Bismillahirrahmanirrahim
Biliyorsunuz Ramazan-ı Şerif’te insanlar fitrelerini, zekatlarını verirler. Gerçi zekatın belli bir zamanı yok. Eğer toprak ürünlerinde veriyorsanız ürünün yetiştiği zaman ürün daha tarladan kaldırılmadan alınır. Yani ürünün mevsimine göre olur. Ticaret mallarından veriliyorsa, o da senede bir kere sene-i devriyesi, zenginliğin sene-i devriyesinde verilir.
Şimdi bugün, bu şeyle alakalı olarak, infak ile alakalı ayetleri okuyalım, bir de zekat ayetini okuyalım. Bakara Suresi’nin iki yüz altmış birinci ayetini bir açalım lütfen.
Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin embetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh
“Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, toprağa atılan bir buğday tanesine benzer ki, yedi başak bitirmiştir; her başağında da yüz buğday tanesi vardır.”
vallâhu yudâifu li men yeşâu
“Allah-u Teala istediği kişi için bunun katlarını verir.”
vallâhu vâsiun alîm
“Allah’ın imkanları geniştir ve Allah her şeyi bilir.”
Daha önce bir kaç kere anlatmıştık: Arapça’da tünele nafak derler. İnfak; bir şeyi tünelden geçirmektir. Hayatta harcama kanalları vardır, malınızı o harcama kanalına koyduğunuz zaman o sürekli dolaşır. Tıpkı damarlarda dolaşması gibi. İnsanın vücudundaki kan miktarı artmaz, azalmaz; ne kadarsa o kadardır biliyorsunuz. Kanın sadece kalitesi, değil mi doktor bey, kalitesinde bir düşme… İşte kansızlık denen şey kanın miktarındaki azalma değil; kalitesindeki azalma.
Doktor: …Alyuvarlar sayısının azalması…
Hoca: Alyuvarlar sayısının azalması; yoksa onun şu kadar litreden aşağıya düşmesi manasına değil kansızlık.
Doktor: Evet.
Hoca: Tabi. Yani vücutta dolaşan kan miktarı değişmiyor. Ama o kan sürekli damarlarda dolaştığı için… Peki bir günde kaç ton kan dolaşmış gibi oluyor, öyle bir hesap yapılmış mı?
Doktor: Hesap yapıldı da şimdi… Yani çok yüksek bir rakamdı hatırlıyorum.
Ender Bey: On ton.
Hoca: On ton mu? Yani şimdi, peki bir insan vücudunda ne kadar var kan?
Doktor: Beş litre, ama buinsanın cüssesine göre altı, yedi… Yani çıkar.
Hoca: Ortalama beş litre?
Doktor: Evet; beş-altı.
Hoca: Tamam.
Katılımcı: Altmış kiloluk adamda beş litre olduğu söyleniyor.
Hoca: Altmış kiloluk adamda beş litre kan var. Şimdi bu, çok dolaşıyor; dolaştıkça işte Ender Bey’in ifadesine günde on ton kan kullanılıyormuş gibi iş yapıyor. Gidiyor geliyor, sürekli dolaşıyor. Bu kan dolaşımında birazcık durma olsa ne olur?
Doktor: Tansiyon düşer. Dokular beslenemez. Oksijen gitmez.
Hoca: Biraz dursa tansiyon düşer, dokular beslenemez, oksijen gitmez… Ve bu belli bir süre devam etse vücut ölür değil mi?
Doktor: Evet.
Hoca: İşte şimdi bir toplumu insana benzetirseniz o toplumdaki para da onun kanıdır. Altmış kiloluk adamda beş kilo kan var diye az önce konuşuldu. Yani on ikide bir. Toplumdaki mallarla dolaşan parayı kıyasladığınız zaman bunun çok çok daha altındadır. Para miktarı toplumda üretilen mal ve hizmet miktarının çok çok daha altındadır. Şimdi bu kan vücutta dolaşmadığı zaman hücrelere nasıl oksijen gitmezse, vücuda giren hazmedilmiş gıdalar hücrelere götürülmezse, hücreler beslenmezse, vücut canlı kalmazsa; infak olmadığı zaman da bir toplum canlı kalmaz. İşte kan, dolaşıma çıkan kan, bir gram artmadan geri dönüyor değil mi? Artmadan. Ama o arada milyonlarca hücreyi besliyor. Dönünceye kadar. Şimdi siz de Allah rızası için şöyle az çok demeyin… Mesela günde on ton kan işi görüyor; beş kilo kan on ton kan işi görüyor günde. Şimdi on tonu beş kiloya bölün, beşe bölün. Demek ki iki bin kere vücudu dolaşıyor günde. Şimdi para da vücudu, şey para da toplumu dolaştıkça kimin yanına uğrarsa onun işini görür. Kan gibi. Hangi hücreye uğrarsa, ondaki atıkları alır yerine yenilerini koyar, oksijenle besler ve geçer. Şimdi ben mesela tutsam Enes Hoca’ya elli lira versem, o ihtiyacı için Cemal’e verir,o öbürüne, o öbürüne, o öbürüne… Elli lira hepinizi dolaşır gelir, mesela en sonunda Servet’e gelir, Servet’in de bana bir elli lira borcu varsa bana verir. Aynı elli lira tekrar ona gelmiş olur. Belki bir saat sonra gelmiş olur. O elli lira bir saat cebimde dursaydı hiçbir iş yapmayacaktı. Ama benim cebimden çıkınca bir saat içerisinde buradaki insanların hepsinin işini görmüş olarak tekrar benim cebime geldi. Değil mi? yani birisi onunla mal aldı, birisi borcunu ödedi, birisi birisine iş yaptırdı, bir başkası başka bir şey yaptırdı falan derken, herkesin işini gördü ve buraya geldi. Öyle olunca da ne kadar çok dolaşırsa, o kadar çok işi görür. İşte bu aslında ihtiyacımız için yapacağımız harcamalarda da aynı şey. Yani gidin bakkaldan alışveriş yapın, bu da infaktır. O da infaktır. Onun için nafaka kelimesi aynı kökten gelir. O da infaktır. Ama o Allah rızası için infak değil, karşılığını almak üzere veriyorsunuz. Bakkala verdiğin zaman diyorsun ki şuradan bana iki kilo pirinç ver, bir kilo peynir ver, beş tane ekmek ver diyorsunuz ve karşılığını alıyorsunuz. Ama verdiğiniz o para da o harekete başlıyor. O da bir çok kişinin işini görüyor. Burada da bir hizmet görmüş oluyorsunuz. Onun için alışveriş yapmak da başlı başına bir hizmettir. İmkanı olan gider bakkaldan manavdan alır, imkanı olmayan da elinde satan insanlardan alır. Her birisinin müşterisinin olması lazım çünkü o kılcal damarların nasıl bütün vücudun her tarafına kan götürme mecburiyeti gibi, toplumun da her kesimine paranın gitmesi lazım. Şimdi ilk hareketi başlatan kişi bundan dolayı bir karşılık istemediği için, hani bakkala verince karşılığında şunu şunu alıyor; ama bir fakire verdiği zaman karşılığında teşekkür bile istemiyor. Allah’ın rızası bana yeter diyor. Şimdi sırf Allah rızası için o hareketi başlattığından o paranın dolaştığı herkes “ya elhamdulillah cebimize para girdi işimizi gördük” diyen herkes, herkesin sevabından bu kişinin hanesine gelir. Sonra o paradan dolayı meydana gelen bir hizmet artışı var, bir üretim artışı var; bu ilk kişi ondan da istifade eder. Ayrıca işin ahiretteki şeyinden de istifade eder. Dolayısıyla esas olan infaktır.
Şöyle düşünün: aslında para insanın hiç bir fiziki ihtiyacını karşılamaz. Ne yiyebilirsiniz, ne içebilirsiniz, ne sırtınıza gömlek olabilir, ne bileyim ne yatak olabilir hiç bir şey olmaz. Hiç bir ihtiyacımızı karşılayamaz fiziki olarak. Ama öte yandan, hani tıpkı kan yenmez biliyorsunuz, kanın yenmediği gibi… Ama son derece önemli işler yapar; mal ve hizmetin dolaşımını sağlar. Mal ve hizmetin dolaşımını sağladığı için son derece önemli işler yapar. İşte Kuran-ı Kerim’de faizin yasaklanması, hani bunu birazcık insanlar düşünüp anlayacak olsalar, muhteşem bir şey oluyor; Paranızı bankaya yatırdığınız zaman parayı tutuklatmış oluyorsunuz. Dolaşımdan alıyorsunuz. Mesela bir bankaya, bu toplumda bir milyon lira toplam para olsun, dolaşsın, tutuklatmı oluyorsunuz. Tıpkı beş kilo kanın iki yüz elli gramını bir yerde depolamanız gibi oluyor. Orada ödem oluyor diyorsunuz değil mi, ödem oluşuyor diyorsunuz? Ve çok ciddi bir rahatsızlık oluyor. Parayı bankada biriktirdiğiniz zaman da toplum hayatında ödem meydana geliyor. Çünkü o para tutuklanıyor. Artık o para piyasaya eskisi gibi serbest çıkmıyor. Çıktığı zaman ancak bir yıllığına alabilirsin, altı aylığına alabilirsin, üç aylığına alabilirsin tekrar geri gelmek zorunda diyor. Tekrar geri gelmek zorunda olunca bütün işleri altüst ediyor, sistemi tamamen bozuyor. Bir de olduğu gibi geri gelmek zorunda değil… Bakın az önce cebimden bir elli lira çıkardım burada herkesin işini gördü; bana kadar geldi. O elli lira bir kuruş oldu mu? Ama bana gelinceye kadar belki beş milyarlık iş görmüş olabilir. Ama o elli liranın üzerine küçücük bir ilave geliyor mu? E şimdi ben o elli liraya karşı, toplumdan elli lira bir kuruş istesem, toplumun gücünün yetmediği bir şeyi istemiş oluyorum. Çünkü onu ben üretemeiyorum ki. Benden üretemediğim bir mal istiyor. Değil mi? Benim ürettiğim mal ve hizmetlerden pay istesen hay hay buyur, hepsi senin olsun! Ama benim üretemediğim şeyden pay istiyorsun. Bu da işi bozuyor.
Şimdi her hücreye giden kandan, diyor ki kalp, sizden ayda işte 0,00 şu kadar miligram keseceğim diyor. Sonra? Bir müddet sonra hücreler ölecek. Ve vücut da felç olacak. Dolayısıyla esas olan infaktır. Mal ve hizmetler, para sürekli dolaşımda olmalı. O dolaşımda olacak ki toplumun her ferdi ondan istifade etsin. Para dolaşımda olmazsa insanlar mal üretemezler, hizmet üretemezler, mal ve hizmet olmadığı zaman da, az önce dedik biz paranın kendini yemiyoruz, parayla üretilen şeyleri yiyoruz onlarla besleniyoruz, onlar olmadığı zaman da toplumda büyük bir açlık, büyük bir felaket başlayacaktır. Bu sebeple, yani şu infakla ilgili ayet-i kerimeleri dinlediğiniz zaman o kan damarları şeyini zihninizde lütfen canlandırın. Çünkü o sadece iki kişinin ilişkisi değil, orada başlayıp devam eden ilişkidir. Bir de şunu düşünün; bu infakta paraya ihtiyacı olanlara para verilir. Para en az kimin yanında kalır? En çok ihtiyacı olanın yanında kalır. Hatta bazen öyle bir hal alır ki adam parayı alır almaz koşa koşa öbür tarafa yetişmeye çalışır. Aman senedim protesto olmasın diye koşar. Şimdi ne kadar çok paraya ihtiyacınız varsa o kadar hızlı harcarsınız. E bu yardımı da paraya ihtiyacı olan kişilere verdiğiniz için derhal dolaşıma çıkıyor. Ama ihtiyacı olmayan kişiye verdiğiniz zaman bir elli lira versen, adam belki yıllarca o paranın farkına varamayabilir.
Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâh
“Mallarını Allah’ın yolunda infak edenler”
ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile
“onların yaptıkları yedi başak bitiren bir buğdayı tarlaya atmak gibidir.”
fî kulli sunbuletin mietu habbeh
“her başakta da yüz tane oluşmuştur.” Tabi çok, çok büyük bir gelir değil mi, bir şey olarak düşünün, bir çiftçi olarak düşünün; bire yedi yüz alıyorsunuz. Ama onunla kalmıyor;
vallâhu yudâifu li men yeşâu
“Allah istediği için de bunun katlarını verir.” Daha çok imkanları açar.
vallâhu vâsiun alîm
“Allah’ın imkanları geniştir ve her şeyi bilir.”
Ellezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâh
“Mallarını Allah yolunda harcayan”
summe lâ yutbiûne mâ enfekû mennen ve lâ eza
“Yaptıkları harcamanın arkasından başa kakma ve eziyet de vermeyen insanlar” yani bazı kişiler vardır ki hem hayır yapar, hem de başa kakar. Evet o da o işin görülmesine sebep olur ama burada bir kişinin onurunu kırarsınız. Yani şöyle olur; başa kakmak ne demektir? Bunun karşılığını senden istiyorum demektir. Hani derler: “Ağa ağa! İyilik etme babanın evine gitme! Bu devirde kimseye bir şey yapmayacaksın! Bak hiç bizi görmüyorsun…” falan derler. Demek karşılığını istiyorsun. Bu bakkaldan ekmek almaktan daha berbat bir şey. Ekmek de karşılığı belli, ölçülebilir bir karşılık var. Şimdi seninkisi ölçülebilir bir karşılık istemiyorsun ki ben ne yapayım kardeşim. Sen o karşılığını oradan, yaptığından daha fazlasını istiyorsun ve bu defa hangi konuma geliyorsun? Bakkala yüz lira verip, oradan iki yüz liralık mal, yada beş yüz liralık mal alan insana benziyorsun. Ya dolandırıcı ya hırsız, öyle bir pozisyona geliyorsun.
İşte “Mallarını harcayıp da arkasından eziyette bulunmayanlar, başa kakmayanlar”
lehum ecruhum inde rabbihim
“Bunların alacakları ücret Allah katındadır.” Allah bunun karşılığını fazlasıyla verecektir. Ama karşı taraftan isterse, bu olmaz. Bir de şöyle düşünün; Allah-u Teala insanlara her türlü nimeti veriyor; insanlar teşekkür için bir namaz kılmaya yanaşmıyorlar, bir basit bir şeye yanaşmıyorlar. Her şeylerini borçlu oldukları Allah’a teşekkür etmeyen insanlar sana teşekkür eder mi? Senin verdiğin ne ki? Onun için insanlardan bir şey beklememek lazım. Yaptığımız her iyiliği Allah rızası için yapmamız lazım. Ha o insan eğer teşekkür eder, iyi bir insan çıkarsa, tabi o o kişinin iyiliğidir. Bizi de tabi mutlu eder. Öyle nankör olmayan bir insana iyilikte bulunmak herkesi mutlu eder ama böyle bir beklenti içerisinde olursak, o zaman da mutsuz oluruz. Çünkü insanlar içerisinde bu tipler azdır. Allah-u Teala ve kalîlun min ibâdiyeş şekûr diyor. Yani öyle “Teşekkür eden kullarım çok azdır”(Sebe 34/13) diyor. Teşekkür edebilmek kolay bir şey değildir. Arkasının geldiğini görüyorsan teşekkür edersin, o kolaydır bir tane daha versin diye. Ama arkası kesildiyse… İşte o çok zor bir şeydir. Herkes onu yapamaz.
ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
“Bu tipler üzerinde ne bir korku olur ne de üzüleceklerdir” Yani yaptığı iyiliği başa kakmayan, karşılığını yalnız Allah’tan bekleyen kişilerde bir korku olmayacak üzerlerinde, ve bunlar üzülecek değillerdir.
Kavlun ma’rûfun ve magfiretun, hayrun min sadakatin yetbeuhâ ezâ
“Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.” Yani bir insana iyilik yapıp da incitecekseniz, başa kakacaksanız, güzel bir söz söyleyin, ve adamın kusuruna bakmayın; bu ondan daha iyidir. Şimdi hatırladım, doktora yaparken bir kuruluş doktora bursu veriyordu, o zaman da bizim maddi durumumuz çok çok zayıftı. Ben de o bursa müracaat ettim. Altı aylık dönemler içerisinde burs veriyorlardı. Bursu aldık. Şimdi o kuruluşun görevlisi bizi bir mülakata çağırdı. Ya Rabbim, onun o tavırlarını hatırlayınca böyle, şey yapıyorum, bir acayip oluyorum. Yani, yahu bu derece insana hakaret eden, bu derece insanı küçülten… Ve o zaman da İstanbul Müftü yardımcısıyım. Yani insan birazcık saygılı olur. Ya böyle bir şey olur mu? Ben hemen o altı aylık dönem biter bitmez bıraktım. Çünkü altı aylık kararlaştırmışlar, onu zaten alıyorsunuz. Ya bir acayip bir şey, bizim, yani bizim müslümanlardan… Para adamın cebinden çıkmıyor ama, artık ne bileyim, hayatında çok acı şeyler mi olmuş, çok kötü şeyler mi olmuş hırsını başkalarından mı çıkarıyor, ne tip bir insan?.. Ya aradan mesela işte 1978’di galiba ya da 77 idi, o gün bugün aklıma geldiği zaman böyle tüylerim diken diken oluyor. Bir çok hayır hasenat sahibi de parasını toplamış oraya, işte doktora yapanlara verin diye, onların hiç haberi yok bu olup bitenden. Acayip bir şey. Onun için ben, hemen ilk fırsatta onu bıraktım ve bir daha da böyle bir şeye yanaşmamaya karar verdim. Allah muhafaza, ne kadar kötü bir şey. Sonra siz bunu… İşte doktorasını yapacak, ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak insanlar diyorsunuz. Bunlara şimdiden hakaret eden… Mesela ben orada, herşeye rağmen boşver banane ben parayı tanırım deseydim kişilik giderdi sizlere ömür. Herşey kaybolurdu. O zaman para için bir çok şeylere katlanan bir adam olur çıkardık.
vallâhu ganiyyun halîm
“Allah zengindir ve Allah yumuşak davranır.” Yani Allah verdiğini insanların başına kakmaz. Zaten Allah’ın verdiği ile yaşıyoruz, her şey ondan.
Yâ eyyuhellezîne âmenû
“Müminler”
lâ tubtılû sadakâtikum bil menni vel ezâ
“Başa kakarak ve insanları inciterek sadakalarınızın sevabını yok etmeyin.” Hatta bazen de borçlu kalabilirler fazla aşırılık yaptıkları için.
kellezî yunfiku mâlehu riâen nâs
“Malını insanlara gösteriş için harcayan gibi olmayın.”
ve lâ yu’minu billâhi vel yevmil âhır
“Allah’a ve ahiret gününe inanmıyor” Yani Allah’tan bir beklentisi yok, Allah’a güveni yok, ahiret günü diye bir şeyi kabul etmiyor… O zaman bunun yapacağı harcamalar gazinoda bahşiş dağıtmak gibi olur. O bahşişi dağıtır ki gazinoya ikinci gelişinde hemen gelsinler, hoşgeldin abi desinler, karşısında el bağlasınlar yer göstersinler, onun için yapar. Allah rızası için olmadığı zaman öyle olur.
fe meseluhu ke meseli safvânin aleyhi turâbun
“Şuna benzer; bir kaya, kayanın üzerinde bir toprak var, o toprağın üzerinde bir şeyler biritmeye çalışıyorsunuz”
fe esâbehu vâbilun fe terakehu saldâ
“Öyle şiddetli bir yağmur gelir oraya, o toprağın tamamını alır götürür, orası sırf taş olarak kaya parçası olarak kalır.” Cascavlak kalır. İşte zaten insanın elinde yapabileceği iyilik, o kaya parçasının üzerindeki toprak gibidir. Yani onu orada tutmanın yoluna bakacaksın. Ne kadar malın mülkün var ki senin yani, neyin var ki? Cenab-u Hakk neler veriyor neler. En zenginini düşünün; mesela Türkiye’nin en zengini olsun, İstanbul’u kaç gün besleyecek serveti vardır? En zengini kaç gün besleyebilir İstanbul’u? Allah her gün besliyor bak, bütün dünyayı besliyor. Onun için ne kadar büyük, bize göre büyük olan şeyin, harcamanın aslında fazlaca bir büyüklüğü yoktur. E onu bari hiç olmazsa yerinde harcayalım. Öyle boşuna gitmesin.
lâ yakdirûne alâ şey’in mimmâ kesebû vallâhu lâ yehdîl kavmel kâfirîn
“Bunlar o gösterdikleri gayretin karşılığında hiçbir şey alamazlar.” Mesela o kayanın yüzündeki toprak parçasına bir şeyler ekmiştir, bir sürü emek sarfetmiştir… O yağmur alıp götürdüğü zaman tohumu da gider, orada bitkisi de gider, herşeyi de gider. Emeği de boşuna gider, hepsi de gider. Böyle olmayın diyor Allah-u Teala.
vallâhu lâ yehdîl kavmel kâfirîn
“Allah nankörler grubunu doğru yola getirmez.” Onları yola getirmez. Yani nankörlük yapar bunlar; kendilerine bu nimeti Allah’ın verdiğini düşünmez, sanki benden kaynaklandı diye kendisini büyük görür. Ve Allah’ın bir kuluna iyilikte bulunduğu zaman da böyle aşırı davranışlarla her şeyi yok eder.
ve meselullezîne yunfikûne emvâlehumubtigâe mardâtillâhi
“Allah rızası için mallarını harcayanlar da şuna benzerler” Allah rızası için mallarını harcıyor…
ve tesbîten min enfusihim
“Ve kendilerini sağlamlaştırsınlar diye harcıyorlar” Bunlar neye benzer?
ke meseli cennetin bi rabvetin
“Bir tepecik üzerinde kurulu bir bahçeye benzerler.”
esâbehâ vâbilun
“Bol yağmur yağıyor” Şimdi bol yağmur kayanın üstündeki bahçeye yağarsa toprağı alır götürür. Ama tepenin üzerindeki bahçeye yağarsa fazlası iki tarafa kayar orada şey oluşmaz, bataklık oluşmaz. Yani toprak kendi alacağını alır diğerini tepede olduğu için salıverir aşağılara doğru…
fe âtet ukulehâ dı’feyn
Lazım gelecek kadarını aldığı için bu defa şeyini iki kat verir, ürününü. “Ürününü iki kat verir.”
fe in lem yusıbhâ vâbilun fe tall
Yani “O tepe üzerindeki yere bol yağmur yapmasa çisentiyle gene idare eder” Kurumaz, gene bir şeyler olur. Hani yağmasa da damlar. Bu şunu gösteriyor, siz hayır hasenat yapsanız, hayır hasenatı yaptığınız için gene imtihandan geçirilirsiniz ama öbürleri gibi olmaz. Öbürleri her şeylerini kaybeder, siz sadece yağmur yok, işte istediğim gibi tarlayı suluyamıyorum, sıkıntıdayım falan filan dersiniz ama gene o çisenti sizin tarlanızı kurutmaz. Gene size yetecek olan bir şeyler çıkar oradan.
vallâhu bimâ ta’melûne basîr
“Allah yapmakta olduğunuz her şeyi görmektedir.”
E yeveddu ehadukum en tekûne lehu cennetun min nahîlin ve a’nâbin tecrî min tahtihel enhâr
“Şimdi sizden biri şöyle bir şey ister mi, şöyle bir düşünün bakalım: Kendisinin hurmalığı ve üzüm bağı var, içinden ırmaklar akıyor” Şey, “arklar akıyor”. Irmak dersek büyük şey anlaşılır, hani türkçe açısından “su arkları akıyor.” Yani su problemi yok.
lehû fîhâ min kullis semarât
“O bahçe içerisinde her meyveden de var” ayrıca. Yani ana ürün buğday ve üzüm ama, diğer ürünlerden de, diğer meyvelerden de var, hepsinden var.
Katılımcı: Hurma ve üzüm.
Hoca: Hurma dedim.
Katılımcı: Buğday dediniz.
Hoca: Buğday mı dedim? Ha hurma, peki sağol teşekkür ederim. Ana ürün hurma ve üzüm ama, diğer ürünlerden de var işte; sebzesi var, elması var, bilmem şeftalisi var… Başka neyi var?
Katılımcı: Armudu.
Hoca: Armudu da varmış. Asıl ürün üzümle hurma zaten.
ve esâbehul kiber
“Artık yaşlılık geldi, adamın üzerine çöktü” E artık yaşlandık dedi.
ve lehu zurriyyetun duafâ’
“Çocukları var ama hepsi küçük, bir iş yapacak halde değiller.” Yani kendine yardım edecek kimse yok. Hepsi ondan birşey bekliyor.
fe esâbehâ ı’sârun fîhi nâr
“Bir kasırga içinde ateş” Yani “ateşli bir kasırga orayı vurdu”
fahterakat
“Ve orası yandı.”
Katılımcı: Bir de o zaman bazen böyle rüzgar olur bahçede ne var ne yok hiç anlayamadan, güneş doğmadan hepsini yakar geçer.
Hoca: Yakar evet. Sabahleyin gelip bakarsın ki, hepsi bitmiş hiç bir şey kalmamış.
Katılımcı: Güneş doğmadan tüm bahçe hepsi erir gider. Hatta kam yon üzerinde giden ıspanak bile su olur. Hiçbir şey kalmaz…
Hoca:Yakar, evet yakar doğru. Şimdi burada Nun Suresi’nde böyle bir olay anlatılıyor da… Altmış sekizinci… Şey Kalem Suresi. Altmış sekizinci sure. Altmış sekizin sure on yedinci ayetten itibaren şöyle kısaca bir okuyalım.
İnnâ belevnâhum
“Biz onları yıpratıcı bir imtihandan geçirdik.”
ke mâ belevnâ ashâbel cenneh
“Bahçe sahiplerini geçirdiğimiz gibi”
iz aksemû le yasri munnehâ musbihîn
Şimdi “Bahçeleri var; ürün yetişmiş, akşamdan antlaşıyorlar: bak sağa sola gitmek yok ha, söz mü söz, yemin edin, tamam yemin. Sabahleyin erkenden ürünü toplamaya gideceğiz.”
Ve lâ yestesnûn
“Ama istisna yapmıyorlar.” Yani inşaallah, Allah izin verirse falan gibi bir şey söylemiyorlar, kesin! Bazen birisi bir şey söyler bize, hocam yarın işte… İnşaallah. Yo inşaallah deme! Ya ne deyim? Maşaallah mı diyeceğim yani? Ya inşaallah işte. Kardeşim Allah istemezse ben nasıl geleceğim? Yok kesin gel. Allah Allah! Ya öyle şey olur mu?
Katılımcı: Size güveniyor, Allah’a güvenmiyor.
Hoca: Çok güzel: Bana güvenecek, Allah’a haşa… Allah isteyecek ki geleyim.
Katılımcı: Ve lâ tekûlenne li şey’in innî fâılun zâlike gadâ
Hoca: innî fâılun zâlike gaden illâ en yeşâallâh (“Hiç bir şey hakkında: “Ben bunu yarın yapacağım” deme. Ancak Allah yaratırsa…” (Kehf 18/24)
Katılımcı: O inşaallahı da temenni anlamında da kullandıkları için…
Hoca: Ha belki onlar öyle anlıyor olabilir.
Yahya Hoca: Artık inşaallah diyene öyle diyorlar, “bırak inşaallahı maşaallahı yapcan mı yapmayacan mı onu söyle”
Hoca: Şimdi inşaallah diyen yapmamak için mi söylüyor öyle? Neyse o başka. Bunlar “ve la yestesnun” Hiç bir şey yok, çok kesin gidip şey yapacaklar.
Fe tâfe aleyhâ tâifun min rabbike
“Gece orayı, bir rüzgar dolaşıyor o bahçeyi.”
ve hum nâimûn
“Bunlar uykudalar.” Sabahleyin ürün toplamaya gidecekler.
Fe asbahat kes sarîm
“Sabah olunca o bahçe sırıma dönmüş” Meyveler dökülmüş, yanmış, böyle bir kaç tane çalılıklar şey yapıyor…
Fe tenâdev musbihîn
“Şimdi sabahleyin kalkıyorlar, birbirlerine sesleniyorlar” Yani birbirlerini uyandırıyorlar sabahleyin erkenden.
Enıgdû alâ harsikum
“Hemen çabucak tarlamızın başına gidelim diyorlar.” Hemen çabucak gidelim. Acele edelim.
in kuntum sârımîn
“Eğer siz toplayacaksanız.” Yukarıdaki o zaman şeyi, kelimeyi ona göre şey yapalım; o gece rüzgar gelince o tarla toplanmış gibi oldu, sanki bütün ürün devşirilmiş gibi oldu. Şimdi bunlar da diyor ki, “eğer ürünü bugün devşireceksek, çabucak acele etmemiz lazım, elimizi çabuk tutmamız lazım” diye birbirlerini uyandırıyorlar; ne olduğundan haberleri yok. ….
Fentalekû ve hum yetehâfetûn
“Gidiyorlar ürünlerinin başına ama, böyle gizli bir şekilde, fısıldaşarak” Yani öyle yavaş yavaş gidiyorlar ki kimse duymasın. Erkenden; “aman dikkatli, kimse duymasın.”
En lâ yedhulennehel yevme aleykum miskîn
“Ya şu şeyler, şey yapın da şu çaresiz, işsiz güçsüz adamlar bizim yanımıza gelmesinler.” Yani çabucak yapalım da hiç kimse görmeden bu işi kaldıralım.
Ve gadev alâ hardin kâdirîn
“Güçleri yettiğince hızla tarlalarına doğru gittiler” Vakit kaybetmeyelim diye…
Fe lemmâ reevhâ
“O tarlayı gördükleri zaman” Baktılar ki a, ürün toplanmış gibi sanki, her şey yanmış.
Kâlû
“Dediler ki”
innâ le dâllûn
“Vay be, biz çok yanlış yapmışız.” Çok yanlış yapmışız. Bizim yaptığımız iş değilmiş. Böyle yapmamak lazımmış.
Bel nahnu mahrûmûn
“Hayır, asıl mahrum kalan biz olduk.” Biz fakir fukarayı mahrum edelim diye şey yapıyorduk, “gelip almasın kimse, aman kimseye vermeyin”. Şimdi biz mahrum kaldık.
Kâle evsatuhum
“O kardeşlerden ortancası dedi ki:”
e lem ekul lekum levlâ tusebbihûn
“Ben size dememiş miydim: Allah’ın emrine göre hareket edin diye.” Şimdi tesbih; Allah’ın emrine boyun eğmek ya. “Tesbih ediniz” diye derseniz hiçbir şey anlaşılmaz Türkçede. Yani “Allah nasıl istiyorsa öyle hareket edin dememiş miydim!” Mesela ürünü tarladan kaldırdınız, Cenab-u Hakk’ın söylediği: ve âtû hakkahu yevme hasâdihî “Ürünün hasat edildiği gün, onun hakkını, yani fakir fukaranın payını ver.”(Enam 6/141)
Kâlû subhâne rabbinâ innâ kunnâ zâlimîn
“Dediler ki: Rabbimize biz boyun eğeriz, Allah ne emretmişse o olsun. Biz yanlış yaptık.” E tamam da neyi vereceksin ki artık, hiç bir şey kalmadı.
Fe akbele ba’duhum alâ ba’dın yetelâvemûn
“Biri diğerine döndü, kendilerini ayıplıyorlar.” Bak bunlar hep mümin insanlar dikkat ediyor musunuz?
Kâlû yâ veylenâ innâ kunnâ tâgîn
“Dediler ki: Ya yazık oldu bize, biz gerçekten aşırılık yaptık.” Yapmamamız gerekeni yaptık.
Asâ rabbunâ en yubdilenâ hayren minhâ
“Ama ümidi kesmemek lazım: Umarız ki Rabbimiz bize bunun yerine daha hayırlısını verir.”
innâ ilâ rabbinâ râgıbûn
“Biz Rabbimize yöneliyoruz.”
Kezâlikel azâb
“İşte azap böyle.” Yani ahirette de böyle olacak. Hadi bu dünyada müslüman olma imkanı var; canım biz cennet dururken cehennemde ne işim var diyenler var? Güzel de seni kim koyuyor ki cennete?
ve le azâbul âhıreti ekber
“Ahiret azabı gerçekten daha büyüktür!”
lev kânû ya’lemûn
“Bunu bir bilmiş olsalardı.”
Şimdi ben bu olayda şöyle bir şey hatırlıyorum. Burada yazıyor mu? Bunlar üç kardeşmişler. Babaları hayır hasenat sahibi birisiymiş. Fakir fukarayı da alıştırmış. Ürün zamanında bütün fakirleri çağırıyor; önce onları memnun ediyor, kalanı da kendisi alıp götürüyor. Her sene de Allah-u Teala buna bol bol veriyor. Fakat bu kardeşlerden iki tanesi “ya bunca zaman hiç bize kalmadı, bir ed bize kalsın” diyor. Üçüncüsü diyor ki, “ya yapmayın kardeşim, babamın yaptığı gibi yapalım, önce fukaranın hakkını verelim, sonra da artan bize yeter.” Dinletemiyor. Ve gidiyor bu halle karşılaşıyorlar.
Katılımcı: ….(anlaşılmıyor 43:09) Suresi’nde dediğiniz açıklama geçiyor
Hoca: Orada mı geçiyor bu?
Katılımcı: Orada böyle bir açıklama var evet.
Hoca: Neyse, ben burayı böyle hatırlıyorum yani şey olarak
Katılımcı: Belki benzer olaylar…
Hoca: Evet, benzer olabilir. Evet şimdi tekrar geri dönelim. Yani insanlar hakikaten ellerinde avuçlarında olan her şeyi Allah’a borçlu olduklarını unutuyorlar. Bilhassa bu ticaretle meşgul olan insanların çoğusu öyledir. Mesela birisine dersen ki “yahu şuraya şöyle yap.” Vallahi hocam bildiğin gibi değil. Bildiğin gibi değil! Şimdi ben geçen sene bir örnek vermiştim: Şimdi bir tane adamla, yani aynı adamın başından geçenleri anlatmak için, nasıl olsa hiç birimizin tanıması mümkün değil, çünkü buraya hiç gelmediği gibi, o şahsın ismini vererek de hiç kimseyle konuşmadım. 1981’de beraber Hacc’a gitmiştik. Medine’de dolaşıyoruz, şöyle mescide doğru gidiyoruz. Dedi ki: Hocam Allah beni çok seviyor, dedi. İnşaallah dedim de nereden anladın? Nereden çıktı dedim bu durup dururken? Dedi ki: Vallahi babam ben küçük yaştayken öldü. Ve biz yetim kaldık. İstanbul’a geldim. Çay ocağında çalıştım önce. Arkasından işte konfeksiyon işlerine girdim. Kazandım. Şimdi nereye el atıyorsam altın kesiliyor. Allah beni çok seviyor. Ha dedim gerekçen o mu? Şimdi İstanbul’da bir kaç tane zengin adı saydım, dedim ki onlarla senin durumun?.. Hocam ben onlar kadar olur muyum ya? E o zaman kaybettin Allah onları daha çok seviyor senden dedim. Sonra bak nerede konuşuyorsun, Mescid-i Nebevi’nin kapısındasın, ziyaretine geldiğimiz Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem açlıktan karnına taş bağlıyordu. Bazen iki tane taş bağlıyordu ki midesindeki açlığı hissetmesin. O zaman demek ki Allah onu hiç sevmiyordu. Falan neyse… Sonra bu adamla dostluğumuz devam etti ama şöyle devam etti; bir tane fakir göndersem ben yardım ettiğini hiç hatırlamıyorum bugüne kadar ama belki etmiş olabilir… Bir keresinde bir işte konfeksiyon ürünlerinden bir kaç tane gönder de bizim Müftülüğe çok gelenler oluyor verelim dedik. Öyle bir şeyler gönderdi ki hiç kimseye veremedik. Utandığımızdan yani şimdi, bunu nasıl verelim bu millete diye…
Katılımcı: (anlaşılmıyor 46:10)
Hoca: Şimdi bir keresinde, bir keresinde şimdi konuşuyorduk, Hocam işler şahane”. İyi. İşte bir buçuk milyon dolarlık şeye, Fransa’ya ihracat yaptım. A ne güzel. Ya dedim bak falanca bir fakir var ona üç yüz dolar vermemiz gerekiyor. Hocam hiç beş kuruş param yok, dedi. Aynı anda. Ondan sonra iki sene evvel bana telefon etti. Hocam! Ne var? İntihar edeceğim! E et, ne var? E ben bir yanına gelmek istiyorum, geldi buraya. Ne oldu? İşimi kaybettim, dedi. Atölyeleri satmış, işçileri çıkarmış… Neyse kaybetmesinin sebebi de başka, gene bir telefon açmıştı, Hocam ya işte bu finans kurumları bize yardımcı olmuyor, bankalar şey yapmak istiyor, küçücük bir şey var , param gelecek Fransa’dan, bir iki gün gecikiyor, az bir paraya ihtiyaç var bankadan alabilir miyim? Alamazsın dedim. Almış. Oradan küçük bir para almış, adamın bütün servetini yemiştüketmiş. Şimdi buraya geldiği zaman, saydı: “şu gitti, bu gitti, bu gitti, bu gitti… Ve dedi ki: “Otuz senedir ilk defa… Arabayı da sattım. Şimdi akbille eve gidip geliyorum. Hocam dedi çok kötü durumdayım. Şöyle zekattan bana bir otuz bin dolar hiç olmazsa bir yerden bulur musun? dedi. Ulan kerata, sen o bir buçuk milyon dolar dediğin zaman, ben senden bir fakire üç yüz dolar vermemiz lazım dedim, hiç yanaşmadın değil mi? “Ben nereden bulayım?” dedim ya. Dedi ki: “Ya intihar edeceğim.” Niye intihar ediyorsun dedim? İntihar edersem, sigorta bizim çocuklara yüklü bir yardım yapar,” sigortalatmış kendisini “oradan bizim borçları öderler, rahat ederler.” Yani?! Neresinden tutarsın bunun? Şimdi adamın da büyükçe bir köşkü var. Çok değerli bir köşkü var; orayı sat dedim. E az paraya veriyorlar. Senin canından kıymetli mi dedim. Sonra orayı üçte birin altında bir değerle sattı. Üçte birin altında bir değerle sattı, borçlarını falan ödedi. Geçende telefon açıyor, işte işler nasıl? “Yavaş yavaş toparlıyorum…”
İşte böyle günler var. Şimdi iyi gider gider gider ama… Siz bunlar benim derseniz, işte böyle olursunuz. Bunlar senin değil kardeşim. Bunların hepsi Allah’ın sana verdiği maldır. Bu malı Allah’ın istediği gibi kullanırsan daha çok verir. Siz kendinize bakın. Mesela evde eşinize… Eşiniz bir elbise istese, getirseniz… Elbiseyi şöyle gereği gibi giyinse bir tane daha almak istersiniz öyle değil mi? İmkanınıza göre… Ama onu hiç ortalıkta görmesen bir tane daha istese, “yahu öbürünü ne yaptın?” diye sorarsınız. Yani her şey öyledir. Allah’ın kanunu bu. Allah bir şey verdi. Ya bir tane basit bir araban olabilir, önemli değil. Allah’ın nimeti kardeşim. Elindeki o. Onu düzgün kullan. Ondan çok daha iyisini Cenab-u Hakk sana mutlaka verir arkasından. Çünkü ne diyor: le in şekertum le ezîdennekum “Şurası kesin: Hele şükredin, yani teşekkür edin, mutlaka artıracağım.” (İbrahim 14/7) diyor. Yani Allah’ın verdiği nimetin kıymetini bilmek lazım. İşte o nimetin kıymetini bilmek, o nimeti, Nimet Veren’in istediği gibi harcamakla olur. Hep biriksin hep biriksin dediğiniz zaman sizin eviniz çöp eve döner. Çünkü Allah’ın istemediği şekilde biriktiriyorsunuz. Bir müddet sonra patlama olur, sizi de yakar, çevreyi de yakar.
Bakara Suresi’ne dönüyoruz tekrar. Bakara iki yüz altmış altı. İki yüz altmış altıyı okuduk değil mi?
kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum tetefekkerûn
“İşte böylece, bunun işaretlerini Allah size açıklıyor ki, belki düşünürsünüz.” Bundan sonraki de öbür sayfanın sonuna kadar devam ediyor ama, biz bu arada Tevbe Suresi’nin altmışıncı ayetini de okuyalım. Tevbe dokuzuncu sure biliyorsunuz. Şimdi zekat… Yani sadaka… Hepsini veriyoruz tabi. Herkes imkanına göre verir. Az ya da çok. Yani bir insanın yüzüne gülmek de bir sadakadır, bir bardak çay ikram etmek de… Ya da işte ürününüzden bir şey vermek, neyse artık… Ne yapabilirseniz. İmkanlarınız ölçüsünde. Bir de farz sadaka var: O da zekat. Ona da zekat diyoruz. Bu da belli ölçüde imkanı olan insanların vermesi gereken, yıldan yıla vermesi gereken bir sadakadır. Yani o da yapılması gereken bir yardımdır. Ya da bugünkü tabirle, bir vergidir diyebiliriz. Şimdi buradaki ayette Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
İnnemas sadakâtu lil fukarâ
“Sadakalar fakirler içindir.” Fakirler; yani şimdi adamın evi olabilir, arabası olabilir, ev eşyası olabilir, ama ancak geçinebilir, bir kenarda fazla bir malı yoksa bu fakir sayılır. Sıfırdan oraya kadar fakir.
vel mesakîn
“Bir de miskinler için” Miskin; sekene kökünden geliyor. Yani hareketsiz. Aslında adamın elinden iş geliyor, yapabilecek bir şeyisi var, ama yapamıyor. Yani bunlar işsiz güçsüz kalmış kimselerdir. Kehf Suresi’nde Hızır aleyhisselamla Musa aleyhisselam’ın kıssasında; denizde bir gemi çalıştıran kişilerle ilgili Cenab-u Hakk miskin diyor. “Gemi birkaç miskine aitti.” “Denizde çalışan birkaç miskine aitti.”(Kehf 18/79) diyor. Yani bu ne demektir? Bu kişilerin yapacağı tek iş, denizde bu gemiyi çalıştırmaktır. Bu gemi olmazsa bunlar işsiz kalır. Ön tarafta da şey var, bir kral var. Sağlam gemileri gasp ederek alıyor. Ondan dolayı da Hızır aleyhisselam bunların gemisini yaralıyor ki ellerinde kalsın da geçinsinler. Gemiyi çalıştıran insana Allah-u Teala miskin diyor. O zaman miskinle fakir arasında bir fark olmalı. Bunlar gemi çalıştırıyorsa bunların evlerinde, evleri iyi olur normalde. Ev eşyaları da iyidir, geçimleri de iyidir ama, genellikle bu tür iş yapanların da borcu da olur yani. Çünkü gelir olduğu için, yeni yatırımlar yaparlar, yeni işte şey yaparlar… Gemi ellerinden alındı mı, bitti. Şimdi öyle kötü bir bitiş ki, toplum sizi zengin biliyor. Aileniz iyi geçinmeye alışmış, çoluk çocuğun bir sosyal statüsü var. Birdenbire kalakalıyorsunuz… İşte bir iş yerinde çalışan kişinin işinden olması hali. İşte bugün işsizlik tazminatı, işsizlik ödeneği gibi sözlerle anlatılan şeyler, işte böyle insanların onu iyi tanıdığı, o da o ana kadar herkese vermeye alışmış, alacak duruma geçtiği için de… Asla yapamayacağı bir şey. Kimseye de bir şey söyleyemiyor. İşte Allah bunlar için de bir kalem ayırmış. Bunlara da verilecek. Şimdi bunlar için de bir ödeme olduğu zaman, artık onların gelip istemelerine lüzum yok, zaten bu bir devlet organizasyonuyla dağıtılacak bir şeydir. O tipler zaten bilinir, gidilir bulunur ve hiç onurları kırılmadan onlara gereken yardım yapılır. Bir müddet sonra zaten onlar… Bu çok küçük bir şeydir. Bu tıpkı şey gibidir, hani eskiden basmalı şeyler vardı, emme basma tulumbası. Bir bardak su dökersen yukarıdan aşağıya tonlarca su çıkarırsın aşağıdan değil mi? Ama o bir bardak suyu dökmedin mi hiçbir şey alamazsın. İşte bu tür insanlara yapılan yardım o bir bardak suya benzer. Çünkü bir müddet sonra bunlar, müteşebbis insanlar. Bir müddet sonra bunlar iş yaparlar ama o şaşkınlık döneminin geçmesi lazım.
vel âmilîne aleyhâ
“Zekat toplama ile görevli olan insanlara zekat verilir.”
vel muellefeti kulûbuhum
“Kalpleri İslam’a ısındırılan kişilere verilir.” Şimdi burada, bir insanın… Mesela diyelim ki Anadolu’yu siz fethettiniz, Alpaslan geldi Romen Diyojen’i yendi Malazgirt’te. Anadolu’da size karşı direnecek güç kalmadığı için Anadolu’yu aldınız, ve hakim unsur siz oldunuz. Anadolu topraklarına hakimiyet kurmak çok kolaydır. Ama bu topraklarda yaşayan insanların gönüllerinde hakimiyet kurmak, onalrın kalplerine İslam’ı yerleştirmek, son derece zordur. İşte o zoru başarırken bu insanlara zekattan, ya da bunların önderlerine zekattan yardımda bulunmak lazım. Böylece onların kalplerini kazanmak lazım. Bir de onların kalplerini kazanmakla meşgul olan insanlar olacak, ekipler olacak. O konuda çalışan kimseler… Onlara da zekat vereceksiniz. Burada fakirlik zenginlik diye bir şeye bakılmaz. Yapılan işe bakılır. O zekat verdiğiniz kişi çok zengin de olabilir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Sufyan’a, Muaviye’ye vermiştir. Bunlar da çok da zengin insanlardı. Ama burada asıl mesele kalbi kazanmak. O insanı müslümanlığa yaklaştırmak. Ha bir müddet sonra şey yaptığı zaman ondan çok daha fazla istifade edersin. Bir de onları bu işe yaklaştıran, İslam’ı mesela yeni fethedilmiş Anadolu’ya yerleştirmeye çalışan kimseler de bu fondan beslenmeliler. Onların parası var mı yok mu bakılmaz. Fakir mi zengin mi bakılmaz. Emeklerini oraya tahsis ettikleri için buradan beslenmeleri lazım. ve fîr rikâb “Bir de boyunduruk altında olan insanlar” Mesela bugün dünyanın çeşitli hapishanelerinde, Guantanama’da tutuklu olan insanlar var. Onları kurtarmak için harcayacağınız parayı da zekattan harcarsınız. vel gârimîn “Ve borçlular” Şimdi tabi, sanayide bilhassa, ticarette de bazen olur ama sanayide daha çok olur, bazen işyerleri sıkışır. Küçücük bir destek verdiğiniz zaman, hem üretim devam eder, hem de oradaki çok sayıda işçinin hayatı devam eder. Ama şimdi bazıları der ki, “canım banane fabrikasını satsın zengin adam” Tamam güzel. Adam fabrikasını sattığı zaman kendisini kurtarır, ama beri tarafta ülke için lazım olan bir üretim yapılamaz, öbür tarafta da onlarca ya da yüzlerce işçi işsiz kalır. Ve onların gelirleriyle beslenen bir sürü bakkalıdır, kasabıdır, manavıdır, bunlar da işsiz kalır. Ama bu borçlu olan kişiye küçücük bir yardım yaparsınız, zekattan karşılıksız, sonra o, belki bir kaç ay sonra onun birkaç katı size zekat verecek hale gelebilir.
ve fî sebîlillâhi vebnissebîl
“Allah yolundaki her türlü hayır harcamaları” buna girer. Bir de o yolun açık tutulması için, yani Allah yolunda bir yere hizmet ediyorsunuz, mesela kamu harcamaları için harcıyorsunuz. “Bir de o kamu düzeninin ayakta durması için çalışan insanlara” da bu zekattan vermek gerekir. Kısacası Kur’an-ı Kerim’de devlet geliri diyebileceğiniz tek kalem, budur. Bunun dışında bir de şey var, ganimetler var. Herhalde hiçbir devlet ganimete göre bir bütçe yapamaz. “Bu sene İran’a vuracağız, İran’ın petrolü var, kaç lira eder – şu kadar, hah bütçeye şunu bir yazalım.” Böyle bir şey olur mu? Ya seninkiler giderse ne olacak?
Hoca: Ayette öyle bir şey yok, bak. Adam… Buradaki vasıflar başka. O zekat vereceğin kişinin ibadet… Az önce ne anlattık? Adamı müslümanlığa celbetmek için, adam putperest de olabilir; verirsin, biraz bu tarafa doğru yönlenmesini sağlarsın. Ya da hücumunu engellersin. Zekat çok amaçlı bir şeydir. Ve zekat çok büyük bir gelirdir. Burada zannedersem vardır, biz bir ara bir toplantı yapmıştık. Devlet Planlama Teşkilatı uzmanlarını da çağırmıştık. Devletin elinde bulunan rakamlara göre bir hesap yapın demiştik onlara. Ki devletin elinde bulunan rakamlar, asla zekat rakamları değil. Çünkü devletin zekat alma diye bir programı yok. Sadece vergiye esas olan bir takım şeyler almışlardı. Onların yaptığı hesaplama, işte o seksenli yılların başıydı, yani 84-85 olabilir… Onların yaptıkları hesaba göre o senenin bütçesinin üç katı ediyordu zekat! Bir de zekat hesabı yapacak olsanız gerçek manada… Zannedersem buna belki bir iki kat daha eklenebilir. Çok ciddi bir gelir var. Çok ciddi bir gelir var. E şimdi siz buna, devlet olarak, yani bir devlet politikası olarak zekatı ele almazsanız, o zaman bir sürü şeyler ortaya çıkar. Hile-i Şer’iyyeler… Anlatırlar; adam tutuyormuş altınını koyuyormuş bir şeyin içerisine, bir kabın içerisine, torbanın içine neyse, üzerine de buğday dolduruyor. Fakir geliyor, al bu benim zekatım, aldın kabul ettin mi ettim. Ya bu, topu topu ne tutacak kardeşim? Yarım altın. Ben sana iki altın vereyim bunu bana sat. Ooo Allah razı olsun senden! Adam satıyor, içindekileri bilmiyor tabi ne olduğunu… Adam da zekatını verdi. Şimdi bu işi ciddiyetle ele almazsanız bu tip çatlaklara da engel olamazsınız. Bunun fetvasını veren de çıkar, hepsi de çıkar. Evet
Katılımcı: (anlaşılmıyor 01:04:03)
Hoca: Evet, olabilir. Peki böylece…
Katılımcı: Soru vardı Hocam.
Hocam: Yok soru almıyorum bugün. Almıyorum hayır. Soru yok soru yok, şimdi ben bir yere gitmek zorundayım.
Katılımcı: Çok kısa birşey hocam, onu soracağım.
Hoca: İyi söyle hadi.
Katılımcı: Kişilere verilir, vakıflara veyahut da kuruma verilmez diye böyle birşey var.
Şimdi, vakıfların ağzı yoktur, burnu yoktur, yemez, içmez. Devlet de yemez, içmez ama, orada çalışanlara verilir. Yani oraya verdiğin zaman, oradaki zaten insana gidecek başka bir yere gitmeyecek. Peki böylece…
farîdaten minallâh
“Allah’tan bir farz olmak üzere verilir.”
vallâhu alîmun hakîm
“Allah bilir ve doğru karar verir.”
Benim şimdi bir toplantıya gitmem lazım, onun için erken bırakıyorum. Sorularınızı haftaya alırım inşaallah. Allah hepinizden razı olsun…