Bismillahirrahmanirrahim.
Bu akşam ki dersimizde ramazan olduğu için yine zekâtla ilgili ayetleri okuyacağız. İnşallah Muhammed suresine daha sonra devam ederiz. Bakara suresinin 261 ve devamı ayetlerini okuyoruz. Benim elimdeki Kuranı Kerimin 43 üncü sayfasıdır. Burada Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Meselullezine yunfikune emvalehum fi sebilillahi kemeseli habbetin embetet seb’a senabile fi kulli sumbuletin mietu habbeh” “mallarını Allah yolunda harcayanlar”(2/261). “Allah yolu” kavramının içine Allah rızası için yaptığın her şey girer. Yeter ki insan yaptığı harcamada Allahın rızasını gözetmiş olsun. “Mallarını Allah yolunda harcayanlar onların yaptığı bu iş bir buğday tanesini toprağa atmaya benzer” (2/261). O harcadığın mal elinden çıktığı gibi toprağa attığın buğday tanesi de elinden çıkar. “embetet seb’a senabile” “o buğday tanesi toprakta yedi başak bitirecek şekilde çimlenmiş, büyümüştür” (2/261). Yani çok iyi bir toprağa atılmış, çok iyi gübrelerle, suyla beslenmiş ve yedi başak bitirmiş. “fi kulli sumbuletin mietu habbeh” “her bir başağın üzerindede 100 buğday tanesi oluşmuştur” (2/261). O zaman bir buğday tanesinden kaç tane oldu. Bir katılımcı: Yedi yüz. Abdülaziz Bayındır: Yedi yüz tane oldu. Toprağa bir buğday tanesi attınız. O yedi başak bitirdi. Her bir başak üzerinde de yüz buğday tanesi oluştu. Yani bire yedi yüz vermiş oldu. Allah rızası için malını harcayan kişinin durumu tıpkı onun gibi olur. Bu kadarla kalır mı? “vallahu yudaıfu limen yeşae’” “Allah istediği kişi için bunun katını verir” (2/261). Bunu katlar. “vallahu vasiun alim” “Allahın imkanları geniştir ve Allah her şeyi bilir”(2/261). Bu ayeti Kerimenin farklı yorumları olabilir. Ama kelime anlamlarından hareket ettiğimiz zaman şunu anlamamız lazım. Bir kere “yunfikun” diyor. Bunun kökü nedir? İnfak. Onun da nafak, nafaka. İnfak kelimesinin anlamı bir şeyi nafaka sokmaktır. Nafak nedir? Tüneldir. Tünele Araplar “nafak” derler. Yerin altından tünel kazan bir hayvan vardır. Onun adına ne derler? Katılımcılar: Köstebek. Abdülaziz Bayındır: Araplar ne der? “Nafika” derler. Köstebek yerin altında nafaklar yani tüneller kazar. Ona nafika derler. Bir de aynı kökten münafık vardır. Örneğin köstebek tünele girdiği zaman tarla sahibi köstebeğin girdiği deliği bulur ve orayı kapatır. Tarla sahibi kendi kendine, ben şimdi burada seni yakaladım diye düşünür. Bakarsınız ki öbür taraftan çıkmış merhaba diye el sallıyordur. Adeta tarla sahibiyle dalga geçer. Münafık da öyledir. Yani bir tüneldeki adam gibidir. Bazen tünelin bir ucunda görünür bazen öbür ucunda görünür. Tam tüneli kapattım, bunu hapsettim, dersiniz. O öbür taraftan çıkar, gider. Yani ikiyüzlüdür. Onun için adına münafık denir. Yani hem bu taraftan görünür hem de öbür taraftan görünür.
İnfak ise malı o tünele sokmaktır. Mesela aralarında yüksek bir dağ bulunan, bu dağın bir tarafında sanayi diğer tarafında da tarım yapılan iki tane vadi düşünün. Sanayi olan taraf sanayi ürünlerini tarım yapılan tarafa götüremiyor, tarım yapılan taraf da tarım ürünlerini sanayi yapılan tarafa getiremiyor. İkisinin de ürettiği bir işe yaramaz. Sadece kendi ihtiyaçlarını karşılarlar. Ama o ikisini tünelle birbirine bağladığınız zaman ne olur? Tarım ürünleri sanayi tarafına, sanayi ürünleri de tarım tarafına gidebilir. Bir akış başlar. O zaman her iki tarafta rahat eder. İnfak, malı o tünelden geçirebilmektir. Yani harcama kanallarına sokmaktır. Hayatımızda da bizim görmediğimiz manevi tüneller vardır. Günlük hayatımızda biz bu manevi tünellere harcama kanalları veya harcama kalemleri gibi çeşitli ifadeler kullanıyoruz. Örneğin “Allah yolunda” yani Allah rızası için bir on milyonu ihtiyacı olan birine verdiniz. O ne yapar? Hemen on milyonu harcar. Gider bakkaldan ekmek, peynir alır. Çocuğuna kırtasiyeden kalem alır. On milyon ne oldu? Yirmi milyon oldu. Bakkal onunla o akşam ödemelerini yapar. Etti mi, otuz milyon. Bakkaldan alan kişi gider işçisinin haftalığını verir. Kırk milyon eder. O işçi de gider bakkalda harcar ve elli milyon eder. O ona, o ona, o ona derken bakarsınız ki kısa bir süre sonra bu para yedi yüz tane el değiştirmiştir. İşte bu olaya iktisatta çarpan etkisi diyorlar. Yedi yüzü on milyonla çarparsanız yedi milyar yapar. Bu yedi milyarlık harekete kim sebep oldu? On milyonu veren adam. On milyonu veren adam bu harekette yalnız Allah rızasını gözeterek verdi. Onun dışındakiler kendi ihtiyaçları için bu hareketi yaptılar. Dolayısıyla bu kişi o yedi milyarlık harekete sebep olan ilk hareketi yaptığı için onların hepsinin sevabından pay aldı. Daha sonra bu hareket toplumda birçok mal ve hizmetin üretimine de sebep olur. Çünkü birçok kişi o küçücük para sebebiyle ekonomik faaliyetler yapmış oldu. Onunda bir artı değeri olur. Bu ilk yardımı yapan kişi o artı değerden de kazanır. Mesela ondan kazanç elde edenler bunun dükkânına müşteri olarak gelmeye başlarlar. Bu harekete sebep olursa kendi toprağa attığı buğday tanesinden ambarına buğday götüren insan gibi de olur.
Kuranı Kerimde, malların sürekli hareket halinde olması için devamlı infak emredilir. Paranızı düşünün. Mesela cebimdeki bir milyonu düşünelim. Acıkan bir adam bunu yiyebilir mi? Bir katılımcı: Yenmez. Abdülaziz Bayındır: Üşüyen adam sırtına giyebilir mi? Üşüyen adam bununla ısınabilir mi? Bir katılımcı: Giyemez. Abdülaziz Bayındır: Yani para ne yenir, ne içilir, ne de giyilir. İnsanın hiçbir fiziki ihtiyacını karşılamaz. Paranın yaptığı bir tek iş vardır. Mal ve hizmet akışını sağlamaktır. Onun için bu para cepte kaldığı zaman bir işe yaramaz. Dolaşımda olması lazımdır. Tabi bu dolaşımında doğal bir dolaşım olması gerekiyor. Anormal dolaşımda kötüdür. Mesela paranın, tıpkı vücuttaki kanın damarlarda dolaşması gibi ülke içerisinde dolaşmasına benzer. Kan damarlarını düşünün. Kan için o damarlar birer nafaktır. Yani birer tüneldir. Değil mi? Orada sürekli döner. İnfak, damarlarda kanın dolaşmasıdır. Mehmet bey kan dolaşmazda bir yerde kalırsa ne olur? Mehmet Bey: Pıhtılaşır tıkar. Abdülaziz Bayındır: Pıhtılaşır ve damarı tıkar. Organı tıkar. Kanama olur. Mehmet Bey: Nekroz olur. Doku ölür. Abdülaziz Bayındır: Ne dediniz? Mehmet Bey: Nekroz olur. Yani doku ölür. Abdülaziz Bayındır: O dokuyu öldürür. Yani kanın bir yerde birikmemesi için sürekli dolaşması gerekir. Ama bu kan dolaşımının da doğal bir seyir içerisinde dolaşması gerekir. Hızlı dolaşırsa buna ne diyorsunuz? Normalin üzerinde kan dolaşımı olursa bu olaya ne diyorsunuz? Tansiyon yükselmesi mi, diyorsunuz. Ne diyorsunuz? Nabzın fazla atması oluyor değil mi? Mehmet Bey: Tansiyon yükselmesi damarın içinde ki tazyikin artmasıdır. Abdülaziz Bayındır: Hızlı dolaşımına ne diyorsunuz? Nabzın yükselmesi diyorsunuz değil mi? Daha normalin üzerinde Mehmet Bey: Nabzın yükselmesi kalp atış sayısının artmasıdır. Abdülaziz Bayındır: Daha hızlı dolaşım olur. Mehmet Bey: Daha çok deveran olur. Abdülaziz Bayındır: Deveran hızlı olur. Ve bu tehlike işaretidir. Peki, nabzın gerektiğinden aşağı düşmesi ne oluyor? Mehmet Bey: Nabzın daha aşağı düşmesi durumunda dokulara yeteri kadar oksijen ve besin maddesi gidemez. Abdülaziz Bayındır: Dokulara yeteri kadar oksijen ve besin maddesi gitmezse vücut ölmeye başlar. Vücudun beslenememesi demektir. Tıpkı ülke içerisindeki parada öyledir. Eğer para piyasada doğal hızından fazla bir hızla dolaşırsa ne olur? O zaman mal ve hizmetin sirkülasyonu çok artar. Mesela vücudun ihtiyacı kaç kilo kandır? Normal bir vücut? Mehmet Bey: 5–6 Litre. Abdülaziz Bayındır: 5–6 litre kan hızlandığı zaman belki 10 litre gibi bir etki yapar. Sanki fazla kan varmış gibidir. Dolayısıyla kan içerisindeki maddeleri çok fazla dolaştırır. Bu bir hastalık belirtisidir. Bir toplumda da ekonomide bir hastalık olursa bunun adı enflasyondur. Enflasyonda, şişme demektir. Kan da bir şişme meydana getiriyor. Buda bir şişme meydana getiriyor. Enflasyon olduğu zaman mallar sürekli yükseldiği için insanlar hiç düşünmeden mal alımı yaparlar ve toplumda ciddi dengesizlikler olur. Evet, mal ve hizmet akışı fazladır ama anormal bir mal ve hizmet akışıdır. Normal değildir. Dolayısıyla toplumda mala ihtiyacı olan mal bulamaz, ihtiyacı olmayan da mal stoklamış olur. Böyle bir dengesizlik olur. Üzerinde bulunduğumuz konudan ayrılmamak için iktisadi konulara fazla girmeyelim. Özetle paranın sürekli dolaşımda olması gerekiyor. Onun için Cenabı hak bir ayeti Kerimede şöyle buyurur: “vellezine yeknizunez zehebe vel fiddate ve la yunfikuneha fi sebilillahi febeşşirhum biazabin elim” “altını ve gümüşü stok yapan”(9/34). Mesela Türkiye’de 1926’ya kadar para altın ve gümüştü. Para dendiği zaman altın ve gümüş anlaşılıyordu. Ve adına da lira deniyordu. 1840’da kâğıt para çıktı ama o kâğıt para altın ve gümüş karşılığı paraydı. “Altını ve gümüşü stok yapıp da onu Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele” (9/34). Çünkü toplumdaki mal ve hizmet akışını engellemiş olurlar. Onun için parayı stokladığınız zaman bir işe yaramaz. Paranın kullanımda olması gerekir. Malın stoklanması da bir işe yaramaz. Çünkü orada bir stok maliyeti vardır. Ve zamanla onun değeri düşer, bozulur. Tabii ki o doğal stoklananların dışındakileri söylüyorum. Elbette malların depolanmasına ihtiyaç olur. Güzün buğday fazladır. Birisi onu depolayacak ve insanların ihtiyacı olduğu ölçüde insanlara piyasaya sunacaktır. Bununda karşılığını alacaktır. O manada demiyorum. Anormal stoklaşmaları kastediyorum. Şimdi para bir yerde yığılır kalırsa o zaman mallarda bir başka tarafta yığılır kalır. Mal akışı olmaz. Toplumda, şuanda Türkiye’de yaşadığımız gibi depolar mal doludur. Bankalar para doludur. Ama vatandaşta aç ve perişandır. Çünkü o para ülkenin damarlarında dolaşmıyor ve malda piyasaya çıkmıyor. Piyasaya çıkmayınca tüketilmiyor. Tüketilmeyince yeni üretim yapılamıyor. Yeni üretim yapılamayınca da milyonlarca insan işsiz kalıyor. Nasıl ki vücutta kanın az dolaşmasıyla hücreler arası oksijen ve besin maddesi gitmiyorsa, paranın da gereğinden az dolaşması toplumun geniş kesimlerini felç ediyor. Kılcal damarlara kan girmediği zaman ne olur vücutta? Felç başlar değil mi? Mehmet Bey: Beslenemez zayıflar ölür. Abdülaziz Bayındır: Neticede ülke felç oluyor. Allah-u teala bunun yaşanmaması için Kuranı Kerimin her tarafında infaktan bahsedilir. Diyor ki bir ayette “Ve enfiku fi sebilillahi” “Allah yolunda harcayın” “ve la tulku bieydikum ilet tehluketi” “kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın”(2/195). Çünkü onu harcamadığınız zaman kendinizi tehlikeye sokarsınız. Siz ne kadar para sahibi olursanız olun, siz o paranızı kullanamadıktan sonra size de faydası olmaz. O zaman bir sürü insan size düşmanlık yapar. O parayı elinizden almak için uğraşır ve canınızdan olursunuz. Yani huzurda gider, güvenlik de gider, her şeyde gider. “Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın”(2/195) diyor. Hem dünya açısından hem de ahiret açısından bu böyledir. Onun için İslam ekonomisi harcamaya yönelik bir ekonomidir. Zenginler ellerindeki mallarını makul ölçüler içerisinde fukaraya dağıtsalar tabi hepsini dağıtsınlar manasında değil. Kuranı Kerimin emrettiği sadakalığı, Peygamberimiz de bunun miktarını 40 da 1 ile sınırlamıştır. Yani bir sınır çizmiştir. Tabii bazı durumlarda 40 da 1 in üzerine çıkılır. O ayrı bir konudur. Zenginler mallarını fukaraya dağıtsalar, bir müddet sonra kendilerine o para verdikleri insanlar belki de müşteri olarak zenginlerin dükkânlarına geleceklerdir. Ya da 21:31 önüne çıkacaklar ve malları satılmaya başlayacak. Böylece ülkede bir hareket başlayacak. Kendileri de rahat edecek, toplumda rahat edecek. Kuranı Kerimin hiçbir ayetinde mallarınızı biriktirin diye bir şey yoktur. Çünkü biriktirme zaten insanın fıtratında vardır. Küçük bir çocuğa bakın oyuncağını kimseyle paylaşmak istemez. Onun fıtratında vardır zaten. Zor olan vermektir. Dolayısıyla Cenabı Hak bize sürekli o zor olanı emrediyor. Mallarını Allah yolunda harcayanların yani Allah rızası için harcayanların bire yedi yüz kazanacaklarını bildiriyor.
“Ellezine yunfikune emvalehum”(2/262) İnsanların onurlarıyla oynamamak için fukaraya vermenin de bir usulü vardır. “Ellezine yunfikune emvalehum” “mallarını infak edenler” yani “mallarını harcayanlar” (2/262). Hayra harcayanlar. Bu infak kelimesi hayra harcama manasında da kullanılır. Kendiniz için harcarsanız onun içinde kullanılır. Kendiniz için harcadığınız zamanda bir infaktır. Çünkü o parayı harcamış oluyorsunuz. Ama burada Allah rızası için harcamadığınızdan o az önceki sevapları alamazsınız. Çoluk çocuğunuza harcadığınızda da infaktır. Elbette ondan sevap alınır. Kendiniz için günah olmayan harcamalar yaparsanız da iyi bir davranıştır ama öbürü kadar değildir. Demek ki harcamanın kendisi bizatihi iyidir. Çünkü hareketi başlatıyor. “Ellezine yunfikune emvalehum fi sebilillahi” “mallarını Allah yolunda harcayanlar” “summe la yutbiune ma enfeku mennev ve la ezen” “yaptıkları harcamanın arkasından başa kalkma ya da incitme olmayan insanlar” (2/262). Yani karşı tarafı rahatsız edici hiçbir tavır içine girmiyor. Başa da kalkmıyor.
Bir gün Erzurum’dan bir zat gelmişti. Allah rahmet eylesin. Fakir ve yetim olan bir aile için biraz yardıma ihtiyacımız var derken adamın yüzü kızarıyordu. Yani hayatta hiç öyle bir şey yapmamış. Zaten tanıdığım bir insandı. Ne yaparız dedi? Bende tanıdığım bir adama telefon açtım. Dedim ki git o adama, o senin ihtiyaçlarını karşılar. Gitti. Yardım eden adam yaşıyor ama Erzurumlu kişi öldü. Biraz kumaş, birazda hatırlayamadığım birkaç bir şey almak istemiş. Adam da seç, beğen demiş. Tabii beğenmiş. Yardım eden adam ya bu kadar azdır demiş. Şunları da, bunları da verelim, demiş. Yardım eden adam, gel beraber şöyle bir yemek yiyelim, demiş. Gidip beraber bir yemek yemişler. Bu malı nereye göndereceksin, demiş. Erzurumlu zat Adana’nın bir ilçesi diye cevap vermiş. Peki, oraya gitmesi için senin araban var mı, demiş. Bir yerden araba bulurum, demiş. Yardım eden adam, hemen işçisini çağırmış ve bir araba tutup gel demiş. Arabanın nakliye ücretini verip eşyayı da yükletmiş. Gideceği insanların harçlıkları olmadığını da düşünerek harçlık da verip göndermiş. Erzurumlu zat tekrar yanıma geldi. Ben böyle bir insan görmedim, dedi. Daha sonra da yardım eden adamla görüştük. Dedim ki onlarda zekâta muhtaç insanlardı. Allah senden razı olsun. Dedi ki o kişinin lüzumsuz işlerle uğraşacak bir kişi olmadığını tavırlarından anladım. Zekâta da sıra gelince ben zekâtı zaten her sene birkaç kat veriyorum, dedi. Benim zekâtım çoktan bitti, onun birkaç katıda geçti. Buda bizim vazifemiz, dedi. Buradaki komşularım bu yapılan hayır ve hasenatın nasıl kâr olarak dükkâna girdiğini bilseler burada birbirimizle yarışırız ve fakir fukarayı paylaşamayız, dedi. O çeker gel bana, o çeker gel bana der. Ama ne yazık ki bilmiyorlar, dedi. Hakikaten Allah o şahsa hep veriyor. Hem aile huzuru var, hem işleri gayet güzel gidiyor. Cenabı Hak böyle insanların sayısının artmasını nasip eylesin.
“Mallarını Allah yolunda harcayan arkasındanda başa kalkma ve incitme gibi bir davranışta bulunmayanlar” “lehum ecruhum ınde rabbihim” “bunların alacakları ücret Allah katındadır”(2/262). Çünkü yaptıklarının karşılığında karşı taraftan hiçbir şey beklemiyorlar ki… Yalnız Allah’tan bekliyorlar. Bunların ücretlerini de Allah verecektir. “ve la havfun aleyhim” “bunların üzerinde herhangi bir korku olmaz”(2/262). Ben vazifemi yapmışım, ne olacak, der. Benim bir endişem yok ki… “ve la hum yahzenun” “bunlar üzülecek de değillerdir”(2/262).
“Kavlum mağrufuv ve mağfirah” “güzel bir söz bir tatlı söz bir bağışlama” “hayrum min sadekatiy yetbeuha eza” “arkasından incitme gelen bir sadakadan daha hayırlıdır”(2/263). Sadaka verirken karşı tarafı inciteceksen bir tatlı söz söyle sadaka verme daha iyidir. Yeter ki incitme insanları. “vallahu ğaniyyun halim” “Allah zengindir”(2/263). Bu insanı size muhtaç etmişse Allah veremediğinden değil. Hâşâ! Ama bir imtihan yapıyor. Senin vazifen bu imtihanı kazanmaktır, o kadar. Ve “halimdir”(2/263) Cenabı Hakkın acelesi de yoktur. Yani bunun cezasını gün gelir görürsünüz. Hemen anında olmaz.
“Ya eyyuhellezine amenu” “müminler” “la tubtılu sadekatikum bil menni vel eza” “verdiğiniz sadakaları başa kalkarak ve karşı tarafı inciterek değersiz hale getirmeyin iptal etmeyin”(2/264). Mal elinden çıkmış ve Allah rızasını değil de karşı tarafın bir takım şeylerini bekliyorsun. “kellezi yunfiku malehu riaen nas” “malını insanlara gösteriş olsun diye harcayan gibi olmayın”(2/264). O anda bir teşekkür alır, daha sonra o yardım yaptığı insanlar bile bunu tanımaz olurlar. Ondan sonra da derki ya bu dünya da kimseye iyilik etmeyeceksin. İyilik etme, babanın evine gitme, der. Karşılığını karşı taraftan bekleyerek yapacağın iyilik gerçekten doğru bir şey değildir. Karşılığında unutacaklarsa niye iyilik edeceksin ki? Çünkü o insanlar her şeylerini borçlu oldukları Allaha teşekkür etmiyor. Sana teşekkür eder mi? Her şeylerini ona borçlular ama daha bir namaz kılmıyorlar. Allahın verdiği o kadar maldan çıkarıp onun rızası için kimseye bir şey vermiyorlar. Sen ne bekliyorsun ki onlardan. Ama Allahtan beklersen Allah sana fazlasıyla verir. “Kellezi yunfiku malehu riaen nasi ve la yué’minu billahi vel yevmil ahır” “insanlara gösteriş olsun için harcıyor ne Allaha inanıyor ne ahret gününe”(2/264). Sende başa kalkar eziyet edersen onun gibi olmuş olursun. Çünkü onun Allah rızası diye beklentisi yok. Sen Allah rızası falan diyorsun ama tavırların Allah rızası değil. Karşı tarafın başına kalktığın zaman, eziyet ettiğin zaman veya canını sıktığın zaman ondan bir şey bekliyorsun demektir. “Femeseluhu kemeseli safvan” “bu kişi bir kaya parçasına benzer” “aleyhi turabun” “üzerinde toprak var” “feesabehu vabilun” “şiddetli bir yağmur yağmış” “feterakehu salda” “o toprağı da alıp götürmüş cascavlak kupkuru bir taş kalmış”(2/264). Yani senin elindeki malın tamamını versen ne olur? Cenabı Hakkın mülkü karşısında zaten ne ki senin malın? Sana o malı da veren Allah-u Teala. Allah rızası olmazsa işte o yağmur gibi o anlık şeyi alır götürür. Malı da gider bir şeyde elde edememiş olur. “La yakdirune ala şey’im mimma kesebu” “kazançlarından hiçbir şeye kadir olamazlar”(2/264) hepsi gitmiştir. “Vallahu la yehdil kavmel kafirin” “Allah nankörler topluluğuna yol göstermez”(2/264). Nankörler topluluğunu yola getirmez.
“Ve meselullezine yunfikune emvalehumub tiğae merdatillah” “bir grup da var ki mallarını Allah’ın rızasını kazanmak için harcarlar”(2/265). Bunlar neye benzer? “Ve tesbitem min enfusihim” “birde kendilerini sağlamlaştırmak için harcarlar”(2/265). Malını harcadığı zaman Allah rızası için mal veriyor. Kendisine de bir eğitim yaptırıyor. Allah rızası için bir iş yapmış olmanın zevkiyle iyiliğine daha iyi sarılıyor ve daha sağlamlaşıyor. Bunlar şuna benzer; “kemeseli cennetim birabveh” “bir tepe üstündeki bahçeye benzer” “esabeha vabilun” “yağmur yağar oraya” “featet ukuleha dığfeyn” “o zaman ürünlerini iki kat verir ikiye katlar” “feil lem yusıbha vabilun fetall” “yağmur yağmasa bile çisentiyle idare eder”(2/265). Bahçe kurumaz. Yani elbette işleriniz iyi gitmeyebilir. İşleriniz her zaman iyi gidecek değil. Siz eğer hayra, hasenata harcamada bulunursanız çisenti ile yine idare edersiniz. Allah sizi kimseye muhtaç etmez. İşleriniz yürür. “Vallahu bima tea’melune basir” “Allah sizin yaptığınız şeyi görmektedir”(2/265). Ne yaparsanız Allah görür.
“Eyeveddu ehadukum en tekune lehu cennetum min nahil” “hanginiz ister ki bir hurma bahçesi olsun” “ve ea’nabin” “ve üzüm”(2/266). Üzüm bağı olsun. “Tecri min tahtihel enharu” “bu ağaçların hurmanın, üzümün altından ırmaklar yani sular (arklar) aksın”. “Lehu fiha min kullis semerati” “orada sadece hurma ve üzüm değil, her çeşit meyvede var” “ve esabehul kiberu” “evet böyle çok güzel bir bahçeye sahip ama artık iyice yaşlanmış” “ve lehu zurriyyetun duafaé’” “çocukları var fakat iş yapacak durumda değil zayıf güçsüz”(2/266). Böyle bir durumdayken “feesabeha iğsarun fihi nar” “orayı bir kasırga, bir rüzgâr vuruyor ama bu rüzgarın içindede ateş var yakıp kavuruyor” “fahterakat” “o ağaçlar ürünler hepside yanıp kül oluyor”(2/266). Yanıp hiçbir işe yaramaz hale geliyor. Böyle bir durumdan bahsediliyor. Bunu kim ister? İstemiyorsanız, yaptığınız o güzelim iyilikleri yakıp kül etmeyin. İşte o güzel bahçeyi yakıp kül etmek gibi olur. Yalnız Allah rızası için yapın. İnsanların başına kalkmayın. İnsanları da incitmeyin. “Kezalike yubeyyinullahu lekumul ayati leallekum tetefekkerun” “Allah ayetlerini size işte bu şekilde açıklıyor belki düşünürsünüz”(2/266).
“Ya eyyuhellezine amenu” “müminler” “enfiku min tayyibati ma kesebtum” “kazandıklarınızın güzel ve temiz olanlarından harcayın”(2/267). Siz iyi bir arkadaşınıza ikramda bulunmak isterseniz kötü şeyler verir misiniz? Hadi bir yemek yiyelim dediğiniz zaman imkânınız varsa gidip de şöyle içine girilemeyecek basit bir lokantada yemek yedirir misiniz? Temiz bir lokantaya gidelim arkadaşıma layık bir şey olsun diye düşünürsünüz. Peki, verdiğiniz şeyi Allah rızası için veriyorsanız o zaman çok daha dikkat etmeniz gerekir. Onun için kazandıklarınızın güzel ve temiz olanlarından verin, diyor. İşte o az önce anlattığım şahıs Cenabı Hak ömrünü uzun etsin, çok değerli bir insandır. Seç, beğen hangisinden beğenirsen al diyor. Oda kumaştan anlamıyor. Rengine bakarak gidip birisine talip oluyor. Yardım edecek olan adam; o yaramaz, sen şundan al, diyor. “Ve mimma ahracna lekum minel ard” “ve sizin için yerden bitirdiklerimizden de harcayın”(2/267). Yani ürünlerinizden de Allah rızası için verin. “Ve la teyemmemul habise minhu tunfikune” “o harcayacaklarınız arasında o pisine, beğenmediklerinize yönelmeyin” “ve lestum biahızihi illa en tuğmidu fih” “siz olsanız almazsınız”(2/267). Göz yumarsanız o ayrı bir konudur. Sen kendin almayacağın bir şeyi verme. “Vea’lemu ennallahe ğaniyyun hamid” “şunu çok iyi bilin ki Allah zengindir”(2/267). Allah için veriyorsanız Allah zengindir. “Ve Allah ne yaparsa en güzelini yapar”(2/267). Hiçbir şeyi oluruna bırakmaz her şeyin en güzelini yapar.
“Eşşeytanu yeıdukumul fakr” “şeytan sizi fakirlikle tehdit eder”(2/268). Veremezsin, bizim ihtiyacımız var, der. Adamın evi, barkı, cebi, her tarafı doludur. Allah rızası için bir şey ver dediğin zaman bin bir tane ihtiyaç ortaya çıkarır, serer. Bu akşam vakfımızın yaptığı faaliyetlerden bahsediyorduk. Hali vakti yerinde olan bir adam; hocam, şu konuda da çalışma yapın, bu mühim bir meseledir. Çalışıyoruz, dedim. Bunları yapmak lazım falan filan dedi. Tamam, bu çok güzelde dedim. Ellerinde imkân olan insanlar yaptığımız faaliyetlerde bizi yalnız bırakıyor. Mesela biriside sizsiniz, dedim. Bugüne kadar hangi faaliyetimize destek verdiniz, dedim. Maddi durumunuzda gayet iyi, dedim. Ondan sonra bir 40:59 yok dedi. O zaman ben sana yardım edeyim, daha hiç konuşma, dedim. Sen benden daha fazla ihtiyaç sahibisin, geri aldım sözümü vazgeçtim. İnsanlar maalesef böyle.
Geçen sene bir örnek vermiştim. Onu yine vereyim. Nasıl olsa bu anlattığımız kişilerin hiç birisini hiç biriniz tanımıyor. Anlatmamda da tanımanız mümkün değil. Sadece kendileri dinlerse bilirler. Onun dışında kimse bilmez. Konfeksiyonla meşgul olan birisi vardı. İkide bir gider gelir. Halada öyledir. Buraya da gider gelir. Daha bir hafta önce yine telefon etti. Ama bizim vakıftan onu kimse tanımaz. Tanıyacak olsalar onu burada örnek vermem. Bayağı iyi durumda epeyce ihracatı var. Ben de o zamanlar müftülükte görevliyim. Müftülüğe her gün bir sürü fakir fukara, öğrenci geliyor. Yardım istiyorlar. Bize birkaç tane gömlek gönder de burada hem çalışanlara verelim hem de bazı kimselere verelim, dedim. Peki, dedi. Gönderdiği gömlekler hiç kimsenin giyeceği gömlekler değil. Kim giyebilir? Güneydoğuda bazı köylerde çobanlık yapan insanlar giyer. Yani şehir yerinde giyip dolaşılmaz. Neyse bir şey demedim. Görüştüğümüzde işler nasıl, diye sorarım. Hocam 500 bin dolar falan yerden gelecek, 1 milyon dolar filan yerden gelecek, der. Bende falanca fakire bir 50 dolar lazım, derim. Hocam bu sıra çok fazla ihtiyacımız var, der. Bir 50 dolar ya bak sen kaç binden bahsediyorsun. Ben bugüne kadar o adamın cebinden herhangi bir fakire 1 dolar verdiremedim. Geçen sene telefon açtı. Hocam işler çok kötü bir yanına geleyim, dedi. Geldi. Hocam intihar etmeyi düşünüyorum, dedi. Hayırdır? İşler bozuldu, dedi. Ben kırk senedir Mercedes’le dolaşırdım şimdi 43:50 dolaşmaya başladım. İşyerini sattım. Faize bulaşmış. Küçücük bir faiz almış katlanarak gitmiş. İşyerini sattım, yetmedi. Arabayı sattım, yetmedi. Eğer intihar edersem hayat sigortam var. Oradan alacakları parayla borçlarımı öderler, dedi. Neyse. Sonra 1,5 milyon dolara satmadığı bir köşkü vardı. Orada oturuyordu. Onu 460 bin dolara sattı. Yine borçlarından kurtulamadı. Bana geldi dedi ki hocam senin etrafında tanıdıklarından bana 30 bin dolar zekât bulur musun? Sen zamanında çok zenginken bir fakire verelim diye bir 30 dolar vermiyordun. Şimdi gelmişsin, ne yapıyorsun? Tabii ki bunları söylemedik, biz onu teselli ettik orada. O psikolojideyken bunlar söylenmez ki. Neyse şimdi biraz toparlanmaya yüz tutmuş, inşallah toparlanır. Aklı başına gelir. Yani bu konuda çok dikkatli olmak gerekiyor. “Şeytan sizi devamlı fakirlikle korkutur”. “ve yeé’murukum bil fahşaé’” “ve size çirkin şeyleri emreder”(2/268). Şunu yap, bunu yap diye. “Vallahu yeıdukum mağfirah” “ama Allah size bağışlama sözü verir” “minhu” “kendi katından” “ve falda” “ve ikram”(2/268). Bak işte bir yaparsanız yedi yüz vereceğim diyor. “Vallahu vasiun alim” “Allahın imkanları geniş ve her şeyi bilir”(2/268).
“Yué’til hıkmete mey yeşaé’” “Allah isteyene hikmeti verir”(2/269). Yani gayret edersen doğru bilgiyi elde edebilirsin. Doğrunun bilgisi hikmettir. “Ve mey yué’tel hıkmete fegad utiye hayran kesira” “kimede hikmet verilmişse ona çok büyük hayır verilmiştir” “ve ma yezzekkeru illa ulul elbab” “bunu içi temiz olanlardan başkası anlayıp kavrayamaz”(2/269). İçinde başka niyetler taşıyorsa ona bu tür şeyleri anlatamazsın.
“Ve ma enfaktum min nefegatin ev nezertum min nezrin feinnallahe yea’lemuh” “hangi nafaka hangi harcamada bulunursanız bulunun ya da hangi adağı yapmış olursanız olun Allah bunu bilir”(2/270). Korkmayın, kaybolmaz. Ya kardeşim o kadar yaptık da hiç kimsede gelip teşekkür etmedi. Teşekküre gerek yok. Cenabı Hakkın bilmesi yeter. “Ve ma lizzalimine min ensar” “yanlış yapanlara yardım edecek kimse çıkmaz” (2/270). Yanlış yapmayacaksın doğru yapacaksın.
“İn tubdus sadekati feniımma hi” “yaptığınız harcamaları açıktan yaparsanız ne kadar güzel olur”(2/271). Efendim sağ elin verdiğini sol el duymayacak. Oda olabilir. Ama açıktan vermenin birçok faydası var. Bir kere insanlar bu adam zekât vermiyor diye sizin için günaha girmezler. Sadaka vermiyor diye günaha girmezler. Bir de o verdiğinizle birçok kimseleri de teşvik etmiş olursunuz. Allah; ne güzel olur, diyor. “Ve in tuhfuha ve tué’tuhel fugarae” “fakirlere verirken gizlerseniz” “fehuve hayrul lekum” “bu sizin için hayırlı olur”(2/271). Sadaka ile ilgili ayeti biraz sonra okuyacağız. Bu zekât ve sadakaların sekiz tane harcama kalemi var. Bunları da sadece fakirlere verirken gizlemeniz daha iyi olur. Ama şimdi tefsir ve meallerde böyle değil. Mesela benim elimdeki meale bir bakayım nasıl mana vermişler. Hocanın Elindeki Meal: “Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne ala eğer onu fakirlere gizlice verirseniz”. Abdülaziz Bayındır: Bu ne oluyor biliyor musunuz? Sadece fakire vereceksin ve gizlice vereceksin. Bu ciddi bir anlam kaymasıdır. Hâlbuki bakın “ve in tuhfuha ve tué’tuhel fukarae” “fukaraya verirken”(2/271). Bu hal cümlesidir. Çünkü zekâtın harcama kalemi sadece fukara değil ki. Biraz sonra okuyacağız. Sadaka ve zekâtta sekiz gruba ayrılır. Bunlardan bir tanesi fukaradır. Fukaraya verirken gizlerseniz sizin için daha hayırlıdır. Çünkü o kişinin onuruyla oynamamış olursunuz. “Ve yukeffiru ankum min seyyiatikum” “bu sizin kötülüklerinizi örter”(2/271). Yapmış olduğunuz harcamalar sizin kötülüklerinizi örter. Çünkü insanların bir sürü eksiği, kusuru, hatası, vs. olur. “Vallahu bima tea’melune habir” “ne yaparsanız Allah ondan haberdardır”(2/271).
“Leyse aleyke hudahum ve lakinnallahe yehdi mey yeşaé’” “onları yola getirmek sana düşmez ki ey Peygamber (s.a.v)”(2/272). Sen sadece yol gösterirsin. Ama Allah kim yola gelmek isterse onu yola getirir. Çünkü Allah kimin yola gelmek istediğini bilir. “Ve huve ea’lemu bilmuhtedin” “kimin yola gelmek istediğini en iyi bilen odur”(28/56). İçten bir karar olması lazım. “vallahu alimun bizatis sudur” “Allah kalplerde ne olduğunu bilir”(64/4). Ama peygamber bilemez ki kalplerde ne olduğunu. “Ve ma tunfiku min hayrin felienfusikum” “hayır olarak nasıl bir harcama yaparsanız bu sizin için olur”(2/272). Yani bunun asıl faydasını siz görürsünüz karşı taraf değil. “Ve ma tunfikune illebtiğae vechillah” “ama yalnız Allahın rızasını aramak için harcamada bulunursunuz”(2/272). Başka bir maksatla değil. Yoksa o zaman bir şeyini göremezsiniz. “Ve ma tunfiku min hayriy yuveffe ileykum ve entum la tuzlemun” “yapacağınız bütün harcama size tastamam geri döner”(2/272). Buda o ilaveler tabii. Çünkü Allah-u Teala başka ayetlerde diyor ki “Men cae bil haseneti felehu aşru emsaliha” “kim bir iyilik yaparsa ona on katı var”(6/160). En başta okuduğumuz ayette de yedi yüz ve onunda katları olduğunu ifade etti. “Ve entum la tuzlemun” “yaptığınız harcamadan dolayı zarara uğratılmazsınız”(2/272). Ama şu var yapılan harcama bir yatırıma benzer. Bir yatırım yapan adam ertesi gün gidip de ürününü toplamaz. O yatırımın olgunlaşması lazım. Belli bir zaman sonra ancak bir gelir elde etmeye başlarsınız.
“Lil fukaraillezine uhsıru fi sebilillahi” “şu fakirlere harcamada bulunun Allah yolunda mahzun kalmışlardır”(2/273). Yani Allah rızası için hayır, hasenat, güzel hizmetlerde bulunuyorlar. “La yestetiune darben fil ard” “o işi bırakarak gidip para kazanma imkânı yok”(2/273). Yani Müslümanların bir takım hizmetlerini görüyorlar. O işi bırakıp da gidip para kazansalar bu hizmet görülmeyecek. O zaman siz onlara zekâtlarınızdan vereceksiniz. “Yahsebuhumul cahilu ağniyae” “bunlar itibarlı insanlardır toplumda” (2/273). İtibarlı oldukları için cahiller onları zengin sanırlar. Ebu Hanife’nin hocalarından Hammad mıydı ismini yanlış hatırlayabilirim. Ama neyse hocalarının bir tanesi diyeyim. Bir katılımcı: 53:39 Abdülaziz Bayındır: Şimdi anlatacağım olay onunla ilgili ise… 53:44 çok güzel bir elbisesi varmış. Dışarıya çıkarken onu giyinirmiş. Âlim olduğu için itibar görmesi gerekiyor. İtibar görmesi içinde iyi giyinmesi gerekiyor. O elbiseyi giydiği için herkes onu zengin biliyor. Hatta yardım istemeye de geliyorlarmış. O sıralar öyle bir durumdayım ki ölü hayvan eti bana helaldi, diyor. Evde hiçbir şey yok. Ama elbiselerle dışarıya çıkmak zorundayım. İlmin itibarını korumak için. Vatandaşta beni çok zengin zannediyor. “Yahsebuhumul cahilu ağniyae minetteaffuf” “iffetli davranışından dolayı onun iç yüzünü bilmeyenler onları zengin sanırlar” “tağrifuhum bisimahum” “onları görünüşlerinden sen anlarsın”(2/273). Dikkat edersen, dikkatle bakarsan anlarsın. “La yes’elunen nase ilhafa” “insanlardan ısrarla bir şey istemezler”(2/273). Bir şey isteyebilir. Bir kere söyler, tamam. Üzerine durmaz. Şunu ver, şunu ver diye ısrar etmez. Bir kere hafifçe söyler geçer. Karşı taraf verirse verir, vermezse vermez. “Ve ma tunfiku min hayrin feinnallahe bihi alim” “yaptığınız her türlü hayrı Allah-u Teala hiç şüphesiz ki bilir” (2/273).
“Ellezine yunfikune emvalehum billeyli ven nehari” “mallarını gece ve gündüz harcayanlar” “sirrav ve alaniyeten” “gizli ve açık” “felehum ecruhum ınde rabbihim” “bunların alacakları karşılık Allah katındadır” “ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun” “bunların üzerinde ne bir korku olur nede bunlar üzüleceklerdir” (2/274).
Bu harcamalar kimlere yapılır. Onu da Tövbe suresinin 60 ıncı Ayetinden okuyacağız. Bendeki mealde 195 inci sayfa. Burada Allah-u Teala şöyle buyuruyor. “İnnemes sadekatu lilfukarai”(9/60). Burada sadaka kelimesi kullanılıyor. Sadaka, “sıdk” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Sıdk, özü sözü doğru olmak demektir. İster Müslüman ister kâfir olsun, insanlardan hangisine sorarsanız sorun. Allah’ı mı çok seviyorsun malını mı? Ya böyle bir soru olur mu Allah’ını seversen, tabii ki Allah’ı çok seviyorum, der. Peki, o zaman malını Allah için ver bakalım derseniz ya öyle bir şey söyledin ki kardeşim, derler. Yani ne alakası var, derler. Çok alakası var. Malını Allah için verdi mi işte sadık odur. Allah’ı daha çok sevdiğini ispatladı. Onun için bunun adı sadakadır. Zekâtta öyledir, Allah rızası için yapılan diğer harcamalarda öyledir. Kuranı Kerimde; Allah rızası için zekât olsun, diğer harcamalar olsun, bütün bunların adına sadaka kelimesi kullanılıyor. Bu sadakalar sadece şu sınıflara harcanır. “İnnema” kelimesi var. Ne anlam ifade ediyor? 57:50 Yani bir sınır çiziyor. Sadakalar fukara içindir. Yani birinci grup fakirlerdir. “Vel mesakini” “bir de miskinler”(9/60) içindir. 58:13 58:20 sn arası anlaşılmıyor. Fakir kelimesinin tarifini Kuranı Kerimde, Peygamberimizde yapmamış. Kitaplar tarifini yapmıştır. Herkes kendi dönemine göre bir fakir tanımı yapar. Her zamanın fakiri farklı olur yani. İhtiyaçlar farklı olduğu için fakir tanımı da farklılaşabilir. Ama bizim kitaplarımızda yapılan tanım oldukça güzel bir tanım. Temel ihtiyaçları dışında bir aylık ya da bir yıllık yiyeceği olmayan kimsedir. Yani temel ihtiyaçları olur da, olmaz da fark etmez. Temel ihtiyaçlarının olması bir adamı zengin yapmıyor. Evi, ev eşyası, arabası olabilir. Çünkü acıktığı zaman arabayı, evinin eşyasını, evini de yiyemez. Bunun dışında bir aylık ya da bir yıllık ihtiyacı olmayan kişidir diye tarif edilmiş. Tabii bu üst nokta onun en altına yani hiçbir şeyi olmayana kadar inebilirseniz.
“Vel mesakin” “miskinler”(9/60). Bu miskin kelimesine mezhepler çok farklı anlamlar vermiştir. Şafiiler, hiçbir şeyi olmayana fakir demişler. Bir şeyleri var ama işte az önce söylediğim fakir tanımıdır. Yani evi, arabası var ama yiyeceği yok. Buna da miskin diyor. Hanefilerde bunun tam tersini söylüyorlar. Hiçbir şeyi olmayana miskin diyorlar. Bizim için esas olan şu, Kuranı Kerim ne diyor. Kuranı Kerim miskinle ilgili bize güzel bir ipucu veriyor. Musa (a.s) ile kendisine ilim verilen bir kul olayında bir gemi meselesi var. Kendisine ilim verilen bir kul gemiyi deliyor. Musa (a.s) da niye deldin diyor. Sonra kendisine ilim verilen bir kul sebebini anlatıyor. “Emmes sefinetu fekanet limesakine yea’melune fil bahri” Kehf suresi 79 uncu ayet, sayfa kaç? Kehf 18 inci sure değil mi? Bende 301 inci sayfa “Emmes sefinetu fekanet limesakine” “o sefine o gemi miskin kişilere aitti”(18/79). Miskine, Hanefilerin yaptığı gibi hiçbir şeyi olmayan derseniz bu ayette miskin diye nitelenen adam gemi sahibidir. Değil mi? Gemi sahibi bunlar. Uyuyor mu bu tarif? Şafiiler gibi temel ihtiyaçları dışında kendilerine bir ay yetecek yiyeceği olmayan ya da bir yıl yetecek yiyeceği olmayan derseniz uyar mı bu tarife? Bir katılımcı: Uyar. Abdülaziz Bayındır: Nasıl uyar gemi çalıştıran adamın cebinde 3–5 kuruş parası olmaz mı? Yani Gemiyi çalıştıran kişinin evinde sadece bir aylık yiyeceğimi olur. Bu akşam burada Mecit Çetinkaya yok, olsaydı senin bu sözünden dolayı üzülürdü. 1:02:22 1:02:29 sn arası anlaşılmıyor. Küçük bir takası da olsa, başka bir şeyi de olsa bu yolcu taşıyor. Cebinde 3–5 kuruş parası, bir kenarda bir şeyi olur. Miskin kelimesi “sekine” kelimesinden türetilmiş bir kelimedir. Sekine Türkçemizde sakin anlamındadır. Öyle miskin miskin oturma kelimesi de var, oda uyar. Yani hareketsiz, yapacağı bir işi olmayan kimse anlamındadır. Bir katılımcı: Hocam miskinler 1:03:15 varmış… Abdülaziz Bayındır: Miskinler 1:03:17 doğru. Sekine kelimesinin sonunda “ta” harfi vardır. O “ta” harfini kaldırmışlar. Arapçada bu tür kelime türetilişleri vardır. Onun yerine başına bir “mim” harfi koymuşlar. Böylece miskin oluşmuştur. Miskin, hareketsiz, sakin duran kişidir. Kim sakin ve hareketsiz durur? İşi olmayan. Yapacağın bir şey yok. Öyle değil mi? Şimdi o zaman ayeti nasıl anlarız. Bu gemi ellerinden alındığı takdirde yapacak hiçbir işleri olmayan birkaç kişiye aittir. Yani tek bildikleri iş gemicilik, o gemide ellerinden giderse yapacakları hiçbir şey yok. O zaman buradan hareketle ne olur. İşsiz kimselerdir. İki grup oldu. Fakirler ve işsizlerdir. Bir katılımcı: Tembel değil yani. Abdülaziz Bayındır: Tembel değil. Bir kenarda parası da olabilir. Mesela o gemi sahiplerinin paraları olabilirdi ama o gemi gittiği takdirde başka yapacakları bir şey yok. İşsizler. Mesela bir insan bir işyerinde çalışıyor. İşyerinde çalıştığı süre içerisinde evinin kirasını, çocukların masrafını öder. Evine nafaka alır. İşten çıkarıldığı an ne olur? Adamın yapacağı hiçbir şey kalmaz. Fakirde değildir. Çoluk çocuğu böyle az yemeye de alışmamıştır. Bu insanların belli bir geçim seviyesi vardır. Birde toplumda o itibarını sağlaması gerekiyor. Az önce Ebu Hanife’nin hocasıyla ilgili söylediğimiz gibi. Ama bu adam miskinleşmiş. İşsiz güçsüz kalmış. Buna destek vermek gerekir. Şimdi batılıların işsizlik sigortası dediği şey burada kendiliğinden var. Çok fakirde olabilir. Hiçbir şeyde bulamayabilir. Örneğin bugün bir kişi ay başında maaş aldığı zaman zaten aldığı maaşı ay başına kadar biriken borçlarına yetiremiyor değil mi? Bir de ay başında işine son verilmiştir, denirse. Bir tek ekmek parası bile kalmaz. Bir katılımcı: Devlet memuru da miskinler sınıfına girer mi? Abdülaziz Bayındır: Devlet memuru, işçisi girer. Ama işsiz kalmışsa giriyor. İşi olan değil. İşsiz kalmış olan. İşi olan girmiyor. Dün evine her türlü yiyeceği kucağında taşıyabilen adam bu gün bir ekmek alacak durumu da kalmaz. Ancak sağdan soldan borçlanırsa o zaman olur. Onu da bir süreye kadar borçlanır. Borcunu ödeyemediği takdirde kimse artık onu da vermez. Yani onun için miskindir. O gemi sahipleri gibi bir kenarda parası olabilir. Ebu Hanife’nin hocasının dediği gibi hiçbir şeyi kalmamış da olabilir. Hatta öyle bir noktaya gelir ki adam, akşam millet çekildikten sonra pazar yerine gider, çöplüklerde acaba domates var mı? Bir yerde bir patlıcan bulabilir miyim, diye oraları, çöplüğü karıştırmaya başlar. 1:07:8 1:07:10 sn arası anlaşılmıyor. Yani artık toza toprağa bürünmüş bir miskin haline dönüşür. Yapacağı başka bir şey yok. Ne yapsın aç kalmaktan daha iyidir. Onun için bu farklı bir sınıftır. Bir Katılımcı: Hocam orada o fakirlerin işi de olsa kazandığı kendi ihtiyacını karşılamıyorsa fakir sayılır değil mi? Abdülaziz Bayındır: Tabi işi de olsa ihtiyacından artan bir şeyi yoksa fakirdir. Belli bir ölçüde geçiniyor. O fakir kendisi için belli bir düzen kurmuştur. Yani onun harcaması, geçimi, hayat standardı bellidir. Belli bir çizgi tutturmuş gidiyor. Fakirlere de, işsiz güçsüz kalmış olanlara da zekât vereceksiniz. Toplumda üretici ve zekât verecek duruma gelecekler. O durumda kalacak değiller. Tekrar ediyorum; parası olsa da olmasa da zekât vereceksiniz. Çünkü bunun bir desteğe ihtiyacı var.
“Vel amiline aleyha” “zekât işinde çalışanlarada”(9/60). Zekâtın toplanması ciddi bir iştir. Birileri onu toplayacak ve dağıtacak. Bunun için bir teşkilat kurmak gerekecek. Bu teşkilatın masrafı da bu zekâttan karşılanır. “Vel muellefeti kulubuhum” “ve kalpleri islama ısındırılan kişilere”(9/60). Kalpleri ısındırılan dediğimiz zaman bir yerde bir kâfir vardır. Zekâttan ona verirsin. Ondan dolayı kalbi İslama ısınabilir. Ya Müslüman olmasını beklersin ya da Müslümanlara zarar vermemesini beklersin. Ya da o kâfire verirsin onu gören çevresi Müslümanlığa gelir. O Müslüman olmayabilir. Yahut itibarlı bir Müslüman vardır. Zenginde olabilir. Ona verirsin o verdiğinle İslamı temsil eder. Gider harcamalar yapar ve insanları Allahın yoluna davet eder. Bu şekilde karşı tarafların kalbini kazanırsın. Yani “muellefeti kulub” “kalpleri ısındırılanlar”(9/60). Kavramı oldukça geniş bir kavramdır.
“Vefirrikab” “birde köleler uğrunda”(9/60) harcanır. Burada Arapça bilen arkadaşlarımız var onlar için söylüyorum. Burada sekiz sınıf sayılıyor. İlk dört sınıfta “lam harfi ceri” kullanılmıştır. Bu kişilerin kendine verilecek şey demektir. Fakirlere, işsizlere, zekât memurlarına ve kalpleri ısındırılanlara bizzat onların cebine girecek şekilde verilir. Ondan sonrada dört grup için “fi harfi ceri” kullanıyor. “Fi” de bir zarf, kap anlamına gelir. Yani bir fon oluşturuyorsunuz, o fonun içinden harcamalar yapıyorsunuz. Yani o insanları bu durumdan kurtarıyorsunuz. “Vefirrikab” kölenin kendisine vermiyorsun. Çünkü kölenin kendisine parayı kişi verirse parayı köleye veren kişi kölenin efendisi olur. Kurduğun fonda köleyi hürriyetine kavuşturuyor. Onun için harcıyorsun. Daha önce Muhammed suresinde okumuştuk biliyorsunuz. İslamiyet hiçbir zaman kölelik müessesi kurmuyor. Savaş sırasında düşmanın beli kırılıncaya kadar esir almaya müsaade etmiyor. Ancak savaş bittikten sonra esir almaya müsaade ediyor. Ama bu esirlere ancak iki muamele yapabiliyoruz. “Feşuddul vesaka feimma mennem bağdu ve imma fidaen” “bağı sıkı tutun” diyor. “Hatta tedaal harbu evzaraha” “harp tamamen yüklerini bırakıncaya kadar”(47/4). Yani karşı tarafın savaşma gücü bitince esir alırsınız. Ama bu esirleri aldıktan sonra ya karşılıksız serbest bırakacaksınız ya da karşılığını alarak serbest bırakacaksınız. Mutlaka serbest bırakılacak. Karşılığını alıp da serbest bırakma durumunda öncelikle o esirin ailesi buraya fidyesini göndermelidir. Ailesinin gönderemediğini düşünün. Kuranı Kerim zekâtın sekizde birini esirlerin kölelikten kurtulması için ayırıyor. Her yıl Müslümanlar bunu topluyor, bu çok yüksek bir rakamdır. Bir kere İslami İlimler Vakfında, Türkiye de zekât potansiyeli diye bir toplantı düzenlemiştik. Devlet Planlama Teşkilatından bazı uzmanları davet etmiştik. Kendi ellerindeki rakamlara göre bir zekât hesaplaması yapmışlardı. Halbuki devletin zekât hesaplaması diye bir birimi olmadığı için zekât hesaplaması yapan ekip bu konuda hesaptan kesin çok büyük bir kalem mal kaçırmıştır. Onlar sadece kendi ellerindeki rakamlara göre bir hesaplama yapmışlardı. Kitap olarak da neşretmiştik, burada o kitaptan vardı. Tarihini tam hatırlamıyorum ama o seneki Türkiye bütçesinin tam dört katıydı. Bunun sekizde birinin kölelerin kurtarılması için kullanıldığını düşünseniz ne kadar büyük bir rakam olduğunu görürsünüz. Bir katılımcı: Bütçenin olması mı gerekiyor? Abdülaziz Bayındır: O gün ki sahip olunan resmi bütçenin tam dört katıydı. Bunu çok iyi hatırlıyorum. O tarihte kitap olarak da neşretmiştik. Eğer birisi götürmediyse burada vardı, bulabilirsiniz.
“Vel ğarimine” “ve borçlulara harcarsınız”(9/60). Borçluların uğrunda harcarsınız. Bu borçlularında fakir olması gerekmez. Mesela bir fabrikanız var. O fabrikada onlarca işçi çalıştırıyorsunuz. Az ya da çok bir üretim yapıyorsunuz. Fabrikanın değeri 1 trilyon. Sizin 50 milyar borcunuz var, dönmüyor. İşletme sermayeniz yok. Bizim fıkıh kitaplarına bakarsanız yapacağınız şey işçileri çıkaracaksınız. Fabrikayı da satacaksınız. Borcunuzu ödeyeceksiniz hadi Allaha ısmarladık. Bu adama zekât verilmez. Biraz sonra ilmihalden okuyacağım. Ama bu şahsın 50 milyarlık döner sermayesini zekâttan karşılarsanız oradaki işçiler işine devam eder. Üretim devam eder. Sonra sene sonunda da bu adam belki 100 milyar zekât verecek duruma gelir. Ne oldu, son derece normal bir şeydir. Siz bir ticaret ya da sanayi içerisindeyseniz ve iş yapıyorsanız zamanla tıkanmalar olur. Bu tıkanmaları karşılamadığınız zaman hemen devreye faiz girer. Ondan sonrada bir sürü iflaslar peş peşe dizilir. Bakın harcama kalemlerini görüyor musunuz?
“vefi sebilillah” “ve Allah yolunda”(9/60). İslamda, “Allah yolu” ifadesi kamu yararı manasına tercüme edilebilir. Kamu yararına olan her türlü işlerde kullanılabilir. “vebnissebil” burada “es sebil” kelimesi var. Ben şimdi fıkıh kitaplarında verilen mananın dışında manalar veriyorum. “Es sebil” kelimesi elif lamlı bir sebildir. Onun en yakınında “sebilullah” vardır. “Es sebilin” onun tekrarı olması en makul olur değil mi? İbnis sebilde o sebilin oğlu demektir. Buda ne demek olur? Kamu hizmetinde bulunan yani Allah yolunda bir takım harcamalar yapıyorsunuz, bir de Allah yolunun hizmetinde bulunan insanlar vardır. Az önce Bakara suresinde “Lil fukaraillezine uhsiru fi sebilillahi”(2/273) diye okumuştuk. Buda “ibnis sebilin” açıklamasıdır. Yani bu Allahın dininin ayakta durması için dolayısıyla toplumun hizmetlerinin görülmesi için yapılan harcamalardır. Mesela bu ayete göre Başbakan “ibnis sebil” dir. Yani bir Başbakan para kazanabilir mi? Bir Cumhurbaşkanı para kazanabilir mi? Pazara gidip alışveriş yapabilir mi? Vali para kazanabilir mi? Peki bunların ödenekleri nereden karşılanacak? Kuranı Kerime baktığınız zaman bir İslam devletinin iki türlü geliri vardır. Birincisi zekâttır, ikincisi de ganimetlerdir. Ganimetler savaş geliridir. Savaşa göre bütçe yapılmaz. Biz şimdi bütçe yaparken bu sene şu kadar ganimet alacağız, diye yapıyoruz. Ya bütün kazandığın giderse ne yapacaksın? Ona göre bütçe yapamazsınız. Bütçe yapabileceğiniz tek gelir kaleminiz zekâttır. Öyleyse zekât sizin bütün giderlerinizi karşılamak zorundadır. Başbakanınızın maaşını da buradan vereceksiniz çünkü o “ibnis sebildir”. Yani kendisini bu yola adamış kişidir. Kamu yararı için çalışan insandır. Vali’de, falan yerdeki öğretmende, filan yerdeki hocada, alimde öyledir. Örneğin bir okuldaki hoca talebelerinizi yetiştiriyor. Bazıları banane kardeşim okulun dışında da gitsin pazarda yoğurt satsın, der. Peki, satsın güzel. O zaman yarın derse kim girecek? Ve bu insan nasıl hazırlanacak? Bunları nasıl imtihan edecek? Peki, bunların parasını nasıl kim nereden karşılayacak? Bütün bunlar “feridaten minallah” “Allahtan bir farz olmak üzeredir”. “Vallahu alimun hakim” “Allah her şeyi bilir ve yerinde yapar” (9/60). Cenabı hak yerinde karar verir de acaba Müslümanlar yerinde bu kararları kavrayabilir mi?
Bir katılımcı: Hocam sekizi saymadınız. Abdülaziz Bayındır: Sekiz tane saydık. Bir katılımcı: O yolcuyla yolda kalan… Abdülaziz Bayındır: Kardeşim o yolda kalmışlar bizimkilerin uydurması. Şimdiye kadar Peygamberimizin yolda kalmış kaç kişiye zekât verdiğini sen biliyorsun? Sekizde bir gibi büyük bir rakamdan bahsediyoruz. Türkiye bütçesinin dört katıydı. Bu tam hesap yapılamadığı bir zamandı. Tabii hesap yapılsa belki çok daha fazlası çıkacak. Bunun sekizde birinin karşılığında kaç kişi yolda kalacak? Bir katılımcı: Hocam yedi “fi sebilillah” sekiz “ibnis sebil”. Abdülaziz Bayındır: “İbnis sebil” tabi. Bir katılımcı: Hocam şu sekizi bir daha… Abdülaziz Bayındır: Peki sekizi bir daha sayacağım. Zaten sayacağım şimdi ilmihalden.
Ben size her defasında bizim ulemanın hatasını söylüyorum. Yalnız şöyle çok ciddi bir tehlike ortaya çıkıyor. Siz bunları benden çok kolaylık da dinliyorsunuz, dinleyenlerin birçoğu kendisini de alim zannediyor. Bunlarla hep karşılaşıyoruz. Kendilerini alim zannediyorlar, internetten bize fetvalar gönderiyorlar, bir takım görüşler gönderiyorlar. Karşımıza çıkıp konuşanlar falan. Arkadaşlar Kuranı Kerim size ciddi bir bilgi verir ama sizi alim yapmaz. Kuranı Kerimi kim açıklayabilir? Yani şimdi Kuranı Kerimin açık ayetleri vardır, onları hepimiz anlarız. Ama birde az önce yaptığımız açıklamalar var. Ben onu yaparken burada tam olarak birkaç kişi demek istediğimi anlayabildi. En fazla 3-4 kişidir, daha fazlası değil. Bir çoğunuz anladığını zannediyor. Ondan sonra fetva vermeye başlıyor. Bu hataya lütfen düşmeyelim. Alim olmak demek Allah u Teala’nın bildirdiği gibi “Kitabun fussılet ayatuhu kur’anen arabiyyen” “bu bir kitaptır ayetleri açıklanmıştır arapça Kuran olarak”(41/3). Kimin için açıklanmış? “Li kavmin yea’lemun” “bilen bir toplum için”(41/3). Bilmeyenler için o açıklama yok. Bilmeyenler o açıklamayı bilenlerden öğrenecek. Çünkü o bilenler ayetler arası ilişkileri arapça bilgisiyle çok doğru kurar. Sen önüne gelen mealle kurmaya kalkıyorsun. O mealde bir sürü hata vardır sen onu anlayamazsın ki. Burada anlatıyoruz fakat birçok kimse bu hataya düşüyor. Çok kolayca bir takım bilgilere ulaşıyor. Ben Ömer Nasuhi Bilmen’i anlatacağım. Kendini Ömer Nasuhi Bilme’nin üstünde zannediyor. Ömer Nasuhi Bilmen çok ciddi bir ilim adamıdır. Onun hatası metottaki yanlışlıktır. Öyle sıradan bir insan değildir. Kendi devri itibariyle İslam aleminde en önde gelen birkaç kişiden biridir. Bir metot hatasından dolayı yaptığı yanlışları okuyacağız. Başka bir ayette “ver rasihune fil ılmi yekulune amenna bihi kullum min ındi rabbina” “ilimde rusuh sahipleri yani sağlam bir yer edinmiş olan insanlar ayetler arası ilişkileri onlar kurabilir”(3/7). Geçen hafta hayızlı kadınlar namaz kılamazlar diye iki hafta burada üst üste konuştuk. Bir dostumuz bize mail gönderiyor. Kendini böyle bir alim yerine koyup karşı çıkıyor. Sen bu yapılan açıklamayı dikkatle dinle. Hala diyor ki oradaki temizlik sadece cinsel ilişkiye manidir. Kardeşim ayetler arasında “müteşabih” diye bir olay var(3/7). Birbirine benzeyen ayetler var. O benzerliklerden hareketle hayızlı kadının temiz olmadığını Allah bildiriyor. Abdestte temizlik için alınır(5/6). İşte o benzerlikten hareketle verilen bir hükümdür. Hadisin Orjinali Peygamberimizde hadisinde adetli kadının namazı terk edeceğini bildiriyor. Buda peygamberimizin yaptığı bir açıklamadır. Alim burada açıklamasını yaptığı zaman Peygamberin açıklamasıyla da onun sağlamasını yapmış oluyor. Ondan sonrada birçok ayeti kerimelerle birlikte sonuca ulaşıyor. Ama bakıyorsunuz ki arapça bilmez, ayetler arası ilişkileri bilmez ve fetva vermeye kalkar. O zamanda bu yanlış olur. Tıpkı benim çocukluğumda nacar saatlerini tamir etmeme benzer. Rahmetli babam her ay bir tane saat alırdı. Öyle tamir ederdim ki tamirciler işin içinden çıkamazdı.
Ömer Nasuhi Bilmen’in kitabından okuyorum. Zekâtın harcama kalemlerini söylüyor. Burada sekiz sınıfı da bu arada tekrar görmüş olacağız. Ömer Nasuhi Bilmen zekâtın masrafı yani harcama kalemlerini verileceği kimseleri şöyle sayıyor. Birinci olarak Müslüman fakirler var. Ayette fakir kelimesinde Müslüman var mıydı? Bir katılımcı: Yoktu. Abdülaziz Bayındır: Burada Müslüman fakirler, dedi. Zaten bir toplumun bütün geliri budur. Müslüman, kafir ayrımı yaparsan öbürleri nereden geçinecek? İkinci olarak miskinler, üçüncü borçlular, dördüncü yolcular, beşinci mükatepler, dedi. Yani köleler demedi mükatepler dedi. Mükatep dediğimiz efendisiyle sana şu kadar para verirsem beni serbest bırakır mısın diye bir sözleşme yapan efendisinin de kabul ettiği kişilerdir. Siz ona zekât veriyorsunuz. Bizim bu fıkıh kitaplarındaki anlayışla bu ayeti kerimede dört tane lam harfi cerinin kullanılması, dört tanede fi harfi cerinin kullanılmasının ayırımı yoktur. Hepside lam harfi ceri gibi kabul edilmiştir. Kişinin kendine yani eline vereceksin. 1:26:23 1:26:24 Şartı vardır derler. Delil olarak da buradaki lam harfi cerini söylerler. Peki, sadece dört tanesinde var, diğerlerini ne yapacağız? Bundan dolayı mükatep diye değiştirmiş. Halbuki Kuranda mükatep kelimeside, rikab kelimeside var. Allah öyle bir ayırım yapmamış. Altıncı olarak mücahitler diyor. Cihat yapan kimselerdir, demiş. Mücahit derken savaşanları kastediyor. “Fi sebilillahi” de ona hasrediyor. Sadece savaş yapanlara indirgiyor. Ve amillerden yani zekât toplama memurlarından ibaret olmak üzere yedi kısımdır diyor. Yedi kısım mı? Ayette kaç taneydi? Bir katılımcı: Sekiz. Abdülaziz Bayındır: Eksik ne? Bir katılımcı: “Muellefeti kulub”. Abdülaziz Bayındır: “Muellefeti kulub”u saymadı. “Muellefeti kulub”u şunun için saymıyor. Burada yazmamış ama 1:27:17 1:27:20 sn arası anlaşılmıyor yazmış. Diyor ki “muellefeti kulub” yani kalpleri ısındırılanlar o zaman için geçerliydi. Tarihselcilik varya. Bu bir tarihselci yorumudur. Bu o dönem içindi, diyor. Bir dönem bu uygulandı sonra kaldırıldı. Kaldıran kim? Bir katılımcı: Hz Ömer! Abdülaziz Bayındır: Hz Ömer’in ayetin hükmünü kaldırma yetkisi nereden çıkıyor? Allah ben dininizi tamamladım diyor(5/3). Artık ondan sonra kim ondan bir şey eksiltebilir? Ben bunları her defasında size anlatıyorum. Bunlarında ağır faturasını ödüyorum, tabii siz farkında değilsiniz. Yani tepkiler bize geliyor. Ama son derecede mutluyum. Müslümanların bu durumda olmalarının sebeplerini dikkat ederseniz her derste saymaya çalışıyoruz. Müslümanların bu durumda olmaları boşuna değil. Peki, bu yedi sınıf dedi. Biri gitti. Bakalım yedi sınıf kalacak mı? Şimdi onu inceleyelim. Yedi sınıf da olsa razı olacağız.
Ömer Nasuhi Bilmen fakiri anlatıyor. Fakir kimdir? Ömer Nasuhi Bilmen: Nisap miktarı fazla bir mala malik olmayan kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Adamın evi, arabası vs. var. Bir aylık yiyeceği var. Ama nisap miktarı malı olmayan insandır. Burada anlatılan 20 miskal altındır. Yuvarlak hesap 85 gr altın diyelim. Fakir, 85 gr altını olmayan insandır. Fakiri tarif etti. Buna ek olarak; Ömer Nasuhi Bilmen: İsterse evi, ev eşyası ve borcuna karşılık parası bulunsun.
Abdülaziz Bayındır: Sonra miskini anlatıyor. Ömer Nasuhi Bilmen: Hiçbir şeye malik olmayıp yiyeceği ve giyeceği şeyler için dilenmeye muhtaç olan yoksul kimselerdir. Abdülaziz Bayındır: Buda fakir kapsamına girmiyor mu? Yani hiçbir şeyi de yoksa bu adam fakir değil mi? Şimdi nisap miktarı mala sahip olmayan o üst nokta ise en alta indiğin zaman bu zaten fakir tanımının içerisine girer. O zaman ayette bir de miskinler diye ikinci bir gruba ne lüzum var. Bak öbür ayetle karşılaştırdık işsizler dedik. Değil mi?
Üçüncü olarak borçluyu tarif ediyor. Bakın borçlu kimmiş? Ömer Nasuhi Bilmen: Bundan maksat borcundan fazla nisap miktarı mala malik olmayan kişilerdir. Abdülaziz Bayındır: Az önce anlattığımız örnekte adamın 1 trilyonluk fabrikası var. 100 milyar da borcu var. Borcundan fazla 900 milyarlık malı var. Bu tanıma göre adam borçlu sayılmaz. Bana ne, satsın fabrikasını borcunu ödesin, deriz. Ama eğer bir trilyonluk malı var, 1 trilyonluk da borcu varsa ondan fazla da bir malı yoksa bu adam borçlu olur. Buda yine fakir tanımına girmez mi? Çünkü fakiri de az önce tarif ederken borcuna yetecek parası varsa yine fakirdir, dedi. 1:30:55 1:30:56 koydu.
Az önce toplumsal hizmetleri gören kişiler diye tarif ettiğimiz “ibnissebil” e Ömer Nasuhi Bilmen yolcudur, diyor. Orada sebil yol demektir. “İbnissebil”e de yolcu diyor. Hâlbuki Kuranı Kerimde yolcu kelimesi var. Mesela geçen hafta okuduğumuz ayette “femen kane minkum meridan ev ala seferin” “yolculuk halindeyse”(2/184). Kuranda yolcu başka bir kelimeyle ifade ediliyor. Bir katılımcı: Abiri sebilin… Abdülaziz Bayındır: Abiri sebilin diyor, yani yolda yürüyendir. Dördüncü olarak yolcuyu tarif edecek. Ömer Nasuhi Bilmen: Bundan maksat malı beldesinde kalıp elinde bir şey bulunmayan garip kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Yani memleketinde zengin olabilir. Yalnız şuanda hiçbir şeyi yok. Peki, buna ne derler? Buna da fakir demezler mi? Ömer Nasuhi Bilmen: Böyle bir kimse yalnız ihtiyacı miktarında zekât alabilir. Fakat fazlası helal değildir. Böyle yolcular için mümkün olduğunca borç almak zekât almaktan daha iyidir. Abdülaziz Bayındır: Özetle yine fakiri tarif ediyor. Bakın hala bir sınıf.
Beşinci olarak mükatep, diyor. Ayette ise köleler, diyor. Hâlbuki köleler dediğiniz zaman sadece mükatep olanlar girmez. Tüm köleleri kapsar. Bu mükatep diyerek şöyle açıklıyor. Ömer Nasuhi Bilmen: Bu bir bedel mukabilinde azat edilmek üzere efendisiyle antlaşma yapmış köle veya cariye demektir. Abdülaziz Bayındır: Efendisine, ben sana 10 milyar para kazanıp getirsem beni azat eder misin, diyor. Efendisi de ederim, diyor. Bir antlaşma yapıyorlar. Buna mükatep denir. Kuranda mükatep kelimesi de var. Ama burada bütün kölelerden bahsediliyor. Şimdi buda ne oldu? Yeni bir sınıf girdi mi devreye? Bir katılımcı: Hayır.
Altıncı olarak mücahidi açıklıyor. Mücahit kimmiş? Ömer Nasuhi Bilmen: Bundan maksat Allah-u Teala yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nafakadan silah ve saireden mahrum olan gazi demektir. Abdülaziz Bayındır: Savaşa gitmek istiyor fakat nafakası, silahı, cephanesi yok. Buna ne derler? Fakir derler. Buda fakir sınıfına giriyor. Ancak o durumda buna zekât vereceksin. Yani Amerika gelip Irak’ı işgal edecek. Savaştan önce alırsak olmaz. O zaman savaşa hazırlanacağız. Bana kalaşnikof al diye kapı kapı zekât verecek adam arayacağım. Hâlbuki bunlar önceden alınır. Savaşa hazırlık yapılır. Eğitim vs. yapılır.
İkinci sınıf amili açıklıyor. Bir tek bunu doğru açıklamış. Ömer Nasuhi Bilmen: Bundan maksat veliyul emir tarafından yani yetkili organ tarafından emvali zahirenin zekâtını toplamaya memur edilen kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Malları da iki sınıfa ayırmışlar. Açıkta olan mallar, gizli mallar diye. Açık malların zekâtını devlet alır, gizli malların zekâtını kişinin kendi verir. Gizli mallar; para, ticaret malları.,, Açık mallarda hayvanlar, gümrüklerden şehirlerarası nakliyesi yapılan mallardır. Kuranı Kerim ve sünnet böyle bir ayırım yapmamış. Hz Osman zamanında görülen lüzum üzerine böyle bir uygulama yapılmış ve kemikleşmiş kalmış.
Peki, şimdi siz devletsiniz. Sizin uyguladığınız fıkıh kitabı da Ömer Nasuhi Bilmen’in kitabı. Devletin hangi ihtiyacını zekâttan karşılayabilirsiniz? Söyler misiniz hangi kalemi karşılayabilirsiniz? Bir tane var mı? Bir katılımcı: Yok. Abdülaziz Bayındır: O zaman siz devlet olarak zekâta gereken önemi verir misiniz? Ne yapacaksınız? Devletin harcamalarını nereden karşılayacaksınız? Yeni vergiler koyarak karşılamaya çalışacaksınız. Bir katılımcı: Tekarif-i örfiye… Abdülaziz Bayındır: Tekarif-i örfiye diye evet. Milleti canından bezdireceksiniz. Aksi takdirde vergi almayan bir devlet ayakta durur mu? Geçici vergiler koyacaksın ve kalıcı hale gelecek. Osmanlı o noktaya gelmiş ki çift bozan vergisi koymuş. Çift bozan nedir? Adam çiftçiliği bırakıyor. Niye bıraktın, gel vergi ver diyor. Ya kardeşim devam etsem de alıyorsun, bıraksam da alıyorsun, ben ne yapayım? İşyerini kapatıyorsun, vergisini ver, diyor. Ya kapatıyorum, neyini vereceğim? Tabi bir yerde bir hata yapıldığı zaman mecburen hatalar zinciri oluşuyor.
Evet, tekrar ediyorum. Ayeti okuduğumuz zaman ne kadar neşelendiniz değil mi? İçiniz açıldı. Bütün problemleri çözüyor. Ama fıkıh kitabını okuduğumuz zaman ne olur? Mesela ben müftülükteyken onlara şahit oldum. Hocalar zekâtı fakirin eline vereceksin, diyorlar. Adamda ne yapsın, zekâtını vermek istiyor. Fakiri nerede bulurum diye düşünürken falan yerdeki Kuran kursuna gideyim, diyor. Başka ne yapayım? Ya da filan yerdeki mahalleye gidip muhtarla görüşelim diye düşünüyor. Kuran kursuna gidiyor çocukları sıraya diziyor. Herkesin eline para veriyor. Bu çocukta kişilik kalır mı? Bu çocuktan ne beklersin? Artık o çocuk karşısına gelen herkesin eline bakacak, bana ne verecek diye? Allah aşkına bu çocuktan ne beklersin? Kuranı Kerim bunu mu söylüyor? İbadetler ne hale geliyor. Başta sekiz sınıfı yediye düşürdü. Peygamberimizden sonra Hz Ömer kendi zamanında bunu kaldırdı. Orada bunu kaldırdık dediği için en çok bu konular delil alınıyor. Bu gün ilahiyatçı camiasında çok tartışılıyor. Hz Ömer bunu kaldırmıştı, diyor. Bende şunu kaldırıyorum, diyor. Öbürü de canım ayetler ne olursa olsun onlara uymak zorunda değilsin ki diyor. Çünkü onun bir kere uymadığını okudu. Hani rahmetli Özal bir kere anayasayı delsen ne olur, demişti. Ondan sonra delik deşik olur. Gülüstan’da Sadi’nin çok güzel bir şiiri var. Eskiden Farsçayı iyi bilirdim ama dilim döndüğünce bir beyit okuyayım. 1:38:23 1:38:36 sn arası anlaşılmıyor. “Eğer halkın bağından sultan bir elma koparırsa askerleri elmaları kökünden çıkarırlar” diyor. Doğru değil mi? “Sultan beş tane yumurtaya tenezzül ederse askerleri bin tane tavuğu şişe vururlar” diyor. Hz Ömer “muellefeti kulub”u kaldırdı, diyorlar. Öbürüde bütün ayetleri kaldırırım, diyor. Evet, bugün söyleniyor. Bugün kitaplarda yazılıyor. İlahiyat fakültelerinde bunun doktoraları yapılıyor, tezleri ortaya konuyor. Felaketi görüyor musunuz? Bir katılımcı: Hocam Hz Ömer onu kaldırmadım hüküm orada duruyor ben sadece askıya aldım gibi bir şey… Abdülaziz Bayındır: Ya arkadaşlar ben Hz Ömer’in ne yaptığından bahsetmiyorum. Bu kitap öyle diyor. Şuanda Hanefi mezhebinin görüşünden bahsediyorum. Hanefi öyle algılamış. Yoksa Hz Ömer’i yargılamıyorum. Onun yaptığı şuna benzer. Diyelim ki burada hiçbir tane fakir kalmadı, yedi sınıf var. Bir sınıf yok. Fakir yok diye fakire zekât vermiyorsun. Fakir olmadığı için zekât veremiyorsan fakir sınıfını kaldırmış mı oluyorsun? Yahya: Mesela zekât memurları var, bugün için. Abdülaziz Bayındır: Bugün zekât memuru olabilir yani zekât toplamakla memur kişilerde bugün olabilir. Olmadığı zaman vermezsin. Hz Ömer de demiş ki bu “muellefeti kulub” İslam’ın zayıf zamanlarındaydı, şuanda güçlendik. Bunlara ihtiyaç yok demiş. Ben şahsen o görüşte değilim. Onun o içtihadına asla katılmıyorum. Bende şunu söylüyorum. Mesela Şam Valisi Muaviye’ye Peygamberimiz “muellefeti kulub” fonundan zekât vermiştir. Bu paranın gördüğü çok büyük iş vardır. Psikolojik olarak insanın kalbini ısındırır. Acaba Hz Ömer bunu kaldırmasaydı ve hala Şam Valisine zekâttan pay gitseydi, o isyanları yapacak mıydı? Şahsen ben bu soruyu soruyorum. Peygamberimiz bilmiyor mu ya? Bu fona her zaman ihtiyaç olur. O kadar geniş sahası var ki. Ama onun içtihadından dolayı da saygı duyarım, o ayrı bir konudur. Fakat arkadan Hanefilerin gelip de bu kaldırılmıştır demelerini kabul etmek mümkün değildir. Böyle bir saçmalık olmaz. Diyoruz ve dersi bitiriyoruz.