Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Vessalâtu vessalâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Bugünkü dersimiz Haşr suresinin son sayfası. Benim elimdeki Kur’an-ı Kerimin 549. sayfası. 18. ayetten itibaren okumaya devam edeceğiz.
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû” “Ey iman etmiş olan kimseler.” Amene: iman etti, inandı, güvendi. Türkçemizde, iman kökünden emn kelimesi vardır, emniyet deriz. Emniyete bugün ne deniyor? Güvenlik Güçleri deniyor değil mi? Emniyet güvenlik manasına, Emniyet Teşkilatına da Güvenlik Güçleri deniyor. Onun için, emn güven anlamına gelir. İman da güvenme anlamını içerisinde bulundurur.
Ben Allaha inanıyorum diyen insan, Allaha güvenir. Allaha dayanır. Aksi takdirde yeryüzünde Allahı var ve bir bilmeyen hiç kimse yoktur. Biz günlük hayatımızda bu kelimeyi kullanırız. Dersiniz ki, ben bu adama hiç inanmam. Ya da bunun her dediğine inanmam dersiniz. Bu inanmam sözü her halde böyle bir insan yoktur manasına gelmez. Değil mi? O insan var. Ya da dersiniz ki, bu adam bana pek inanmaz. Yani güvenmez. Senin yokluğunu iddia etmiyor ki.
Yeryüzündeki bütün insanlar da Allahın var olduğunu bilir. Ama asıl problem Allaha inanmaktır. Yani güvenmektir. Allahın bazı sözlerini alıp bazı sözlerini almamak işte Allaha pek güvenmemek olur. O da imansızlık olur. Dolayısıyla iman eden insanlar Allaha güvenen insanlardır. Allaha güvenen, Allahın söylediği bütün sözlere güvenen kişidir.
İşte diyor ki Allah-u Teâlâ: “Yâ eyyuhâllezîne âmenû” “Ey iman etmiş olan kimseler.” Yani Allaha inanan ve güvenen insanlar. “ittekullâh.” “Allahtan korkun.” Yani Allahın koyduğu yasaklara karşı kendinizi koruyun. Kendinizi koruma altına alın. Dikkatli olun. Allahtan korkun yanlış bir şey yapmayın. “vel tenzur nefsun mâ kad demet ligad” “Ve her insan yarın için neyi hazırlamış ona baksın.” Yarın için neyin var? Ahirete neler götüreceksin. “vettekûllah” “Ve Allahtan korkun.”, “innallâhe habîrun bi mâ ta’melûn.” “Allah ne yapmakta olduğunuzdan haberdardır.” Her şeyinizi biliyor.
Bakın her insan yarın için ne yapmış ona baksın deniyor. İslam’da fert esastır. Kişi esastır, toplum değil. Toplum da çok önemlidir. “ûdhulû fîs silmi kâffeh” diyor Allah-u Teâlâ “Topyekûn İslama girin.” (Bakara 208). Toplum da çok önemlidir ama her bir ferdi inananlardan oluşan bir toplum. Şimdi, içinde hiç çürük olmayan elmaları bir sandığa doldurursanız problem olmaz. Bir çürük elma koydunuz mu diğerlerine sirayet eder.
Şimdi, burada bütün sağlıklı insanlar bir arada yaşasınlar. Problem yok. Ama buraya mikrop saçan bir adam geldi mi herkesi hasta edebilir. Dolayısıyla Müslümanlardan her bir ferdin sağlam olması lazım. Allah-u Teala diyor ki bir ayeti kerimede: “aleykum enfusekum, lâ yedurrukum men dalle izehtedeytum” “Siz kendinize bakın…” En’am suredinde mi? Mâide 105. 5. sure 105. ayet.
Evet 126. sayfada. “Yâ eyyuhâllezîne âmenû”. Gene aynı şekilde başlıyor. “Ey müminler” İnanmış olan kimseler, “aleykum enfusekum” “Siz kendinize bakın.” Niye kendinize bakacaksınız? İman kalp ile tasdiktir değil mi? Yani içten inanmaktır. Siz kimin içten inandığından emin olabilirsiniz insanlar içerisinde? Yani en küçük şüpheniz olmadan, şu adam yüzde yüz içten inanmıştır diyebileceğiniz kim var? Sadece kendiniz… Değil mi? Bir ikinci şahıs var mı?
Ha, diğer şahıslarla ilgili biz hüsnü zan besleriz. Onların iyi olduklarını düşünürüz. Onlar için kötü şeyler düşünmeyiz o ayrı bir konu ama yüzde yüz emin olabileceğimiz tek kişi kendimiz. O zaman sen esas kendini kurtarmaya bak kardeşim. Denizde sen boğuluyorken başkasını kurtaramazsın. Önce sen kurtul, sonra başkalarını kurtarmak için yardımcı olabilirsin. Onun için İslamiyet’te ben çok önemlidir. Ben… O büyüklük manasına değil, kibir manasına değil. Kendisini büyük görme manasına değil. O ben çok önemlidir. Çünkü o ben sağlam olursa, o sağlam benlerden oluşan toplum da çok sağlam olur.
Bakın bir Kuş Gribi hastalığı ülkeye geldi. O hastalık yayılmasın diye binlerce kuş, şey kanatlı hayvanı öldürdüler değil mi? Çünkü şey de öyledir; şirk de, batıl inançlar da öyledir. O bulaşıcı hastalık gibidir. Dikkat edin sağlık bulaşmaz. Hasta insanın yanına binlerce sağlıklı insan gitse hasta olmaz. Şey, o hasta iyileşmez. Ama hasta insanların arasına… Şey, sağlıklı insanların arasına bir tane hastalıklı adam girer ise, bulaşıcı ise hastalığı orada her birisini karantinaya da almak gerekebilir. Şimdi, tavuk gibi öldüremezsiniz ya adamları. Mecbursunuz onları tedavi etmeye, onlarla ilgili gerekeni yapmaya.
Şimdi, bazıları diyor ki, efendim Ebu Bekir (R.A) demiş ki: “Yarabbi! Benim vücudumu o kadar büyük yap ki cehennemi tamamen kaplasın, cehenneme artık hiç kimse girmesin.” Bunun manası nedir? Bir defa cehennemi küçümsemektir. Bu bir. Allahtan daha çok merhametli olmaya soyunmaktır değil mi? İki. Allaha meydan okumaktır. Hiç Ebu Bekir (R.A) gibi birisi bunu yapar mı? O zaman kul değil rabliğe soyunuyor.
Neyse, bu arada aklıma bir fıkra geldi, onu da bir anlatayım. Bizim Karadenizli Temeller hep sağa sola giderler ya. Hollanda’ya çalışmaya gitmiş. İş bulamamış. Dolaşırken işte bir kiliseye insanların girip çıktığını görmüş. Girmiş o da. Bakmış ki Papaz cennet satıyor. On dolara bir cennet. İşte istediklerine göre, bazısı yüz dolar veriyor.
Bu şey değil yani, gerçekten satarlar. Katoliklerin zaman zaman bahsettiğim bir kitapları var. Resmi kitapları ki, bugünkü Papa’nın Ratzinger’in hazırladığı bir kitap. Orada var. Cennet satma olayları var yani. Bu hikâye fala değil.
Bakıyor ki cenneti satıyorlar. Şimdi, o da düşünüyor. Gidiyor Papaz’a diyor ki, ben cehennemi istiyorum. Deli misin diyor. Cehennemi ne yapacaksın? Cenneti alsana. Yahu kardeşim ben cehennemi alacağım, sen satıyor musun satmıyor musun cehennemi demiş. E satıyorum. Ben cehennemi istiyorum. Ne kadarını istiyorsun? Tamamını istiyorum kaç lira diyor. Cehennemin tamamını alacağım diyor. Kaç lira? E beş dolar ver de git diyor. Nasıl olsa bir aptal bulmuş. Peki diyor bunun belgesini de verecek misin? Tabi vereceğim diyor. Cehennemin tamamı beş dolara şu Türk’e satılmıştır diye belge veriyor.
Şimdi, haftaya tekrar geliyor Pazar günü. O kilisenin kapısında oturuyor. Gelen herkese diyor ki, beyler hiç cenneti almak için uğraşmayın, cehennemin tamamı bende, sizi hiç sokmam içeriye diyor. Ondan dolayı cennet sizin için garanti. Papaz’a gidip cenneti almanıza gerek yok. Papaz bakıyor ki, ya gelen giden yok. Gelenler geri dönüyor şeyin kapısından. Allah Allah ne oluyor? Çıkıyor dışarıya. Bakıyor ki Türk onları geri çeviriyor. Bunu çağırıyor. Gel hemşerim diyor ne oldu? E diyor cehennemin tamamını bana satmadın mı? E sattım?.. E bunlar cehennem korkusundan cenneti alıyorlardı, nereye gidecekler? Hele gel bakayım diyor, gel. Sen şu cehennemi bana geri satar mısın diyor. Yok, satmam diyor. Yok, sat. Ondan yüklüce bir para alıyor, cehennemi geri satıp gidiyor.
(Gülüşmeler)
E şimdi, tabi, bakın gülüyoruz ama maalesef bu bir gerçek. Müslümanlar arasında da cenneti satanlar vardır. İşte, birisinden el alırsın. Garantilersin falan gibi. İşte, bizim cemaatimiz arasına giren cehenneme gitmeyecektir diye şeyler var. Yani bugün Türkiye’de çok büyük cemaati olan gruplarda bunlar var maalesef. Kitaplarında var. İşte, bakın Kur’an-ı Kerime ne kadar aykırı.
Hiç kimse Cenab-ı Hakka göre, “ve lâ teziru vâziretun vizra uhrâ.” “Hiç kimse kimsenin günah yükünü çekmez.” (Zumer 7). Herkes Cenab-ı Hakka karşı kendisi sorumlu. İşte burada da Allah-u Teâlâ diyor ki: “Yâ eyyuhâllezîne âmenû” “Müminler!”, “aleykum enfusekum” “Size düşen sizin kendi nefsinizdir.” Yani siz kendinize bakın. Nedir başkasıyla uğraşıyorsunuz?
Dikkat ederseniz, bizim dilimizi başkalarının hataları dolduruyor. Ha, başkalarını Allahın yoluna yönlendirmek için gayret gösterirseniz bu güzel bir şey tabi. Ama hataya bakacaksanız önce kendi kusurlarınıza bakın. Çünkü bütün dünya kusursuz olsa, siz kusurluysanız gene neticede bunun cezasını çekeceksiniz. Bütün dünya kusurlu olsa, sizin eğer Cenab-ı Hakkın affetmeyeceği bir kusurunuz yoksa ondan dolayı sizin bir sıkıntınız yok demektir.
“lâ yadurrukum men dalle izehtedeytum” “Siz yola geldiyseniz sapıtmış olan kişi size zarar veremez.”, “ilâllâhi merciukum cemîân” “Hepinizin dönüşü Allahın huzurudur”, “fe yunebbiukum bimâ kuntum ta’melûn” “Neler yapmakta olduğunuzu Allah size teker teker haber verecektir.” (Mâide 105).
İşte Haşr suresindeki ayet de bu mealde. Diyor ki Allah-u Teâlâ: “Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe” “Ey müminler Allahtan korkun.”, vel tenzur nefsun mâ kad demet ligad” “Herkes yarın için neyi göndermiş ona baksın.” Yani yarın karşısına çıkacak hayırlı iş olarak neler yapmış ona baksın. (Haşr 18).
Şimdi, biz bu dünyadan ayrıldıktan sonra ebedi hayatımız için bir şeyler yapabiliyor muyuz? Yapabileceğimiz bir şey var mı? Bitmiş oluyor her şey değil mi? Onun için, hani durumları kötü olanlar “Yarabbi bizi geri dönder terk ettiğimiz dünyada güzel şeyler yapalım” diye yalvarmayacaklar mı? Kur’an-ı Kerimde yok mu? O zaman çalışıp kazanma yeri neresi? Bu dünya. E şimdi bazı insanlar çıkıyor dünyayı kötülüyor. İşte, dünya şu kadar şöyledir, aman dünyanın bir değeri yoktur. Yahu kardeşim, sen ahreti kazanacaksan burada kazanacaksın. Bunun nasıl değeri olmaz. Seniz para kazandığın, asıl geçimine yarayan dükkânın değersiz mi? Maaş almana sebep olan işyerin değersiz mi? Ebedi hayatına sebep olacak dünya nasıl değersiz olur.
Onun için, lütfen o Hint Felsefesi’ne kapılmayalım. Dünya bizim için son derece önemlidir. Yapacağımız her şeyi Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yapmalıyız. Çünkü ahirette karşımıza çıkacak olan bu dünyadaki başarılarımız ya da başarısızlıklarımızdır. Başarı, Allahın başarı dediğidir. İnsanların dediği değil. Başarısızlık da Allahın başarısızlık dediğidir. İnsanların dediği değil.
“vettekûllah” “Ve Allahtan korkun”, “innallâhe habîrun bi mâ ta’melûn.” Çünkü ne yaparsanız yapın Allah onun içini dışını bilir. Allahtan gizleyebileceğiniz hiçbir şey yoktur. (Haşr 18).
“Ve lâ tekûnû kellezîne nesûllâhe fe ensâhum enfusehum.” “ Siz Allahı unutmuş insanlar gibi olmayın.” Nasıl Allahı unutuyor. Başka şeyler peşinde koşuyor, Allah nadiren aklına geliyor. Allahın kitabı, Allahın emirleri arada sırada birisi hatırlatıyorsa aklına geliyor. Başka şeylerle meşgul. Peki bunlara da Allah ne yapar? Kendilerini unutturur. Ne demek? Kendileri için öbür dünyada faydalı olacak işleri unutturur. Yazık ederler. E tabi insan… İşlenen bir haram insanı birçok şeyden mahrum bırakır. Yani haramla mahrum kelimesi aynı kökten. Haramlar insanları birçok şeyden mahrum ederler. E siz haramın içerisine girerseniz haram haramı doğurur. O onu, o onu, o onu; o zaman sürekli kötülüğe doğru kayarsınız. Bu defa yaptığınız her hareket sizi daha da batırır.
Ama kendimizi korumak zorundayız. Kendimizi korursak… Koruma da Cenab-ı Hakkın koyduğu sınırlar dâhilinde olacak tabi. O zaman da yaptığımız her hareket güzel olur. Hem dünyamız son derece mutlu olur hem ahiretimiz. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Ve li men hâfe makâme rabbihî cennetân.” Rahmân suresinde (46. ayet). “Rabbinin huzurundaki durma olayından korkan…” Yani Allahın huzurunda halim ne olacaktır diye korku duyan “… bir kişiye iki tane cennet vardır.” Ha, bu cennetin ikisi de ahirette de olabilir. Bunlar dünya ve ahiret cenneti de olabilir.
Şimdi, siz dünyada eğer Allahın emirlerine uyuyorsanız mutlu olursunuz. Vücudunuz rahat olur. İçiniz rahat olur. Benim içim rahat dersiniz. E dünyada asıl mutluluk budur zaten. Bütün dünyayı ayağınıza serseler ama içiniz huzursuz olsa neye yarar? Dikkat ederseniz intihar edenlerin çoğusu fakirlikten değil, belki fakirlikten dolayı intihar eden çok azdır. Çoğusu bütün imkânlara sahip olup mutlu olamadığı için intihar ediyor. Hayata bir anlam veremiyor.
“ulâike humul fâsikûn.” “Onlar yoldan çıkmış insanlardır.” (Haşr 19).
“Lâ yestevî ashâbun nâri ve ashâbul cenneh.” “Ateş ashabı ve cennet ashabı…” Sahib. Sahibi. Sahib, arkadaş demek. Ashab da arkadaşlar demek. Cennetin arkadaşı var, cehennemin arkadaşı var. Yani cennetle arkadaş oluyorsunuz, birbirinizden ayrılmıyorsunuz. Ya da cehennemle arkadaş oluyorsunuz. Artık oradan ayrılmayacak şekilde oraya yerleşiyorsunuz. İşte, “Cehenneme yerleşmiş olanlarla cennete yerleşmiş olanlar tabi ki eşit olmazlar.”, “ashâbul cenneti humul fâizûn.” “Kurtulmuş olanlar…”, başarıya erişmiş olanlar “… cennet ashabıdır.” Cennetliklerdir. İşte onlar başarıya ulaşmışlardır.
İnsanların her birisi gelecek için çok güzel beklentiler içerisinde olur. İşte o beklentileri doğru çıkacak olanlar cennetliklerdir. Dünyaya kendimize göre yön vermemeliyiz. Şimdi, bakın burası Ensar Vakfı. Bu Vakıf bize haftada bir kere salonlarını açıyor, sohbet yapma imkânını veriyor. Biz burada bu Vakfın yönetimi ile iyi geçinirsek hiçbir problem olmaz. Ama Vakfın yönetimine yol göstermeye kalkar, şurası şöyle olmalı, burası böyle olmalı dersek ne olur? Ya bize burayı bir daha bırakmazlar ya da bize sıkıntı vermeye başlarlar değil mi?
E şimdi, bakın bir vakıf bu. Siz dünyaya gelmişsiniz. Sizin bir sahibiniz var. Bu dünyanın da sahibi var. Kalkıyorsunuz sizi de yaratan kâinatı da yaratana akıl öğretmeye kalkışıyorsunuz. Olacak şey değil. Onun için, yani şunu kafamıza yerleştirelim; insanlar dinsiz yaşayamazlar. Yani kim olursa olsun. Çünkü her insanın bir ruhu var. O ruhunu bir şekilde tatmin etmesi lazım. E her insan da Allahın var olduğunu bilir. Din karşısında insanlar iki türlüdür. Bazıları dine kendisi şekil vermeye kalkışır. Bazısı da Allahın dinine uyar. Allahın bizden istediği Allahın dinine uymamızdır. Dizi kendimize uydurmamız değil. İşte onları Cenab-ı Hak cennetinde mükâfatlandıracaktır.
(Enes Hoca bir ayet hatırlatıyor)
Evet, Allah-u Teâlâ bir ayette buyuruyor ki, Enes Hoca’nın hatırlattığı ayette: “Benim hidayetime…” Yani benim gösterdiğim yola girenler “… Onların içlerinde ne bir korku olur, onlar ne de üzüleceklerdir.” (Bakara 38). Korku da yok, üzüntü de yok.
“Lev enzelnâ hâzel kur’âne alâ cebelin le reeytehu hâşian mutesaddian min haşyetillâh.” “Eğer biz bu Kur’anı bir dağın üzerine indirseydik onu şöyle görecektin; Allahın karşısında, Allahın emirleri karşısında hareketsiz kalmış ve parça parça olmuş…” Yani o eski heybetli halini kaybetmiş dağ. Böyle boyun eğmiş ve parçalanmış olarak görecektiniz. “… Kur’anın ağırlığından dolayı.”
Şimdi, bu durumu anlatan bir başka ayet var. Hani Kur’an-ı Kerimde her şeyi en az iki ayet açıklar ya. Ahzab suresi 73. ayet (doğrusu 72). 427. sayfa. 427 değilmiş, 428 evet. Kur’anı bir dağın, mesela Ağrı Dağını düşünün. Heybetiyle duruyor. Ya da Süphan Dağı. Büyük bir heybetiyle duruyor. Kur’anı onun üzerine indirseydik. Şöyle, hani omuzları çökmüş bir ihtiyar gibi böyle, üzerindeki yükün ağırlığıyla iyice sakinleşmiş ve parça parça olmuş olur.
İşte burada da diyor ki Allah-u Teâlâ; 72. ayet. “Biz bu emaneti…” Yani inanılacak şeyleri. Allahın emir ve yasaklarını içeren şeyler. İşte, Allahın kitapları, imanla ilgili hususlar ve bunu kavrayacak olan diğer hususlar tabi. “göklere ve yerlere arz ettik.” Burada aradna diyor, emerna demiyor. Yani alır mısınız diye. Yok, gök yok bunda. Ha gökler var. “…göklere, yere ve dağlara arz ettik.”, “Onu sırtlanmaktan uzak kaldılar.” Kaçındılar. “Ve ondan korktular.”, “İnsan onu üstlendi.”, “İnsanoğlu çok zalim ve çok cahildir.” Yani hep yanlış şeyler yapar. Buradaki cahil bilmez değil, bildiğine göre davranmaz demektir.
Esas cahil bilmeyen değil, bildiği halde bilmeyen kimse gibi olandır. Siz şöyle bir düşünün. İnsanlar doğru bildikleri şeyleri yapsalar dünyanın hali ne olur? Cennet olur. Yanlış yapanların yüzde yüze yakını bile bile yapar yanlışı. Zaten yanılarak yanlış yapan insanları herkes affeder, Cenab-ı Hak affetmez mi? Zaten affedeceğini de Allah bize bildiriyor.
“rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahta’nâ.” Yani bize bu duayı yaptırıyor Cenab-ı Hak. “Yarabbi unutursak ya da hata edersek ondan bizi sorumlu tutma.” (Bakara 286). Demek ki hatadan dolayı Cenab-ı Hak sorumlu tutmaz. Çünkü insanoğlu. Onun için, bu cahil bildiği halde bilmez olandır. Zalim de yanlış işler yapan kimsedir.
Şimdi buradan şunu görüyoruz. Allah göklere ve yere canlı ve akıllı insanlar gibi hitap ediyor değil mi? Yani bir muhatap almış. Bu emaneti onlara arz ettik. Kaçındılar ve üstlenmediler. Şimdi burada bir soru.
(Burada görüntü atlama yapıyor)
Adem’e secde et. O ne yaptı. Bak, ebâ kelimesi var orada da Arapça bilenler için söyleyeyim. Orada şeytan için “ebâ vestekbera” değil mi? Ebâ kelimesi var, yani kaçındı. O tekil. Burada da ebâ kelimesi var. Ebeyne, onun çoğulu. Gökler ve yer kaçındılar. Peki şeytanın kaçınması şeytanın isyanı oldu. Peki gökle yerin kaçınması isyan mı oldu?
Mehmet Hoca: Hayır
Neden?
Mehmet Hoca: Çünkü şeytan’a emretmiştir, göklere ve yere arz etmiştir.
Ha, tamam. Ha, bizden birisi cevap vermesin. Başkaları versin şimdi. Diyecekler ki bunlar danışıklı dövüş yapıyorlar. Dedim bunu kim söylüyor. Mehmet Hoca söylüyormuş meğer. Yani bizim Vakfın hocalarından birisinin cevap ver… Ha buyurun…
Bir katılımcı: Hocam şeytanla gökler ve yer arasında anlama bakımından aynı seviyedeler mi? O bir fark olabilir mi?
Anlama bakımından aynı seviyedeler mi değil mi onu bizim bilmemiz mümkün değil. De, yalnız burada Mehmet Hoca’nın söylediği gibi bizim anlayabileceğimiz bir husus var. Allah-u Teâlâ şeytana emretti. “Sana emrettiğim halde secde etmene engel olan nedir.” dedi (A’râf 12). Emretmek ne demektir? Kesin yapacaksın. Seçeneğin yok demektir değil mi? Ama göklere ve yere emretmiş mi? Arz etmiş. Yani şunu yaparsan iyi olur. Onun için kaçınması… Hatta yapar mısın demiş, iyi olur da dememiş. Şu emaneti üstlenir misin demiş. Sadece bir teklif. Hani denir ya, teklif var ısrar yok; onun gibi bir şey.
Rasim Osmanzade: (anlaşılmadı)
Buyurun. Rasim Osmanzade.
Rasim Osmanzade: (anlaşılmadı)
Evet şimdi, tabi Rasim Hoca felsefe profesörüdür. Gözünden bir şey kaçmıyor tabi. Şimdi diyor ki, dağlar çökeceğine göre taşıyamazdı ki zaten; bak şeytan bu emri taşıyabilecek bir durumdaydı, bu taşıyamazdı. O da doğru tabi. O da doğru.
Yalnız şu var, eğer Allah emrederse demek ki taşıyacak güçtedir. Burada sadece işin büyüklüğünü Cenab-ı Hak bize gösteriyor. Yani olay ne kadar büyük bir olay. Siz Kur’an-ı Kerimi böyle hafife almayın, çok ciddi bir sorumluluk üstlenmişsinizdir diyor.
Bir de şey var. Yani dikkatimi çeken hususlar. Mesela Allah-u Teâlâ, bu şeylerle alakalı, mesela Bakara suresinin 73, 74. ayetlerini bir açın lütfen. 2. sure. Ha 74. ayetmiş. 73 değil de. “Summe kaset kulûbukum” Allah Yahudilere söylüyor, “Sonra sizin kalpleriniz katılaştı.”, “min ba’di zâlik” “Bundan sonra” Önceki anlatılan ayetlerden sonra. “fe hiye” “O kalpleriniz”, “kel hıcâreti” “Şimdi taş gibidir.” Yani insanlar bazen böyle yanlışlar yapa yapa yeni bir yapı kazanırlar. Yahudiler de öyle olmuş.
“ev eşeddu kasveh” “Ya da daha katı” Taştan da katı hale geldi. “ve inne minel hıcâreti lemâ yetefecceru minhul enhâr” “Çünkü taşlar vardır içinden ırmaklar kaynar.” Onu hep görürüz değil mi? Dağlarda böyle taşın içerisinden sular çıkar, ırmaklar kaynar. “ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe yahrucu minhul mâ” Onların içerisinde de bazıları vardır ki, o da şey yapar, böyle parçalanır, ikiye ayrılır içinden su çıkar. Parçalarsınız taşı içinden su çıkar. “ve inne minhâ” “Ondan öyleleri de vardır ki”, “lemâyehbitu min haşyetillâh” “Allah korkusundan yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanır.” Demek ki taşlarda da Allah korkusu varmış. Yani hakikaten çok düşünmemiz gereken olaylar bunlar.
Bir de 21. sureyi açarsak 76. ayetten itibaren… Yok, 78. ayete bakacağız.
“Ve dâvude ve suleymân” “Davud ve Süleyman”, “iz yahkumâni fîl harsi”… Yok orayı da okumayayım o ayeti, daha sonrasına geçeyim. Çünkü orada bazı şeyleri açıklamazsak anlaşılmaz, konu başka tarafa kayar. Ondan sonraki ayete geçelim.
“ve kullen âteynâ hukmen ve ılmen.” Ayetin de başından almıyorum. Yukarıdaki ayetle bağlantılı. Asıl anlatmak istediğimiz kısım. “ve sehharnâ mea dâvudel cibâle yusebbihne” “Davutla birlikte dağları da emre amade kıldık.” Bunlar Davutla birlikte tespih ediyorlardı. Dağlar Davutla birlikte tespih ediyorlardı. “vet tayr” kuşları da” Davut’un emrine verdik. Kuş cinsini de. Yahut da, “kuşlarla beraber tespih ediyorlardı.” Bu mana da verilebilir.
E şimdi, kuşlar tespih ediyor, dağlar tespih ediyor. Tespih, Ceneb-ı Hakkın kusursuzluğunu anlatmak. Şimdi biz buradan şunu anlıyoruz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allahın kusursuzluğunu haykırır. Ama bu bizim anladığımız bir tespihtir. Fakat Cenab-ı Hak bir başka şey söylüyor. Ayetin metni tam olarak nasıldı Yahya?
(Burada Yahya Şenol ayeti hatırlatıyor.)
“ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum.” “Her şey Rabbinin o mükemmel, kusursuz yaratması sebebiyle tespih eder…” Göklerdeki, yerdeki her şey. “… ama siz onların tespihini anlayamazsınız.” (İsrâ 44). Şimdi bizim bir anladığımız tespih var. Çünkü göklerde ve yerde bulunan hangi şeyi incelerseniz, Yaratıcının mükemmelliğini orada görürsünüz bir kere. Birliğini de görürsünüz, aynı mükemmellik, aynı güzellik orada.
Fakat Allah anlayamazsınız dediğine göre, bir de bizim anlamadığımız bir tespih var demek ki göklerde, yerde, her şeyde. O zaman bundan sonra eşyaya biraz daha farklı bakalım. Farklı gözlerle bakalım.
(Burada Enes Hoca bir ayet hatırlatıyor.)
Ha, Sâd suresi 18. ayet. Kaçıncı sureydi?
Enes Hoca: 38.
O zaman, biz yani cansız varlıktır diye bırakıp geçmemiz olmuyor. O bizim cansız diye yürüdüğümüz geçtiğimiz topraklarda da Cenab-ı Hakkın bizim bilmediğimiz nice güzellikleri saklıymış. Onu bir kere kavramamız lazım.
Enes Hoca: … namaz kıldığımız yer şahitlidir deriz.
Ha, doğru. Ahirette, namaz kıldığımız yerlerin bize şahitlik edeceği bildiriliyor.
Şimdi, bakın biz bugün bir takım şeyleri öğrendik. Mesela işte küçücük bir sidinin içerisine filmler yerleştiriyorsunuz, konuşmalar yerleştiriyorsunuz değil mi? Ondan önce plaklar vardı, plakın üzerine ses yerleştirilebiliyordu. Acaba biz şu anda konuşurken bizim konuşmalarımızı şu eşya kaydediyor olmasın? Kaydediyordur da onu dinleyecek cihazımız yoktur. Bu da mümkün değil mi?
Namaz kıldığınız yerler size şahitlik edecek diyor. Şahitleri çoğaltın diye de var değil mi? Yani onun için namazın farzını bir yerde kılarsak… Peygamber (s.a.v): “Kişinin nafile namaz kıldığı en hayırlı yer evidir.” buyuruyor. Yani evlerimizde de namaz kılmalıyıa. Tamam beş vakit namazımıza camiye gidelim. Camiye giderken kadını erkeği yok, hepsi de camiye gider. Kadın da gider erkek de gider. Peygamber efendimizin uygulamasında öyle. Sonradan kadınlar camiden soğutulmuşlardır.
Camiye gidelim. Çünkü bu ciddi bir canlılık. Camiyi asla ihmal edemeyiz. Ama evlerimizi de namazsız bırakmamalıyız. Namazlarımızın sünnetini yani nafileleri evde, farzları camide…
Şimdi böylece dersimizin birinci bölümünü bitirmiş oluyoruz.
Dersimizin ikinci bölümüne başlıyoruz.
“Lev enzelnâ hâzel kur’âne alâ cebelin le reeytehu hâşian mutesaddian min haşyetillâh.” “Eğer biz bu Kur’anı bir dağın üzerine indirseydik kesin olarak onu boynunu eğmiş, parça parça olmuş görürdün.”, “ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâsi leallehum yetefekkerûn.” “Bu örnekleri insanlar için veriyoruz belki düşünürler.” (Haşr 21).
Şimdi, düşündüğümüz zaman birçok şey aklımıza geliyor. Az önce Rasim Hoca’nın söylediği işte insanın… O şeytanın durumunu söyledi. Şeytan o emri yerine getirebilecek güçteydi. Demek ki dağlar o kadar güçlü değil. Yerine getirmediği için Allah onu cezalandırdı. İnsan da öyle. Az önce bir arkadaşımız geldi, dedi ki, buradan insanın dağlardan daha güçlü olduğunu anlayamaz mıyız? Doğru. Düşünmek gerekiyor ayetler üzerinde. Düşündüğümüz zaman çok güzel şeyler ortaya çıkıyor.
Yani ortaya çıkıyor ki, insanlar dağlardan daha güçlü. O zaman bu gücümüzün farkına da varmalıyız. Allah bize çok önem veriyor. Dersin birinci bölümünde okuduğumuz ayetler çok çok önemli. Siz kendinize bakın diyor. Ne demektir? Siz tek kişi olsanız bile… Çünkü ancak kendimize gücümüz yeter ya, başkasına gücümüz yetmez. Başkasına sadece anlatırız. Başkasının kalbine hükmedemeyiz ki. Tek başımıza da olsak, eğer Allaha güvenebiliyorsak, bizden daha güçlü kimse olmaz yeryüzünde. Ne dağlar, ne yer bizim kadar güçlü olmaz. Yeter ki bunun şuuruna varalım. Çok güçlü oluruz.
Dağların parça parça olacağı bir yerde bizim gönlümüz açılıyor. Kur’an okuduğumuz zaman gücümüz kaybolmuyor, gücümüze güç katılıyor. İyice güçlü olduğumuzu hissediyoruz. Zaten başka ayetlerden hatırlarız. Ne diyor Allah? Ve sahhara lekumus semâvâti vel ard. Öyle miyidi ayeti kerime? Ve sahharne lekum?.. Vessemâvâti vel ard. Şimdi arkadaşlar ayeti yanlış okuma ihtimali olabilir. Doğrusunu bulurlar. Yani “Gökleri ve yeri sizin emrinize verdik.” Yani sizin kullanımınıza. Gökler ve yer, ikisinin arasında bulunanlar, bunların hepsi insana hizmet ediyor. Bu ne demektir? İnsan çok önemli bir varlık demektir. O zaman önemimizi kavrayalım da, canım ben neyim…
(Enes Hoca benzer bir ayeti hatırlatıyor. Hocamızın hatırladığı ise Câsiye 13)
“Sahhara lekum mâ fil ard.” Hac suresi 65. ayet. “Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin emrinize vermişizdir.” Başka? “Ve sahhareş şemse vel kamer” “Güneşi ve ayı Allah emrinize vermiştir.” (Ra’d 2, Zumer 5). Evet, denizi emrinize vermiştir. Çünkü insan daha güçlü. O zaman kendimizin farkına varalım. Ama ne zaman insan güçlü olur? Bunun şuuruna varırsak. Ama siz Allahtan korkmazsanız, Allahı unutursanız, Allahın emirlerini unutursanız kendinizi de unutursunuz. Silinir gidersiniz. Yok olursunuz. Adam olamazsınız.
Öyleyse hiç başkalarına bakmayalım. Kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmeye bakalım. Sağlam durabiliyorsak çok başarılı oluruz. Sağlam durabilmemiz lazım. Demek ki, o zaman Ağrı Dağı’ndan da, Himalayalar’dan da daha güçlü oluruz. Çok daha güçlü oluruz.
“Huvallâhullezî lâ ilâhe illâ hu” “O Allah, Ondan başka ilah yoktur.” Yani senin kayıtsız şartsız boyun eğeceğin tek varlık odur. O zaman ne demek? Sen çok hür bir insansın demek. Sakın ha hürriyetinden taviz verme. Sakın ha Allahtan başkasına boyun eğme. Eğersin, ne olur? Allahın müsaade ettiği kadar, daha fazlası değil. Allahın müsaade ettiği kadar eğdiğin zaman aslında Allaha boyun eğmiş olursun. Çünkü o kuralı Allah koymuştur.
“âlimul gaybi veş şehâdeh” “Allah gaybı bilir, şehadeti de.” Görüneni de bilir görünmeyeni de. Her şeyi bilen Allahtır. Gaybı Allahtan başka hiç kimse bilemez. Hiçbir varlık bilemez. Ne insanlar, ne cinler, ne melekler hiç kimse. Ancak Allahın bildirdiği kadarını bilirler. Mesela şimdi şu ayetler Peygamberimiz (s.a.v) gelinceye kadar insanlığa gaipti. Geldi, şimdi biliyoruz. Bazı konuları bilmeyiz, öğrendiğimiz zaman öğrenmiş oluruz. Ama bazı gaipler vardır ki öğrenmemiz de mümkün değildir.
Bir katılımcı: Hocam ilah nedir? Çok geçiyor bu ilah.
İlah demek, kayıtsız şartsız boyun eğilen varlık demektir. Mesela biz Peygamberimize boyun eğeriz. Onun kaydı ve şartı vardır. Çünkü Allahın elçisidir. Elçi olduğu için boyun eğeriz. Elçiye boyun eğmek elçiyi gönderene boyun eğmektir. Annemize babamıza boyun eğeriz. Allah emrettiği için. İşyerimizde tabi birlikte yaşamanın kuralları… Çalıştığın işin gereği olarak tabi ki işyerinde iş sahibine boyun eğersin ama bu Allahın emrine aykırı olan konularda olmaz.
Onun için, “Yaratıcıya isyan olan yerde yaratılmışa boyun eğilmez.” Yani bir sınırı var. Kaydı ve şartı var. Kayıtsız şartsız boyun eğme yalnız Allaha olur. İşte ilah odur. Kayıtsız şartsız boyun eğilen varlıktır. Allahtan başka ilah yoktur.
“huver rahmânur rahîm.” “O Rahmandır ve Rahimdir.” Yani Allahın iyiliği sonsuzdur. İnanana da inanmayana da herkese verir. Şimdi mesela, Uhud’da Müslümanlarla savaşanlar o savaşma gücünü kimden almışlardır? Allahtan almışlardır tabi. İsyan etmek isteyene de isyan gücünü verir. İtaat etmek isteyene de itaat gücünü verir. O’nun iyiliği sonsuzdur. Bir de ikramı vardır. İkramı da boldur. İkramı herkese yapmaz. Sonsuz iyiliğinden herkes istifade eder ama ikramı belli kişileredir.
“Huvallâhullezî lâ ilâhe illâ hu” “O Allahdır, Ondan başka ilah yoktur.”, “el melik” “Meliktir O” Yani yönetimin başında olan O. Gökleri ve yeri yöneten O. Her şeyde tasarruf sahibi olan O. Çekip çeviren O. Allah yönetimi hiç kimseye bırakmaz. Kendi egemenlik sahasına hiç kimseyi dokundurmaz. Zaten egemenlik paylaşılmaz. Allah şirki kabul etmez.
“el kuddûs” “Tertemizdir.”, “es selâm” “Esenlik verendir.” Yani huzur verendir. Böyle eksiklerden, kusurlardan uzak hale getiren Odur.
“el mû’min” “Güvenlik veren Odur.”, “el muheymin” “Gözeten, koruyan, kollayan Odur.”, “el azîz” “İşini başaran odur.” Yani biz birçok şeye niyet ederiz yarım kalır. Ama Allah bir şeyi yapmak istediği zaman, onun yarım kalması diye bir şey söz konusu olmaz. Onu tam olarak yapar. “el cebbâr” “Zorla da yaptırır.” Yani kimsenin gönlüne falan bakmaz. Şimdi bir insanın ölümüne karar verdi mi, istediği kadar bağırsın çağırsın ölür gider adam. Kurtuluş yoktur. Yani bir şeye karar verdi mi o şey olur. Onun işi şöyledir, “Bir şey istedi mi ol der, o da oluverir.” O kadar. (Yâsîn 82). (Benzeri, Bakara 117, Âli İmrân 47).
“El mutekebbir” “Büyüktür.” Şimdi şöyle düşünün. Dünyada yaşıyoruz. Dünya içerisinde Türkiye, Dünya haritasına bakın Türkiye küçüktür. Türkiye haritası içerisinde de İstanbul küçüktür. İstanbul’un haritasında da Eminönü küçüktür. Eminönü’nde de Süleymaniye küçüktür. Süleymaniye’de de şu bulunduğumuz yer küçüktür. Gidin, büyüklere doğru gidin; işte Güneş Sistemi içerisinde Dünyamız küçüktür. Samanyolu Galaksisi içerisinde Güneş Sistemimiz küçüktür. Birinci kat sema karşısında da Samanyolu küçüktür. Çünkü yüz milyar kadar galaksi olduğu söyleniyor. İkinci kat, üçüncü kat, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci kat semalar içerisinde de birinci kat sema çok küçüktür.
Peki ondan ötesinde ne var? Eh Kur’an-ı Kerimden öğreniyoruz ki, yedinci kat semada, yani o Sidretul Muntehâ’nın yakınında ne var? Cennetul Meva var. Cennet var yani. E peki ondan öteye? Allah-u Teâlâ tüm bunları kuşatandır. Şimdi, büyük kelimesi başka kelime bilmediğimiz için artık, yani çünkü çok çok büyük. Bizim büyük dediğimiz şeyler Cenab-ı Hak yanında hiç ağza alınacak şey değil.
Ama bakarsınız ki bazı insanlar Allaha karşı büyüklenmişler. Allah öyle diyorsa ben de böyle diyorum. E söyle ne olacak? Sana şurada kısa bir süre tanınmış; serbest, istediğini söyleyebilirsin. Ondan sonra nasıl hesabını nasıl vereceksin bunun.
“subhânallâhi ammâ yuşrikûn.” “Onların ortak saydıkları şeyden Allah uzaktır.” Onlarla Allahın hiçbir alakası yoktur. Yani Allahın ortağı falan yoktur. Allahtan başka ilah yoktur. Allahtan başka tanrı yoktur.
Şimdi, bizim bazı kimselerin tanrı kelimesine karşı alerjisi vardır. Mesela, Allahtan başka tanrı yoktur dedin mi kalkarlar, efendim işte eskiden gök tanrısı, yer tanrısı vardı derler. Ya nasıl vardı dersin? Gök tanrısı, yer tanrısı yoktu. İddia ediyor insanlar. E şimdi, Allaha tanrı dersen o zaman gök tanrısı, yer tanrısı ne olacak? Senin iddian şirk iddiasıdır kardeşim. Sen Allahı korumak için konuştuğunu zannediyorsun.
La ilahe illallah kelimesinin doğru Türkçe karşılığı Allahtan başka tanrı yoktur şeklindedir. Yani Allahtan başka ilah yoktur desek ne olur? O da olur. Ama tecrübe etmemiş olursun, ilah kelimesi Arapçadır. Tercüme etmek istersen tanrı diyeceksin, bunun başka yolu yok. E bir Arap da kalkıp çok rahatlıkla diyecek ki, gök ilahı, yer ilahı vardı eskiden. Yoktu kardeşim. İddia ediliyordu. Yok. Allahtan başka ilah yok. Onun için, nedense bazı insanlar bazı kelimeleri mahkûm etmişler. Kendilerine göre bir şeyler, hayaller kurup konuşuyorlar.
“Huvallâhul hâlik” “O Allahtır, yaratandır.”, “el bâriû” Bâriye de yaratan deniyor da… Ama yarattıklarını birbirinden ayırandır. Ayrı ayrı yaratandır. Her bir yarattığına farklı özellik veriyor. Şimdi, araştırmacılar diyor ki; tabi ben bildiğim için değil, duyduğum için söylüyorum, inşallah doğrudur. Bazı yerlerde okuduğumdan dolayı söylüyorum. Mesela kar yağıyor, her bir kar tanesi birbirine benzemezmiş. İşte bâri. Baktığın zaman hepsi aynı gibi gözüküyor.
Şimdi burada herkesin saçı var. Ama kimsenin saç özelliği, burayı da bırakın tüm dünya, diğerine benzemiyor. Ses de öyle. İşte DNA diyorlar, bir takım… Parmak izi diyorlar. Tespit edilen her şey. Allah yaratıyor ama her bir şeyi de farklı yaratıyor. Şimdi, deniyor ki, efendim bu el yapımıdır. E niye? Çünkü özel olarak yapılmış. O zaman çok daha kıymetlidir. İşte Allah her insanı özel yaratmış. Bir başkasına vermediğini vermiş ona. O zaman kıymetimizi iyice bilmemiz lazım. Ve kimse de kimseyi küçümsememeli. Çünkü seni yaratan kimse onu yaratan da odur. E bize falancalar derler. Ona da filancalar derler ne olacak?
Hani arada sırada anlattığım bir hikâye var. Onu tekrarlamakta fayda var yeni gelenlere. Şimdi, İstanbul Müftülüğü’nde idim. Bir hanım geldi. Arşivde odaya girdi. Şeriye sicilleri arşivinde. Böyle son derece mağrur bir şekilde, tepeden bakar bir edayla ben Zeyd bin Sabit sülalesindenim dedi. Peygamber efendimizin değerli sahabesi Zeyd bin Sabit (r.a). Soyumla ilgili araştırma yapılmasını istiyorum dedi.
Orada bana soru sormak için bizim işte kuran kursu öğretmenlerinden bir bayan talebem de oradaydı. Hemen kalktı, a hanımefendi dedi, hoş geldiniz, elini uzattı, ben de peygamber sülalesindenim dedi. Şimdi kadın, peygamberin yanında Zeyd bin Sabit’in lafı mı olur? Öyle mi hanımefendi, çok memnun oldum. Çok mütehassis oldum. Siz dedi seyyid misiniz yoksa şerif misiniz? Yani Hz. Hüseyin soyundan mı yoksa Hasan soyundan mı? Hayır dedi, ben Hz. Âdem soyundanım.
(Gülüşmeler)
Öyle deyince kadın oturamadı. Aslında oturdu ama duramadı. Hiçbir şey konuşamadı. Kalktı gitti. Hiçbir şey konuşamadı. Onun için, kimsenin kimseye karşı övünmeye hakkı yok. Yaratanımız aynı. Atamız da aynı. Ve Allah-u Teâlâ herkese farklı özellikler de verdiğine göre, o zaman biz o farklılığımızı yarışta kullanmalıyız. Yani daha iyiyi ortaya koymak için kullanmalıyız.
Canım bizim neyimiz var ki? (!). (burada boyun bükerek gösteriyor) Böyle miskin miskin (çok kızıyor), yani çöpe atsan çöp isyan eder. Çöplük olduk ama bu kadar alçalmadık der yani. Kendilerini bir şey zannederler (yine boyun bükerek) mıy mıy falan. Ne oluyor ya? Nedir, kafayı eğiyorsun? Utanacağın bir şey mi var? Adam gibi yürüsene. Sanki iyi bir şey yapıyorlarmış gibi. Adam gibi… Allah sana boy vermiş, beğenmiyor musun? Adam gibi yürü ya.
“Huvallâhul hâlik” “O Allah yaratandır.”, “el bâri” “Bâridir.” Yani her bir şeyi yaratmış ama farklılıklarıyla yaratmış. Muhteşem bir yaratıcı. “el musavvir” “Şekil verendir.”, “lehul esmâul husnâ” “En güzel isimler Onundur.” Biz her şeyi isimleriyle biliriz. İsim olmadan bir kavramı kavramamız mümkün değildir. Hiçbir şey anlayamayız. Cümle kuramayız. Konuşamayız. En güzel isimler Allahın olduğuna göre, yani her şeyin en güzeli Allahtadır. Mükemmellik Ondadır.
“yusebbihu lehu”. İşte bu okuduğumuz dağlar tespih eder ayeti kerimesi vardı ya, onun da bir başka şekli. “Allahı tespih eder.”, “mâ fîs semâvâti vel ard.” “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi.” Ama tabi biz onların tespihini anlayamayız. “ve huvel azîzul hakîm.” “O azizdir işini yarım bırakmaz, hakîmdir doğru karar verir.” Eksik ve yanlış karar vermez.
Şimdi bu dersi burada bitirdik. Bundan önceki dersimizde kaza namazları sorulmuştu biliyorsunuz. Ben onu anlattım. Bizi Amerika’dan dinleyen, biliyorsunuz burada şu an canlı yayındayız. Dünyanın birçok yerlerinde bu ders dinleniyor. Bundan önceki derste bizi Amerika’dan dinleyen bir dostumuz e-maille sordu, dedi ki: “Kaza namazını güzel anlattınız ama seferi namazı es geçtiniz” dedi. Ben de e-maille cevap verdim, dedim ki: “Sorulan namaz seferi namazı değildi ki kaza namazıydı.”
Şimdi de biz kaza namazını bir daha şey yapalım. Gerçi, o zaman seferi namaza bir bakalım. Hem Ömer Bey’in de gönlü olmuş olsun. Şimdi mutlaka dinliyordur zaten. Şimdi bundan önceki derste okuduğumuz ayetleri tekrar okuyacağız. O zaman kaza namazı için okumuştuk, şimdi seferi namaz için okuyacağız. Nisâ suresinin 101 ve 102. ayetlerini açıyoruz. 95den de, tabi 95, 97 değişebiliyor sayfa numarası.
“Ve izâ darabtum fîl ard” “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman.”, “fe leyse aleykum cunâhun en taksurû mines salâh.” “Namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.” Ne zaman kısaltabilirsiniz? “in hıftum en yeftinekumullezîne keferû.” “Kâfirlerin sizi sıkıntıya sokacağından korkarsanız” namazı kısaltmanızda bir günah yoktur. Ne zaman namaz kısaltılıyormuş? Kâfirler bizi sıkıntıya soktuğu zaman. Nerede? Yolculuk sırasında. Seferde yani. Yani kaç rekât kılabileceğiz? Seferde namaz kaç rekât? İki rekât. İki rekâttan mı kısaltacağız yoksa dört mü ikiye düşecek?
(Burada katılımcılar cevap veriyorlar.)
Şimdi ihtilaf ettiniz. Dur bakalım. (gülümseyerek) Şimdi ulema arasında ihtilaf çıktı.
Bir katılımcı: Hocam kaza dörtse… (anlaşılmadı)
Dur bakalım. Tamam. Siz ihtilaf edenlerden birisisiniz.
Bir katılımcı: … (anlaşılmadı)
Bak oradan da bir başka itiraz geldi. Evet, şimdi muhterem arkadaşlar; bizim ulemamızın her zaman tenkit ettiğimiz bir hatası vardır. Ayetler arası ilişkiye bakmazlar. Ayetler arası ilişkiye bakmadıkları için, yani şu ayetin ilgili olduğu öbür ayeti okumadıkları için çok ciddi sıkıntılar çekerler. Şimdi siz lütfen elinizdeki tefsirlere bakın. Bu ayetle, 101. ayetle 102. ayetin arasındaki ilişkiyi koparmışlardır. Bu ayeti 102. ayet açıklıyor. Siz o 102. ayeti okumadan bu ayeti okursanız sistem kuramazsınız. Siz tefsirlere lütfen… Hangi tefsir varsa elinizde, ister Türkçe ister Arapça, durum tespiti için lütfen bakın. Bu ayeti açıklamada ciddi bir acziyet gösterirler. Onun için de insanlarda sıkıntı var.
Mesela şey der ki, Zâhirî Mezhebi der ki, eğer bir düşman korkusu yoksa namaz kısaltılamaz. Ondan sonraki ayeti okumaz. Yani adeta şeyin, hani Bektaşi için anlatırlar ya, niye namaz kılmıyorsun? Ya nasıl kılayım? Allah yasaklamış kardeşim. Nerde yasaklamış? Namaza yaklaşmayın diyor ya, ben de yaklaşmıyorum diyor. Maalesef bu yaklaşımı görüyoruz. Yani kendi gözünüzle görürsünüz. Bakın! Şu tefsire bakın demiyorum. Hangi tefsire bakarsanız bakın. Göreceksiniz ki, bu ayetin bundan sonraki ayetle ilişkisi koparılmıştır ve anlaşılması zorlaşmıştır.
Bu yüzden dolayı Şafii Mezhebi de şöyle der. Şafiiler der ki esas olan dört rekâttır. Seferde de, hazarda da. Yani seferi olsun olmasın. Bu ayette Allah “kâfirler sizi sıkıntıya soktuğu zaman” dediğine göre bu bir cihattır. Cihatta hayırlı bir iştir. O zaman bir insan hayırlı bir iş için sefere çıkarsa namazını kısaltabilir. Ne biçim mantıksa. Kısaltabilir. Yoksa, mesela bir futbol maçını seyretmek için gidiyorsa kısaltamaz der. Öyle.
Burada Hanefiler doğru bir karar vermişler. Fakat o doğru karara ulaştıkları yol yanlış. Hanefiler de sadece bu ayeti alırlar.
Hani tekrar ediyorum. Şimdi, geçende bizim eski yaşlı hocalardan bir tanesi ile karşılaştım. Aman Allahım ne hakaretler! Adam bir susmuyor ki ben de konuşayım. Dedim ya ne kadar rahat etmiştim, beş altı senedir sen benle küslüydün; niye barıştın ki, aha şimdi beni rahatsız ediyorsun dedim. (Gülüşmeler). Çok rahattım küsülü olduğun sürede. Yok fesat çıkarıyorsun, fitne çıkarıyorsun, sen allame misin bilmem ne?
Yahu kardeşim biz bir şey demiyoruz. Bakın çok açık ve net söylüyorum. Açın bakın kitaplara. Elinizde hangi tefsir varsa bakın. Göreceksiniz. Kendi gözünüzle göreceksiniz.
Bu kadar giriş yeter. Fazla vakit şey yapmasın. Gemiye yetişmek durumunda olan arkadaşlarımız var.
“İnnel kâfirîne kânû lekum aduvven mubînâ.” “Çünkü kâfirler sizin açık düşmanınızdır.” Ha bir prensip var Kur’an-ı Kerimde, mesani ve müteşabih prensibi var. Yani her ayet en az iki tanedir. O iki iki devam eder. Ve ayetler, müteşabih de birbirine benzer ayetlerdir. O benzerlikten hareketle ayetlerin anlamını genişletirsiniz. Yani bir ayetteki kapalılığı onun benzer ayetinden anlarsınız. Şimdi göreceksiniz. Bu bir sonraki ayet bu ayetteki bütün kapalılığı gideriyor ve tamı tamına örneği veriyor. Örneği ile birlikte açıklama yapıyor.
Şimdi burada diyor ki, “Namazı kısaltmanızda sizin için bir günah yoktur.” Yani ister kısaltırsınız ister kısalmazsınız. İşte Şafii de buradan hareket ederek diyor ki, esasen dört rekâttır ama iki rekâta da ruhsat vardır şu şartlarla diyor. Hayır, böyle bir fetva olamaz. Yani Şafii’nin bu görüşü kabul edilemez. Niye kabul edilemezi biraz sonra göreceksiniz.
Şimdi, diyor ki Allah-u Teâlâ: “Kâfirler sizin için apaçık düşmandır.” Ha, şimdi devam ediyoruz.
“Ve izâ kunte fîhim” “(Ya Muhammed) sen de onların içerisinde olduğun zaman”. Şimdi düşünün. Bundan önceki derste de örnek vermiştim size. Aynı örnek üzerinde duralım. Peygamberimiz (s.a.v) Müslümanlarla Bedir’e doğru harekete geçiyor. Hiç savaşmak niyetinde değil. Şeyden gelen kervanı engelleyecek. Suriye’den gelen kervanı. Kervanda zaten kırk kişi var. Ve bunlar da üç yüz kişi, hiç problem değil.
Ama kervan kıyıdan Mekke’ye gitmeyi başarıyor. Mekkeliler kervanı korumak için geliyorlar bin kişi kadar. Ve orada Bedir’de karşılaşıyor. Peygamber efendimiz hiç akılda yokken karşısında Mekke ordusunu buluyor. Şimdi böyle bir durum. Yani işte yola çıkmışlar. Birdenbire baktınız ki kâfirler sizin karşınıza çıkmışlar, sizi engellemeye çalışıyorlar.
Şimdi böyle bir durumda namazı kısaltabilirsiniz diyor. Hangisini? Dördü ikiye mi indireceğiz? Yoksa seferde iki rekât kılınan namazı daha da mı kısaltacağız? Bakacağız şimdi.
“Ve izâ kunte fîhim” “(Ya Muhammed) sen de onların içerisinde isen”. Ki, o zaman içlerindeydi. “fe ekamte lehumus salâte” “Onlara o namazı sen kıldırırsan”. Burada, Arapça bilenler için söyleyeyim, ikame kelimesi kullanılmıştır. İkame, bir şeyi ayakta tutmak, tam yapmaktır. Çünkü öbüründe dedi ki, kısaltmanızda günah yoktur dediği zaman, tam da kılabilirsiniz demektir değil mi? Açık kapı var.
“fe ekamte lehumus salâte” “(Ya Muhammed) sen namazı onlara tam kıldıracaksan”. Yani onlar için tam kılacaksan, o zaman “fel tekum tâifetun minhum meak” “Onlar iki gruba ayrılsın. Bir grup gelsin seninle namaza dursunlar.” Burada da kame fiili var. Öbüründe ekame fiili burada kame fiili var. Kame, namaza durmak demektir. Ama ekame namazı ayakta tutmak demektir. Yani namazı tam kılmak demektir. Kame, senin namaza kalkman demektir. Kelimeler farklı.
“vel ye’huzû eslihatehum” “Silahlarını da yanlarına alsınlar.” Bir grup geliyor Peygamberimizle namaza duruyor. Peygamberimiz Allahu Ekber demiş namaza durmuş, bir grup geldi onunla beraber namaza durdu orada. “fe izâ secedû” “Secdeleri tamamladıkları zaman”. O grup. “fel yekûnû min varâikum” “Onlar çevreye çekilsinler.” Yani o cepheye geçsinler. Düşmanın karşısına.
“vel te’ti tâifetun uhrâ lem yusallû” “Namaz kılmamış diğer taife gelsin.” O zaman bu taife ne oldu? Bunlar namazı kıldı mı? Onlar kılmadıysa bunlar kılmış demektir değil mi? Namaz kılmayanlar gelsin dendiği zaman bunlar kılmış olmaz mı? Tamam. Tabi bir rekât kıldı. Hah. “fel yusallû meak” “Onlar da seninle beraber kılsınlar.” Onlar kaç rekât kılar? Bir rekât. Toplam kaç rekât? İki rekât.
İşte, demek ki seferde kılınan bu namaz düşman korkusu olduğu zaman bir rekâta da indirilebilirmiş. Anlaşıldı mı? Öyleyse seferde namaz kaç rekâtmış? İki rekât. Dört rekâttan ikiye düşürülmüş falan değil. Seferde iken namaz iki rekâttır zaten. Ayşe validemizden bir rivayet de var. “Namaz esasen iki rekât olarak farz kılınmıştı, seferde olduğu gibi bırakıldı, hazarda iki rekât daha ilave edildi” diye. Şimdi buradan da net olarak anlıyoruz.
Devam delim. “vel ye’huzû hızrahum ve eslihatehum” “Onlar da tedbirlerini ve silahlarını alsınlar.” Yani namazı kılarken silahlı kılsınlar. Niye? “veddellezîne keferû lev tagfulûn” “Çünkü kâfirler ister ki gafil anınızı yakalasalar.”, “an eslihatikum” “Silahlarınızdan gafil olsanız da”, “ve emtiatikum” “Ve mallarınızdan” “fe yemîlûne aleykum meyleten vâhıde.” “Size hemen bir saldırı yapsınlar.” Bunu isterler.
O zaman, kısaltma kaç rekâttan oluyor? İki rekâttan. Şimdi, siz sadece birinci ayeti okusaydınız bunu anlayabilir miydiniz? Anlayamazdınız. Ama ikinci ayet nasıl örnekle birlikte şey yapıyor. Peygamberimiz onlara namaz kıldırıyor, Peygamberimiz iki rekât kılıyor. Çünkü kısaltmanızda bir günah yoktur diyor. İmam olarak o tam kılıyor. Cemaat kısaltıyor. Şimdi, bundan sonra tekrar gelsin kılsınlar diye bir şey yok. Bitti. Çünkü, seninle beraber ikinci grup kılsın. Yani sen selam verdin mi onun da işi bitmiş olacak demektir. “fel yusallû meak” “Seninle birlikte kılsınlar.” diyor.
Evet. Bir şey soracaktınız… 1 23 30
Bir katılımcı: Hocam secdeye vardıklarında dediniz ya o ilk kılanlar, onların birinci rekâttan sonra secdede olduklarını değil de ikinci rekâttan, ikiyi kılıp secdede olduklarını düşünemez miyiz?
Peki, soruyu tekrarlıyorum, çünkü duyulması mümkün olmaz. Secdeye vardıkları zaman, bunlar birinci rekâtın değil de ikinci rekâtın secdesine varmış olamazlar mı? Böyle düşünemez miyiz diye soru sordu. Madem akla geliyor ayeti tekrar okuyalım olur mu?
Şimdi, diyor ki Allah: “Ve izâ kunte fîhim” “(Ey Muhammed) sen onların içinde olduğun zaman”, “fe ekamte lehumus salâte” “Onlara namazı ikame ettiğin zaman”. O namazı. Yani o kısaltmanızda sakınca olmayan namazı. İkame ettiğin zaman, tam kıldırdığın zaman. Onlar için sen tam kıldığın zaman. Sen namaz kılıyorsun ama onlar için tam kılıyorsun. Niye onlar için tam kılıyorsun? Çünkü ikisi de senin arkanda namaz kılacak. İkisi de senin arkanda nöbetleşe cemaat olacaklar ama sen tam kılacaksın.
“fel tekum” “Namaza dursun.” Ayağa kalksın yani. Kıyam yapsın. Kıyam, tekum o demek. Kıyam yapsın. Yani Allahu Ekber diyerek namaza dursun. “tâifetun minhum” “Onlardan bir grup namaza dursun.”, “meake” “Seninle beraber.”, “vel ye’huzû eslihatehum” “Silahlarını da yanlarına alsınlar.”, “fe izâ secedû”. Kaçıncı rekât? Buradan ikiyi anlama imkânı var mı? Var mı? Mümkün değil yani. Bir rekât kılıyorlar. Abdullah bin Ömer’den bu konuda sahih hadis rivayetleri de vardır. Yani Peygamberimizin bu uygulamalarıyla alakalı olarak.
“Secde ettikleri zaman geriye çekilsinler.” Şimdi buradan şunu çok net anlıyoruz. Sefer sırasında namaz, tabi istisnası var, akşam namazını hariç tutuyoruz. Her şeyin, her kaidenin istisnası vardır. Seferde namaz iki rekâttır. Dörtten ikiye inmiş değildir. Bu çok önemli. Onun için Hanefiler doğru söylemişlerdir dediğimiz o. Hanefiler der ki, seferde namazı dört kılmak mekruhtur. Yani seferde namazı dört kılmanız, sefer olmadığınız zamanda dört rekâtlık namazı altı rekât kılmak gibidir. Çünkü dört rekâttan ikiye inmiş değildir o. Zaten iki rekâttır.
Bir katılımcı: Yolcu … seferde aynı değil mi?
İşte yolculuk, sefer yolculuk demektir.
Yahya Şenol: Savaş olarak anlaşılıyor.
Ha, bugün sefer dedin mi savaş mı anlaşılıyor? Ha seferilik, doğru. Şimdi, bizim dinimizdeki… Tabi sefer demek yolculuk demek. Anlamı o. Başka manası yok seferin. Yolculuktur sefer. Bir dakika.
Bir katılımcı: Günümüze gelelim. Ben buradan Çorlu’ya gittim, Ankara’ya gittim veya Erzincan’a gittim. Orada da namazımı eda edemedim, seferdeyim ya. Şimdi dört rekât mı kılmam lazım?…
Bir kere namazı kazaya bırakmak diye bir olay yok. Onu kafandan sil.
Katılımcı: Ama İstanbul Müftü Yardımcısı diyor ki, orada diyor dört rekât kılmışsan İstanbul’a gelip iki rekât kılabilirsin diyor. Bu nasıl oluyor?
Şimdi ayeti tekrar okuyayım. Herhalde eksik anlamalar var. Bakın, şimdi ben sefer kelimesini kullandığım için hata etmişim. Yolculuk kelimesini kullanmam lazım.
Bak “Ve izâ darabtum fîl ard” “Yolculuğa çıktığınız zaman.” Şimdi, arkadaş Erzincan’a yola çıktı. “fe leyse aleykum cunâhun en taksurû mines salâh” “O namazı kısaltmanızda size günah yoktur.”, “in hıftum en yeftinekumullezîne keferû.” Gitti yolda eşkıya Allah göstermesin baktı ki yolu kesmiş. Birkaç arkadaş, hem kendisini koruması lazım hem de namazını kılması lazım değil mi? “İnnel kâfirîne kânû lekum aduvven mubînâ.” “Kâfirler sizin açık bir düşmanınızdır.” (Nisâ 101).
Şimdi Allah Peygamberimize şey yapıyor. Bir de bir imam da olabilir o arada. Çünkü Peygamberimizi bize örnek gösteriyor. E şimdi de bir imam olur değil mi?
“Ve izâ kunte fîhim” “(Ya Muhammed) sen de onların içinde isen”, “fe ekamte lehumus salâte” “Sen o namazı bunlar için tam kılarsan.”, “fel tekum tâifetun minhum meak” “Onlardan bir grup gelsin seninle namaza dursunlar.”, “vel ye’huzû eslihatehum” “Silahlarını da yanlarına alsınlar.”, “fe izâ secedû” “Bu namaza duran grup secde etti mi”, “fel yekûnû min varâikum” “Hemen cepheye çekilsinler.”, “vel te’ti tâifetun uhrâ lem yusallû” “Bu defa namaz kılmamış diğer grup gelsin.”, “fel yusallû meak” “Onlar da namazı seninle beraber kılsın.” Yani kalanı seninle kılsın, selam versinler. Şimdi anlaşıldı mı?
İbrahim Bey: Hocam yine bu bir savaş … Savaş anı … (tam anlaşılmadı)
Allahu Ekber kebira! Yahu savaşı nereden çıkarıyorsun? Savaş sırasında iki rekâtı bire düşürebiliyorsun İbrahim Bey. Bunu nasıl anlayabiliyorsun? Bak tekrar anlatayım. Ayeti okumadan anlatayım.
Şimdi, yolculuğa çıktın, gidiyorsun bir yere. Kaç rekât kılarsın yolculukta namazı? İki. Tamam, öyle diyelim. Karşıda bir grup… Gidiyorsunuz bir düşman karşıladı sizi. Baktınız ki iş yaş. Ona karşı kendinizi korumanız lazım. Bu durumda o namazı kısaltabilirsin. Yani o yolculukta kıldığın namazı kısaltabilirisin. Ne zaman? Düşman olduğu zaman. Düşman olmadığı zaman kısaltmayacaksın. Kaç rekât kılacaksın? İki, işte o kadar.
Bir katılımcı: … dörde o kadar şartlanmışız ki…
Yani onu normalde iki kılacaksın. Ama düşman varsa iki gruba ayrılacaksınız. Birer rekât namaz kılacaksınız. Ama bir imamın arkasında duruyorsanız imam iki rekât kılacak o kadar.
Bir katılımcı: Namazın kazaya kalmaması için kolaylaştırma olamaz mı?
Namazın kazaya kalması diye bir olay yok. Allah bunu kabul etmiyor. Namazın kazaya kalmasını kabul etmiyor. Tabi ki kolaylaştırma bu. Kolaylaştırma, çünkü günah yoktur diyor. İki de kılabilirsin o durumda. Ama bir rekâta da müsaade ediyor.
İbrahim Bey: Kılınış şekli itibariyle imamın arkasına cemaat durdu…
İmamla birlikteysen öyle, ama tek başınaysan bir rekât kılacaksın.
İbrahim Bey: İmamla beraber kılıyoruz. İki rekâtı bire indireceğiz. Diyelim ki elli kişi var. Yirmi beşi birinci rekât kılacak, yirmi beşi de ikinci rekât. Birinciler kılarken ikinci elinde silah…
Yalnız bak Amerika’dan takip ediyor, biraz acele et. Soruyu kısa sor. Çünkü duymuyorlar senin ne sorduğunu. Evet devam et.
İbrahim Bey: Buradaki, çekilecekler… Birinci rekâtı kılıp da çekilecekler. Ve yani biraz gerçekle bağdaşmıyor. Yani tefsirde bir hata var gibi geliyor, çekilecekler kelimesi. Çekilecekler… Yani şimdi diyelim ki…
Tamam, anladım. Yeter, ben anladım sorunu. Soruyu anladım. Bak canlı yayındayız İbrahim Bey. Bir dakika bak şimdi. Fazla uzatırsak dinleyemezler. Ekranda dinleyen insanlar var. Şimdi, yüz kişi kılıyorsunuz. Ellisi cephede. Bak diyor ki ayet… Secdeye vardığı zaman elli tanesi imamın arkasında. Bunlar secdeye vardı mı cepheye çekilecekler, teslim alacaklar nöbeti. Onlar gelecekler. İmam namaza devam ediyor. İmam da ona göre okuyacak kıraatini tabi. Kıraatini ona göre okuyacak.
Yani burada tefsir yok burada. Ayetin meali var. Tefsir dediğiniz zaman kendinize göre bir açıklama yapmış oluyorsunuz. Öyle bir şey yok. Ayetin metni bu. Diyor ki: “Onlar secdeye vardığı zaman sizin çevrenize çekilsinler.” Yani cepheye dönsünler. Diğer grup gelsin kılsın. Yani öyle bir durumda bir rekâta indirebilirsiz diyor. İki rekâttan bir rekâta. Evet Yaşar mıydı kimdi şurada? Ha, sen. Ercan.
Ercan: Peki sadece bu yol için mi iki rekât? Gideceğimiz yere vardığımız zamanda mı iki rekât?
Ya yolculukta namaz iki rekâttır. Peygamber efendimiz (s.a.v) veda, şey Mekke’ye gittiği zaman uygulamayı ondan öğreniyoruz. Mekke’ye gitti, orada kaldığı süre boyunca namazlarını iki rekât kıldı. Tamam mı? Dönünceye kadar.