Şimdi, Nebe Suresine devam edeceğiz. Geçen hafta bu sureye başlamıştık. Kuran-ı Kerim’in 30. cüzü ilk suresi ve 78. ayeti.
Bismillahirrahmanirrahim. Kısa bir özet şeklinde yine baştan alıyoruz. “Birbirlerine neyi sorup duruyorlar? O büyük haberi mi, yücelerden alınan o büyük haberi mi?” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin getirdiği haberi. “Öyle ki onlar bu konuda farklı görüştedirler.” Geçen hafta da söylemiştik, burada nebe kelimesi vardır. Haber demek, önemli haber, yüksek yerden alınan haber. O haberi alan kişiye de nebi denir. Dolayısıyla nebi, o haberi getiren yani Allah’tan aldığı haberi bize getiren kişidir. Vahiy alan kişidir.
Bir de resul vardır. Resul, elçi demektir. O sözü başkasına ulaştıran kişidir. Yani haber almaları, vahiy almaları açısından peygamberlere nebi denir. O haberi insanlara ulaştırmaları, tebliğ etmeleri açısından da resul denir. Kuran-ı Kerim’de resullerin görevi tebliğ olarak belirtilir. “Peygamberlere düşen tebliğden başkası değildir.” Dolayısıyla resuller haber alan kişi değil, haberi tebliğ eden kişilerdir. Onun için siz Kuran-ı Kerim’de görürsünüz, aynı zatla ilgili nebiyürresul kelimesi geçer. Yani hem nebi hem resul. Onu çok görürsünüz Kuran-ı Kerim’de. Bizim peygamber dediğimiz, peygamber olarak inandığımız zatların tamamı nebidir ve resuldür.
Bir de o peygamberlerin aldığı haberleri insanlara duyuran kişiler vardır. Onların nebi olması gerekmez. Onlar alınmış haberi duyururlar. Yani tıpkı resullerin yaptıkları işi yaparlar. İşte Allahü Teâlâ şurada şöyle buyuruyor diye ayeti okur, eğer o kişi ayetin dilini anlamıyorsa o ayetin dilini karşı tarafın anladığı dile çevirerek anlatır. Tebliğde bulunmuş olur, kendisinden herhangi bir şey katmayarak. Kendisinden herhangi bir şey katarsa o zaman o, tebliğ olmaktan çıkar. Yani kaynaktan bir bardak su alıyorsunuz insana veriyorsunuz. O, o suyu içiyor. Siz diyebilirsiniz ki ben bu suyun içine biraz şeker atıyorum, çok tatlı oluyor. Ona verirken de içine şeker atayım tatlı olsun. Adam şeker hastasıdır, adamı komaya sokabilirsiniz.
Onun için yapmamız gereken şey, yani resullerin yapacağı şey içine hiçbir şey katmadan, siz çok beğenebilirsiniz, önemli değil. Allah’ın kelamını olduğu gibi Allah’ın kuluna aktarmaktır. Dolayısıyla resullük görevi bitmiş değildir, kıyamete kadar devam eder. Bugün Peygamber s.a.s. burada olsaydı yapacağı şey aldığı vahyi insanlara tebliğ etmekti. O bu dünyadan ayrılmış ama aldığı vahiy olduğu gibi elimizde duruyor. Bunu tebliğ görevi kıyamete kadar Müslümanlara düşer. Biz ne oluruz? Resulü resulullah oluruz. Allah’ın resulünün elçisi oluruz. Tabi Allah’ın resulünün getirdiği de Allah’ın kelamı olduğu için Allah’ın elçisi de oluruz.
Kuran-ı Kerim’de görürsünüz, geçen hafta örnek vermiştim kolay anlaşılsın diye. Hemen birçoğunuzun zihninde o ayetler var. Yoksa bunun Kuran’da çok sayıda örneği var bu dediğimin. “Onlara o şehir halkını örnek ver. Resuller gelmişti oraya.” Antakya’ya. Hangi resuller? İsa aleyhisselamın gönderdiği resuller yani onun elçisi. Bu anlamda Kuran-ı Kerim’de vardır. İşte elçilerini gönderdiler. Yani Türkçedeki elçi kelimesinin birebir karşılığıdır resul. Allah’ın resulü olursa Allah’ın elçisi olur. Sizin resulünüz olursa sizin elçiniz olur. Yani sizin sözünüzü karşı tarafa iletir.
Yani bu konuda bir kısım yanlış görüşler zihinlere yer ettiği için bunu arada sırada tekrarlamak lazım. Nebilik bitmiştir çünkü artık Allah’tan vahiy alma olayı yok. Ama resullük devam eder, Allah’tan Peygamberimizin aldığı, elimizde bulunan bu vahyi insanlara tebliğ etme görevi devam eder. İşte burada diyor ki “Neden soruşturuyorlar? O büyük haberden mi yani nebinin getirdiği haberden mi? Onlar o konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Yakında öğrenecekler.” Bu dünyada da öğrendiler, ahirette de öğrenirler. Peygamberimizin s.a.s. getirdiği haber kısa sürede Mekke’de yayıldı. Onu orada barındırmadılar, Medine’ye gitti. Medine’de çok daha güçlü hale geldi, 8 yıl sonra Mekke’ye döndü ve Mekke’yi fethetti. Peygamber efendimizin getirdiği bu kitap ve kitaptaki hükümler Mekke’ye, Medine’ye ve tüm Arap Yarımadası’na hakim oldu. Ama ona karşı çıkanlar hem dünyada hem ahirette kaybettiler.
“Hayır, yakında öğrenecekler. Hayır hayır, yakında bunları öğrenecekler.” Yani siz görürsünüz, durun görürsünüz. Onun gibi bir ifade. “Şimdi bu insanlar baksınlar, bu yeri bir beşik gibi yapmadık mı?” Yani insanoğlu bu yerin üzerinde duruyor. Dünya dönüyor farkında değiliz, beşik içerisindeyiz. Yeri beşik gibi yapmadık mı? Hepimizin rahat ettiği yani bir beşikte bir bebek nasıl rahat ederse biz de rahat ediyoruz, yürüyoruz, ayağımızı toprağa bastığımız zaman batmıyoruz. İşte bu dünyada yaşayabilmemiz için gereken imkanlar var.
Mekkeli müşriklere de sorulduğu zaman gökleri kim yarattı, yeri kim yarattı, bütün bunları Allah yarattı diyorlar. Dolayısıyla onlar açısından bu soruların cevabı çok kolay. “Yeryüzünü beşik gibi yapan kim? Allah diyecekler. Dağları da birer kazık yapmadık mı?” Yani şimdi yeryüzünün bir tabaka olduğu ortaya çıkıyor. Hani lavlardan oluşan magma tabakası üzerinde ince bir kabuk olduğunu söylüyorlar ya araştırmacılar. Magma, yani içerde lavlardan oluşan tabakaya ne deniyordu? Magma deniyordu. Magmanın üzerinde ince. bir kabuk olduğu söyleniyor. Bazıları diyorlar ki işte bir portakal kabuğu inceliğindedir yeryüzü. Onu sağlamlaştıran adeta işte tahtaya çakılan çiviler gibi dağlar var. Bu dağların üst kısımları da dünyada gözüküyor. Alt kısımları ta aşağılara kadar gidiyor, üst kısımları biraz daha yukarıya doğru çıkıyor.
“Sizleri de eşler olarak yaratmışızdır. Erkekli kadınlı eşler olarak yaratmışızdır.” Bu “eş” kelimesinin erkekliği dişiliği yoktur. Yani kadın için de “zevç” kelimesi kullanılır, erkek için de “zevç” kelimesi kullanılır. “Ezvaç” dediğiniz zaman, eşler. İster kadın olsun ister erkek olsun. Ama sonradan Arapçada “zevce”, bir örf olarak kullanıla gelmiş. Yani hanımlara zevce denmiş, erkeklere zevç denmiş. Fakat Kuran-ı Kerim’de “zevce” kelimesine rastlayamazsınız. Kadına hangi kelimeyle hitap ediliyorsa erkeğe de aynı kelimeyle hitap edilir. İkisine de zevç denir. Zevcein dendiği zaman çiftler, eşler demektir. Yani kadın için de kullanılır, erkek için de kullanılır. Fakat gelenekteki, o zihnimizdeki alışkanlık sanki zevç deyince erkekleri anlamamıza sebep oluyor, bu konuda düşünmediğimiz zaman. Halbuki burada her ikisi için de geçerli olan sizleri eşler olarak yarattık. Yani erkekli dişilisiniz. Evli olmanız gerekmiyor, çift. Yani “zevç” kelimesi o çiftin teki. Tam Türkçede eş yani evlilere de eş diyoruz, şu ayakkabının eşi diyoruz değil mi? İşte bilmem şu koyunun eşi diyorsunuz, bilmem ne. İşte o çift kelimesinin tam karşılığı. Türkçede zaten aynı anlamda kullanıyoruz. Evlilere de çiftler deriz, eşler deriz. Başkalarına da aynı kelimeyi kullanırız.
“Uykunuzu da bir kesilme anı yaptık.” Yani uyuduğunuz zaman dünyadan hiç haberiniz olmuyor. Tamamen kesiliyorsunuz. Ne olmuş ne bitmiş hiç umurunuzda bile değil. Bilemiyorsunuz ne olup bittiğini. Dünyayla ilişkiniz kesiliyor o zaman. İşte o anda vücut dinleniyor demek ki. Ondan dolayı herhalde elimdeki mealde “Uykunuzu dinlenme yaptık.” diyor. Aslında dinlenme değil, kesilme. Ama onun gereği yani çünkü artık zihniniz birtakım şeylerle meşgul olmadığı için vücut rahatlamış oluyor ve dinleniyor o arada.
“Geceyi bir elbise olarak oluşturduk.” Şimdi elbise giyiniriz, bütün vücudumuzu kapatır değil mi? Gece ne yapıyor? Gece her şeyi kapatıyor. Bizi de kapatıyor, bütün dünyayı da kapatıyor.
“Gündüzü de bir yaşama zamanı yaptık.” Mesela işte geceyi aydınlatmak için bakın bir sürü lambalar yakıyoruz. Ama gündüz olsa bunlara ihtiyaç olmaz. Yani gece, güneş battıktan sonra artık herkes evine çekilir, dinlenmeye başlar. Ha, yaşayabilmek için de bir sürü masraflar yapılır. İşte yolların aydınlatılması, evlerin aydınlatılması falan, bir sürü ilave masraflardır bunlar. Asıl çalışma zamanı gündüz.
“Sizin üzerinize de sağlam yedi göğü oluşturduk.” Yedi sağlam gök var sizin üzerinizde. Peki, üzerimizde yedi sağlam gök var. Kuzey Kutbun üzerinde mi Güney Kutbun üzerinde mi? Japonya’nın üzerinde mi yoksa Amerika’nın üzerinde mi? Hangisinin üzerinde? Hepsinin üzerindeyse dünya bu yedi göğün neresinde? Tam merkezinde değil mi? Şimdi geçen hafta bir arkadaş şöyle dedi. Buna benzer bir şeyler söylemiştim. E Hocam sen öyle söylüyorsun ama işte dünyaya sen kainatın merkezi diyorsun. Gökten bir, hatta internetten mi sorulmuştu tam net hatırlayamıyorum. İşte Beyt-i Mamurdan bir taş düşse Kabe’nin üzerine düşer deniyor. Halbuki dünya güneşin etrafında dönüyor. Güneş şöyle oluyor falan. Ben de o arkadaşa dedim ki bak Kuran-ı Kerim’de şu var. “Güneş kendisi için bir karargah haline getirilmiş. Yani üzerinde bulunduğu, kararlı olduğu bir yerde akar gider.” Yani bir yörüngede akar gider diyor ayeti kerime. Peki, dünya ile ilgili böyle bir şey var mı dedim. Yok dedi. Hah, o zaman öyleyse bu bilgilerimizi tashih edeceğiz demektir, düzelteceğiz.
Hani size söylemiştim ya, sizin vücudunuz üzerindeki bir hücrenin içinde bir dünya olabilir. Yani hücrelerin içine girdiğiniz zaman her şey var. Bir hücrenin içinde bir dünya. Şimdi o hücrenin içinde olanlar sizin vücudunuzu tarif etmeye kalkışsalar ne diyecekler? Bu hücre, bu vücudun neresinde bulunuyor, ne söyleyecekler? Bir şey söyleme imkanları var mı? Tahmin yürütecekler başka yapacakları bir şey yok. E şimdi bu yedi göğün içine küçücük bir parçacık olarak duruyoruz.
Bu yedi göğün neresindeyiz? Zaten yedi gök kavramı astronomide yok. Sadece bir gökyüzü var. Kuran-ı Kerim’e baktığımız zaman yıldızlarla donanmış olan kısım, birinci kat sema oluyor. Astronominin uğraştığı da yıldızlar. Başka ötesi yok. Ondan sonra kara delikler deniyor. Ha, o kara delikler tabi Allah bilir, gök kapıları olabilir. Yani öbür semalara geçiş alanları olabilir. Oradan içeri bir yıldız gitti mi bir daha işte kayboluyor, yutuyor falan deniyor. Yutuyor mu öbür tarafa mı geçiyor? Onun için burada bizim imdadımıza yetişecek olan Yaratıcıdır. Dolayısıyla her türlü ilmi çalışmada olduğu gibi astronomide de olmazsa olmaz kaynağımız Kuran-ı Kerim olmak zorundadır. Her türlü şeyi buna göre bina etmemiz lazım.
“Ve gökyüzünde de hem ısı hem ışık yayan bir kandil de oluşturduk.” Bu da güneş biliyorsunuz. Hem ısı yayıyor hem ışık yayıyor.
“O sıkıştıranlardan da bol miktarda serpiştiren, yukarıdan aşağıya döken su indirmişizdir.” Sıkıştıranlar deniyor. O bulut öbürünü sıkıştırıyor, bu sıkıştırmadan dolayı yağmur yağıyor. Oradan yağmur indiriyoruz. “Onunla o indirilen yağmurlarla taneli bitkileri çıkaralım diye ve diğer bitkileri.” Şimdi diğer bitkiler de bitki, taneli olanlar da bitki. Niye hab ve nebatı ayrı ayrı zikretmiş Allahü Teâlâ? Demek ki o taneli bitkilerin insan hayatında büyük bir önemi var. Şimdi bakın mesela buğday taneli bitkidir. İnsanların olmazsa olmaz gıdasıdır. Bazı yerlerde de bir başka taneli bitki olan pirinçtir. İşte mesela bizim Anadolu’da kuru fasulyeyi çok severler. Taneli bir bitkidir. Demek ki taneli bitkilerin bir farklı özelliği var ki Allah ona dikkat çekiyor. Taneli bitkileri ve diğer bitkileri yaratırız.
Aslında insanlar da gökten yağan yağmurlarla oluşmuşlardır. Yani o bitkiler nasıl olmuşsa çünkü “Embetekum minel ardi nebata.” diyor Allahü Teâlâ. “Sizi de topraktan bir bitki gibi bitirmişizdir.” diyor. O gökten yağmur yağmasa bizim yapımızı oluşturan gıdalar oluşmaz. Gıdalar oluşmazsa ne anamızın vücudunda ne babamızın vücudunda tohumumuzu oluşturan bir şey olmaz. Onlar olmazsa yaşayamayız. Biliyorsunuz Ankara’daki barajlardaki su sıfıra inmiş diye haberlerden duyuyoruz. Bir yerlerden getirip Ankara’nın su ihtiyacını karşılıyorlar. Peki, o da biterse ne olacak? Sizin Ankara’yı terk etmekten başka çareniz var mı? Ankara’yı terk ettiniz. Nereye gideceksiniz? Yağmur yağan başka bir yer varsa oraya gideceksiniz. Çünkü susuz olmanız mümkün değil. Hadi bir gün susuz kalın bakalım. Onun için o gökten yağmur yağmazsa insanların yaşaması da mümkün değil.
“Biri diğerinin içine girmiş cennetler oluştururuz.” Cennetler! Bu cennet kelimesi, cennet örtü demek. Mesela mecnun derler, manası ne? Deli, delilere denir. Ne demek? Aklı örtülmüş demek. Cin denir, göremediğimiz için. Yani bize örtülü olduğu için denir. Cennet de bitki örtüsüyle örtülen toprağa denir. Yani o toprağı örten bitki örtüsüne denir cennet. O örtüye denir yani. “Birbiri içine girmiş olan cennetler” Nedir, şimdi bakın bir ağaç bakarsınız ki dalı uzamış öbür ağacın dalları arasına girmiş, o dallar da bu tarafa girmiş. Şu ot onun arasına girmiş, bu onun arasına girmiş, böyle birbirinin arasına girmiş olan ve toprağı örten örtüler.
Cennet de o toprağı örten örtü olduğu için, yani o bitki örtüsü olduğu için Kuran-ı Kerim’de altından ırmaklar akan cennetler ifadesi kullanılınca mana ne olur? Neyin altından akıyor? Örtünün altından akıyor. Yani o ağaçlarının ya da otlarının altından akıyor. Zaten ırmak nereden akar? Oradan akar, üstten akmaz ki. Onlar küçük suların gittiği yerlere de ırmak derler. Ama biz Türkçede cennet deyince onu hiç anlamayız. Altından ırmaklar akan dediğiniz zaman ben mesela çocuklukta bir türlü tasavvur edemezdim. Şimdi altı cam olacak, camın altından mı akacak, camın üzerinde nasıl bir bahçe olacak falan? Yoksa işte nehirlerin üzerinde cam mı olacak? Bir türlü tasavvur edemezdim bu nasıl şey diye.
Şimdi Adem aleyhisselamın cennetinden bahsedelim yeri gelmişken. “Şu cennete gir.” diyor Allahü Teâlâ. Hangi cennet? Adem aleyhisselam nerede yaratıldı? Yeryüzünde yaratıldı yani yaşadığımız topraklarda yaratıldı. Peki, yaratıldıktan sonra bu dünyadan ayrılıp da bizim bildiğimiz cennete gönderildi mi? Yok. Burada kaldı. “Burada yaşayacaksınız, burada öleceksiniz, tekrar burada dirileceksiniz.” O zaman bu cennet hangi cennet? Dünyadaki bahçelerden bir bahçe işte. İşte Kuran-ı Kerim ona da cennet diyor. O zaman aklını kullanacaksın. Efendim orada inin diyor. Size de biraz sonra diyeceğiz ki inin buradan aşağıya. İneceksiniz işte. İnin derken gökten inin demek değil ki. Ha, bir ayette de “Şehre inin.” deniyor. Nereden iniyorlar, bulutlardan mı? Türkçede de kullanılır, arabadan in denir, gemiden in denir. Kuran-ı Kerim’de de var işte Nuh aleyhisselamın gemisinden inmek için de aynı kelime kullanılıyor. Köyden şehre in deniyor.
Şimdi, bunu o cennet yani ahiretteki cennet olarak düşünenler diyorlar ki Allah Allah! Cennete şeytanın ne işi var? O cennette işi yok zaten de ama bu cennetlerde çok işi var onun. Yani dünya bahçelerinde onun çok yapacak işi var.
“Fasıl günü, bir mikattır.” Mikat, bugün randevu kelimesi kullanılıyor ya, nereye gidiyorsun? Randevum var. Ne demek randevum var? Yani şu saatte falan yerde buluşalım demek. Hem yerini hem saatini belirliyorsunuz. İşte mikat o. Yani zamanı ve yeri belli olan bir durum var. Hacca gidenler de mikat mahallerine geçerler. Belli vakitlerde oralar belli maksatlarda kullanılır, onun için adına mikat denir. Mesela hac mevsiminde oralardan ihramsız geçemezsiniz. Ya da umreye gidecekseniz geçemezsiniz. Belli bir zamanda belli bir mekanın belli bir amaçla kullanılması.
“Fasıl günü -yani artık hakla batılım, iyiyle kötünün birbirinden tamamen ayırt edildiği gün- bir mikattır.” Yani belli bir yerde, belli bir zamanda insanların buluştuğu bir andır, bir yer, bir zamandır. Hangi gün orası mikattır? “Sur’a üfleneceği gün.” Sur nedir? Boru. Şimdi savaşlarda boru çalınır değil mi? Onun adı sur’dur. Ya da kalk borusu çalınır. Onun adı sur’dur.
Şimdi herkes uyuyor. Yani bütün ölenler uyuyanlarla aynı. Ruh vücuttan ayrılmış oluyor. Ruh vücuttan ayrılmış, vücut ölmüş. Sonra tıpkı bir bitkinin tohumundan yeniden oluşması gibi vücut toprağın içinde oluşuyor. Bütün vücutların oluşması tamamlanıyor toprak içinde. Artık tam bir canlı vücut haline geliyorlar ama uyuyan birer vücut. Kalk borusu çalınıyor. Koğuş kalk. Hadi uyanın. Herkes kalksın. İşte o zaman herkes yatağından kalkar gibi kabrinden kalkınca o sıra ruh gelip vücuda giriyor. Çünkü onu da Allahü Teâlâ bize anlatıyor “Nefisler eşleştiği zaman”.
Çünkü insanın bu etten kemikten oluşan vücuduna da nefis denir, o vücuda girmiş olan ruha da nefis denir. Ölünce ruh nefisten yani vücuttan ayrılır. Uyku sırasında da ayrılır. Uyanınca gelir girer. Tekrar dirilince işte o kalk borusu çalınca herkesin ruhu gelir kendi vücuduna girer. Herkesin kendi vücut yapısı aynı, hatta işte “biz onların parmak uçlarını bile eski seviyeye getirmeye kadiriz.” diyor. Yani her birimizin parmak izleri bile aynı olacak. Dolayısıyla vücut aynı vücut. Yani baktığınız zaman tanıyacaksınız, burada nasıl birbirinizi tanıyorsanız.
Ha, oradaki vücudun farkları var tabi. Topal değil, belli bir yaşta, sapasağlam, yeniden yaratılmış. Yani çürük bir ağacın tohumunu toprağa atsanız çürük ağaç mı biter? Öyle mi olur? Sağlam ağaç biter. Şimdi diyorlar ki ya efendim birisi topal, birisi şöyle… Yok kardeşim. E birisi çirkin, birisi güzel… Yok. O eğri büğrü olmuş bir ağacın tohumunu toprağa atsan düzgün bir fidan çıkar oradan. Ama bu, şudur diye tanırsınız. İşte bütün insanlar da kendi vücutlarına orada kavuşacaklar ve ruh gelip o vücuda girecek, başka bir vücuda değil. Tıpkı yataktan kalkmış gibi. Onun için diyecek ki “Bizi uyuduğumuz yerden kim kaldırdı?” Bizi uykumuzdan kim uyandırdı diyecektir. Çünkü öldüğünün farkında değil, uyuduğunu zannediyor. Biz onu dünyada her gün yaşıyoruz. Yani o kıyamet dediğimiz olayı dünyada her gün yaşıyoruz. Dolayısıyla insan ahirette yeniden dirildiği zaman işte onlardan bir tanesi de o. Öyle düşünüyor.
Kıyam ne demekti? Ayağa kalkmak. Kıyamet ne? O da ayağa kalkmak. Şimdi, akşam uyuduğumuz zaman tıpkı ölüm gibi olmuyor mu? Her zaman okuduğumuz bir ayet var biliyorsunuz. “Ölümü sırasında Allah nefisleri çeker alır.” Yani ruhları. “Ölmemiş kişinin ruhunu da uykusundayken alır.” Uykuda ruhumuz alınınca biz kabre benzer bir yere girmiyor muyuz? Nereye giriyoruz? Yatağa giriyoruz. Üzerimize toprak yerine ne örtülüyor? Yorgan örtülüyor. E sabahleyin de uyandığımız zaman ayağa kalkmıyor muyuz? İşte ona kıyamet denir. İşte o kıyamettir. Namazda ayağa kalkarken ne diyorsunuz ona? Kıyam. Hah işte aynı. Ona kıyamet denir. Onun için ahirette insanlar kabirlerinden kalktıkları zaman yataklarından kalktıklarını zannedecekler. Öldükleri zaman da uyuduklarını zannedecekleri gibi. O zaman ne diyecek? Merkat, Kuran’da geçiyor aynı kelime. Rukut: Uyuyanlar. Uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı?
Baas da kalkmak demektir. Bu baas kelimesini biz kendi aramızda sadece ahiret için kullanırız. Yataktan kalkma manasındadır. Kuran-ı Kerim’de Allahü Teâlâ hem ahiret için hem dünya için kullanır. Neydi o ayeti kerime? “Gündüzün size baas eder belirlenmiş süre tamamlansın diye.” Yani yataktan kalkmaya ne diyor ayet? Uykudan uyanmaya baas diyor. Enam Suresi 60. ayet. Uykudan uyanmaya nasıl baas deniyorsa öldükten sonra dirilmeye de baas deniyor. Uyuma ile ölümü ayeti kerime aynı sayıyor.
“Sura üfleneceği gündür sizin mikatınız.” Yani buluşma yeriniz ve zamanınız. İşte o sura üflendi mi ki bu ikinci surdur. Birinci surda bütün düzen bozuluyor. Birinci surdan sonra bütün insanlar ölüyor. Ondan sonra dağlar bir pamuk gibi atılıyor. Şimdi yorgancılar o pamuğu atarken nasıl atarlar? Bir tarafı çukur bir tarafı yüksek mi olur? Nasıl olur? Tam eşit olması gerekir değil mi? Bir tarafı diğerinden farklı olursa olmaz. İşte dağlar da o şekilde yürütülür. Ayetlere baktığımız zaman denizler dağlarla dolduruluyor. Bütün yeryüzü dümdüz oluyor. Taha Suresinde: “Orada ne bir eğrilik görürsün ne de bir çukurluk, tümseklik.” Hiçbir şey yok, dümdüz. Birinci sura üflendiğinde öyle olacak.
Tabi orada bütün insanlar ölmüş olacak. Taha 107. ayeti kerime. Bütün insanlar ölmüş olacak. Ondan sonra 50.000 yıllık bir zaman geçiyor. Biraz sonra inşallah o ayeti eğer vakit geçmediyse. Geçmiş neyse daha sonraya kalacak herhalde. O süre içinde kainat yeni bir şekil alıyor. Tabi bütün yeryüzü bir bataklık haline dönüşüyor. İşte o bataklığın içinde insanlar yeniden tıpkı Adem aleyhisselamın ilk yaratıldığı gibi bir ortam oluşuyor. Sonra insanlar yeniden vücutlara sahip oluyorlar. Sonra da sura üfleniyor. Ama bu kadar zaman içinde geçen süreyi insanın bilmesi mümkün değil. Uykuda geçen süreyi bilemediğimiz gibi. Onun için insana sanki bir göz açıp kapamış gibi gelir. “O kıyamet işi bir göz açıp kapama gibi bir şeydir.” Onun için o yatağından kalkan insan “Yatağımızdan kim kaldırdı.” diyor. Aradan asırlar geçmiş hiç farkında değil. “Bu Rahman’ın vaat ettiği ve peygamberlerin haklı çıktığı durumdur.”
Evet burada getirdik iki haftadır ayetleri okumak bir türlü nasip olmadı. Bugün okumaya başlarsak epeyce zaman alır. Biraz birkaç ayet okuyayım da detaylarını haftaya inşallah anlatırız.
“Gök açılmıştır, kapı kapı olmuştur.” Şimdi orada cennet de yaklaştırılmış cehennem de yaklaştırılmış. “Cehennem getirildi” diyor. İyice getiriliyor oraya kadar. “Cennet de muttakiler için yaklaştırılmıştır.” Uzakta değil. Şimdi bunların arasında bir fark var. İlgili ayetleri okuyarak o zaman göklerin aldığı şekil, yerlerin aldığı şekil… Çünkü bundan önce güneşin etrafının sarıldığı anlaşılıyor. Tekvir, hani bir sarığın sarılması gibi böyle. Ayette o gün gökleri düreriz, bir defterin yapraklarını dürdüğümüz gibi. Yani defter yapraklarının ya da işte kitaplar için kağıtların dürüldüğü gibi. Yani bir rulo haline getiririz diyor. Öyle bir zamanda yıldızlar da ışığını kaybetmiş oluyor. Güneş de tamamen ışığını göstermeyecek hale geliyor. O zaman yeryüzünün üzeri kapkaranlık olmuş oluyor değil mi? Orada bir başka ayet görüyoruz. Zümer 69. “Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmıştır.” Çünkü artık onu aydınlatacak güneş de yok yıldızlar da yok. Allah’ın nuruyla yeryüzü aydınlanıyor. Ama ondan sonra tekrar gökler eski şeklini alıyor. Çünkü “Yaratılışı ilk başlattığımız gibi tekrar iade ederiz.” Onlarla ilgili ayetleri inşallah haftaya okumaya çalışırız.
Kuran-ı Kerim’de ayetler arası ilişkilerle meseleyi anlattığınız zaman öyle şeyler ortaya çıkıyor ki. Geçende pazar günü Rasim Hoca ile vakıfta çalışıyoruz. Rusçaya bizim Doğru Bildiğimiz Yanlışlar kitabını tercüme etti ama onun yaptığına tercüme denmez. Tam bir telif gibi. Çünkü tamamen kendisini bu işe vermiş, konsantre olmuş, gecesini gündüzünü onunla şey yapıyor. Okurken birçok şeyler ortaya çıktı. Sonra şu aklıma geldi. Allahü Teâlâ gayb bilgisinin bir kısmını Kuran’ı Kerim’e indirmiş değil mi? Diyor ya “Allah gaybını kimseye açmaz, razı olduğu peygamber hariç.” İşte bizim Peygamberimize gayb bilgisinin bir kısmını bildirmiş yani Kuran-ı Kerim’de olan. Kuran-ı Kerim’in nasıl anlaşılması gerektiğinin prensiplerini de Kuran’ın içine koymuş. Yani siz bu kitaptan nasıl istifade edersiniz? O bir ayetler arası ilişkilerle ancak anlaşılabilir. Onun prensiplerini de koymuş. Hamdolsun biz çalışmalarımızda hep o prensiplere uymaya gayret ediyoruz. Ona uydurmaya gayret edince başkalarının ulaşamadığı bilgilere ulaşmak nasip oluyor. Sanki birer gayb bilgisi gibi. Ki doğru gayb bilgisi. Ama Allah’ın bildirdiği gayb bilgisi. Şimdi mesela şu derslerde anlattığım birçok şey belki bazılarınıza yeni. İlk defa duyulan bilgi gibi gelebilir. Ama onun tamamı Kuran-ı Kerim’de var. Kuran-ı Kerim’de olduğu için bizim açımızdan gayb değil. Yani ulaşabileceğimiz bir bilgi. Ama o bilgiye ulaşmadığımız için, bir kenarda durduğu için sanki gaybdan haber verirmiş gibi bir hava ortaya çıkıyor.
Aslında biz Müslümanlar olarak gerçekten çok suçluyuz. Yani bütün insanlığa karşı suçluyuz. Çünkü Allah’ın kitabı elimizde bu kitaptan habersiziz. İnsanlara Allah’ın dini diye bu kitapla alakası olmayan şeyler anlatıyoruz. O insanları Allah’ın dininden uzaklaştırıyoruz. Din diye başka şeylerle meşgul oluyoruz. İnsanlığın huzuru için, güvenliği için gerekli şeylerden uzaklaşıyoruz. Hani Kuran’ı Kerim’i eğer insanlara anlatırsak yeryüzünde ne kadar insan varsa bundan istifade eder. Ama dünyası istifade eder, ahireti için istifade eden de inananlar olur sadece. Bu sebeple bizim çok çalışmamız lazım. Kuran’ı Kerim’i çok iyi kavramamız lazım. Ayetler arası ilişki de herkesin başaracağı bir şey değildir. Tam bir uzmanlık ister. Ama önemli olan bunun metodunu kavramak. Metodunu kavradıktan sonra insanlar o uzmanları çok rahatlıkla yetiştirirler. O kadar zor bir şey değil. Mesela biz çalışma yapıyoruz. Bizim gibi bin tane grup olsa, herkes Kuran ayetlerinden bir şeyler çıkarmaya çalışsalar o zaman bizim de hatalarımız ortaya çıkar. Onların yaptığı çalışmalar bizim için ufuk açıcı olur ve bütün insanlık bundan çok büyük istifade eder. Binlerce ekip olması lazım. İnşallah Müslümanlar bunun farkına varırlar.
Evet, birinci bölümü bu şekilde bitirelim.