat biçimine uygun görmediği için kendi itibarına, kendi beklentilerine uygun görmediği için yeğeninin öne çıkmasını istemiyor. Ve burada bile bile yanlışlar içerisine gidiyor. Yoksa hâşâ Cenabı Hak hiç kimseyi bilmeden yoldan çıkaracak değildir. Bile bile yanlışlar üzerine gidiyor. Bu yanlışlar yavaş yavaş kendisinde bir yeni bir huy oluşturuyor. Bu yeni oluşan huy farklı oluyor.
İnsan diğer canlılardan farklı bir varlıktır. İnsanı farklılaştıran neydi? Ruhuydu. Yoksa vücudunun şeklinin şöyle böyle olması değil. Hani biliyorsunuz bu Darvinciler insanı maymuna benzetiyorlar. İşte arada bir geçiş varlığı olacak, diyorlar. Onu bulamıyorlar falan. İnsanın görüntüsüne bakıyorlar. Hâlbuki Kuranı Kerim ana rahmindeyken her şeyiyle tam bir insan olan ama ruh üflenmemiş haldeki cenini diğer hayvanlarla aynı kategoride sayıyor. Ne zaman ki ruh üfleniyor farklılaşma o zaman başlıyor. Bu ruhun bir özelliği var. Bir de kendisine ruh üflenmemiş olan yani insandaki ruha sahip olmayan hayvanlar var. Mesela Hüt Hüt olayı var. Hüt Hüt’ün durumu farklıdır. Ona geçmeden insanın yaratılışı hakkında bir özet vereyim. Allah-u Teâlâ bize ruh üflemeden önce vücudumuzun tüm organları oluşuyor. 42 günlük iken kalp atmaya başlıyor. Sonra gözler ve kulaklar oluşuyor. Fakat ruhun üflenmesiyle birlikte yeni bir yapı oluşuyor ki bu yeni yapının oluşması altı ay sürüyor. Bu maddi vücudun oluşması on beş haftada tamamlandığı halde o ruhla birlikte ruhla iç içe olan vücudun oluşması için bebek annesinin rahminde altı ay kadar kalıyor. Bu altı ay içerisinde oluşan biz şey var. 25:32 sem’ı var. İşitme kabiliyetinin yanında dinleme kabiliyeti oluşuyor. Basar var, görmenin yanında basiret oluşuyor. Yani görüneni görüyor, görünmeyeni de tahmin edebiliyor. Bir de kan pompalayan kalbin yanında gönül oluşuyor. Ona kalpte deniyor, gönülde deniyor. Ama hayvanlarda bu yok hayvanlarda akıl var. Hayvanlarda konuşma var. Ama hayvanlarda dinleme, basiret ve o ruhla birlikte oluşan kalp yok. Yani gönül yok. Öyle olduğu için hayvanlar yanlış karar vermiyorlar. Ama insanlar bile bile yanlış karar verebiliyorlar. Çünkü o insanda karar mercii akıl değil kalptir. O basirette, kulakta kalbin emrindedir. Akıl bir şeyi gösteriyor ve şu doğru, diyor. Ama kalp menfaatlerine uygunsa kabul ediyor. Değilse reddediyor.
Mesela Firavun ve hanedanına Musa (a.s) bütün mucizeleri gösterdi. Bunlar kesin olarak Musa’nın (a.s) ve Harun’un (a.s) peygamber olduğunu biliyorlardı. En küçük şüpheleri yoktu. Musa’nın (a.s) gösterdiği mucizeler karşısında “Ve cehadu biha vesteykanetha enfusuhum” “bile bile inkâra yöneldiler”(27/14). Ama bu Firavun ve onun önde gelen adamları içten kesin olarak biliyorlardı ki bu Allahın peygamberidir. Çünkü akılları başka bir şeye karar vermezdi. Ama kalpleri bunu kabul etmedi. Aklen bunu kesin olarak biliyorlar. Biliyorlar ki bu Allahın peygamberidir. Ama kalpleri bunu kabul etmiyor. Niye kabul etmiyor? “zulmev ve uluvva” “bunlara zulmetmek istiyorlar”(27/14). Büyüklenerek bu kim ya, diyorlar. Bütün İsrailoğulları bizim kölelerimiz değil mi? Şimdi biz bunları mı dinleyeceğiz? Bu kim oluyor? Çünkü üstünlüklerini ortaya koymak ve zalim olmak için bunu yapıyorlar. İşte burada bu kararı veren akıl değil. Bu kararı veren kalptir. Yanlış olduğunu bile bile bu kararı veriyor. Sonra bu kalp göze emir veriyor. Şunu görmeyeceksin, diyor. Sakın bana gördüğünü söyleme, diyor. O dinleme cihazına şunları dinleme, diyor. Onun için ne söylerseniz söyleyin, kararını vermiş bir kere dinlemez. Ne gösterirseniz gösterin, görmez. Aslında gözünün önünde ama görmek istemiyor. Ses kulağına geliyor ama dinlemek istemiyor. Çünkü onu hayvandan farklılaştıran şahsiyet işte zalimliktir ve üstünlüktür. Ben daha üstünüm, sen kimsin dediği için kabul etmiyor. İşte Ebu Leheb de aynısıdır. Yeğenini adam yerine koymak istemiyor. O kim, o bizim başımıza mı dikilecek. Aynı mantıkla hareket ediyor. Ama Hüt Hüt bir kuştur. Süleyman (a.s) kuşlara da hükmediyor. Süleyman’ın (a.s) kuşlardan ordusu vardı. Hüt Hüt’ün izinsiz olarak görevini terk ettiğini görünce ben ona bir ceza vereceğim ya da bana açık bir belge getirir, dedi. Sonra fazla vakit geçmeden Hüt Hüt geldi. Bakın bir kuş konuşuyor. Senin kavrayamadığın yani bilmediğin bir şeyi gördüm, diyor. Sebe’ den sana kesin bir haber getirdim. Yani o yemen tarafından sana kesin bir haber getirdim, diyor. Evet, orada bir kadın gördüm, diyor. Onlara kraliçelik yapıyor. Her şeyi var. Büyükte bir tahtı var, diyor. “Vecedtuha ve gavmeha yescudune lişşemsi”(27/24). Şaşkınlığını ifade ediyor. “Baktım o ve kavmi güneşe secde ediyorlar” “min dunillah” “allahla kendi aralarına güneşi koymuşlar”(27/24). Aracı olarak güneşe secde ediyorlar. Bu gök cisimlerine tapanlar Allahın; göklerin ve yerin idaresini güneşe, aya ya da yıldızlara verdiğini zannederler. Artık bu işlere Allah karışmıyor, derler. Onlara yetki veriyor diye düşünürler. Onun için onlara ibadet ederler ki istekleri yerine gelsin. Allahla kendi aralarına onu koyarlar. “ve zeyyene lehumuş şeytanu ağmalehum” “şeytan onların amellerini kendilerine süslü göstermiş”(27/24). Bakın bir kuş bunu biliyor. Şeytanı biliyor. Güneşe tapılmayacağını biliyor. “fesaddehum anis sebili” “ve onları yoldan çıkarmış” “fehum la yehtedun” “yola gelecek değiller”(27/24) diyor. “Ella yescudu lillahillezi yuhricul hab’e fis semavati vel ardı ve yağlemu ma tuhfune ve ma tuğlinun” “ya bunlar göklerde ve yerde gizli olanları ortaya çıkaracak olan onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilen allaha nasıl secde etmezler”(27/25) diye şaşırıyor. “Allahu la ilahe illa hu” “Allah ki ondan başka ilah yoktur” “huve rabbul arşil azim” “o büyük arşında sahibidir”(27/26). Bu kuşun değerlendirmesi ne kadar doğru değil mi? Peki nasıl oluyor? Niye bu kuş şaşırıyor bu davranışa? Çünkü Süleyman’ın (a.s) çevresinde bunu görmemiş. İlk defa gördüğü için şaşırıyor. Çünkü kuş aklıyla düşünüyor. Kararı aklı veriyor. O bilmiyor ki oradaki insanlarda kararı akıl vermiyor, kalp veriyor. Kuşun bundan haberi yok. Kalp verdiği için bile bile yanlışa karar verebiliyor. Ondan dolayı mesela hayvanlardan iman istenmiyor. Vücudumuzda çifte şahsiyet vardır. İki şahsiyet vardır. Hepiniz bunu gayet iyi bilirsiniz. Kendinizi şöyle bir gözlemleyin. Doğru olduğunu bile bile birçok şeyi yapmıyoruz değil mi? Yanlış olduğunu bile bile yaptığımız şeyler var mı? Ama hayvanlarda bu yok. Çünkü onlar tek şahsiyetli varlıklardır. Bizim gibi çift şahsiyetli değil.
Bizdeki bu çift şahsiyet ana rahminde oluşuyor. Allahu Teâlâ burada diyor ki “Vallahu halekakum min turabin” “Allah sizi topraktan yarattı”(35/11). Çünkü bütün bizi var eden tüm gıdalar topraktan gelir. “summe min nutfetin” “sonra döllenmiş yumurtadan”(35/11). Ana rahminde annenin yumurtasıyla babanın spermi birleşir ve döllenmiş yumurta olur. “summe cealekum”(35/11). Yaratılış tamamlandıktan sonra ruh üflenince “cealekum ezvaca” “sizi çiftliler olarak oluşturdu”(35/11) diyor. Yani bir vücudunuz var bir de ruhunuz var. “ve ma tahmilu min unsa” “herhangi bir dişi varlık hamlinde ne taşırsa” “ve la tedau” “hangi doğumu yaparsa” “illa biılmih” “mutlaka Allahın bilgisiyle olur”. “ve ma yuammeru min muammeriv” “yaşayan kişinin yaşaması ya da yaşayan bir canlının yaşaması” “ve la yungasu min umurihi” “ya da ömründen bir şeyin kısaltılması” “illa fi kitab” “mutlaka bir kitapta kayıtlıdır”(35/11). Yani kayda geçmeden hiçbir şey olmaz. “inne zalike alallahi yesir” “bu Cenabı Hakka kolaydır”(35/11). Burada ne diyor? Biz de ana rahmindeyken çiftleşme oluyor. Yani ruhla beden çiftleşiyor. Uyuduğumuz zaman vücut kalıyor, ruh gidiyor. O zaman teke düşüyor. Teke düşünce artık o insan olmuyor. Dolayısıyla uyuyan kimsenin sorumluluğu yoktur. Öldüğümüz zamanda vücut çürüyor ruh gidiyor. Ama vücut yeniden yaratıldığı zaman ruh gelip vücuda giriyor. Tekrar çiftleşme oluyor. “ve izannufusu zuvvicet”(81/7). Cenabı Hakkın Tekvir suresinde bildirdiği şeydir. Bizde ki karar akılla değildir. Karar kalpledir. Yani ruhun kalbiyledir. Mesela Hüt Hüt kuşunda öyle bir karar mekanizması olmadığı için şaşırıyor. Asıl insanı farklılaştıran budur. Hayvanlarda böyle bir şey yoktur. Dolayısıyla insan maymundan mı gelmiş, bilmem şurası benziyormuş, burası benziyormuş gibi fikirler yersizdir. Kardeşim yüzde yüz benzese de, yüzde yüz olsa bile onda madem ruh yok hayvandır, başka bir şey değildir. İnsan olması mümkün değildir. Kaldı ki Adem (a.s) herhangi bir hayvandan da gelmiş değildir. Onun embriyosu da hiçbir hayvanla ilişkisi olmaksızın topraktan oluşturulmuştur. Öyle bir şeyde yok.
Ebu Lehebe gelelim. İşte Ebu Leheb de tıpkı Firavunda olduğu gibi yeğeninin söylediğinin yüzde yüz doğru olduğunu biliyor. Fakat ailede üstünlüğü ona kaptırmak istemiyor. Onu baskı altında tutmak istiyor. Dolayısıyla bile bile bunu yapıyor. Sonra bu iş onda bir huy haline geliyor. Artık bundan vazgeçmeyecek noktaya geliyor. Artık kendisi için vücudunda yepyeni bir şahsiyet oluşuyor. Ve yeni bir tabiat oluşuyor. Bu yeni tabiatta bundan vazgeçmemeye kesin kararlı. Nitekim bütün peygamberlerde öyle oluyor. İnsanlar artık peygamberlerin tebliğine karşı kesin kararlı hale geldikten sonra Cenabı Hakkın cezası geliyor. Yahya, Firavun o tutumuna rağmen boğulurken ne demişti? Yahya: “amentu ennehu la ilahe illellezi amenet bihi benu israil” Abdülaziz Bayındır: “ben israiloğullarının inandığına inandım”(10/90) dedi. Ama ne zaman dedi? Boğulurken dedi. Boğulmadan biraz önce söyleseydi yani ölüm yüzde yüz olmadıktan biraz önce söyleseydi Cenabı Hak yine affederdi. Dolayısıyla aynı şey Ebu Leheb içinde söz konusudur. Yani bu insanların bugün durumu kâfir olarak ölecek şekilde kendilerini tam kararlı hale getirmelerine rağmen tövbe kapısı kapalı değildir. Tıpkı Firavuna kapalı olmadığı gibi… Ama artık halleri bellidir. İşte peygamberlere karşı mesela Nuh kavmi inanmamakta kararlı olunca Nuh (a.s) ne yapıyor? Ya Rabbi bunlardan doğacak olan da kâfir olur diye dua ediyor(71/27). Ama bunların inanmaları artık mümkün değil. İşte Ebu Leheb de kendi tavrıyla kendini o hale getirmiş. Vücudunda yeni bir şahsiyet oluşturmuş. Dolayısıyla gerçekleri gördüğü halde görmezlikten geliyor. Duyduğu halde duymazlıktan geliyor. Gerçekleri kesin olarak bildiği halde kabul etmiyor. Yoksa Ebu Leheb’in öyle önceden kâfirliği yazılmış değildir.
Olayların yazılma meselesi elbette vardır. Cenabı Hak emrediyor “Kul ley yusibena illa ma keteballahu lena” “de ki Allahın yazdığından başka hiçbir şey bizim başımıza gelmez”(9/51). Ama yazılma ne zaman? Yazılma; Allah-u Teâlâ bir konuda kararını verir yani emir verir, sonra yazıya geçirir, sonra yaratır. “Ma esabe mim musibetin fil ardı ve la fi enfusikum” yani “yeryüzünde ya da kendi içinizde, vücudunuzda başınıza bir musibet gelmez” “illa fi kitabim” “mutlaka kayda geçmiş olur”(57/22). Ama ne zaman kayda geçer? “min kabli en nebreeha” “onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce”(57/22). Mesela bir iş yerinde bir emir veriyorsunuz, o emir yazıya geçiyor, ondan sonra uygulanıyor. Ezelde değil. Oluşmadan önce. Çünkü Cenabı Hakkın kayda geçmeyen hiçbir işi yoktur. Ama siz bunu ezelde falan derseniz bütün sistem alt üst olur. Böyle bir şey yok. Çünkü Allah-u Teâlâ ne diyor? “Ve el leyse lil insani illa ma sea” “insanın kendi gayretiyle yaptığı dışındaki kendinin değildir”(53/39) diyor. Efendim yok ana rahmindeyken eğer şaki yazılmışsa ömrü boyunca iyi amel yapsa bile sonunda küfre götürecek bir iş yapar ve cehenneme gidermiş. Peki, o zaman şu ayeti ne yapacağız? “İnnellezine kalu rabbunallahu summestekamu” “rabbim Allah deyip dosdoğru olanlar” “tetenezzelu aleyhimul melaiketu ella tehafu ve la tahzenu ve ebşiru bil cennetilleti kuntum tuadun” “melekler üzerlerine inerde iner korkmayın üzülmeyin size söz verilen cennetle sevinin” (41/30). “İnnellezine amenu ve amilus salihati” “inanan ve iyi iş yapanlar” “lehum ecruhum ınde rabbihim” “bunların ücretleri rableri katında” “ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun” “üzerlerinde ne bir üzüntü ne de bir korku olur”(2/277). Ama diğer anlayışa göre bir korku yaşamıyor musunuz? Ne kadar iyilik yaparsanız yapın. Bu tür kader inancı hep Emeviler döneminde ortaya çıkarılmıştır. Devlet adamlarının beceriksizliğini Cenabı Hakka mal etmek için. Peygamber efendimiz zamanında böyle bir şey yok, sahabe zamanında da yok. Tabii buda bizi bir acayip hale getiriyor. Hadid suresindeki ayeti tamamlayalım. “Ma esabe mim musibetin fil ardı ve la fi enfusikum” “yeryüzünde ya da kendi içinizde başınıza hiçbir olay gelmez ki” “illa fi kitabim” “bir kayıtta bir kitapta yani bir yere kayıtlı olmuş olmasın”(57/22). Ama ne zaman kaydedilir? “min kabli en nebreeha” “o musibeti yaratmadan önce kaydedilir”(57/22). Önce kayda geçer sonra yaratılır. Yoksa ezelde kayda geçmiş falan değildir. Oda bizim davranışlarımıza göre olur. Ondan dolayı Cenabı Hak bize şöyle dua etmeyi emrediyor. Bu Musa’nın (a.s) ve beraberindekilerin duasıdır. “Vektub lena fi hazihid dunya hasenetev” “ya rabbi bize bu dünyada bir güzellik yaz”(7/156). Önceden yazmışsa ve bu yazılan değişmezse bu denir mi? Denmez değil mi? “ve fil ahırati” “ahirette de öyle” “inna hudna ileyk” “biz sana yöneldik”(7/156). Yani sana gelen yola girdik. Senin emrettiğin yola geldik. “gale azabi usibu bihi men eşaé’” Cenabı Hak diyor ki “benim koyduğum kurallara göre azabımı veririm, bunun bir kuralı var”(7/156). O kurala göre azap verilir. Ama buna maalesef “dilediğime azap ederim” diye mana verilince iş anlaşılmaz oluyor. “ve rahmeti vesiat kulle şeyé’” “rahmetim her şeyi kuşatmıştır”. “feseektubuha” “rahmetimi yazacağım”(7/156). Daha önce yazılmış değil. Kim için yazacak? “lillezine yettegune” “kendilerini koruyanlar” “ve yué’tunez zekâte” “ve zekâtlarını verenler”. “vellezine hum biayatina yué’minun” “ve ayetlerime inananlar için”(7/156). Burada şimdi tam bir hürriyet var mı? Evet. Şimdi Hadid 22 den devam ediyorum. Bu ayeti kerimede “inne zalike alallahi yesir”(57/22) diye bitiyor. Bir anda trilyonlarca olay oluyor bunların hepsi nasıl yazılır, diyebilirsiniz. Değil mi? Trilyonlarca hatta bizim sayıya sığdıramayacağımız sayıda olaylar nasıl yazılır? Cenabı Hak diyor ki “bu bana kolaydır”(57/22). Yani tabii ki bunu yazan Allahu Teâlâ. Peki, niye yazılıyor? Yazılıyor ki “Likeyla teé’sev ala ma fatekum” “kaybettiğiniz şeye üzülmeyin”(57/23). Niye? Artık yazıldı mı, dönüş yok. Yazılmadan önce dikkat edecektiniz. Başınıza bir olay geldi mi, ah keşke demenize gerek yok, artık o olmuş bitmiş. Ondan sonrasına bakın. Onu önceden düşünecektiniz. Geldi ve bitti. “ve la tefrahu bima atakum” “Allahın verdiğine de şımarmayın”(57/23). Cenabı Hak bir şey vermişse sakın şımarmayın. Yazmıştır ve vermiştir. Tekrar alabilir. Onun için şımarmayın. “vallahu la yuhıbbu kulle muhtalin fehur” “kendini bir şey zannedip böbürlenen hiç kimseyi Allah sevmez”(57/23). “Ellezine yebhalune” “bunlar böbürlenirler” “ve yeé’murunen nase bil buhl” “insanlara da böbürlenmeyi emrederler”(57/24). sizde böbürlenin derler. “ve men yetevelle feinnallahe huvel ğaniyyul hamid” “kim bu sözleri dinlemez de yüzünü çevirirse Cenabı Hak ganidir hamiddir”(57/24). Allahın kimseye ihtiyacı yoktur. Ve yaptığı şeyi de en güzel şekilde yapar.
Vakit bitti ama son olarak kısaca bedir savaşına da dikkatinizi çekelim. Bedir savaşını burada birkaç kere ders yaptık biliyorsunuz. Allah-u Teâlâ Enfal suresinde bu konuyu geniş geniş anlatıyor. Allah-u Teâlâ Müminlere iki şeyden birini vaat ediyor. Yani ya Suriye’den gelen kervan ya da Mekke’den gelen orduyu vaat ediyor. “Ve iz yeıdukumullahu ıhdet taifeteyni enneha lekum” “Allah size şu sözü vermişti. Bu iki gruptan biri sizin”(8/7). Baştan söz veriyor. Ya Suriye’den gelen kervan ya da Mekke’den gelen ordu sizin, diyor. Birisi sizin. Allah bu sözü verdiği halde Müslümanlar Mekke’den gelen ordudan korkuyor. Çünkü ordu kalabalıktır. Ama Suriye’den gelen kervan hem zengindir hem de beraberinde az kişi vardır. “ve teveddune enne ğayra zatiş şevketi tekunu lekum” “istiyordunuz ki güçsüz olan sizin olsun ama Allahın isteği sizden farklı”. “ve yuridullahu ey yuhıggal hagga bikelimatihi” “allahta istiyordu ki kendi kelimeleri kendi sözleri sebebiyle ayetleri sebebiyle gerçekleri ortaya çıkarsın”. “ve yagtaa dabiral kâfirin” “kâfirlerin kökünü kurutsun”(8/7). Cenabı Hakk’ın isteği budur. “Liyuhıkkal hakka ve yubtılel batıle ve lev kerihel mucrimun” “hakkı ortaya çıkarsın batılın geçersizliğini göstersin. İsterse bunu mücrimler istemesin”(8/8). Şimdi savaşa tutuştular, Cenabı Hakkın kesin emri var. “Feiza lekitumullezine keferu fedarber rıgab” “kâfirlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman hemen boyunlarını vurun”. “hatta iza eshantumuhum” “onları hareketsiz hale getirince, artık tamamen yendiğiniz zaman”. “feşuddul vesaka” “bağı sıkı tutun”(47/4). Yani o zaman esir alın. “feimma mennem bağdu ve imma fidaen” “arkasından da bu aldığınız esirleri savaş tamamen ağırlıklarını kaldırıncaya kadar karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakırsınız”(47/4). Peygamber (s.a.v) Bedir de ilk hücumda düşman geriye çekilince esir aldı ve kenara çıktı. Bu ayeti kerimeye aykırı davrandı. Hâlbuki düşmanı takip etmesi lazımdı. Mekkelileri tamamen bitirmeliydi. Mekke’nin bütün ordusu oradaydı zaten. Mekkelileri tamamen bitirdikten sonra esir alabilirdi. O zamanda Mekkelilerin kökü kurumuş olacaktı. Hemen Bedirden Mekke’ye doğru yürüyerek gidebilecekti. Ama Peygamber Efendimiz bu hatayı yaptığı için Cenabı Hak onu ağır bir şekilde uyardı. “Ma kane linebiyyin ey yekune lehu esra hatta yushıne fil ard” “hiçbir peygamber o savaş meydanında düşmanı tamamen ezmeden esir alma hakkına sahip değildir”(8/67). Ama sen aldın. Tesirsiz hale getirmeden esir aldın. “turidune aradad dunya” “siz hemen bir şeyler istiyorsunuz”. “vallahu yuridul ahırah” “ama Allah sonrasını istiyor”(8/67). Bu kâfirlerin kökü kurusun istiyor. “vallahu azizun hakim” “Allah güçlüdür doğru karar verir”(8/67). “Lev la kitabum minallahi sebeka” “Allah tarafından daha önce yazılmış bir şey olmasaydı”(8/68). Az önce okuduğumuz ayete göre ne yazıldı? Onu önceden ikisinden biri sizin diye Allah yazdı. Cenabı Hak ben bunu daha önceden yazmasaydım, diyor. İkisinden birisini size söz verdim. Ayette var işte. O zaman “lemessekum fima ehaztum” “aldığınız bu esirlerden dolayı kesinlikle size dokunurdu” “azabun azim” “büyük bir azap, büyük bir ceza çekerdiniz”(8/68). Yani Mekkeliler geri döner ve orada sizi ezerlerdi. Ama Allah önceden yazdığı için onların dönüşünü engelledi. Hâlbuki Allah kâfirlerin kökünün kurutulmasını istiyordu. Bedir savaşında kurudu mu? Niye olmadı? Yaptıkları hatadan dolayı olmadı. Şimdi kaderin ne demek olduğunu anladınız mı? İşte Ebu Leheb de kendi yaptıklarından dolayı, tıpkı Nuh’un, Salih’in, Hud’un (a.s) kavimlerinin azabı hak etme noktasına gelmesi gibi bir duruma geldiği için o ayetler inmiştir. O sure inmiştir. Peki, şimdilik teşekkür ederim, ikinci bölümde görüşürüz.