Abdülaziz Bayındır:
Bugün Kuranı Kerim’i Fatiha Suresi’nden başlamak suretiyle anlamaya ve Kuranı Kerim’in içerisindeki manaları öğrenmeye gayret edeceğiz. Yanlış hatırlamıyorsam bu üçüncü hatim olacak.
“Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla. (Fatiha 1/1)” Rahman kelimesi sadece Allahütealâ’ya mahsus olarak kullanılan bir kelimedir. Rahim kelimesi Allahütealâ için de diğer varlıklar için de kullanılabilecek olan bir kelimedir. Allahütealâ Araf Suresi’nin 156. Ayetinde şöyle buyuruyor. Bu Musa’nın (as) duasının bir parçası, orada şöyle dua ediyor: “Ya rabbi bu dünyada bize bir güzellik yaz. Ahirette de… (Araf 7/156)” Dolayısıyla dünyada eğer güzel olunmazsa ahirette güzel olma ihtimali yok.
Konumuzla direk ilgili olmamasına rağmen şuna dikkatinizi çekmek isterim burada Allahütealâ “bize yaz” dedi. Bize öğretildiğine göre bu yazgı ne zaman olmuş oluyor? Ta ezelde değil mi? “Ezelden her şey yazılmıştır” diye bize şimdiye kadar öğrettiler. Kitaplarda böyle ifade ediliyor. Eğer ezelden her şey yazılmışsa böyle bir dua olur mu? “Yarabbi bu dünyada bir güzellik yaz ahirette de öyle. Biz sana yöneldik. Allahütealâ şöyle cevap verdi: Azabımı koyduğum kurala göre insanlara isabet ettiririm. (Araf 7/156)” Yani ceza için Allahütealâ bir kural koymuştur. Ona göre suç işlemiş olanlara azabımı isabet ettiririm “…ama benim rahmetim her şey kuşatmıştır. (Araf 7/156)”
Şimdi Allahütealâ’nın rahmeti onun ikramı demektir. Rahmet kelimesi ana rahmi diye bir kelime kullanıyoruz ya o rahimden kaynaklanmıştır. İşte oradan alınarak “merhamet” ifadesi onu yüklenmiş. İşte aynı ana rahminden gelen akrabalara yani üçte bir anada birleşen akrabalara da aynı kelime kullanılır. Bizim Türkçemizde buna karşılık sıla-ı rahim derler aynı kelimeyle yani akrabalar arasındaki ilişkiyi devam ettirmek manasında kullanılır Türkçede.
Merhamet iki şekilde olur. Yani rahmet dediğimiz bizim merhamet dediğimiz şey. Birisi sadece kalp inceliğidir acıma duygusudur. Diğeri de yardım etmedir. Şimdi mesela şurada baktınız ki birisi düşmüş. Onu kaldırmak yerine” vah vah vah çok acıdım çok üzüldüm” falan derseniz size ne derler? Üzüldüysen kaldır onu oradan derler değil mi? Acıdıysan kaldır. Ama bir de şöyle mesela çok zor durumda olan bir insan vardır. Yapacağınız hiçbir şey yok üzüntüden başka, tamam o zaman çok üzüldüm çok acıdım dediğiniz zaman sizi herkes haklı kabul eder. Peki, Allahütealâ için gücünün yetmediği bir şey var mı? Öyle bir şey söz konusu değil. O zaman Allahütealâ’nın rahmeti merhameti yaptığı yardımıdır. Allahütealâ’nın gücünün yetmediği bir şey olmadığı için “tüh tüh keşke imkânım olsaydı yapsaydım” şeklindeki bir acıma duygusu Cenabıhak için söz konusu değildir. Allahın rahmetinden bahsedildiği zaman yapmış olduğu ikram ve iyilik anlaşılır. Ama insanların rahmetinden bahsedildiği zaman eğer imkânı varsa yardım eder, imkânı yoksa acır.
Allahütealâ rahmandır. Yani rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Yeryüzünde ne kadar varlık varsa her şey, her kes, her varlık her şeyini Allah’a borçludur. Şimdi düşünün bizim bize ait olduğunu söylediğimiz şeylerden hangisi bizimdir? Tamamı Allahütealâ’nındır. Her şeyi veren o’dur. Bütün varlıklar için aynı şey söz konusudur. Cenabı hakka isyan eden Allah’ı inkâr eden her türlü insanın da yaşaması Allah’ın rahmetine bağlı değil mi? Dolayısıyla Allah rahman sıfatıyla, yani rahman sıfatı söz konusu olduğu zaman Cenabıhakkın bütün varlıklara ihtiyacını vermesi onları beslemesi büyütmesi olgunlaştırması şeklinde anlaşılır. Ama bir de Allahütealâ’nın rahim sıfatı vardır. Rahim sıfatı biraz daha özel… Allahütealâ’nın ikramını gerektiren sıfattır. Bazı insanlar bir takım gayretler göstererek çalışarak Allahütealâ’nın rahim sıfatına hak kazanırlar. Yani Allahütealâ herkese rahmandır, iyiliği sonsuzdur ama bazı varlıklara özel ikramlarda bulunur. Çünkü çalışırısınız kazanırsınız, çalışmazsanız bir şey yok. İşte o da Allahütealâ’nın rahim sıfatıyla bize yapmış olduğu iyiliktir. Bu ayeti kerimede Allahütealâ diyor ki “Ben bu rahmetimi ikramımı ilerisinde kendini koruyan/emirlerime saygılı olan/benden çekinen insanlara tahsis edeceğim (Araf 7/156)” diyor herkese değil.
Şimdi bundan dolayı hep şöyle bir anlam verilmiştir. Allahın rahman sıfatı bu dünyada bütün varlıklara ihtiyacı olan her şeyi vermesi, rahim sıfatı da ahirette müminleri cennete sevindirmesi cennette ikramda bulunması şeklinde bir anlam verilmiştir. Zaten Allahütealâ bu dünyadaki bütün nimetlerin de müminler için olduğunu söylüyor. Evet, bakma kâfirleri besliyor büyütüyor ama bu nimetlerin asıl sahipleri müminlerdir. Araf Suresi’nin 32. Ayetinde diyor ki “Allahın kulları için çıkarmış olduğu nimeti ve rızkın temizlerini kim haram kılmış? (Araf 7/32)” Şimdi bir takım insanları çıkar şunu yemeyiz bunu yemeyiz… Yani “fakirizm” yaparlar. Bakarsınız “Peygamberimiz koltukta mı oturmuştu?” diye koltukta oturmayıp yerde oturanlar vardır. “Ah o Peygamber karyolada mı yatmıştı?” O zaman karyolayı bırakıp karyolanın altında yatanlar vardır. Vallahi o Peygamber hiç bu kadar aptal olmamıştı hâşâ. Aptal bir insan da peygamber olmaz. Peygamber efendimiz o yatağı bulsa orada yatardı, bulmadığı zaman da burada yatardı. Bulsa da önemli değil bulmasa da. Ne yapalım dünya bu. Fakirizm yok İslam’da. Ne diyor burada Allahütealâ? Allahın verdiği süsleri, güzel elbiseleri…” ziynetten kasıt güzel elbiseler. Güzel elbiseyi kim haram kılmış? Kulları için çıkardığı…” Bir de temiz ve güzel rızıkları haram kılan kim? Allah’ın haram kıldıkları rızıkların hepsi pis olanlardır. Temiz olmayanlardır. “De ki bu nimetlerin hepsi (o güzel elbiseler, temiz rızıklar) bu dünyada müminleri içindir.” Ama kâfirler de istifade eder. “Ama kıyamet günü özellikle müminler içindir. (Araf 7/32)” Kâfirlere bir şey yok. İşte bütün bunları birleştirdiğiniz zaman, deniyor ki rahman sıfatıyla ki Allahtan başka hiçbir varlıkta olmayan sıfattır bu, Allahütealâ’nın bütün varlıkları beslemesi büyütmesi olgunlaştırması ihtiyacı olan her şeyi vermesidir. Müslüman kâfir insan hayvan hiçbir şeyi bir şeyden ayırmadan bütün varlıkları ihtiyacı olan şeylere kavuşturması anlamını ifade eder. Rahim sıfatı da özel ikramda bulunması anlamını ifade eder şeklinde anlamlandırıyorlar.
Rahman sıfatı Allahtan başka hiç kimseye verilmez ama rahim sıfatı insanlar için de olur. Mesela Peygamberimiz (sav) ile ilgili olarak Allahütealâ Tevbe suresinin son ayetlerinde “…o peygamber müminlere karşı şefkatlidir ve merhametlidir (rahimdir). (Tevbe 9/128)” şeklinde buyurmuş. Müminler için de aynı ifade kullanılmıştır. O da Fetih Suresi’nin sonlarında “…kendi aralarında birebirlerine karşı merhametlidirler (rahimdirler). (Fetih 48/29)” Yani rahim sıfatı insanlar için de kullanılır ama rahman sıfatı kullanılmaz.
O zaman biz “Bismillahirrahmanirrahim”e şöyle bir anlam verdik. Yani “rahman”a öyle bir anlam verelim ki Allah’tan başkasına kullanılması mümkün olmasın. Dolayısıyla biz bu rahmana “iyiliği sonsuz” şeklinde bir anlam verdik. Allahtan başka hiç kimsenin iyiliği sonsuz değildir. Allahtan başka hiçbir varlık kendi düşmanını besleyip büyütmez. Cenabıhak onun azılı düşmanlarını da besliyor. Ama Allahütealâ bunu yapar. Dolayısıyla Allahütealâ’nın iyiliği sonsuzdur. Ondan sonra “rahim” kelimesini de öyle bir şekilde anlamlandıralım ki Allahütealâ için de insanlar için de kullanılabilsin. Ona da ikramı bol şeklinde bir anlam verdik. Dolayısıyla “Bismillahrirahmanirrahim”in Türkçe karşılığının “iyiliği sonsuz ikramı bol Allahın adıyla” şeklinde olduğunu yani böyle olmasının uygun olduğunu düşündük ve o şekilde anlam verdik: “İyiliği sonsuz, ikramı bol Allahın adıyla. (Fatiha 1/1)”
Şimdi bazıları “Allahın adına” diye tercüme ediyor onu. İşte “rahman ve rahim olan Allahın adına…”. “Şu kişinin adına” dendiği zaman ne anlarsınız? Bunu kendim için yapmıyorum demiş olursunuz değil mi öyle olmaz mı? Yani Allah adına yapıyorum. Peki, birisinin sizin adınıza bir şey yapması için ona yetki vermeniz gerekmez mi? Öyle bir şey yok mudur Türkçede? Var. O yetkiye ne denir? Vekâlet denir. Vekillik denir. Peki, Allahütealâ herhangi bir kimseye vekillik vermiş mi? Öyle bir şey yok. Cenabıhak hiç kimseye vekillik görevi vermemiştir. Peygamberimize (sav) “Biz, seni onların üstüne bir vekil olarak göndermedik. (İsra 17/54)” diyor ayeti kerime. İsra suresinin sonlarında “Rabbiniz sizin ne durumda olduğunuzu çok iyi bilir. Eğer rabbiniz merhametini gerektiren, ikramını gerektiren davranış gösterirseniz size ikramda bulunur…” İşte bu rahim sıfatıyla olan şeydir. “…onun azabını gerektiren davranış gösterirseniz azap eder. (İsra 17/54)” O zaman yani merhamet eden de Allah’tır azap eden de Allah’tır. Peygamberimize ne diyor? Seni onlara vekil olarak göndermedik. Sen onlara vekil falan değilsin. Yani sen insanları bana karşı koruyamazsın. Beni de insanların yanında temsil edemezsin. Sen sadece elçisin. Zaten Allahütealâ yine İsra Suresi’nin 2. Ayetinden başlıyor. Tevrat’ı şöyle bir kelimeyle özetliyor: “Musa’ya o kitabı verdik. Onu İsrailoğulları’na yol gösterici kıldık…” Peki, ne dedin yarabbi? “…benimle kendi aranızda kimseyi vekil olarak koymayın. (İsra 17/2)” Şimdi hurafeciler bu vekil kelimesini çok kullanırlar değil mi? Falanca vekil mi? Kime karşı Allaha karşı hâşâ. Cenabıhakkın asla kabul etmediği bir şeydir. Öyleyse hiç kimse Allah’ı temsile yetkili değildir. Hiç kimse de Allaha karşı herhangi bir varlığı temsile yetkili değildir. Öyleyse “Allahın adına” diye olmaz. “Allahın adıyla” olur. “İyiliği sonsuz ikramı bol Allahın adıyla…”
“Hamd, tüm varlıkların sahibi Allaha mahsustur. (Fatiha 1/2)” Hamd ne demek? Şimdi üç tane kelimemiz var: hamd, medih, şükür. Medih kelimesinin Türkçe karşılığı övmektir. Yani bir kişiye diyorsunuz ki buraya geldik bakın bu güzel salona ders yapıyoruz Zeytinburnu Belediyesi’ne de çok teşekkür ederiz Sayın Başkan’a da. Sağ olsun bu imkânları bize sağladı. Buradaki tüm personele de teşekkürler ederiz gösterdikleri iyi davranışlardan dolayı. Şimdi biz buraya geldik. Birisi gelip dese ki ne güzel bir yer burası ne iyi yerde ders yapıyorsunuz. Şimdi buranın güzel olması bizden mi kaynaklanıyor? Bizle bir alakası yok. Burayı yaptırmışlar hazırlamışlar geldik. Buna “medih” denir. İşte birisine diyorsunuz ki maşallah mesela bir kıza diyorsunuz ki “ince uzun boylu şu kadar güzel bir kız”. Tamam. Uzun boylu ondan mı kaynaklanır. Güzelliği kendisinden mi? Onu yaratan vermiş. Buna “medih” denir. Övme. Bir kişiyi yaptığı bir işten dolayı övüyorsanız, mesela dediniz ki Zeytinburnu Belediye başkanı burayı yapmış “Ne güzel yapmışsın sayın başkan” dediniz. O da hamd olur. Yani bir kişiyi yaptığı bir işten dolayı övdüğünüz zaman hamd olur. Mesela bir elbise giymiş herkes her elbiseyi yakıştıramaz “maşallah sen de güzel yakıştırıyorsun kendine iyi giyiniyorsun” tamam o onun tavrıdır. O ona hamd olur yani bir kişiyi kendi yaptığı işten dolayı överseniz onun adına da hamd denir. Peki, o işi size yaparsa şimdi mesela Zeytinburnu Belediye Başkanı burayı bize tahsis etmiş. “Ya başkan ne kadar güzel oldu” dediğiniz zaman ne oldu bu? O da şükür olur. Şükür kelimesinin Türkçe karşılığı teşekkürdür. Aslında şükür de teşekkür arasına hiçbir fark yoktur ama bizim Türkçemizde farklı algılarız biz. Mesela Araplar Allaha şükretmek için “şükran” kelimesini kullandıkları gibi bir arkadaşlarına teşekkür etmek için “şükren” kelimesini, aynı kelimeyi kullanırlar. Biz işte şükürle teşekkürü birbirinden ayırırız ama mana olarak farkı yoktur teşekkürdür. O zaman demek ki hamd yaptı şeyi güzel yapmak. Medih övmek, onu ister kendi yapmış olsun ister başkası yapmış olsun. Şükür de bir şeyi size yaptıkları için övmektir. Yani teşekkür etmeyi gerektiren bir durum olduğu için.
Peki, şimdi biz bazı şeyleri yapıyoruz. Yaptığımız bazı şeyler güzel oluyor, bazılarını beceremiyoruz, bazı şeyleri hiç yapamıyoruz. Yaptığı her şeyi güzel yapan kimdir? Allahütealâ. Allahütealâ’nın yapmadığı herhangi bir şey var mı? Onun için Allah için medih kelimesi hamd manasına gelir. Çünkü her şeyi kendi yaptığı için. Dolayısıyla elhamdülillah dediğiniz zaman yaptığı her şey güzel yapmak Allaha mahsustur onun dışında hiç kimse yaptığı her şeyi güzel yapamaz. Bazen güzel yaparsınız ama birçoğunu da beceremezsiniz. Hatta sizin güzel dediğiniz Cenabıhakkın yaptığıyla kıyaslanamayacak kadar basittir ve kötüdür. Allahütealâ güzel ve mükemmel yapar yaptığı her şeyi. Bir cenabı hakka mahsus bir konudur.
Evet, “rabbilalemin” “…tüm varlıkların sahibi olan Allaha (Fatiha 1/2)” Huve rabbul âlemin şeklinde kıraat de vardır. Yani hüve mahsuf elhamdulillahi rabbül âlemin şeklinde kıraat de vardır. O zaman mana şu olur: “Yaptığı her şeyi güzel yapmak Allaha mahsustur. O tüm varlıkların sahibidir. (Fatiha 1/2)” Errahmanir rahim. Rahman ve rahim… “Yani iyiliği sonsuz ikramı bol olan…(Fatiha 1/3)” Allaha mahsustur.
Maliki yevmiddin. Malik mülk hâkimiyet yetki sahibi olmak… Maliki yevmiddin din günün maliki sahibi yetkilisi demektir. Şimdi gün ne demek? “Din” kelimesi bir de “deyn” kelimesi vardır. Dinin ne olduğunu biliyor musunuz? Borç demektir. Din ve deyn aynı kökten iki kelimedir. Sadece bir telaffuz farkı vardır. Birisi i’yle kullanılıyor birisi e’yle kullanılıyor. Aynı kökten iki kelime… İkisi de borçtur. Şimdi biz her şeyimizi Allah borçlu değil miyiz? Peki, borcun karşılığında bir ödeme yapmak gerekmez mi? En azından bir teşekkür etmek gerekmez mi? İşte her şeyimizi Allaha borçlu olmamız karşılığında Cenabıhakkın bizden istediği bir takım davranış şekilleri var. İşte o din. O din. Yoksa Allahütealâ’nın istediği her şeyin yani, verdiği nimetlerin ödememiz mümkün değil. Bakın bir yeriniz rahatsız oluyor bütün vücut sağlam olmasına rağmen küçük bir yeriniz rahatsız oluyor. Bütün servetinizi harcıyorsunuz gene iyileşemiyorsunuz. Karşılığını vermek mümkün değil ama Cenabıhak bir takım kurallar koymuş. Aslında o kurallar Allahın verdiği bu nimetlerden daha çok yararlanmamız için gerekli olan kurallardır. Tamamen bizim lehimize olan kurallardır. Onlara uygun olarak yaşadığımız zaman hayatın tadını alabiliriz. Vücudumuz rahat eder. Çevreyle uyum içerisinde oluruz. İnsanlarla uyum içerisinde oluruz son derece mutlu oluruz. Çevremizi de mutlu ederiz. İşte o din.
Peki, o zaman “yevmid’din” ne olur? İşte bu “borç kesme günü” olur. Cenabıhakk’a karşı borçluyuz ya her şeyimiz ondan aldık. Ona karşı da bir takım yapmamız gereken davranışlar var. O davranışları yapıp yapmadığımız o yevmid’din’de ortaya çıkacak. Yani hesap gününde ortaya çıkacak. O gün tek söz sahibi olan Allahütealâ’dır. Hiç kimse araya girip kimse adına bir ödeme yapamaz. Kimse, kimse adına ödeme yapamaz. Kimse kimseyi koruyamaz, kurtaramaz. Tamamen Allahütealâ. Maliki yevmid’din. “Hesap gününün sahibi…(Fatiha 1/4)” Şimdi deyn de borç değil mi? Borç insanı karşıdaki kişiye köle yapar. Onun için borçlu olmak pek tavsiye edilmez. Borcu arttırıcı eylemler tavsiye edilmez. Faiz sürekli borcu arttırdığı için insanları köleleştirir. Toplumları köleleştirir. Hürriyetimizi kaybederiz. Hatta İslamiyet’ten önce bu Kuranı Kerim’deki hükümler inmeden önce Mekke’de insanlar borçlanır, borcu ödeyemeyecek duruma gelince adamı çıkarırlar köle pazarında satarlardı. Alacaklılar onun parasını paylaşırlardı o da köle olurdu hürriyetini kaybederdi. Ahirette de buna benzer bir işlem oluyor. Yani ahirette, Ayeti Kerime’de Allahütealâ ne diyor: “O gün zerre kadar bir iyilik yapan onu görecek, zerre kadar bir kötülük yapan onu görecektir. (Zilzal 99/7-8)” Bir de Araf Suresi’nin baş tarafında vardı: “O gün tartı doğru tartıdır/amellerin tartılacağı kesindir, gerçektir. Kimin tartısı ağır gelirse onlar paçayı kurtarmış olan insanlardır. (Araf 7/8)” Şimdi toplumu düşünün adamın alacakları var. Borcu var malı var. Malı borcuna yeterse hürriyetini elde eder değil mi? Ama malı borcuna yetmiyorsa o zaman alacaklılar onu satar. Ahirette bunun karşılığında insan kendi nefsini kaybeder, cehenneme gider başka gideceği bir yer yok çünkü Allah karşıdır borç. “Kimin de tartısı hafif gelirse bunlar kendilerini zarar eden kimselerdir. (Araf 7/9)” Yani borcunu ödeyemiyor gel bakayım sen diyorlar alıyorlar çıkarıyorlar pazara satıyorlar. İşte onun gibi bir şey ahirette. Gel bakalım sen diyecekler ödeyecek bir şeyin yok sen gel o zaman hadi cehenneme. “Ayetlerimiz karşısında yanlış davranışlarının cezası olarak gidecektir. (Araf 7/9)”
İnfitar Suresi’nde de tabi bu konu biraz daha güzel açıklanıyor orada. Bakın burada diyor ki Allahütealâ 17. Ayette: “O hesap gününün ne olduğunu sana kim öğretti? (İnfitar 82/17)” Biliyor musun hesap günü nedir? Oraya gidip gelen var mı? Şimdi insanlar orayla ilgili bir sürü hesaplar yaparlar. Kendilerine kurtarıcılar, şefaatçiler falan bulurlar. Ama oraya gittikleri zaman onların hiçbirisinin olmadığını öğreneceklerdir. “Evet, sana o hesap günün ne olduğunu sana kim bildirdi? (İnfitar 82/18)” “O gün hiçbir nefsin hiçbir nefis lehine yapabileceği hiçbir şey yoktur…” Peygamberimiz de dâhil. Hiçbir nefis, hiçbir nefis lehine hiçbir şey yapamaz buna gücü yetmez. “…O gün emir/irade/yetki tamamen Allahın elindedir. (İnfitar 82/19)” İşte burada da her gün biz bunu okuyoruz: “Hesap gününün sahibi/yetkilisi O’dur. (Fatiha 1/4)” İşte Kuran’ı Kerimde faizin yasaklığı bundan kaynaklanıyor. Çünkü borç insanı köleleştirdiği için; insan da Allahtan başkasına köle olamayacağı için faiz yasaklanıyor. Çünkü (faiz) sürekli borcu arttıran bir şeydir.
“Kulluğu yalnız sana yaparız, yardımı da yalnız senden isteriz. (Fatiha 1/5)” Mesela bakın burada da öyle. Yalnız Allah’a borçlu oluruz. Yani borç yasak değildir elbette borçlanırsınız insansınız. Her zaman ihtiyaçlarınız olmaz. Birbirimize karşı borç vermemiz büyük bir sevaptır. Bununla ilgili ayetler de vardır hadisler de vardır. O ayrı bir şeydir. Ama yalnız Allah’a kulluk ederiz. Biz yalnız Allah’a boyun eğeriz, yalnız Allahın kulu kölesi oluruz. O zaman Allah’tan başka hiç kimseye kul olmayız. Allahtan başka hiç kimseye kul olmamak, hürriyetin doruk noktasıdır. Dünyada bundan daha büyük bir hürriyet tanımı tasavvur edilemez. Çünkü Allah seni istediği zaman, istediği yerde, istedi kişilerin evladı olarak, istediği cinsiyette, istediği kabiliyette yaratmış, istediği zaman istediği yerde canını alacaktır. Allahın vermediği hiçbir şeye sahip olamazsın. Allahın aldığı hiçbir şeyi de geri alamazsın. Öyleyse zaten Allahın kulusun kölesisin. İster müslüman ol ister olma. Hiç fark etmez. Aslında kâfirler de kendilerini Allahın kulu kabul ederler ama başkalarına da kulluk ederler. Mümin, yalnız Allah kul olur başkasına olmaz. Yarabbi kulluğu yalnız sana yaparız, yardımı da yalnız senden isteriz. Çünkü her şeyin sahibi sensin.
Tabi buradaki “yardım” insanların gücünün üstündeki konulardaki yardımıdır. Yoksa Allahütealâ bizlere Maide Suresi’nin 2. Ayetinde emretmiştir: “İyilik ve takva konusunda birbirinizle yardımlaşın. Günah ve düşmanlık konusunda yardımlaşmayın. (Maide 5/2)” Yani insanlar arası yardımlaşma yapabileceğimiz şeyler tamam. Zaten hiç kimse yapabileceği şeyi Allahtan istemez. Mesela şimdi şurada mikrofon var “Yarabbi şu mikrofonu bana versene” denir mi? “Enes hoca şu mikrofonu verir misin” derim öyle değil mi? Böyle bir insan var mı? “Yarabbi şu mutfaktaki yemekleri getiriver de bir yiyim” der mi insan? Allahtan istenmesi gerekeni başkasından isteyenler. İşte mesela, denizde bakarsınız ki zor duruma düşmüş: “Denizde başınıza bir sıkıntı gelse, başınız dara girse Allahın dışındaki bütün yardıma çağırdıklarınız kaybolur gider. (İsra 17/67)” Yetiş ya falan yetiş ya filan başka zaman dersiniz ama orada aklınıza bile gelmez. “Ama Allahütealâ sizi karaya çıkardığı zaman hemen yüzünüzü çevirirsiniz. (İsra 17/67)” Dersiniz ki “beni falan efendi falan evliyanın ruhu geldi kurtardı” dersiniz. Hâlbuki orada hiç öyle bir şey yok. “Bu tür insanlar çok nankördür. (İsra 17/67)” Bir güvenceniz var mı? Allah o deniz kıyısında toprak tarafındasınız ya orayı sizinle beraber batıramaz mı? (İsra 17/68)” Toprakla birlikte batar gidersiniz. Ya da sizi orada batırır toprağı batırmaz da sizi orada batırır. Yerin dibine geçirebilir. “Ya da size orada bir kasırga gönderir…” Üzerinize taşlar fırlatır ölürsünüz. “…sonra kendiniz için bir vekil de bulamazsınız. (İsra 17/68)” Hiç kimse Allaha karşı gelip de sizi savunamaz. Yarabbi bu adamı niye öldürdün falan diyecek bir adam da çıkmaz. Sizi Allahütealâ’nın tekrar denize götüreceğinden de bir güvenceniz var mı? Tekrar binersini o gemiye ya da başa bir gemiye bir başka zaman. “Öyle bir fırtına gönderir ki size o rüzgâr sizin geminizi paramparça eder. Bu nankörlüğünüze karşılık sizi denizde boğar. Sonra kendiniz bu konu sebebiyle bizi karşımızda sizin hakkınızı arayacak bir adam da bulamazsınız. (İsra 17/69)” Öyle bir şey de olmaz. İşte insanlar nedense böyle rahat zamanlarda araya başkalarını sokarlar başkalarına tanrılık verirler. Hâlbuki mümin yalnız Allaha kul olur ve yalnız Allah’tan yardım ister.
“Yarabbi o doğru yolu bize göster. (Fatiha 1/6)” Burada hidayet kelimesi var. Hidayet kelimesinin değişik anlamları var. Müfredatta buna dört anlam verilmiş. Birisinde diyor ki Allah insanlara işlerini yapabilecek bir takım özellikler vermiştir işte akıl vermiştir. El ayak, çeşitli şeyler vermiştir iyiyi kötüden ayırt edebilme kabiliyeti vermiştir. Bu bir çeşit hidayettir. Yani doğruları yanlışlardan ayırabilecek, bir takım işler yapabilecek bir kabiliyet vermesidir birisi. İkincisi de, Allah peygamber gönderir, kitap verir ve der ki: “Gelin bakın buna göre hareket edin” der. Yani doğru yolu gösterme şeklindeki hidayet vardır. Üçüncüsü de yola gelen insanlara yaptığı ikramlar vardır. Yani “Yola gelmiş olanların Allah hidayetini arttırır. (Meryem 19/76)” Bir şeyler yaparsınız sizin yaptığınızdan daha fazlasını Cenabıhak size verir. Üçüncüsü budur diyor. Dördüncüsü de ahiretteki hidayettir ki insanlara cennet yolunu gösterir. Aslında buna bir beşinciyi katmak gerekiyor kuranı kerim açısında o da şu ayetteki hidayettir o da: “Allah kimi hidayetine kabul ederse yola gelmiş odur. (Kehf 18/17)” Şimdi Allahın bir insanı yola getirmesi bir öğretmenin bir öğrenciyi sınıf geçirmesiyle aynıdır. O şekilde anlamak lazım. Eğer öğretmen iyi bir öğretmense, yanlış yapmayan bir öğretmense, çalışsan talebeye sınıfını geçirir. İşte Allahütealâ da kim gerekeni yaparsa, yani “Bizim dinimiz konusunda gayret gösterenleri, bizim yolumuzda gayret gösterenleri mutlaka yola getiririz. (Ankebut 29/69)” Gayret gösterdin mi hidayeti bulursun, doğruyu görürsün Cenabıhak size gösterir.
Şimdi burada bu yana kadar anlattığımızda asıl mana şöyle olması gerekiyor: “Ya rabbi o doğru yolu bana göster. (Fatiha 1/6)” Çünkü girmek benim görevim. Doğruyu göster ki yapayım. Ha şu da olur: “Yarabbi beni kendi doğru yoluna kabul et. (Fatiha 1/6)” Yani bana o doğru yoluna kabul edeceğin güzel ameller yapma imkân ve fırsatını nasip et diye de bir dua da olabilir. Bu da uzak değil ama asıl okuduğumuz sözlük anlamları itibariyle de en uygun anlam: “Ya rabbi bana senin doğru yolu bana göster. (Fatiha 1/6)”
Peki, o doğru yok hangisi? “Kendisine nimet verdiğin kişilerin yolunu… (Fatiha 1/7)” Önümüzde bir örnek olması lazım. Nimet verdiğin kimselerin yolu, esas dünya ve ahiret nimeti. Peygamberler, dürüst insanlar, uzman kişiler, âlimler bütün bunlar bu şeye giriyor. “Gazaba uğramamış olanların yolunu göster… (Fatiha 1/7)” yarabbi. Mesela Yahudiler gazaba uğramışlardır. Bir türlü uslanmamışlardır. “Yoldan çıkmamış olanların da yolunu göster. (Fatiha 1/7)” Bakın bugün hala Yahudiler bir türlü akıllanmıyor. Ellerinden gelen bütün zulmü, haksızlığı, her şeyi yapıyor. Şimdi şu anda bütün dünyada artık yavaş yavaş dışlanmaya başladılar. Tarih boyunca böyle olmuştur. Sürekli yanlışlar yapmışlar ve sürekli ceza kendilerine gelmiştir. Hıristiyanlar da Allah’ın indirdiği dini bırakmışlar, kendi oluşturdukları dini din olarak bugün yaşıyorlar. Hıristiyanlara diyoruz ki: “Tevrat ve İncil sizin açınızdan neyi ifade eder?” Diyorlar ki kutsal bir metin. Peki, onlar uyar mısınız? Hayır. Neye uyarsınız? Konsül kararlarına uyarız. O konsül kararları siz insanların aldığı kararlar? Evet. O zaman bu Allahın dini değil başka bir din. Evet, o başka bir dine uyuyorlar. Çünkü ilk dönemlere gittiğiniz zaman Kuranı Kerim’de anlatılan neyse… Onu zaten kendileri de kabul ediyorlar. Diyorlar ki ilk 3 asırda İsa (as) Allahın kulu ve resulü sayılırdı. Sonra biz bunu ilk önce Antakya’da başlayıp en son Kadıköy’de biten konsüllerde onun tanrılığına karar verdik diyorlar. Yani biz öyle bir din uydurduk, oluşturduk diyorlar. Allah da böyle bir şeyi kabul etmediği için yanlış yapmış oluyorlar. Bu yanlışlar içinde bulunan insanlara da “dâllin” deniyor.
Şimdi burada Kuranı Kerim’in, Fatiha Suresi ile ilgili olduğunu da Peygamberimizden öğrendiğimiz bir ayeti var. 15. Sureyi açalım. “Şurası bir gerçek ki sana o mesaniden yedi tane verdik. (Hicr 15/87) ” Mesani ne demek? Mesani de şu, Allahütealâ Zümer Suresi’nin 23. Ayetinde diyor ki “Allah sözün en güzelini birbirine benzer mesani bir kitap olarak indirmiştir. (Zümer 39/23) ” O zaman mesani Kuranı Kerim’deki bütün ayetlerin ortak özelliğidir. Kuran’daki o ayetlerden yedi tanesi. Demek ki Cenabıhak Kuranı Kerim’deki ayetlerden yedi tanesini seçmiş ve onu Fatiha Suresi olarak yapmış. “Vel kuranıl azim ” ne demek. Peygamberimizin hadisi şerifinden öğrendiğimize göre bu tefsirdir: “…ve o Büyük Kuran’ı sana verdik. (Hicr 15/87) ” Peki, küçük Kuranlar mı var? Evet, küçük Kuranlar var. “Biz onu kuran halinde indirdik. (İsra 17/106)” Ayırmış olduğumuz halde… Yani Kuranı Kerim’i Cenabıhak, “kuran” şeklinde ayırmıştır. Ne demek? Yani Kuran’ın içinde kuranlar var demektir. Bu “karae” kelimesi toplama manasına “kuran” da küme anlamına geliyor. Türkçedeki küme. Allahütela’nın indirdiği bütün ayetlerin şimdiye kadar bütün peygamberlere verdiği ayetlerin kümesini oluşturan şu kitaba Kuran deniyor. Ama bu kitabın içerisinde de anlam kümeleri var. Anlam kümelerinin bir ana ayeti var ona “muhkem” diyor Allahütealâ. Bir de ona benzeyen ayetleri var onlara da “müteşabih” diyor. O ayetler arasında ikili oluşturuyorlar ona da “mesani” diyor. İşte o ayetlerden yedi tanesini ayırmış ve onu Kuranı Kerim’in giriş suresi yapmış. O da “bu mesaniden yedi tane” diye isim verilmiş. “Ve kuranı azim…” Peygamberimiz, birçok hadis kitabında geçiyor az önce okuduğum Hicr Suresi’nin ayetiyle ilgili diyor ki: “Fatiha, bana verilmiş olan Kuran’ı Azimdir.” diyor. Fatiha neymiş? O mesaniden yedi tane ve Kuranı Azim’miş. Fatiha, Kuranı Azim tamam mı? O zaman ayeti kerimedeki “Kuranı Azim” tefsir oluyor.
Şimdi Kuran ne? Karae kelimesiyle, kariye kelimesi, bir gaf-ra en sonunda harfi illet. Bu kelimenin kök anlamı “toplamak” demektir. Şimdi Kariye, mesela Mekke’nin adı nedir? “Ümm ül-Kura”dır Kuranı Kerimde. Yani anakenttir. Dünyadaki bütün kentleri yerleşim yerlerini düşünürseniz anakent Mekke’dir. Allahütealâ öyle anlamlandırıyor. Kariye ne demek? İnsanları bir araya getiren yer demektir, yani yerleşim yeridir. İnsanlar orada yerleşirler, toplaşırlar o olur kariye. O küçük yerleşim yerine köy diyoruz biraz daha büyüdüğü zaman kasaba diyoruz. Biraz daha büyüdüğünde ilçe diyoruz. Daha da büyüdüğü zaman şehir diyoruz, biraz daha büyüdüğünde büyükşehir diyoruz değil mi? Arapçada bunların hepsine “kariye” adı veriliyor. İşte Kuranı Kerim de aynen onun gibi. Kuranı Kerim’in de ümm ül-kura’sı var. Dünyanın nasıl bir ümm ül-kurası yani anakenti varsa, Kuranı Kerim’in de ana kuranı var o da ümm ül-kitap diye hadisi şerifte anlatılan Fatiha Suresi’dir.
Peki, bir de o anlam kümelerini oluşturuyorlar. Bakın bir daha anlatayım onu. Şimdi bir tane çadır düşünün. Çadırın bir ana direği vardır ortada. Bütün yük onun üzerine biner değil mi? İşte o, Kuranı Kerim’deki muhkem ayettir. Bir de hepsi onunla bağlantılı olan direkler vardır çadırın içerisinde. Onlar da o çadırın müteşabihidir. Yani müteşabih ayetler, o ana ayete benzeyen ayetler de onun etrafında kümelenir ve bunların hepsi bir anlam kümesi oluşturur yani bir çadır oluşturur, o olur kuran. Kuran’ın içerisinde kuran olur. Anlam kümeleri olur. Sayısız anlam kümesi vardır. İşte ayetlerdeki ikili ilişkilerden dolayı kümeler oluşur. Bu kümeler tamamlanmadan anlam vermek Cenabıhak tarafından yasaklanmıştır. Yani anlam kümesi tamamlanmadan mana da veremezsiniz, amel de edemezsiniz o ayetlerle. O küme tamamlanacak.
İşte Taha Suresi 114. Ayette, “Onun vahyi tamamlanmadan, Kuran’la hükmetmekte ya da amel etmekte acele etme. (Taha 20/114)” Bu ne demek bir dakika çadır bitsin içine sonra taşınırsınız demek gibidir tamam mı? Allahütealâ da diyor ki “bu kuran tamamlanmadan”, o anlam kümeleri var ya. Bir ana ayet var müteşabihler var onların hepsi iniyor hepsi bir anlam kümesi meydana getiriyor. O tamamlanmadan bununla amel etme ya da fetva verme, hüküm verme. Bunun tamamına kuran deniyor ama. Mesela İstanbul kariyedir Arapça bakımından. İstanbul büyük bir yerleşim bölgesidir. Buna kariye denir. Arapçada köy denir yani. Bugün “dünya köy haline geldi” deniyor ya işte büyük köy küçük köy… Şimdi burada değişik yerleşim bölgelerinin her biri birer kariyedir. Tıpkı onun gibi bu Kuranı Kerim İstanbul’sa buna kuran denir. Ya da dünya derseniz buna kuran. Ama bunun içerisindeki anlam kümelerinin her birine ayrıca kuran denir tamam mı? O anlam kümeleri Mekke’den itibaren, İsra 106’da okuduk, böyle ayrı ayrı kuranlar halinde, ayrı ayrı anlam kümeleri halinde ayırdık onu ki insanlara yavaş yavaş okuyasın ve insanlar da onu anlasınlar. Burada da diyor ki, bir anlam kümesi tamamlanmadan Kuran’ın tamamı değil. Anlam kümesi tamamlanmadan onunla amel etme, hüküm verme. Bizim şimdi yıllardır şikâyetimiz ne? Şikâyetimiz bu. Bizim ulemanın temel hatası, bu anlam kümesine dikkat etmeden anlam vermeye kalkmaları. Bu neye benziyor? Benim şimdi şu ceketimi çok beğeniyorsunuz. E? Şunun kolunu ben alayım! O zaman ne oldu? Bunun kolunu aldın gitti bu ceket neye yarar? Benim de işime yaramaz. Kol senin işine yaramaz, ceket de benim işime yaramaz anlaşıldı mı? Yani o anlam kümesi tamamlanmadan ayetle hüküm vermeye kalkarsan o zaman ne olur? Eksik verirsin.
Mesela burada en son “Kuranı Kerim’de sefer namazı var mıdır?” diye sorsak herkes yoktur diyordu. Ama o ilgili ayetleri birlikte okuduğumuz zaman bundan birkaç ders önce, var mıymış? Yok diyenler sadece bir şey değil ulemanın tamamı Kuranı Kerim’de seferi namaz yok diyor. Niye diyor? Onun hepsi inmiş. Çünkü o kümeyi birlikte değerlendirmedikleri için yok diyorlar. Ondan sonra diyorlar ki peygamber efendimiz iki rekât kıldığı için biz de iki rekât kılarız. O zaman peygamber Kuran’da olmayanı mı yapmış? “O da ona vahiydir” diyorlar sistemi tamamen altüst ediliyor her şey bitiyor. İşte Allahütealâ burada diyor ki o küme tamamlanmadan anlam verme. Yine Kıyamet Suresi’nde “Bu kuranlar dilini harekete geçirme/hüküm verme, bu ayetleri toplayacağız ve anlam kümesi haline getirmek bize düşer, bunu anlam kümesi haline getirdik mi o zaman ona uyarsın (Kıyamet 75/16-19)” diyor. Küme tamamlandığı zaman uyarsın yani çadır tamamlandığı zaman girersin. Yani çadır yapıldığı zaman içeriye girersin. Ama var binlerce çadır. Hangi çadıra gireceksen o çadır bitmiş olması lazım. İşte Kuranı Kerim’den hüküm çıkarmak isteyenlerin yapması olmazsa olmaz şart bu. O kümeleri oluşturacaklar, “İlimde derinleşmiş olanlar”ın[1] yapması gereken odur ve bizim temel hatamız da bunu görmemektir.
İşte burada Peygamberimiz ve Ayeti Kerime diyor ki: “Fatiha Suresi Kuranı Azimdir.” Yani şimdi Kuranı Kerim’i bir dünya olarak düşünürseniz her yerde bir kuran var şu köyde de bir kuran var bu şehirde de. Ama bunun en büyüğü hangisi oluyor Kuran’a göre, anakent hangisi oluyor? Mekke oluyor. Mekke nasıl dünyanın anakenti iste Kuranı Kerime göre, Fatiha Suresi de buradaki Kuranın içindeki kuranların en büyüğüdür. Onun için ki bakın bu Fatiha kuranı azim olduğu için biz namazlarımızda Fatiha’yı okurken neyi okumuş oluyoruz? Kuranı Azim’i okumuş oluyoruz. Adeta tüm kuranı okumuş oluyoruz, tamam mı? Çünkü kuranın tamamından alınmış ikili ayetlerden yedi tanesi buraya alınmış ve Kuranı Kerim’in Cenabıhak tarafından yapılmış en güzel özeti oluyor. Onun için bize Peygamberimiz (sav) diyor ki: “Bu kitabın Fatiha’sı olmadan namaz olmaz.” diyor. Yani Fatiha’nın içinde de anlam kümeleri var ayrıca. Ama onun tamamını düşündüğün zaman tüm kuran orada. Onun için herhangi bir müslüman Fatiha Suresi’ni iyice özümserse bunun sapıtma ihtimali yoktur. İyice özümsesin yeter, başka şeye gerek yok.
Yazıya geçiren: Efe Mısırlı ([email protected])
[1] Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. (Ali İmran 3/7) D.V. Meali