Bugün Kuran-ı Kerim’in 89. Suresi olan Fecr Suresindeyiz. “Fecre yemin olsun, on geceye de. Çifte de yemin olsun tek olana da. Giderken geceye de yemin olsun. Doğru düşünen, iyi düşünenler için bunda gerçek bir yemin vardır değil mi?” Şimdi bunlar, yemin kelimesi Arapçada sağ el demektir. Sağ el devamlı güçlüdür, kuvvetlidir. Bazı kimselerin solu kuvvetlidir ama genel olarak sağ el kuvvetlidir, kuvveti ifade eder. Onun için söze kuvvet vermek için kullanılan bazı kelimelere yemin denir. Buna kasem de deniyor.
Şimdi, Allahü Teâlâ bir şeye yemin ediyorsa onun önemine dikkat çekiyor demektir. Vel fecr, “Fecre yemin olsun.” Yani söken şafağa yemin olsun. Sabahleyin doğu ufkunda bir açılma olur, bir yarılma olur. Gökle yer birbirinden ayrılmaya başlar. İşte gökle yerin birbirinden ayrılmasına fecr denir. İşte o zaman yani gökle yeri birbirinden ayıran olay, güneş ışınlarının yeryüzüne kadar gelmesi olayıdır. Güneş ışınları yeryüzüne gelmeye başladığı andan itibaren doğu ufkunda enlemesine bir aydınlık başlar. Sürekli ufuk aydınlanır, aydınlanır ve güneş doğuncaya kadar devam eder. Güneşin doğmasıyla birlikte gündüz başlar. Gündüz, güneşin doğuşundan batışına kadar devam eden vakittir. Gece de güneşin batmasından doğmasına kadar devam eden vakittir.
Gündüzün iki vakit namaz kılarız, gece üç vakit namaz kılarız. O zaman soru: Sabah namazı gece namazı mı, gündüz namazı mı? Gece namazı. Peki bunun başka delili var mı? Allahü Teâlâ diyor ki “Gündüzün iki ucunda, iki tarafında namazı kıl. Bir de gecenin gündüze yakın zamanlarında.” Zülef kelimesi zülfenin çoğulu. Yakınlık manasını ifade eder. “Gecenin gündüze yakın zamanlarında namazı kıl.” Çoğul, Arapçada en az 3 adet demektir. Türkçedeki gibi sadece tekil ve çoğul yok Arapçada. Tekil var, ikil var, çoğul var. İkiye de tensiye deniyor yani müfre tensiye cemi. Dolayısıyla çoğul, üç ve daha fazlası için kullanılıyor. O zaman gecenin gündüze yakın vakitlerinde diye çoğul olunca gece kaç vakit namaz oluyor? Üç. Gündüzün iki tarafında denince iki. İki gündüz, üç de gece, beş. En az beş vakit namazımız var. Hud Suresi 114. ayetmiş.
İşte, akşam güneş battığı zaman giderek hava kararır. Sabahleyin güneş doğduğu zaman da giderek hava aydınlanır. Onun için tanyeri ağarmasından itibaren bazı kimseler günü başladı kabul ederler, gündüz sayarlar. Yani mecazen o gündüzden kabul edilir. Yani gerçek manada gecedir de sabahleyin, onun için mesela sabah kelimesini kullanırız değil mi? Sabah namazı dediğimiz hem tanyerinin ağarmasından sonra kılınan namazdır, hem de öğlenden öncesine de sabah deriz değil mi? Mesela sabah kahvaltısı yaptım dersiniz, güneş doğduktan sonra da yapmış olabilirsiniz. Bu sebeple bazıları sabah namazını gündüz namazı gibi algılayabiliyorlar.
Gecenin üç bölümü var. Gecenin bölümlerini de güneşe göre ayarlamamız gerekiyor. Şimdi şunu düşünün. Kuran-ı Kerim’deki hiçbir şey saate göre ve takvime göre değildir. Ay takvimi Ay’a göredir, gündüzün vakitleri de güneşe göredir. Gece üç bölüme ayrılır. Birinci bölümü akşam güneş batmasından havanın kararmasına kadar olan vakit. İkinci bölümü havanın kararmasından tanyerinin ağarmasına kadar olan vakit. Üçüncü bölümü de tanyerinin ağarmasından güneşin doğmasına kadar olan vakittir. İşte, Allahü Teâlâ fecre yemin ediyor. Demek ki şafak söktüğü andan itibaren artık önünüz sürekli aydınlıktır. Giderek daha da aydınlanır, daha da aydınlanır sonra güneş doğar. Bu bakımdan fecr çok önemli.
“On geceye de yemin olsun.” Bu on gece Buhari’de bir hadiste zilhiccenin ilk on günü olarak ifade ediliyor. Yani kurban bayramının birinci günü biten on gün. Onun dokuzuncu gününde hacılar Arafat’a çıkarlar. Onun için bazıları veşşefri vel fetr, buradaki şefr’i onuncu bayram günü, vetr’i de dokuzuncu arafe günü olarak kabul ediyorlar. Ama genel anlamda “Çifte yemin olsun, tek olana da yemin olsun.” diyor Allahü Teâlâ. Allahü Teâlâ kendinin dışında hemen her şeyi çift olarak yaratmıştır. Kendisi zaten yaratılmış değil, Allahü Teâlâ tektir.
“Giderken geceye de yemin olsun.” İşte buradaki gece, belki gecenin ikinci bölümü olabilir. Giderken gece, seher vaktidir. Yani artık sabah namazı yaklaşmış, fecrin doğuşu yaklaşmış, seher vaktidir. Birçok insan kalkar teheccüd namazı kılar, tövbe eder. “Seherlerde Allah’tan af dileyen insanlar” diyor Allahü Teâlâ. İşte bunlar son derece önemli vakitlerdir, önemli şeylerdir. Yani şimdi düşünürseniz insan hayatında bunların ne kadar önemli olduğunu anlarsınız. “Aklı başında olanlar için bunda gerçek bir kasem vardır.”
“Görmedin mi Rabbin nasıl yaptı Ad kavmine? Sütunları olan İrem şehrine neler yaptı? O öyle bir şehirdir ki onun gibisi beldeler içerisinde yaratılmamıştır.” Yani bu Ad kavmi zamanının en güçlü bir kavmi, iriyarı insanlar, kayaların içerisinde evler yapıyorlar, çok sağlam binalar ediniyorlar, yüksek tepelere anıtlar yapıyorlar ve bizden daha güçlü de kim diyorlar. Ama ondan sonra işte çekip gittiler. Allahü Teâlâ, Ad kavmine ne yaptı? Lut kavmi de öyle. Onlar da çok güçlü olduklarını düşünüyorlar. Ad kavmi daha çok Hint Okyanusu kenarında, şimdi onların bulundukları yerin üzerine birkaç metrelik bir kum, kum tabakası gelmiş. Onun altında kazılar yapmışlar, bazı yerleri ortaya çıkarmışlar.
“Vadilerde kayaları yaran, kayaları kesen Semud kavmini de görmedin mi?” Bunlar da yine Ürdün bölgesinde olduğu söylenen bir kavim. Bunlar da çok güçlü bir kavim. “Ve firavunu da görmedin mi?” Yani bunlarla ilgili görmüş değiliz ama hepimizin Kuran-ı Kerim’den öğrendiği bilgiler var ki görmüş gibi biliyoruz. “Kazıklı firavunu da görmedin mi?” Tabi bu kazıklı firavun kelimesi çeşitli şekillerde anlatılıyor. Ama bugün için bana göre en anlamlı olanı piramitler yapan firavun demektir. Hani öyle piramitler yapmış ki hala onlar yaşıyorlar. Onu da görmedin mi. İşte müthiş bir bilgisi var, müthiş bir sanatı var. Bugün hala insanların hayran kaldığı bir teknolojisi var. Onları görmedin mi?
Şimdi, dağların yerin dibine kazık olarak çakılmasına benziyor gerçekten o piramitlere bakarsanız. O düz çölün içerisinde dağ gibi bir görüntüsü var. Onun için bana en makul olan piramitler yapan firavun şeklinde anlam verilmesidir. Burada nasıl mana verilmiş? Kazıkların sahibi firavun. E tabi şimdi dağlar da yerin içerisine kazık olarak çakılıyor. O da toprağın üzerine öyle bir kazık atmış ki asırlardır hiç kimse onları oradan söküp atmıyor. Yani çok sağlam bir şekilde oturtulmuş oraya. Yoksa insanları kazıklarla işkence eden, çeşitli şekillerde ceza veren insanlar her zaman her yerde çoktur. Bu bir meziyet değil. Ama Allahü Teâlâ burada Ad kavminin, Semud kavminin ve firavunun teknolojide ne kadar ileri gittiğini, ne kadar zengin, ne kadar güçlü olduklarını bize haber vererek çok güçlü olmak, çok zengin olmak herhangi bir şey ifade etmiyor. “Bunlar öyle kimseler ki o şehirlerde taşkınlık yaptılar.” Tıpkı bugün Amerika’nın yaptığı gibi taşkınlık yaptılar.
Amerika bugün ne yapıyor? Gücünü insanları öldürmek için, ezmek için, hakimiyetini her tarafa yaymak için kullanıyor. Kullanırken de çok kötü metotlar uyguluyor. İşte o zaman Amerikalıları da böyle yapıyordu. Sonra ne oldu? Hepsi kayboldu gittiler. Bakın öyle teknolojileri var ki insanların bugün mesela firavunun piramitleri var biliyoruz. Semud kavminin vadilerde, Ürdün bölgesinde onlardan kalma birtakım saraylar, birtakım binalar var. Onlar da o yüksek teknolojiyi günümüze kadar taşımış. Diğerleriyle ilgili de kazılar filan yapılmış. Daha da fazla yapılsa insanlar bunlardan çok güzel ibretler alırlar. Yani şunu gösteriyor. Siz ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar büyük ilim ve teknolojiyle meşgul olursanız olun asıl yapmanız gereken insan olmanızdır. Elinizdeki imkanları insanlara zulmetmek için kullanırsanız mutlaka elinizden alınır.
Ondan dolayı Allahü Teâlâ “Şükrederseniz mutlaka size olan nimetimizi artırırım.” diyor. Ama “Eğer nankörlük ederseniz benim azabım çok şiddetlidir.”. Bu sebeple elimizdeki imkanlar ne olursa olsun Cenabı Hakk’a kul olmamız gerektiğini unutmamamız lazım. İmkanlarımızı asla başkalarına karşı kullanmamamız lazım. Allah’ın bize verdiği nimetleri başkalarına zulmetmek için, haksızlık için kullanmamamız lazım. Ne kadar iyi davranırsak Allahü Teâlâ bize o kadar ikramda bulunur.
“Bunlar o şehirlerde fesadı artırdılar.” Yani birçok bozgunculuk yaptılar. Şimdi mesela bugün birçok para sahibi insanların sefaletini hiçe sayarak habire fiyatları yükseltiyorlar. Gıda fiyatlarını yükseltiyorlar, petrol fiyatlarını yükseltiyorlar ve tüm insanların ihtiyacı olan çeşmelerin başına oturmuşlar habire fiyatları yükseltiyorlar ve yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, bozgunculuk çıkarıyorlar. Yani bunlar hiçbirisinin yanında kalmaz.
“Senin Rabbin onların üzerine azap kamçılarını yağdırdı.” Yani öyle bir azap indi ki onların tepelerine, işte firavunu çok iyi biliyoruz. Musa aleyhisselam ve beraberindekiler, küçük bir grup yola çıkmışlardı gece vakti. Firavun bunu haber almış, bütün ağalarına paşalarına haber göndermiş. Gelin bunlar başıbozuk birkaç kişiler ama biz tedbiri elden bırakmayalım demişler, bütün paşa ve ağalarıyla, bütün zenginleriyle birlikte Musa aleyhisselamı takibe çıkmışlar. Onlar da nasıl olsa Musa’nın elinde silahı yok, askeri yok, hiçbir şeyi yok. Fırsat bu fırsat, gün, firavunun gözüne girme günü diyerek hepsi gelmiş. Sonra da hepsi Kızıldeniz’de boğulmuş. Onlar boğulunca bunların tamamının köşkü, sarayı, malı mülkü, parası, her şeyi İsrailoğullarına kalmış. İsrailoğulları ne yaptı? Onlar da o altınlardan buzağı yaptı, tapmaya başladılar.
Yani bakarsınız ömür boyu sıkıntı çeken bir adamın eline bir para geçti mi ilk işi günah işlemek olur. Halbuki ilk işin o nimeti sana veren Allah’a kul olmak olmalı. İkinci işin daha iyi kul olmak olmalı. Üçüncü işin daha iyi olmak olmalı. Günah işlemeyi, yoldan çıkmayı hiç aklının köşesinden geçirmemen gerekir. Ama hep öyle yani çevrenizdeki arkadaşlarınıza, dostlarınıza bakın ellerine para geçtiği zaman ilk işleri ona buna hava atmak ve yanlışlarda yarışa girmek olur. Birçok kimse öyledir.
“Şurası bir gerçektir ki senin Rabbin sürekli gözetlemektedir.” Yani Allahü Teâlâ insanlara iki yol göstermiş, eline de imkan vermiş. Herkes kendi içinde bulunduğu duruma göre, elindeki imkana göre o yollardan hangisine isterse ona gider. Ve Cenabı Hak da bizi sürekli takip ediyor, yaptığımız davranışlara göre bize not veriyor. Artı, eksi neyse artık.
“İnsanoğluna gelince…” Yani bütün insanlar. Hadi bunlar firavun, bunlar şu bu. Bizde genellikle başkalarına kızmak kolay yaptığımız davranışlardandır. Yani falan böyle yapmış, filan böyle yapmış, tamam, güzel, yapmış da sen ne yaptın? Asıl olan senin yaptığındır. Çünkü başkasının sana ne günahını soracaklar ne de başkasının sevabı senin sevap hanene girecektir. Yeryüzündeki bütün firavunları yaktıklarını kabul edin. Servetleri gitmiş tamam. Güzel de bunların sizin sevap hanenize getireceği ne var, getirisi ne? Bütün firavunlar vazgeçmiş Müslüman olmuş. Sen ne elde ettin? Onun için başkasına bakmamamız lazım, kendimize bakmamız lazım. O bizim için aldatıcı olur. Ben bugün ne yaptım? Allah’a kulluk konusunda neler yapıyorum? Onun için benim haneme yapılanlar, yazılacak olanlar benim kazandıklarımdır. Annem çok iyi bir hanım olabilir, babam çok iyi bir insan olabilir, bunların ikisi de dört dörtlük cennetlik olabilir. Benim eşim, çocuklarım da çok iyi olabilir. Peki, ben iyi olmazsam bunun bana ne faydası var? Bir denizin ortasına kaya parçasını koyun. Her tarafı su. O su, o kayada ne bitirir? Onun için buralarda dikkat etmemiz lazım. Yani başkalarının günahıyla, başkalarının parasıyla, imkanlarıyla övünmeyi bırakıp ben ne yapabilirime bakmamız lazım. Herkes kendisini bir numaraya taşımaya gayret gösterirse işte o toplumda bütün insanlar çok iyi çalışırlar ve o toplum çok yükselir.
Şimdi, burada Allahü Teâlâ tek tek insanlara hitap ediyor. Diyor ki “İnsanoğlu… Allah onu yıpratıcı bir imtihandan geçirir, ikramda bulunur, ona nimet verirse der ki Allah yüzüme baktı.” İşlerim tıkırında. Halbuki bu yıpratıcı bir imtihandır. Şimdi, yükseklere çıkmak kolaydır da orada kalmak çok zordur. Minarenin tepesine kadar çıkabilirsiniz. Orada bir beş dakika kalın bakalım kalabiliyor musunuz? İki türlü düşmek var. Bir pat diye dibine düşmek var bir de yavaş yavaş inmek var değil mi? Çok dikkatli olmak lazım.
Allah insanı yıpratıcı bir imtihandan geçirirse, çünkü zengin olduğun zaman o malın verdiği sıkıntılar var, o mala sahip olmanın verdiği sıkıntılar var ve o imkanların getirdiği ilave sorumluluklar var. Bütün onların hakkını verebilmek çok ciddi bir iradeyi gerektirir ve bu da insanı bayağı yıpratır. İnsanoğlu, Allah onu yıpratıcı bir imtihandan geçirir, ona ikramda bulunur, ona nimet verirse der ki Rabbim yüzüme baktı. Yine Cenabı Hak kişiyi yıpratıcı bir imtihandan geçirir. Onun rızkını ölçülü bir şekilde verirse…” Daha önce ölçüsüz, istediğin kadar harcıyorsun. Ama şimdi ölçülü. İşte kıt kanaat geçiniyorsun. Aman şuna dikkat edelim, buna dikkat edelim, zaten elimizde avucumuzda belli bir şey var, onu fazla harcamayalım falan. Bu defa da ne der? “Allah beni çok küçük düşürdü.” der.
Şimdi, hiç kendinin suçu yoktur ya da sanki bu dünyaya imtihan için gelmemiştir. Zenginlik de imtihandır, fakirlik de imtihandır. Her ikisinin de çok zor tarafları vardır. Her ikisi için de Allahü Teâlâ iptila kelimesini kullanıyor. İptila kelimesi yıpranma demektir. Yani şöyle pantolonunuz yıpranır, yıpranır, yıpranır nihayet bacağınız gözükecek hale gelir. İşte o hali ifade eder. Onun için hep duyarsınız çok yıprandım çok. E tabi yıpranacaksın. Yıpranmazsan adam olamazsın ki. O zaman dağdaki odun gibi olursun. Dağdaki odunu yıprattıkları için şu masaları yaptılar. İşte senin de adam olman için çok yıpranacaksın. Bu işin kaidesi bu. Eğer o odun dayanıksız olsaydı bu masayı yapmazlardı. Onu hemen atar yakalardı. Parça parça olsaydı atar yakalardı. Ama dayandığı için onu kestiler, kereste yaptılar, fırınladılar, rendelediler ve onu güzelce mobilya yaptılar. Şimdi burada bak hepinizin önünde duruyor, yukarıdan bakıyor salona. İşte imtihan da böyledir.
Şunu bileceğiz ki hem nimette hem külfette her şeyle yıpratıcı imtihandan geçeceğiz. Ama insanlar ister ki hiç imtihana girmeden sınıf geçeyim. Valla böyle bir kaide yok. mutlaka imtihana gireceksin.
Şimdi bu ikinci ifadeler çok önemli. “Cenabı Hak kişiyi yıpratıcı bir imtihandan geçirir de onun rızkını ölçülü bir şekilde verir.” Yani yine de aç kalmıyor. “O zaman da der ki Allah beni küçük düşürdü.” Allah artık yüzüme bakmıyor, dualarımı kabul etmiyor. Böyle bir durumda bakarsınız ki başlar Cenabı Hakk’a torpil bulmaya. Birilerini araya koyacak, Allah’a baskı yapacak ki isteklerini kabul etsin. Önce ne yapar? Hac Suresini hatırlamadınız mı, unuttunuz galiba? Neydi Hac Suresinde, ne vardı? Ha, önce türbelere gidiyordu, doğru. Bak Hac 22. Sure, siz benden iyi hatırladınız. 11. ayetten başlıyor. Burada diyor ki Allahü Teâlâ “Bazı kimseler Allah’a böyle kıyıda ibadet ederler.” Hani caminin en arka, kapının girişinde namaz kılarlar ki ilk önce çıkıp kaçsınlar. Gerçi o kıyıda ibadet etmek manasına değil, adamın işi vardır, adam ibadet ediyordur da anlaşılsın diye söylüyorum. Yani o kıyıda ibadet etmek anlamında değil.
Ama bu kıyıda ibadet ediyor. Bazı insanlar öyledir. Nasıl kıyıda ibadet ediyor. “Eğer eline bir imkan geçerse Allah yüzüme baktı der.” Son derece mutmain olur, işte namazımı da kılıyorum hamdolsun, dünyam da tamam, ahiretim de tamam. “Ama ona böyle bir sıkıntı, bir imtihan geldiği zaman da hemen yüzüstü geri döner.” O zamana kadar Allah’la arası iyiydi, Allah onu bir imtihana soktu mu Allah’la arası bozulmuş olur haşa. Sanki bu dünyaya , burası cennet, hiçbir imtihana tabi tutulmayacak, imtihansız gidecek. Öyle şey yok. burası cennet değil, burası dünya. “Hemen yüzüstü geri döner.” Çünkü Allah artık yüzüme bakmıyor. E ne yapayım? O zaman Allah’a karşı torpil bulayım der. Baskı yapacak Cenabı Hakk’a karşı.
“Bu adamın dünyası da gider ahireti de. Bu apaçık bir zarardır, iflastır, hüsrandır.” Çünkü Cenabı Hakk’a güveni hemen kayboluyor. Allah onu bir imtihana soktuğu an bakıyorsunuz ki iş tersine dönmüş. Hani iyi bir dostunuz olur. Her zaman yardımcı olursunuz. Gayet güzel. Bir gün de siz ondan bir şey isteseniz para isteme benden buz gibi soğurum senden. Peki, sen benden istediğin zaman oluyordu? İşte Cenabı Hak onu bir imtihana soktuğu zaman hemen bakarsın ki yüzüstü geri dönmüş.
Peki, ne yapar? Geri dönmesi nasıl? “O zamana kadar Allah’a yalvarıyordu. Şimdi Allah’a yakın gördüklerine yalvarmaya başlar.” Nedir o Allah’a yakın gördüğü? “Öyle bir şeye yalvarır ki onun ne kendisine faydası olur ne de zararı.” Faydası da yok, zararı da. Ne yapar? Soluğu Eyüp Sultan’da alır. E o, kabir. Kabrin sana ne faydası vardır ne de zararı. Ölmüş gitmiş. Yaşayan adamlardan bir şey istiyorsun vermiyor. Ölü ne verecek zavallı? Her şey bitmiş. Gider ondan niye? Efendim bu Allah’a yakın. Onun için Allah öyle diyor. Allah’a yakın gördüklerinden yardım istemeye gider. E canım o Allah’a yakınsa yakın, sana ne? Uğraş sen de yakın ol. “Bu çok derin bir sapıklıktır.” Şahdamarından daha yakın olan Allah’ı bırakıyorsun gidiyorsun bir ölüye. Sana ne faydası var ne zararı. Ondan Allah’a baskı yapmasını bekliyorsun. Senin yukarıdaki ile aran iyi. E? Söyle de şu işini yapsın. Peki, ben seni hiç tanıyor muyum?
Farz et ki bu adamın zihninde olanın doğru olduğunu düşün. Öyle bir şey yok da farz et ki tamam. Şimdi gitti Eyüp Sultan’a. Diyecek ki işte ya Halid Bin Zeyit Eba Eyyübel Ensari, işte işimiz bozuldu falan. Şimdi Eba Eyyübel Ensarı kalkıp da konuşacak olsa bu adama diyecek ki beyefendi ben bir kere Arap’ım. Senin dilini anlamam değil mi? Farz edelim yani, böyle bir şey olmaz da. İki, ben seni tanımam. Sen kimsin? Sen samimi misin değil misin onu da bilmem. Kaldı ki ben ölmüşüm, elimde avucumda olan hepsi gitmiş zaten, dünyada kalmış. Sen, seni yakından tanıyan, her şeye gücü yeten, şahdamarından daha yakın olana gitsene der. Bana niye geldin? Ben şuradan geçerken bir selam verecek, bir dua edecek birini ararken gelmişsin sen benden istiyorsun. “İşte bu çok derin bir sapıklıktır.”
Şimdi, gitti Eyüp Sultan’a olmadı. Bu defa ne yapalım? O zaman ağzı dualı bir adam bulalım. Ne demek ağzı dualı? Birisiyle baskı yapacak Cenabı Hakk’a, zorla kabul ettirecek isteğini. Falanca torpili koydu olmadı, şimdi başka bir torpil koymaya çalışıyor. “Bu defa başka bir kimseyi çağırır. Gider ona.” O efendi kimse gider ona. O da der ki gel önce el al benden, bir elimi öp. Şuraya şu yardımı yap, şu bizim cemaate gir. Zarar ettiği kesin. Eline bir şey geçecek mi geçmeyecek mi belli değil. Ha, bu bizim efendi diyorlar ya, bak Mevla da efendi demek. “Ne kötü efendi.” İşte o cemaate katıldık. “O ne kötü cemaat.” Çünkü bunlar Allah’ın doğru yolun üstünde oturmuş bir tezgah. Bir tuzak, oraya gelenleri avlıyorlar. “Allah, inanan ve iyi iş yapanları içinden ırmaklar akan cennetlere sokacaktır.” Bu dünyada bu imtihanları oluyorsunuz ama karşılığı cennetler, ebedi cennetler. Bedava verilecek değil ki onun için sabırlı olun. “Allah istediğini yapar.” Herkes istediğini yapamaz ama Allah yapar.
“Kim artık büsbütün ümidini kesmiş Allah bana bu dünyada yardım etmeyecek, ahirette de.” Ne yapayım, nasıl çıkış olsun? Şunu yapsın. “Ellerini semaya açsın.” Niye gidip ona buna yalvarıyor ki? “Ama bir sebeple. Ya namaz kılsın.” Zaten Allah öyle diyor. “Sabır ve namazla yardım isteyin.” Namaz kılsın, sabırlı olsun ve Allah’a elini açsın. Yardımı ondan istesin çünkü her şeye gücü yeten o. Bu kişiyi herkesten daha iyi tanıyan o. Bu kişiye herkesten daha yakın olan da o. Her şeye gücü yeten de o.
“Öbür ilişkileri derhal kessin.” Bir daha öyle falanın kabrine, filan efendinin yardımına falan gitmesin. “O zaman baksın bakalım. İşte bu yol onun içini daraltan, onu bunaltan sıkıntıyı giderecek mi gidermeyecek mi görsün.” Bir kere ilk önce psikolojik olarak rahatlar, arkasından da yavaş yavaş önü açılmaya başlar.
Şimdi tekrar Fecr Suresinin 16. ayetinden devam ediyoruz. “Ama Allah kişiyi yıpratıcı bir imtihandan geçirir, onun rızkını ölçülü olarak verirse der ki Allah beni küçük düşürdü. Hayır.” Allah kimseyi küçük düşürmez. Bunun sebebi sensin. Bir şey varsa sebebi sensin. “Hayır. Yetime ikramda bulunmuyorsunuz.” Düşünün, o yetimin anası babası siz de olabilirdiniz. Siz ölmüşsünüz, çocuklarınız geride kalmış. İnsanların onlara nasıl davranmasını isterseniz yetimlere o şekilde davranın. Çünkü onlar da bir ana babanın çocuklarıdır. Anneleri babaları yok ki onlarla ilgilensin. O zaman siz ilgilenin onlarla. Ama siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz. Sanki bu kainatın bir yaratıcısı, bu malların bir sahibi yokmuş gibi davranıyorsunuz. Allah’ın emirlerini, yasaklarını yok sayıyorsunuz.
“Çaresiz kalmış kişileri doyurmak için de aranızda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.” Bir çalışma yapmıyorsunuz, bir organizasyon kurmuyorsunuz. Ya kim fakirdir, kim muhtaçtır, onlara yardımcı olalım diye aranızda birbirinizi teşvik edici tavır içine girmiyorsunuz. “Ama siz bu mirası tıka basa yiyorsunuz.” İnsanlık mirasını. Yani öncekilerden devraldığınız dünya malını tıka basa yiyorsunuz. Sanki sadece sizindir.
“Malı da çok fazla seviyorsunuz. Hayır, hayır. Bu böyle gitmeyecek. Yeryüzü paramparça olduğu zaman.” İşte dağlar ufalacak, denizler kabaracak falan her şey böyle un ufak hale gelecek. Yeryüzü dümdüz olacak ve insanlar yeniden yaratılacak. “Rabbinin emri gelecek. Rabbin gelecek. Melekler de sıra sıra dizilmiş olacak. O gün cehennem de getirilecek o meydana. O gün insan aklını başına toplayacaktır.” Ya, yapacağım çok şey vardı da yapmadım. Ah şu kafa diyecek. “Ama bu aklını başına toplamasının ona ne faydası var ki?” Artık geçti. “Şöyle diyecektir: Ah keşke, keşke şu asıl hayatım için, ahiret hayatım için önceden bir şeyler yapsaydım.” Çünkü orası ebedi, burası geçici. Burada ne kadar yaşarsan yaşa bir gün bitiyor. Ama orada bitmek yok.
“Keşke şu asıl hayat olan bu hayatım için önceden bir şeyler gönderseydim, önceden bir şeyler yapsaydım. O gün Allah’ın ona verdiği azabı hiç kimse veremez.” O gün öyle bir ıstırap çeker ki bu dünyada ne kadar ağır ıstıraplı olursanız olun mutlaka bir kurtuluş ümidiniz vardır. Mutlaka bir yerden bir kurtuluş beklersiniz. Ama orada kurtuluş ümidi falan yok. onun için asıl büyük azap o. “Allah’ın vurduğu bağı da hiç kimse vuramaz.” Hiçbir yere kaçıp paçayı kurtarma imkanı da yok. Gitti.
“Ey mutmain olan nefis.” Şimdi insanlar, herkes kendisini bilir. Herkes kendi günahını da bilir, sevabını da bilir. Başkalarına bin bir türlü özür sayıp dökebilir. Ya işte ben namaz kılamıyorum, işte şunu yapamıyorum, bunu yapamıyorum falan der de kendisi bilir ki hepsini pekala yapabilir. Şimdi biriniz bana geldiniz. Hocam, ben şunu yapamıyorum, bunu yapamıyorum deyip beni ikna ettiniz. Ben de size dedim hakikaten ya yapamıyorsun. Ben böyle dedim diye Cenabı Hak size günah vermekten vazgeçer mi? Günah yazmaktan vazgeçer mi? Yani isterseniz bütün dünyayı ikna edin. Cenabı Hakk’ı kandıramazsınız ki.
Ama mutmain olan nefis… Şimdi sizin eğer yaptığınız bir günahınız yoksa dersiniz ki valla benim içim rahat. Ben biliyorum, elhamdülillah. Yani elimden geleni, ibadetlerimi yapıyorum. Günahlardan kaçınıyorum, insanlara yardımcı olmaya çalışıyorum. İçim rahat ama elbette ki günahım vardır. Cenabı Hakk’ın beni bağışlaması için tövbe ediyorum, istiğfar ediyorum. Kişi kendisini bilir. İçi rahattır. Ama insan yanlışlık içerisindeyse o içini kemirir, farkındadır. Kendinden daha iyi bir delil de yoktur bu iş için.
İşte “Ey mutmain olan nefis.” Yani elhamdülillah ben vazifemi yaptım diyebilen kişiler. “Sen Rabbine dön, sen razı ve razı edilmiş bir vaziyette.” Yani Cenabı Hakk’ı razı ediyorsun, Allah da seni razı ediyor. “Kullarımın içine gir…” Yani diğer kullarımın. “…ve Cennetime gir.” Cenabı Hak cümlemize nasip eylesin.
Evet böylece dersimizin bu bölümünü bitirmiş olduk. İkinci bölüme inşallah bir süre sonra devam ederiz.