Elhamdü lillahi rabbil alemin. Vessalatu vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bu başlangıçlarda yani
“elhamdü lillahi rabbil alemin” sözünün anlamı
“tüm varlıkların sahibi olan Allah ne yaparsa güzelini yapar.”
“Vessalatu vesselamu ala Rasulina Muhammed” derken de,
“arkasından gidecek ve yoluna destek verilecek olan Allah’ın elçisi Muhammed SAV’dir”
demiş oluyoruz. Böylece Cenab-ı Hakk’a bağlılığımızı dile getirdikten sonra sohbete başlıyoruz.
Bugünkü konumuz Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması yönteminde son derece önemli yeri olan Ali İmran suresinin 7. Ayeti bağlamında müteşabih ve muhkem ayetlerdir. Şimdi önce ayeti kerimeyi okuyalım. Allah-u Teala burada şöyle diyor.
(3/ Ali İmran 7)
“Huvellezî enzele aleykel kitâbe”
“Bu kitabı sana indiren O’dur”
“Minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâb”
“Muhkem ayetler bu kitabın bir bölümüdür. “
Kitaptan olandır, yani kitabın bir kısım ayetleri muhkemdir. Onlar kitabın anasıdır. Temeldir.”
“Ve uharu muteşâbihât”
“Diğerleri de benzeyen, muhkeme benzeyen ayetlerdir.”
“feemmellezîne fî gulûbihim zeyğun ”
Önce bu ayete geçmeden şunu şey yapalım. Şimdi Allah-u Teala diyor ki, kitabın ayetlerinin bir kısmı muhkemdir. Muhkem, doğru hükümler içeren demektir. Hükmü biliyorsunuz, yani işte namaz kılın, oruç tutun, zekat verin. Yani böyle kısa kısa şeyler. Ama namaz ne? Oruç ne? Zekat ne? dediğiniz zaman açıklamaya ihtiyacı oluyor. Dolayısıyla muhkem‘e özet hükümler ifade eden ayetler diye anlam verebiliriz. Yani ayetlerin bir kısmı özet hükümler içerir. “Ve uharu” ” İkinci grup ayetler de,” “müteşabihatun” “muhkeme benzeyen ayetlerdir” Müteşabih birbirine benzeyen iki şey için kullanılan bir kelimedir. Teşabuh, karşılıklı benzeşme için kullanılan bir ifadedir.
Şimdi bu ayırımı daha açık bir şekilde Hud suresinin ilk ayetlerinde buluyoruz. 11. Sure. Orada Allah-u Teala şöyle diyor.
(11/ Hud 1- 2)
“Elif lam ra. Kitabun uhkimet ayatuhu”
“Bu bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmıştır.”
Şimdi uhkimet, muhkem kılınmıştır. Ayetleri muhkem kılınmıştır. Muhkem kılınmıştır derken o zaman Kur’an’ın bütün ayetleri anlaşılır. Aslında oradaki o az önce, “minhu ayatun muhkematun”(3/ 7) dediğimiz zaman da, minhu’ya BAZ anlamı vermezsek muhkem ayetler o kitabın ayetleridir şeklinde ifade ederiz. “Summe fussilet,” buradaki sümme‘ye sonra manası değil aynı zamanda manası vermek gerekir. Çünkü Arapça’da fememtuş şey’e cemaatuhu, yani birleştirdim o şeyi anlamına gelir. Yani muhkemle birlikte onu açıklayan ayetler vardır şeklinde anlaşılabilir. Kur’an’ı Kerim’in birçok yerinde fümme kelimesi bu anlamdadır. Mesela buna en kolay örnek Beled suresindeki
(90/ Beled suresi 12 – 17)
“Ve mâ edrâke mel agabeh.”
“Akabenin ne olduğunu sana kim bildirdi?”
” Fekku ragabeh.” Yani bir kişinin boynunu sıkıntıdan kurtarmak, ya da
“bir esiri esaretinden kurtarmak.”
“Ev ıt’âmun fî yevmin zî mesğabeh.”
“Ya da şöyle sıkıntılı bir günde yani böyle açlık gününde doyurmaktır.”
“Yetîmen zâ magrabeh.
“ “Akrabadan bir yetimi”
” Ev miskînen zâ metrabeh. “
“Toza toprağa belenmiş, yapacağı hiçbir şey kalmamış bir çaresizi doyurmaktır.”
Ondan sonra
“Summe kâne minellezîne âmenû”
“Sonra da müminlerden olmaktır” derseniz olmaz. Çünkü yapılan işlerin sevabının olması için imanlı olunması gerekir. Dolayısıyla oradaki sümme sonra değil, aynı zamanda demek lazım.
“Aynı zamanda müminlerden olan”
“ve tevâsav bis sabri ve tevâsav bil merhameh. ”
“Birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenler”
Yani bu bir ara cümlesi olarak burada geçmiş olsun. Sümme kelimesine sonra anlamı verildiği için, birçok ayeti anlamada ciddi sıkıntılar oluyor. Halbuki Arapça’da bunun asıl kök anlamı, birlikteliktir, ama kullanımı sonralık olarak da oluyor. Şimdi dolayısıyla burada,
(11/ Hud 1)
“Bu bir kitaptır ki ayetleri muhkem kılınmıştır. Aynı zamanda da açıklanmıştır.”
O zaman bütün ayetleri muhkemse bütün ayetlerini açıklayan müteşabihler de vardır. Ben şöyle söyleyeyim birbirine benzeyen iki kişi, birini gördüğün zaman diğerini hatırlarsınız değil mi? Hangisini görürseniz görün hiç önemli değil. Dolayısıyla muhkem müteşabihe benziyorsa, müteşabih de muhkeme benziyordur. Yani bir ayet bir açıdan muhkem, bir başka açıdan müteşabih olur. Birisi bir konunun ana ayeti olur, diğer ayetler için açıklayıcı özellikler taşır. Bir başkası da bir başka konunun ana ayeti olur, diğer ayetler için açıklayıcı özellikler taşır. Bakın şimdi burada ayetleri kaça ayırdı Allah-u Teala? Muhkem ve açıklayıcı ayetler. Kaça ayırdı? İkiye ayırdı. Muhkem ayet, onu açıklayan ayet. Ali İmran 7’de ne diyor?
(3/ Ali İmran 7)
“Huvellezî enzele aleykel kitâbe”
“Sana bu kitabı indiren O’dur.”
“minhu âyâtun muhkemât”
“Muhkem ayetler kitaptandır.” Ya da kitabın bir bölümüdür de diyebilirsiniz.
“hunne ummul kitâb”
“kitabın temeli o muhkem ayetlerdir”
“ve uharu muteşâbihât,”
“Diğerleri de o muhkeme benzeyen ayetlerdir”
Burada kaça ayırdı ayetleri? Muhkem ve müteşabih. İkiye ayırdı değil mi? Bak öbür tarafta müteşabihe ne dedi? Açıklayıcı ayetler dedi. Burada müteşabih dedi. Zaten müteşabih açıklayıcıdır. Yani siz bir adamı birisine benzetiyorsanız onunla ilgili fazla bilgi sahibisiniz demektir. Ha sen falancanın oğlu musun? Evet. A ben sizi biliyorum, siz falan yerliydiniz değil mi? İşte şu vardı, bu vardı, bir sürü şeyler artık anlatmaya çalışırsınız. Halbuki o benzetmeyi yapmasaydınız bu kişiyle ilgili hiçbir bilgi ortaya çıkmayacaktı değil mi? Şimdi burada …. Geçiyorum.
“feemmellezîne fî gulûbihim zeyğun”
“Kalplerinde kayma olanlar”
O zaman şu şeyi devam ettireyim de ondan sonra okuyayım. Bakın burada diyor ki Allah-u Teala, yani
(11/ Hud 1 – 2)
“Bu bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmış özet hükümler ifade eden, sonra Allah tarafından açıklanmıştır, hakim ve habir olan Allah tarafından, doğru karar veren, her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır.” Niye açıklamayı Allah yapıyor?
“Ella ta’budu illallah”
“Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye”
Çünkü Allah’ın ayetlerini herhangi bir insan açıklarsa, bu insan kim olursa olsun, herhangi bir insan açıklarsa, o zaman o insanın açıklamasını başka insanlar Allah’ın sözü zanneder, ona uyar, Allah’ın emrine uymuş olduğunu düşünerek uyar. Ki bugün müslümanların çok büyük bir bölümü, maalesef Allah’ın ayeti zannederek Kur’an’ın ve sünnetin tamamen dışındaki hükümleri din olarak uyguluyorlar. Bunu her derste zaten söylüyorum biliyorsunuz. Neden? Çünkü Allah’ın açıklaması değil ulemanın açıklaması devreye giriyor. Bu, onların kendini Allah’ın yerine koyması olarak nitelendiriliyor ki, Cenab-ı Hakk’ın asla affetmeyeceği bir günahtır bu. Peki Rasulullah açıklama yapmıyor mu? Hayır. O da açıklama yapmaz.
“İnneni lekum minhu nezirun ve beşir.”
“Ben de sizin için Allah tarafından uyarıcı ve müjdeciyim.”
Yani Rasulullah’ın yaptığı uyarma ve müjdelemedir. Neden? O Kur’an’dan alarak… Yani muhkemi alır, müteşabihi alır, onun hükmünü oradan… Allah’ın yapmış olduğu açıklamayı bize bildirir. Allah’ın yaptığı açıklamayı bize bildirir. Ve biz de bu şekilde o açıklamalara nasıl ulaşacağımızı öğreniriz, Rasulullah’ı örnek alırız. Ondan sonra biz de o yoldan rahatlıkla gidebiliriz. Peki şimdi,
(3/ Ali İmran 7)
“feemmellezîne fî gulûbihim zeyğun”
“kalplerinde kayma olanlar”
İnsanların bir kısmı Allah’ın emrine değil de, kendi emrine uyulmasını ister. Yani bu cumartesi günkü dersi eğer takip ettiyseniz oradan görmüşsünüzdür. Orada biraz daha ayrıntılı olarak anlatmaya çalıştık, münafık kimdir diye. İbrahim suresinin 3. Ayetinde biliyorsunuz Allah-u Teala,
(14/ ibrahim 3)
“Ellezîne yestehıbbûnel hayâted dunyâ alel âhırah”
“Dünya hayatını ahiretten çok sevenler”
Kafirleri dünya hayatını ahiretten çok sevenler diye anlatıyor. Peki ,
“ve yesuddûne an sebîlillâh”
“Allah’ın yolundan uzaklaşan”
“ve yebğûnehâ ıvecâ,”
“O yolda ivec peşinde koşarak”
Yani bir evlilik olsun istiyor ama, bu kişiyi de din dışı göstermeyecek bir evlilik, öyle bir evlilik ki, dışarıdan anlaşılmayacak. Yani dışarıdan bakan bu kişiyi dine uymuş olarak görecek, ama aslında dine uymayacak. Bunlar da iki türlüdür. Bir kısmı dini bilen kimselerdir. Kendi arzularına göre hüküm çıkarabilmek için zihinlerindekine benzeyen ayetler araştırırlar. Kendileri için birazcık benzerlik buldular mı hemen ona uyarlar, biraz sonra onun örneğini vereceğim. Bilmeyenler de ne yapıyorlar? Bir şey yapmayı kafaya koymuşsa o hocaya sorar, o hocaya sorar, o hocaya sorar, en sonunda yapabilirsin diyen hocayı bulana kadar dolaşır. Zaten yapabilirsin diyen hocayı bulmak da zor değildir. Çünkü onun gibi işi eğriltmek isteyen hocalar da, az olmaz. Çünkü herkes imtihandan geçiyor. İşte kalbinde bir kayma var. Ne? Dini illa kendisine uyduracak. Kendisi dine uymayacak. Kendisi dine uyacaksa Allah ne demişse o, tamam ne diyorsa o. Başımın üstünde yeri var. Yani, Cenab-ı Hakk’ın dediği bizim için esastır diyebilen. Ama yok efendim, ama işte biliyorsunuz, ya hocam sen öyle söylüyorsun ama, falan…
Örnek vermiştim cumartesi günü bir toplantıda. Bir hoca böyle ivec yaparak faize fetva verdi. Yani dışarıdan baktığın zaman sanki faiz değilmiş gibi gözüküyor, ama yüzde yüz faiz. Ben de tabi kalktım orada, toplantıda dedim ki, bu mübarek dini maskara göstermeye hakkın yok. Ki orada bulunanlar hep genel müdür ya da proje müdürü gibi üst seviyede insanlardı. Sözünü geri al dedi. Dedim, aldım, ne değişti? Sonra da o genel müdürlerden bir tanesi bana dedi ki, ya hocam sen de çok fazla bizi sıkıyorsun ya. Hiç hareket alanı tanımıyorsun. Dedim ki, peki bu faiz değil mi, sen ekonomiyi bilen bir adamsın. Faiz ama… e faizse benden faize fetva mı istiyorsun? Ha şimdi, bir kere kafaya koymuş, faize fetva alacak. O fetvayı da tabi faize fetva dedin mi olmaz. Onu yeşil bir ambalaja saracak bir adam arıyor. Bu adamı bulduğu zaman onu havada kapıyor. Çünkü kalp bir kere kaymış. Şimdi ne diyor Allah-u Teala burada
(3/ Ali İmran 7)
“feemmellezîne fî gulûbihim zeyğun”
“kalplerinde kayma olanlar,”
“feyettebiûne mâ teşâbehe minhu “
Buradaki minhu çok önemli, minha demiyor Arapça bilenler için diyorum. Minhu diyor. Minha dese müteşabih ayetler anlaşılır. Minhu diyor, “o kitaptan.” Yani ister muhkem, ister müteşabih hangi ayet olursa olsun kendi zihnine uygun olanı araştırır. Öyle, şu muhkemmiş, bu onu açıklayan ayetmiş, Cenab-ı Hakk açıklama yapmışmış, O onu ilgilendirmez. Kitaptan kafasına uygun olanı araştırır. Dolayısıyla sistemi mecburen bozar. Niye böyle yapıyor?
“ibtiğâel fitneti”
“Bir fitne peşinde koşuyor.”
Yani az önce o fitneyi şeyde, İbrahim suresinin 3. Ayetinde Allah-u Teala ne diyordu? “Yebğuneha iveca”( 14/ 3)”Yebğune” ile ibtiğa aynı kökten gelen kelimelerdir. Onu kendine çevirmeye çalışıyor, bir evlilik olsun istiyor ama, dışarıdan belli olmasın. İşte bu da bir fitne. Yani öyle bir şey ki, müslümanları sıkıntıya sokuyor. Zaten fitne sıkıntı demektir. Çünkü Allah-u Teala o İbrahim suresinin en baş tarafında yani 2. Ayetinde diyor ki, 254. Sayfa, diyor ki burada,
(14/ ibrahim 1)
“Kitâbun enzelnâhu ileyke lituhricen nâse minez zulumâti ilen nûr”
“Bu kitabı sana indirdik ki, insanları karanlıklardan çıkarıp aydınlığa sokasın.”
Peki bu kitabı sağa sola eğrilttiğiniz zaman ne olur? Tam tersi olur değil mi? Aydınlıktan çıkar karanlığa girersiniz. Karanlığa girdiğiniz zaman bir şeyi göremez olursunuz. Her taraf kapkaranlık, hiçbirşeyi göremez olursunuz. Bu ne olur? Başlı başına bir fitne olur? Bir sıkıntı olur yani. Dolayısıyla işte böyle bir fitne isteğiyle diyor, Kur’an’dan zihinlerine hangi şey benzer gözüküyor, hemen ona uyarlar. Zihinlerinde olana benzer gözükene uyarlar. Uymasa da uydururlar.
Şimdi, bu ayetin inmesine sebep olan bir olay anlatılıyor. Ali İmran suresinin ilk 80 ayetinin Necran heyetinin Medine’ye yapmış olduğu ziyaret sebebiyle indiği rivayet edilir. Yani Necran’dan bir hıristiyan heyeti Medine-i Münevvereye gelmişler, Rasulullah SAV’le görüşmüşler. Rasulullah onları mescitte misafir etmiş. İbadetlerini de orada yapmışlar. Orada Rasulullah’a bir soru sormuşlar. Ya Muhammed sen İsa için ne diyorsun? Allah’ın ruhu ve kelimesi diyor musun? Evet, diyor Allah’ın ruhu ve kitabı… Tamam gerisi…. Bu kadar yeter. Gerisine gerek yok. İşte
(4 / Nisa 171)
“elgâhâ ilâ meryeme” ye gerek yok.
(3/ Ali İmran 59)
“İnne mesele îsâ ındallâhi kemeseli âdem” ye gerek yok.
Tamamını okumana lüzum yok. Bu iki kelime bize yeter.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Hatta hocam o tefsirlerde bahsettiğiniz olayla ilgili olarak onu dedikten sonra, tamam sen bunu dedin diye, o kelimeyi Kur’an’da inen başka ayetlerle de irtibatlandırarak o kelimeyi Kur’an’ı kullanarak….
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Kur’an’ı kullanarak evet. Kur’an’ı kullanarak diyorlar ki, işte bak Kur’an’da da İsa’ya Allah’ın kelimesi deniyor.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Evet.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Sonra kelimeye kendi kafalarına göre anlam veriyorlar. Allah’ın sözü… Bak şimdi bu, ben size her zaman söylemeye çalışıyorum, bizdeki kader inancı, tamamen başka inançlardan geçmiştir. İslâm’la uzaktan yakından alakası yoktur. İnşallah Cenab-ı Hakk lütfederse, vaktim olursa bunun kitabını yazacağız Allah nasip ederse. O zaman çok net bir şekilde… Zaten ayetlerde görüyorsunuz, derslerde görüyorsunuz ama, şeyler oluyor, zaman zaman şüpheler tabi ortaya çıkıyor, bu da gayet normaldir. Çünkü yılların problemi.
İşte burada da diyor ki, “Allah’ın kelimesidir.” Ne kelimesidir? Ol dedi oldu. Peki o kelimeyi Cenab-ı Hakk bizim için de emretmiyor mu? Her insan için söz konusu o kelime. O kelimenin kullanılmadığı bir tek insan yok ki. Çünkü “innema emruhu iza erade şey’en en yekule lehu kün” (36/ 82) Cenab-ı Hakk bir şeyi murad ettiği zaman kün diyor. İsa As’a da kün dedi, annesinin rahminde oldu. Ama tek fark onun babası yoktu, o kadar. Yoksa o kün emri bizim için de geçerli, İsa As için de, herkes içinde geçerlidir. Ama şimdi ne diyorlar? Allah’ın sözü. Peki söz, güzel. Söz ezelidir diyorlar, Allah’la beraberdir. Mesela bak bunu bir yerden hatırlıyorum diyeceksiniz. Cenab-ı Hakk ezelden her şeyi biliyor falan. Ezelden verilmiş bizim bu kaderimiz, falan diyor ya, o zaman herkes ezeli bir varlık oluyor. Efendim diyorlar, hiçbir şey yokken söz vardı. Ondan sonra başlıyorlar oraya, İsa As’ı tanrılaştırmak için kendi hayallerinden bir sürü kurgular ilave ediyorlar. İşte o hayallerine uygun bir kelimeyi buldular mı, tamam.
(3/ Ali İmran 7)
“Ma teşabehe minhu.”
Minha değil tekrar ediyorum, eğer minha olsaydı o ayetlerden yani müteşabih ayetlerden derdik. Ama minhu kitaptan, ma teşabehe de kendi zihinlerine benzeyene, o örnekte olduğu gibi şey yapıyorlar. Niye?
“İbtiğae tevilihi.”
“Onun tevilini isteyerek, yani başka yere bağlayarak.”
Yani farklı bir bağlantı kurmaya çalışıyorlar. Cenab-ı Hakk’ın istediği bağlantıyı kurmaya çalışmıyorlar. Cenab-ı Hakk’ın istediği bağlantı nedir? Şurada bir muhkem ayet var, şurada da bir müteşabih ayet var. O ikisini birlikte anlayacaksınız, doğru bağlantıyı kuracaksınız, oradan çıkan neticeden istifade edeceksiniz.
Şimdi, mesela önümde bir bilgisayar var, bu da bilgisayarın fişi. Şimdi ben bu fişi bilgisayarın kulaklık tarafına takmaya çalışabilirim. Bakın mesela, giriyor. Bir işe yarar mı? Taktım. Biraz sonra çalışmadığında, ya kardeşim bozuk ya! Çalışmadı. Niye? Yanlış yere taktım. Tevil ne demektir? Tevil “Raddüş şeyi ilel mağnel muradeti minhum”arapça’da. Bir şeyi hedefiyle bağlantısını doğru kurmak diyelim Türkçe’de. Doğru bağlantı kurmaktır. Doğru bağlantı nedir bu fişte? İlgili yere bağlamaktır. Bir kere bu fişin, bilgisayar 220 ile çalıştığı için 220’lik olması lazım. Ve bu bir adaptör olduğu için bunun yapısına uygun olması lazım değil mi? Farklı bir adaptörden takarsam çalışır mı? Ve cihazı da bozar, değil mi? Şimdi, işte burada ayetleri ilgisiz taraflara çekerek ayetleri anlamsız hale getiriyorlar. O zaman ayet anlamsız hale geldi mi, kendi kafalarındaki anlamı ayete yüklemeye başlıyorlar. Orada ortaya yeni bir din çıkıyor. O din ne? Allah’ın dini oluyor mu? Hani
(31/ Lukman 33)
“ve lâ yeğurrannekum billâhil ğarûr.” diyor ya Allah-u Teala,
“o çok aldatan sizi Allah ile aldatmasın.”
Sanki Allah’ın kitabına uyuyormuş gibi gösteriyor, ama oraya uymuyorsun. Şimdi
(3/ Ali İmran 7)
“vema ya’lemu tevilehu illallah”
Şimdi şu bilgisayarın fabrikası var. Ben bu fabrikanın vermiş olduğu kurallara uyarak hareket etmem lazım değil mi? Mesela şunun girişi 1-2 mm küçük veya büyük olsa istifade edebilir miyim? Fabrika bilmiyor da ben biliyorum dersem yanlış olur değil mi? İşte Kur’an’ı Kerim’de de hangi ayet, hangi ayetle bağlantılıdır, onu Allah’tan başkası bilmez. Tevil o demektir.
“vema ya’lemu tevilehu illallah” Yani
” ayetlerin bağlantılarını Allah’tan başkası bilmez.”
Peki o bağlantıyı göstermek için? Şimdi mesela ben bunu alıyorum, bu bunun fişiymiş, ben bunu nereye takacağım? Bakıyorum burada bir sürü girişler var, şuraya takıyorum, olmadı ya bu! Böyle olmaması lazım. Buraya takıyorum, olmuyor. Buraya takıyorum. Olmadı. O zaman bakıyorum, bununla tam benzeşen yere takarım değil mi? İşte bunun benzeyen yeri bunun Müteşâbihi olur, fabrika o benzerliği kurarak benim bu fişi doğru yere takmamı sağlamış oluyor değil mi? İşte Allah-u Teala’da ayetler arasına benzerlik kurarak teşâbih
(Abdulaziz Hoca bilgisayara Elektirik kablosunu takmayi deniyor. Şimdi takamazsam gör, taktım, buldum, teşabüh iyi)
işte Cenab-ı Hakk’da ayetler arasında benzerlik oluşturarak birlikte anlamamızı sağlıyor. Siz çok iyi biliyorsunuz. İşte ben de şu anda benzerlikten hareketle, yani Hud suresinin ilk ayetleriyle bu ayet arasındaki benzerlikten hareketle konunun daha iyi anlaşılmasına doğru yürümedik mi? Bak öyle bir benzerlik ki, uhkimet, arapça bilen bir kişi orada uhkimeti nasıl tefsir eder? cuilet, muhkemâten. Çünkü ism-i mef’ullar meçhul fiilden türetilir. Uhkimet, cuilet, muhkemâten. Arapçası böyledir. Muhkem kılınmış demektir. Bak öyle bir benzerlik kuruyor ki Allah-u Teala onu oraya götüreceksin. Diğeri de açıklayıcı, e Müteşâbih, benzer. Zaten işte bu benzerlikle….ve fişi takacağım yeri benzeterek, aslında bana bunu buraya tak demiş oluyor işte Allah-u Teala’da bu iki ayet arasındaki ilişkiyi… işte taktığım an cihaz çalışmaya başlıyor. Peki takmazsam? Cihazın da elektriği bitmiş olursa, ben bu cihazı çalıştırabilir miyim? Burada dünyanın en kaliteli cihazı olsun, neye yarar? Onun için ayetler arası ilişkiyi kurmadığınız an oradan elde edilecek hükme varamıyorsunuz? Yani hikmete ulaşamıyorsunuz. Hikmete ulaşamadığınız zaman Rasulullah’ı da anlayamıyorsunuz. Çünkü o hep sağlam bağlantıları kurmuş, o sağlam bağlantılardan çıkan hükümleri bize bildirmiş. O zaman kitap sünnet irtibatını bozuyorsunuz. O zaman ayetler arası ilişkiyi bozuyorsunuz. O zaman diyorsunuz ki, Kur’an’da bir şey yok.
Şimdi, bu konuda anlatılacak tabi o kadar çok şey var ki, aklımıza çok şeyler geliyor da, peki bu ayette acaba bir yanlışlık yapılmış mı? Bakın şimdi Müteşâbih kelimesi… burada ne deniyor? İsterseniz Müteşâbih kelimesine neler demişler onu önce bir şeyden dinleyelim Fatih Hoca’dan. Biliyorsunuz Fatih Hoca, Kur’an’ı Kerim’i Anlama Usulü kitabını derledi, toparladı ve güzel bir şekilde yazdı, sağ olsun. Müteşâbih e bizim ulema ne diyor? Gerçekten muhkeme benzeyen ayet mi diyor? Başka bir şey mi diyor? Evet.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Şimdi, bizim fıkıh usulü dediğimiz bilim dalı vardır. Burada, fıkıh usulünde, ayet ve rivayetler, yani metinler çeşitli açılardan tahlile tabi tutulur. Bir ayet düşünün bu ayetin içerisinde geçen lafızlar ne anlam ifade eder? Fiil midir? İsim cümlesi midir? Emir cümlesi midir? İçerisinde geçen harf-i cerler hangi anlamdadır? Ha keza rivayetler, yani sünnete ait metinler de tahlillere tabi tutulur.
Hocamın biraz önce okuduğu Ali İmran suresinin 7. Ayetiyle alakalı olarak fıkıh usulünde bir Müteşâbih kavramı vardır. Müteşâbih kavramı vardır. Ancak Müteşâbih lafız diye bir kavram vardır. Yani fıkıh usulünde Müteşâbih ayet diye herhangi bir kavram yoktur. Kur’an’ı Kerim ayetlerin muhkem ve Müteşâbih olarak ikiye ayrıldığını söylese de, fıkıh usulü ayetten bahsetmez, sadece lafız. Müteşâbih lafız. Peki Müteşâbih lafzı fıkıh usulü nasıl tanımlıyor? Diyorlar ki, lafızlar yani ayetlerde ve rivayetlerde kullanılan lafızlar bazen açık olur, bazen kapalı olur. Açıklığın en üst seviyesi, yani her şeyiyle açık herhangi bir anlama problemi olmayan lafza muhkem lafız diyorlar. Tam bunun karşısında da, anlamı o kadar kapalı ki, onun anlamını sadece Allah bilir. Bu birinci tavır. Yani bir kısmı böyle diyor. Bir kısmı da bunu birazcık yumuşatarak, evet, çok kapalı ama, ilimde üstad olan bazıları belki bununla ilgili bir takım bilgilere ulaşabilir. Yani her halükarda çok kapalı bir lafız.
Peki bunun örneği var mı? Fıkıh usulünde kapalı lafzın örneği var mı? Asıl ilginç nokta burası. Fıkıh usulünde Müteşâbihe verilen iki örnek var. Bir tanesi bazı surelerin başlarında geçen elif-lam-mim, elif-lam-ra gibi bizim harf-i mukatta dediğimiz harfler. İkinci kısım örnek de, Kur’an’ı Kerim’de Allah’a nispet edilen birtakım vasıflar. İşte Allah’ın eli, Allah’ın yüzü veyahut Allah istiva etti, oturdu, yükseldi gibi bir takım ifadeler.
Peki fıkıh usulü, harf-i mukattaa ya da biraz önce Allah’ın vasıfları gibi birtakım isimlerle kelimelerle uğraşır mı? Hayır uğraşmaz. Derler ki, fıkıh usulü teklif bildiren ayetlerle ilgilenir. Peki o zaman bu müteşabih ayetler ne anlama geliyor? Diyor ki, Müteşâbih ayetlerin indirilme sebebi, yani Allah niçin bu kadar anlaşılmaz birtakım lafızlar indirdi? Bunu da diyorlar ki, Allah alimleri de, cahilleri de imtihan etmek için bu tür lafızları kullandı. Alimleri nasıl imtihan etmek için? Yani onların ilminin vukufiyetini… işte onlara bir hedef gösteriyor. Ki bunu mesela, Hanefi usulcüsü İbni Emiril Hac, yine başka bir usulcü Teftazani aynen bu ifadeyi kullanıyor. Diyor ki, alimler bununla ilimlerini ortaya koyarlar, cahiller de bunlara sarılırlarsa sapıtırlar. Dolayısıyla her ikisi için de Allah, imtihan amacıyla bu tür ayetleri kullandı.
Yani esasında, yine fıkıh usulünde Müteşâbih lafız için derler ki, Müteşâbih lafzı anlamak için herhangi bir gayrete gerek yok, iman et, teslim ol, tamam Müteşâbih lafızlara karşı yapman gereken şeyi yapmış olursun, derler. Bir başka açıdan bakılırsa, esasında belki de, Kur’an’ı anlamanın en anahtar kavramı olan Müteşâbih ayet kavramı fıkıh usulünde, yani Kur’an’ı anlama gayesiyle ortaya çıkmış bir usulde, bu kavram tamamen boşaltılmış anlamsız, hiçbir pratik değeri olmayan bir kavram yüklenmiş, dolayısıyla biraz önce hocamın Ali İmran suresinin 7. Ayetinde geçen o muhkem ve Müteşâbih ilişkisine dair bizim fıkıh usulünde, yani Kur’an’ı anlamayı ve onun içindeki hükümleri ortaya çıkarmayı gaye edinen fıkıh usulünde asla böyle bir irtibat kurulmamıştır. En azından biz bugüne kadar böyle bir irtibat görmedik.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet. Tamam mı? Ben bu şeyden de okuyayım size ki, tüm tefsirlerin özeti mahiyetindedir. Burada bir dipnot var. Ali İmran 7. Ayetle ilgili. Diyanet Vakfı mealinde. Bak diyor ki,
muhkem ve Müteşâbih birer terim olup, muhkem ayet manası açık seçik anlaşılan ve tereddüde yol açmayan ayet demektir.
Tamam muhkem anlaşılıyor. Peki Müteşâbih ise muhkemin zıddıdır. Manası tam olarak anlaşılması mümkün görülmeyen ayeti ifade eder. Şimdi, bakalım. Şimdi siz dikkatle lütfen dinleyin. Diyor ki Allah-u Teala, önce şunu söyleyeyim. Ana. Bir şeyde ana mı çok olur, diğerleri mi?
Katılımcılar: Diğeri…
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Diğerleri. Mesela şu binanın bir ana taşıyıcıları vardır değil mi? Bir de diğerleri vardır. Hangisi daha çoktur?
Katılımcılar: Diğerleri.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Mesela Türkiye’de bir ana kent var. Başkent. Bir de diğerleri var. Hangisi daha çok? Diğerleri daha çoktur. Ayet ne diyor? Mesela, ümm kelimesi ümmül kura var, neresine deniyor bu?
Katılımcılar: Mekke.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Mekke-i Mükerremeye. Peki diğerleri? Hangisi daha çok. Şehirlerden. Şimdi ve bu anlamda… yani bu verilen anlama göre şey yapalım. Bak diyor ki,
“sana bu kitabı indiren O’dur.” Hatta buradaki meali okuyayım. Sana bu kitabı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın anasıdır. Ana taşıyıcılar. Diğerleri de müteşabihtir.
O zaman Kur’an’ın… anlaşılmaz dedi ya, bak anlaşılması mümkün olmayan dedi, değil mi? Mümkün görülmeyen, anlaşılması mümkün görülmüyor. O zaman Kur’an’ı Kerim’in büyük bir bölümü ne oluyor? Anlaşılması mümkün görünmeyen ayet oluyor. E peki örnek verin dediğiniz zaman, işte bir iki tane kelimeye sığınıyorlar. Bir de bir yerde sıkıştılar mı, anlayamadılar mı, bu Müteşâbihtir deyip geçiyorlar. Allah-u Alem deyip geçiyorlar.
Peki Müteşâbihin sözlük anlamı ne? Kur’an’ı Kerim öyle bir kitap ki, sözlük anlamını bile bize bırakmıyor. Yani önemli kelimelerin sözlük anlamını bile bize bırakmıyor. Kendisi veriyor. Bu Müteşâbih kelimesi Kur’an’ı Kerim’in sekiz ayetinde geçiyor. Bak sekiz kelimesi ne ifade ediyor? İkişerli ya. İkinin katı dikkat ediyor musunuz? İkinin katı. Şimdi bu sekiz ayetin yedisinde, tefsirler birbirinden farklı mana veriyorlar. Sekizincisi, buraya sıra geldiği zaman, farklı mana veriyorlar. Şimdi onu da Yahya’dan dinleyelim.
Yahya Şenol: Ayetleri sırayla okuyalım. Çoğunluğun elinde galiba Diyanet Vakfı’nın meali var. Oradan sayfa numaralarını da vereceğim ben. Bakara suresinin 25. Ayeti. 4. Sayfa elinizdeki mushaflarda. Burada üzerinde duracağımız kelime yine bu Müteşâbih kelimesi, arapçasını kısaca okuyayım orada ben.
“Gâlû hâzellezî ruzignâ min gablu ve utû bihî muteşâbihâ”
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bak Müteşâbih. Kelime aynı kelime farklı bir şey değil.
Yahya Şenol: Verilen mana şöyle. İman edip iyi davranışlarda bulunanlara içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu derler. Bu rızıklar onlara benzer olarak verilmiştir.” Bu Müteşâbih kelimesine verilen.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Benzer. İki şeyi birbirine benzettiğiniz zaman onu daha iyi anlatmak için mi benzetirsiniz? Anlaşılmasın diye mi benzetirsiniz?
Katılımcılar: Daha iyi anlaşılması için.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Daha iyi anlatmak için benzetirsiniz. Ya ben anlayamadım, nasıl o senin dediğin, bir meyveden bahsediyordun da, nasıl? Ya şu kiraz var ya aynen onun gibi. Niye? Çünkü kirazı biliyorsunuz, oradan anlıyorsunuz. Herhangi bir şeyi ya! Sen falan yerde böyle bir şey gördün ya, biraz anlatır mısın? Ya şurada şu vardı ya, işte aynen onun gibi. Yani… Benzer. Şimdi de cennetteki nimetleri Allah-u Teala diyor ki, dünyadakilerine benzer. O zaman buradakilerini düşünüyorsun, ordakilerine rahat rahat intikal edebiliyorsun. Değil mi? Evet. Devam et. Bak bu ayette Müteşâbih ne oldu? Anlaşılamayan mana mı? Değil. Devam et.
Yahya Şenol: İkinci ayet Bakara suresinin 70. Ayeti. Yalnız elimizdeki mealde ona benzer değil de anlaşılmaz manası vermişler. 10. Sayfada Bakara 70. Orada da ayet şöyle.
“Gâlud’ulenâ rabbeke yubeyyil lenâ mâ hiye innel begara teşâbehe aleynâ”
Müteşâbih kelimesinin mazi fiili bu teşâbehe. Buna şöyle mana vermişler. “Ey Musa bizim için Rabbine dua et de, onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın. Nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık.”
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Aslında anlayamadık da değil. Orada teşâbehe, şimdi sen bize bir sığır kes diyorsun. Kesmek istemiyorlar ya sığırı. İşte rengi nedir? Şekli nedir? Şemayili nedir? Ya sığır sığıra benzer, şimdi onun benzerini keseriz demiş oluyorlar, esasını değil. Orda da teşâbehe benzer, anlamadık değil. Ya sığır sığıra benzer demiş oluyorlar orada. Ondan dolayı rengi sarıdır diyor. Sarı renkli ile diğer sığırlar arasında benzerlik yok mu? Bütün sığırlar birbirine benzemiyor mu? Sığır sığıra benzer, Allah’ın asıl istediği hangisi onu söyleyin de onu keselim diyorlar. Ondan dolayı her defasında sıkıntılarını artırıyor. Evet.
Yahya Şenol: Üçüncü ayet Bakara suresinin 118. Ayeti. O da 17. Sayfada. Oradaki ibare de şöyle.
“Ve gâlellezîne lâ yağlemûne lev lâ yukellimunallâhu ev teé’tînâ âyeh, kezâlike gâlellezîne min gablihim misle gavlihim, teşâbehet gulûbuhum”
Buna da şöyle mana verilmiş. Bilmeyenler dediler ki, Allah bizimle konuşmalı ya da bize ayet gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benzedi.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Ne oldu şimdi? Teşabehe burada birbirine benzer oluyor da, innel bakara teşabehe de aynı. Niye ona farklı mana veriyorsun? Yani Görüyor musunuz bak? Sığır sığıra benzer demek başka, sığır istiyor işte. Ne demek anlamadık? Evet. Devam et.
Yahya Şenol: Bir sonraki ayet 6. Sure. En’am suresinin 99. Ayeti. 139. Sayfaya denk geliyor bu da. Buradaki ibare de şöyle,
“veminen nahli min tal’ıhâ gınvânun dâniyetuv ve cennâtin min ağnabin vez zeytûne ver rummâne muştebihen ve ğayra muteşâbih”
Buna da şöyle mana verilmiş.
O gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Benzeyen-benzemeyen.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Müştebih’e benzeyen denilmiş. Yani müştebih şöyle bir şey. Yani, ya biraz benzer gibi görüyorum ama tam çıkaramadım, dediğimiz şeydir. Benzetiyorum ama tam çıkaramadım diyorsunuz. Ama bak Müteşâbih benzeyen diyor, müştebih. Bu ayette müştebih geçmiyor, Müteşâbih geçiyor. Evet, devam et.
Yahya Şenol: Bir sonraki ayet de 141. Ayet. Benim biraz önce yanlış okumamın sebebi olan ayet. Burada çünkü geçiyor o. 141’de de şöyle diyor.
“Ve huvellezî enşee cennâtin mağrûşâtin ve ğayra mağrûşatin ven nahle vez zer’a muhtelifen ukuluhû vez zeytûne ver rummâne muteşâbihen ve ğayra muteşâbih” Bakalım buna ne mana vermişler?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Burada müştebihen de benzeyen manası vermişler. Ben yanlış anladım. İkisine de aynı manayı vermişler.
Yahya Şenol: Çardaklı ve çardaksız üzüm bahçeleri, ürünleri, çeşit çeşit hurmaları, ekinleri birbirine benzer ve benzemez. Yine müteşabihen ve gayra Müteşâbih
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Gayri Müteşâbih ‘e benzemez diyor. Ben yanlış anladım. Evet.
Yahya Şenol: En’am suresiydi bu da aynı, 145. Sayfadaydı elimizde. Ve bir de 13. Sure Ra’d suresi var. Onun 16. Ayetine bakalım.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bu da altıncı ayet değil mi?
Yahya Şenol: Altı, evet. 250. Sayfa, buradaki ibare de şöyle,
“em cealû lillâhi şurakâe halegû kehalgıhî feteşâbehel halgu aleyhim”
Yine teşabehe fiili mazi olarak kullanılmış. Buna da şöyle mana verilmiş.
De ki, göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki, Allah’tır. O halde de ki, onu bırakıp ta kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dost mu edindiniz? De ki, körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma onlarca birbirine benzer mi görüldü?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bak teşabehe, birbirine benzer. Şimdi bakın aynı mealde, görüyor musunuz? Müteşâbihen’e ne mana veriyor? Birbirine benzeyen iki şey değil mi? Ya peki, Müteşâbih kelimesinin sözlük anlamında anlaşılmayan diye bir anlamı var mı? Böyle bir şey de yok sözlükte. Sözlükte Müteşâbih birbirine birçok konuda benzeyen iki şeye denir. Sözlük anlamı da o yani. Bir de şu var. Zümer suresinin… 460. Sayfayı açın. Burada da mesela diyor ki,
(39/ Zümer 23)
“Allâhu nezzele ahsenel hadîsi “
“Allah sözün en güzelini indirdi.” Sözün en güzeli nedir? Kur’an değil mi?
“Kitâben”
” Bir kitap olarak “
“muteşâbihen”
“Birbirine benzeyen”
Burada uyumlu diye anlam vermiş. Çünkü Müteşâbihe öbür tarafta anlaşılmaz dedi ya, kitapla ilgili olarak. Peki uyumlu. Anlaşılmaz olmaz o zaman. Buraya da bari o manayı ver. Peki şimdi görüyor musunuz? Şimdi ben size bir soru sorayım, haftaya devam ederiz inşallah, vakit bir hayli geçti, çünkü konu çok önemli.
Katılımcı: Hocam Kacini ayett
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Zümer 23. Şimdi sekiz yerde Kur’an’ı Kerim’de teşabüh kelimesi geçiyor. Hepsinde biri diğerine benzeyen anlamı veriliyor. O birisinde yanlış olarak zaten anlayamadık demiş ki, o olması mümkün değil. Sığır için, sığırda anlayamadık denmez, sığırsa sığır. Dünyada birkaç çeşit sığır yok yani. Bir tek orada verdiği anlam bir kenara bırakılırsa, hepsine birbirine benzeyen diyor. Peki onda birbirine benzeyen diyorsun da, bu ayette nasıl anlaşılamayan diye bir ifade kullanıyorsun Müteşâbihe? Peki bu tanımlama anlaşılabilir mi? Yani ayete böyle bir anlam vermek kabul edilebilir mi? Bakın, falanca sözlüğe bakın demedik, dikkat ediyor musunuz? Çünkü falanca adamın sözlüğüne birisi itiraz edebilir, filancasına itiraz edilebilir, ama bu itiraz edilebilecek bir konu da değil. Bizim Türkçe’mizde de vardır, teşbih- benzetme yapılır bizde. Şimdi, peki sorum şu. Kalplerinde kayma olanlar, kitaptan zihinlerinde olana benzer kelime bulurlar. Peki Müteşâbih kelimesine bu anlam verenler, kalplerinde kayma olanlara benziyor mu? Benzemiyor mu? Bakın aynı ayetin içinde o ayetin vurguladığı hatayı ulema ittifakla yapmış.
Katılımcı: Ne zaman….
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Ne zaman mı? Ben tarihçi değilim. Sen araştır onu.
Katılımcı: Hiç doğru yok mu?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Doğruları mutlaka vardır, ama elimizde en eski kitaplar yok. Olmaması imkansız. Böyle bir şey olmaz yani. Şimdi Rasulullah SAV’in hadislerini benzer ayetlerle hareket ettiğimiz zaman ne kadar güzel bir şekilde ortaya çıkarıyoruz ve kitap sünnet bütünlüğü doğuyor, bunu her defasında görüyorsunuz. Neyse şimdi, bakın bu ayette, Müteşâbih kelimesinin anlamını kendi kafalarındaki bir Müteşâbihe, yani gördüm ama pek bir şeye benzetemedim’e, ya benzetemedim kelimesine Müteşâbih deniyor mu? Yok. O kökten bir başka kelimeye denebiliyor. Ya biraz benzer, benzemez gözüktü, az bir şey anladım ama, tam anlayamadım. Ya kardeşim bak Kur’an’da bu Müteşâbih sekiz ayette geçiyor. Bir ayette değil. Siz yedisine farklı anlam verin, sekizincisine de anlaşılmaz anlam verin. Bu anlam verme işi anlaşılabilir mi? Ve bu öyle bir konu ki, Kur’an’ın anlaşılmasının engellendiği bir konu. Ondan dolayı, bakın mesela burada, kendi açıklamalarıyla birlikte Hud suresinin 1 ve 2. Ayetini okuyayım bakın ki, hiç alaka kurabilecek misiniz? Buradaki mealden okuyacağım yani. 220. Sayfa. Bak ne diyor burada? Elif lam ra. Yani açıklamalarıyla birlikte okuyorum, çünkü onların anlayışını yansıttığı için yani. Kendi şeyimizi değil.
Elif lam ra. Bu sana indirilen hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış sonra da açıklanmış bir kitaptır.
Ya burada sen muhkeme sağlamlaştırılmış diyorsun, öbür tarafta muhkem ayet diyorsun, hüküm ifade… burada diyorsun ki, muhkem diyorsun, açık anlaşılan, tereddüde yer olmayan ayet diyorsun. Peki burada muhkeme niye sağlamlaştırılmış diyorsun? Bak şimdi, depreme karşı binalar ne yapılıyor? Sağlamlaştırılıyor. Sağlam binalarda sağlamlaştırma eylemi var mı? Ayetler çürük mü ki, Cenab-ı Hakk sağlamlaştırsın. Ya insan biraz, azıcık Allah korkusu olur insanda ya. Ya Allah’ın kelamına bu yapılır mı? Çürük mü Cenab-ı Hakk’ın ayeti ki, sağlamlaştırsın ya. O zaman bir yerde bir tane kitap olacak, ayetleri çürük, onu Allah sağlamlaştırdı. Nerede o kitap? Görüyor musunuz bakın. Sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır. Önce sağlamlaştırılmış, o zaman açıklanma nerede? Açıklama nerede? Onu da sormak gerekmez mi? Ne anlıyorsunuz Allah aşkına bu birinci ayetten bir şey anlaşılıyor mu? Az önce bu fişi size gösterdim ya, bu fişi ben kendi kulağıma takarsam, tabi kulağım …… niye? Ya ben gördüm birisi kulağına bir şey takmıştı, duyamıyordu, duyuyordu. Bende de duyma problemi var, bunu takayım, falan. E biraz zor duyarsın. Şimdi, ondan sonra devam ediyorum,
de ki, bu kitap Allah’tan başkasına ibadet etmemeniz için indirildi.
Öyle mi? Ne anlaşılıyor? Bakın ayetler nasıl anlamsızlaştırılıyor. Onun için dedim siz bu fişi buraya değil de başka tarafa takarsanız, bu cihaz çalışmaz. Ayetlerin ilişkilerini de bozdukları zaman ayetler ne hale geliyor? Gerçekten anlaşılmaz hale geliyor. Öyle olmuyor mu? Neyse. Şimdi bunu haftaya devam ederiz inşallah. Çünkü bu çok mühim bir konu.